16 Eylül 2024 Pazartesi

soL "KÖŞEBAŞI" + Sahaflar Çarşısı(XXIII)-Dost biriktirme sanatı ve Remzi İnanç'ın kar altında gülleri -16 Eylül 2024 -

 AKP'nin yeni müfredatı ve yeni ders kitapları (IV): Matematik -TKP’li Eğitim Emekçileri Müfredat Komisyonu- 

TKP'li Eğitim Emekçileri Müfredat Komisyonu, yeni müfredata göre basılan ders kitaplarını sırasıyla mercek altına alıyor. Dosyanın bu bölümünde İlköğretim Matematik 5. sınıf ders kitabını inceliyoruz.

Milli Eğitim Bakanlığı tarafından "Türkiye Yüzyılı Maarif Modeli" adı altında kamuoyuyla paylaşılan yeni eğitim öğretim programının eleştirisini daha önce soL Haber Portalı'nda yayınlamıştık. Yeni müfredata uygun şekilde 1, 5 ve 9. sınıflar için yeni ders kitapları basıldı ve eğitim-öğretim yılının ilk haftasıyla birlikte okullarda öğrencilere dağıtıldı. Bugün kısaca İlköğretim Matematik 5. sınıf ders kitabını örneklerle inceleyeceğiz.

Verilen örneklerde bolca Türk-İslam sentezi vurgusuyla, milliyetçi ve dinci propaganda kendisini gösteriyor. Türk-İslam kültürü, AKP hükümetinin Yeni-Osmanlıcılık kılıfıyla dış siyasetini şekillendirdiği bir dönemde oldukça kullanışlı ve istismara açık bir alan olarak görünüyor. Bu ders kitaplarıyla önümüzdeki yıllarda eğitim-öğretim alacak 5. sınıf öğrencilerinin 10-11 yaş grubu olması oldukça vahim bir durum.

Bunun yanında ders kitaplarındaki yorumlardan anlaşıldığı kadarıyla Milli Eğitim Bakanlığı'nın çevrenin korunması ya da orman yangınları gibi konularda, tekil insanların suçlu olduğu şeklinde bir yaklaşımı var.

5.sınıf konularından “Algoritma” gibi yazılım sektöründe işlevsel olan bazı konulara ağırlık verilmiş olması da ayrıca piyasanın ihtiyaçları doğrultusunda bireyler yetiştirilmesi hedefiyle uyumluluk gösteriyor.

5.sınıf ders kitaplarındaki örneklerin bir kısmını inceleyelim:

5. sınıf 1. tema (1. kitap sf. 14)

5. sınıf 6. tema (2. kitap sf. 138) 

Bu görsellere baktığımızda geometrik desenlere verilen örneklerde saray, cami, Osmanlı dönemi ve padişahlarla ilgili bilgilerin olduğu görülüyor. 

5. sınıf 4. tema (2. kitap sf. 20) 

Yukarıdaki görselde alışveriş fişiyle KDV’yi anlatan bir örnekte, vergi ödemenin vatandaşlık görevi olduğu anlatılıyor. 

5. sınıf 4. tema (2. kitap sf. 31) 

AKP'nin son dönemlerde yerli ve milli sermaye adına öne çıkardığı "TOGG" araçlarının hemen ardından, MEB 5. sınıf Matematik ders kitabında bu şekilde elektrikli araç reklamı yapılması politik bir tercih olarak karşımıza çıkıyor. 

5. sınıf 5. tema (2. kitap sf. 74) 

"Daha yeşil bir dünya için ne yapabiliriz?" başlıklı bir etkinlik. Fabrikalarda bütün sektörlerde ihtiyaç fazlası üretimlerin bu denli şiddetlendiği, nükleer santrallerin kullanıldığı, ülkelerin savaş sanayiilerini yarıştırdığı böylesi bir düzende 5. sınıf öğrencilerinin ağaç dikmesiyle daha yeşil bir dünyaya ulaşabileceğimiz düşüncesi, her zamanki gibi bütün sorumluluğu kişilere yükleyen kapitalist bir yaklaşımın sonucu ortaya çıkan bir düşünce. 

5. sınıf 5. tema (2. kitap sf. 77) 

Yukarıdaki görselde orman yangınlarına sebep olan 7 madde sıralanmış. Bu maddelerin tamamı insan hatası ya da dikkatsizliğiyle ilgili. Orman yangınlarının tekil insan hatası kaynaklı olmayanlarına değinilmemesi ya da orman yangınlarının "kontrol altına alınamaması"nın sebepleri göz ardı edilmiş. Bu bakış açısı hükümeti, halka ve halkın ortak kullanım alanlarına olan bütün sorumluluklarından azat ediyor.

5. sınıf 6. tema (2. kitap sf.149) 

İşlemlerle Cebirsel Düşünme konusuna başlarken paragrafın ilk cümlesi: "İslam dünyasının en önemli matematikçilerinden biri olan Harezmi..."

Harezmi gibi ünlü bir matematikçi tanıtılırken böyle bir giriş cümlesi ile başlanması, siyasal İslamcı bakış açısının bir ürünüdür.

Kısaca Milli Eğitim Bakanlığı’nın yeni eğitim-öğretim programı ile planlanan şeyin, AKP’nin ve Türkiye sermayesinin çıkarlarıyla uyumlu nesiller yetiştirmek olduğu anlaşılıyor. Bunu teşhir etmek önemlidir ancak dozu bu derece yükselmiş sistematik saldırı karşısında ortak bir mücadele örülmezse, bu eğitim öğretim programı ile karanlık zihniyetin her geçen gün daha da yükseleceği anlaşılıyor.

                                                               /././

AKP'nin yeni müfredatı ve yeni ders kitapları (III): Görgü Kuralları ve Nezaket -TKP’li Eğitim Emekçileri Müfredat Komisyonu- 

TKP'li Eğitim Emekçileri Müfredat Komisyonu, yeni müfredata göre basılan ders kitaplarını sırasıyla mercek altına alıyor. Dosyanın üçüncü bölümünde Görgü Kuralları ve Nezaket kitabını inceliyoruz.

Okulların açılmasıyla birlikte Milli Eğitim Bakanlığı’nın yeni müfredat programı doğrultusunda hazırladığı yeni ders kitapları öğrencilere dağıtıldı.

Ders kitapları incelendiğinde, bilimsel bilginin azaltıldığı, konuların etkinliklerle sunulduğu, basitleştirme adı altında özellikle ana derslerin içinin boşaltıldığı görünüyor. Yeni müfredata uygun olarak basılmış ve okullarda dağıtılan ders kitaplarını sırasıyla mercek altına alacağız.

Bu yazıda 5'inci sınıflara seçmeli olarak verilen Görgü Kuralları ve Nezaket dersinin kitabını inceleyeceğiz.

Görgü Kuralları dersi 2023-2024 eğitim öğretim yılında ders çizelgesine eklenirken hedef kazanımları Kasım ayındaki ara tatile yetişebilmişti. Kitapları ise 2024-2025 eğitim öğretim yılı için okullara iletildi. 

Ders toplamda 4 üniteden oluşmaktadır. İlk ünite olarak Görgü ve Nezaket ünitesi olarak belirlenmiştir. Bu ünite temel kavramların tanımı ile başlamakta. 

Bakanlık 'sükût eden öğrenci' istiyor

Ünite içinde nezaket, görgü, saygı, zarafet, sabır, hürmet, edep, terbiye, sevgi kavramları açıklanmakta. Bunlar arasında "rikkat" kavramı dikkat çekiyor. Kavram, ‘"bireyin ince, nazik davranışlarda bulunması’" olarak ifade edilmektedir. Açıklama "savaş koşullarında insanı düşünmek onlara maddi ve manevi olarak destek" şeklinde devam etmekte. Rikkat bilinen bir kavram değildir. Bunun tercih edilmesi ve açıklamayı derinleştirmek için kurulan cümle ünitenin içeriğine uygun değilken özellikle tercih edildiği görülmektedir. Bu kavram ve açıklama AKP'nin dış politikasının eğitim alanına bir yansıması olarak düşünülebilir.

Aile bireylerinin birbirine iyi dileklerini ifade etmek için ‘"Hayırlı sabahlar, Günaydın, Sabah şerifleriniz hayırlı olsun" kavramlarının örneklendiğini görüyoruz.

Yine 19. sayfanın sonunda ise sükût, incelik, edep ve zarafet kavramlarını içeren bir kompozisyon yazılması isteniyor. Sükût kelimesinin Türkçe karşılığı ise susmak ve sessizlik olarak ifade ediliyor. Sessizlik derken sınıftaki sessizlikten söz edilmediği açıktır. Öğrencilere fikirlerini özgürce konuşacağı bir ortam sunmayı hedef haline getirmek yerine sessizliğin önemli olduğu vurgusu yapılmaktadır. Araştıran, sorgulayan ve düşüncelerini ifade edebilen öğrenciler yetiştirmek için hedef davranışlar kitapta övülen davranışlar değildir. AKP’nin tasarladığı toplumu yaratabilmek için Bakanlık sükût eden bir öğrenci modelini yaratan kompozisyon yazılmasını istenmiştir. Edep sözcüğünün bu ödev için seçilmiş olması da bu durumu açıklamaktadır.

Evrensel ahlakın yerini İslam ahlakı aldı

Ahlak kavramı Kuran ve peygamberlerden örnekler verilerek açıklanmış. Ahlak kavramının evrensel kazanılmış ilkeler üzerinden tarif edilmesi gerekirken bu müfredat içinde dini metinler üzerinden işleniyor. Ahlaklı bireyler yetiştirmek için İslamın ahlak anlayışına yaslanılması şaşırtıcı değildir.

Temizlik ve kişisel bakım kavramı yine "imanın yarısıdır" ifadesi ile açıklanmaktadır. Abdest almanın beden temizliğini sağladığı gibi kalbin kötü duygu ve düşüncelerden arındırılmasını da yardımcı olduğu ifade edilmiştir.

 "Anne ve baba hakkı" etkinliğinde Kuran'dan bir ayet örneği verilerek ayetteki içeriğin ne anlatmak istediği ile ilgili boşluğun doldurulması istenmiştir.

Kaynakça: Kuran

Yine akrabaların yanında olmak paragrafında İslam dininin akrabalık ilişkilerine verdiği önem örneklerle anlatılmıştır.

İyilik kavramını "Sılayırahim" kavramı ile açıklanarak yine Kuran'dan örneklerle güçlendirilmiştir.

İsraf etmemek, helal kazanç, misafirperverlik, selam vermek, kaynakları verimli kullanmak gibi birçok kavram açıklanırken anlatım dini bir içerikle yapılmıştır. 

Görgü ve Nezaket dersi içeriği elimize kitapların geçmesi ile daha somut hale gelmişken, Milli Eğitim Bakanı Yusuf Tekin'in ahlaktan ve nezaketten ne anladığını da ortaya koymaktadır. 

Dini argümanlar bir tarafa, AKP'nin nasıl bir insan modeli oluşturmaya çalıştığının en yoğun örneklerini bu kitapta görebiliyoruz. Sükût içinde bulunan, ahlakı ve edebi İslamın kurallarına göre öğrenen, bu kurallar doğrultusunda yaşayan insanlar yetiştirmek için bu dersin oluşturulduğu açıkça görülmektedir.

Dersin içeriği ve bu içerik doğrultusunda yazılan ders kitabı ne eğitime ne evrensel tanımlara ne de öğrencilerin yaş grubuna uygundur. Bu kitabın hedeflediğinin aksine düşünen, konuşan, dayanışan, hesap soran, hakkını arayan ve 8 yaşında hayattan koparılan kardeşlerinin yaşam hakkını savunan bireyler yetiştirmek eğitimin temel görevi olmalıdır.

                                                                 /././

Kuzey kutbunda saat kaç? -Anıl Çınar-

Yeni Osmanlı da ne yenidir ne de Osmanlıdır ama Yeni Osmanlıdır ve bu gerçektir. Böyle bir Yeni Osmanlı’nın simgesinin Orhan Pamuk olmasıysa hiç şaşırtıcı değildir.

Orhan Pamuk'un Masumiyet Müzesi romanının diziye uyarlanacağını duyduğumda ilk düşüncem “tesadüf değildir” olmuştu.

Orhan Pamuk’un kim olduğunu iyi biliyorduk, romanını da. Dizinin senaristinin Samanyolu TV’de kariyer yapmış bir isim olması ise herhalde “hayatın ne kadar renkli olduğunu” göstermiyordu bize.

Orhan Pamuk bir NATO tetikçisiydi. 2012 yılının Aralık ayında birkaç isimle birlikte yayınladığı mektupta Suriye’yi tehdit ediyor, Esad’a “sonun Kaddafi gibi olur” diyor, emperyalist devletleri göreve çağırıyordu.

Yeni Osmanlıcılığın parlama anıydı 2012 dönemeci.

Aslında Pamuk her zaman bu kadar cüretli değildi. Pamuk asıl yeteneğini Osmanlı özlemini Batılı renklerle yeniden yeşertirken gösteriyordu. Masumiyet Müzesi de aynı temanın takipçisiydi. Orhan Pamuk “Doğulu bir Batılıydı” ve bunun bu topraklarda tek bir anlamı olabiliyordu: Osmanlıcılık.

Hatırlayacaksınız, yine aynı platformda yayınlanan “Bir Başkadır” dizisi de “Yeni Türkiye”nin makul ortalamacılığını salık veriyordu. O zamanlar Millet İttifakı’nda cisimleşen bu uzlaşmacılık ve normalleşmecilik ile dizinin mesajı tesadüf olamayacak kadar örtüşüyordu. 

Şimdi böyle bir ittifak yok ama uzlaşmacılığa ve makulu yakalama arayışına Türkiye’nin geleceğinde elbette bir yer var. Yeni Osmanlıcılık bu arayışın cisimleştiği bir kavram.

Aslında, geçtiğimiz yılın ekranlardaki ürünlerinde de bunu görmek mümkündü. Tarikat dizisine de baksanız polis dizisine de, aşırılıklarından arındırılmış bir orta yol görmeniz hiç de zor değil.

Ama keşke her şey Orhan Pamuk’tan ibaret olsaydı. 

Pamuk’un ve kitabını basan İletişim Yayınları’nın Türkiye’de hangi misyonu üstlendiğini anlatırdık ve konu kapanırdı. Oysa, hayatta böylesine tesadüflere yer olmadığını bize hatırlatan şey çok daha kapsamlı bir sorundan kaynaklanıyor.

Türkiye aydını oldukça uzun bir süreyi kendi evinin neresi olduğunu anlamaya çalışmakla geçirdi. Batı neydi, Doğu neydi. Batılılaşma ne demekti, bize ne kadar iyi gelecekti. En uygun formülü yakalamak için hangisinden ne kadarını kullanmak gerekirdi…

Benzer tartışmalar Rusya’da da yapılmıştı. Rus aydını kendi sonrasına olgunlaşmış bir tartışma devrederken bizlere de zenginliğinin ispatı olan eserler bırakmıştı.

Ancak asıl önemlisi Rus devrimiydi. 1917 ile birlikte kurulan yeni düzen Rusya’ya ve daha geniş bir coğrafyaya bir çıkış yolu sunmuştu. Her soruyu yanıtlamamıştı kuşkusuz fakat arada kalmışlığa son vermiş, bir ülkenin kaderinin nasıl çizileceğine dair tartışmaya nokta koymuş, Çernişevski’yi haklı çıkarmıştı.

Sovyet düzeni, Çarlık’ın emperyal ihtiraslarını da boşa düşürmüş ve Sovyet ülkesi Türkiye’de Cumhuriyetin önünü açmıştı. Tarihte bir devrim diğer devrimi beslemiş ve bugün bizim yurdumuz olarak kodladığımız toprak parçası gerçeklik kazanabilmişti.

Ve unutmayalım Balkanları, İstanbul’u kendi egemenlik alanı olarak gören, “Türkler Ortodokslara zulüm ediyor” diyerek Boğazlar’da hak iddia eden Rus Çarlığı değildi yalnızca. Rusya sosyalizme doğru yol almasaydı, “Çanakkale Boğazı'nın Milyukov’u” lakabıyla bilinen Pavel Milyukov’un burjuva Rusyası olacaktı konuşulacak olan.

Bizdeyse aşağı yukarı Tanzimat ile birlikte başlayan tartışma tam da bu eksiklik nedeniyle kapanamıyordu. Osmanlı çıkışsızdı, Batıysa ilerideydi. Batı kötücüldü, Osmanlıysa dingin ve huzurluydu. Osmanlı koruyup kollayıcı Batıysa tahripkar ve çatışmacıydı.

Cumhuriyet’in ilk kuşak aydını bunu bakiye olarak almıştı. Yeni düzene güvenmek istiyordu ama yeni düzen bazen son derece düzleyiciyken bazense son derece ortalamacı olabiliyordu. Arada kalan aydın kendini evinde hissedemediği oranda Osmanlı’ya bakma ihtiyacı hissetti.

Türkiye’nin aydını saatini ayarlamakta güçlük çekiyordu. Ahmet Hamdi Tanpınar’dan Kemal Tahir’e ve bugüne uzanan bir izlekten bahsediyoruz. Öte yandan, nasıl 1960’ların açtığı sınıfsal pencere başka bir yol sunabildiyse bugün o yolun yokluğu ve üzerine gelen AKP Türkiyesi de eski izleğin nasıl canlı tutulduğunu bize ispatlıyordu.

Osmanlı münevveri “Düvel-i Muazzama”dan korkuyordu ama onsuz da yapamıyordu. Osmanlı’nın travmasında kendi güçsüzlüğüyle bir zamanlarki ihtişamı tuhaf bir çelişki oluşturuyordu.

Doğan Avcıoğlu “Devrimciliğe en aşırı şekilde düşman olan Abdülhamit devri, Batıcılığın en aşırılaştığı zamandır. Batılılar Atatürk dönemini Batıcılık düşmanlığı, Menderes dönemini ise Batıcılık sevgisi dönemi olarak anlarlar” derken benzer bir çelişkinin sonuçlarına işaret ediyordu.

Yani sorun “aydın”dan ibaret değildi. Türkiye’nin geleceğinin bir tarafta “Batıcılar” ve diğer tarafta “Milliciler” gibi kısır bir rekabete hapsedilmesi aynı çelişkinin yeni suretlerle kabarmasıyla ilgiliydi. Ama bu sefer emperyal vizyonla: Nereye kadar Batıyla, nereden sonra “Batıya rağmen”.

Bir devrimle yeni bir düzen kurulana kadar da bu böyle devam edecek. O ana kadar, tıpkı Kuzey Kutbunda olduğu gibi, herkes istediği saati söyleyebilecek.

Demek ki bu sefer sorun “evini kaybeden”, “Osmanlı mı Cumhuriyet mi?” diye sancı çeken ve Osmanlı-Cumhuriyet sentezinde tercih yapamayan aydının travması değil. Bugün sorun bir tür rövanş anlamına gelen Yeni Osmanlıcılığa insani ve estetik bir kılıf kazandırmakla ilgili.

Şanlı geçmişinden uzaklaştırılan; Balkanlardan, Kafkaslardan ve Orta Doğu’dan kopartılıp atılan bir devletin geri dönüşü…

Önce milliyetçilik, sonra sermaye ve sınıf savaşımıyla, devrimle kapısı çalınan ve huzurundan edilen Osmanlılığın geri dönüşü…

Kemalizmin Batılılaşma hamlesiyle kendi olmaktan uzaklaşan bir toplumun kendi kimliğini bulma arayışı…

Rövanşizm her zaman Hitler'in, Mussolini’nin sözlerindeki gibi vücuda gelmek zorunda değil. Yeni Osmanlı da, Osmanlı Devleti’ndeki haliyle ortaya çıkmak zorunda değil.

Voltaire, “Kutsal Roma İmparatorluğu ne kutsaldı, ne Romalıydı ne de imparatorluktu” demişti. Yeni Osmanlı da ne yenidir ne de Osmanlıdır ama Yeni Osmanlıdır ve bu gerçektir.

Böyle bir Yeni Osmanlı’nın simgesinin Orhan Pamuk olmasıysa hiç şaşırtıcı değildir.

                                                                 /././

Uzun menzil, kısa vade, acil eylem...-Engin Solakoğlu-

Bu savaşın ve emperyalizmin diğer savaşlarının kaybedeni olmamak için Türkiye halkının öncelikle NATO’ya dur diyebilecek bir direnişi örgütlemesi gerekiyor.

Rusya-Ukrayna savaşının başlamasından bu yana 2,5 yıl geçti. Savaşın başlarında son derece haklı nedenlerle nefesimizi tutarak izlediğimiz gelişmeler bir süre sonra ilgimizi çekmez oldu ve ülkemizde “canlılığını” hiç yitirmeyen gündemin arka sıralarına itildi.

Oysa ilk günkü tehlike ne ise, şimdi de o var. Kuzeyimizde birbirini tüketen iki kardeş halk, kimi parmakların birkaç santim berisinde duran nükleer düğmeler, Karadeniz’de artan NATO tahkimatı.

O kadar yakınımızda olmasına karşın sağlıklı bilgi almakta zorlandığımız bir savaş bu. Yine de özet mahiyetinde şunları söyleyebiliriz:

*Çatışmalar birkaç ay öncesine kadar neredeyse sabitlenmiş bir cephede devam ediyordu.

*Ukrayna, ABD ve İngiltere başta olmak üzere NATO üyelerinde aldığı destekle denklemi kendi lehine değiştirmek için savaşı Rusya topraklarına yayma amaçlı saldırılar gerçekleştirmeye başladı.

*NATO ülkeleri arka arkaya F-16 uçaklarını Ukrayna’ya “bağışla”dılar. 

*Bu uçakların havadaki Rus üstünlüğünü kayda değer biçimde değiştirdiğine dair bir izlenim almadık. Hatta F-16’lar cephe hattına sürüldükten sonra ilk kayıp da verildi. 

*İlk F-16 kimi iddialara göre “dost ateşi” sonucu, başka bir deyişle Ukrayna savunması tarafından düşürüldü. Bu iddiayı güçlendiren en önemli gelişmelerden biri Ukrayna Hava Kuvvetleri Komutanı’nın görevden alınması oldu.

*Bu arada Rusya kendi topraklarına yönelik saldırıların ağırlık merkezi olduğunu değerlendirdiği Kharkiv’e doğru bir ileri harekât başlattı. Rus ilerlemesi çok sürmeden tıkandı.

*Diğer taraftan, Rusya’nın Donetsk yöresinde ilerlemesi devam ediyordu.

*Gözler Kharkiv’e çevriliyken 6 Ağustos sabahı Ukrayna birliklerinin Kursk bölgesinde Rus topraklarına sızdığı haberi geldi.

*Ukrayna ordusu Kursk kentine giremese de yörede bin kilometrekare civarında bir toprağı işgal etmeyi başardı.

*Aradan bir ay geçmesine karşın o işgal sürüyor. Rusya’nın saldırıya verdiği ilk karşılık Kursk ve komşusu Belgorod bölgelerinde “Terörle Mücadele Operasyonu” ilan etmek oldu.

*Rus kaynaklarının verdiği ve Ukrayna tarafından da doğrulanan bilgilere göre, Rusya bölgede Çeçen Özel Kuvvetleri’nin de katıldığı bir karşı saldırı başlattı ve Ukrayna birliklerinin denetimindeki 10 kadar yerleşim merkezini geri aldı.

Kursk saldırısının amacı belli. Ukrayna yönetimi, bir yandan savaşı Rus topraklarına sıçratarak Rus halkının tepkisini yönetime yöneltmesini sağlamak, bir yandan da “patronlarına” savaşa devam edebilecek gücü bulunduğunu göstermek, böylelikle askeri desteğin sürmesini güvenceye almak niyetinde. Öte yandan, Zelenski’nin olası bir müzakerede al-ver kozu olarak kullanmak için bir kısım Rus toprağını işgal ettiği tezi pek de anlamlı değil. Zira Rusya’nın o toprakları gerekli gördüğü anda geri almakta güçlük çekmeyeceği kesin.

Savaşın askeri cephesinde bunlar yaşanırken siyasi alanda da önemli gelişmeler yaşanıyor. Ukrayna bir süredir, ABD ve İngiltere’den aldığı uzun menzilli balistik füzeleri Rusya topraklarını hedef alacak şekilde kullanmak için Washington ve Londra nezdindeki girişimlerini sürdürüyor.

Rusya Kursk saldırısının arkasında Temmuz ayındaki NATO Zirvesi’nde alınan kararların bulunduğunu ileri sürüyor. Anımsayacak olursak, Washington’daki zirvede Ukrayna ordusunun NATO tarafından eğitilmesi ve donatılması karara bağlanmıştı. Böylelikle 2014 yılından beri Emperyalizmin terör ve savaş örgütü NATO’nun Ukrayna’ya karşı bir saldırı üssü olarak kullanacağını söyleyenlerin pek de yanılmadıkları ortaya çıkmıştı.

Aslında savaşın başından beri Batı kaynaklı bir propagandaya maruz kaldığımız açık. NATO’nun dünya ve Türkiye’deki ucuz megafonları ne dedilerse bir süre sonra yalan olduğu ortaya çıktı. İlk akla gelen iki örnek Boğaz’a gelen mayınlar hadisesi ve Kuzey Akım-2 boru hattına yapılan saldırı.

Savaşın ilk ayı dolarken Karadeniz’de “başıboş” dolaşan ve bir bölümü akıntılarla Türkiye’ye yaklaşan mayınlar haberiyle sarsıldık. Kuzeyimizde başlayan savaşın Türkiye bakımından vahim bir durum yarattığı kesindi ama bu mayınlar adeta o durumun metalik habercileriydi. NATO’nun sesi radyosu derhal yayına başladı. Mayınları Rusya saldı vs.. Eğer öyleyse bu dünyanın en mantıksız savaş eylemi olmalıydı ama ne gam parmaklar Moskova’yı işaret etmişti bir kere. Sonuçta İstanbul patlamadı ama başka bir şey oldu. Mayın bahanesi ABD ve onun uzantısı NATO’ya Karadeniz’e bulaşma vesilesi yarattı. Odessa limanına ABD aklıyla döşenen sonra da ne hikmetse bağımsızlıklarını ilan eden mayınların “arz ettiği tehlike” bahanesi üçü de NATO üyesi olan Romanya, Bulgaristan ve Türkiye’nin bir “Mayın Güvenliği Anlaşması” akdetmeleriyle sonuçlandı. Bu konuya dair çok daha bütünlüklü bir değerlendirmeyi Erhan Nalçacı’nın şu yazısında bulabilirsiniz. Konumuza dönersek, mayın hadisesinde Rusya’yı suçlayan çeneler ise herhangi bir özür veya düzeltme ihtiyacı duymadan başka yalanlar üretmeye devam ettiler

İkinci örneğimizi oluşturan Kuzey Akım-2 Rusya’nın AB’ye doğalgaz sevkiyatı için inşa ettiği boru hatlarından biriydi. 2022 yılının Eylül ayında bir dizi sabotaj sonucunda devre dışı kaldığında Emperyalizm hep bir ağızdan “Moskova yaptı” tezahüratı yapmış, böyle bir eylemin Rusya’nın hiçbir işine yaramayacağı aksine ABD’nin çıkarlarına hizmet edeceğini söyleyenler “Putin’ci” olmakla suçlanarak susturulmuşlardı. Aradan bir yıl geçti. “Rus sabotajı” diyenlerin sesleri duyulmaz oldu. Batı basınında bu kez sabotajdan Ukraynalı bir komando grubunun sorumlu olduğuna dair haberler çıkmaya başladı. Bir yıl önce atıp tutan, Rusya’yı teröristlikle suçlayan NATO ileri gelenleri lâl oldular. Türkiye’deki yetkili NATO satıcıları da elbette. Birkaç ay sonra bir baktık ki, olay hakkında adli soruşturma başlatan çiçeği burnunda NATO ülkesi İsveç dosyayı sessiz sedasız kapatıvermiş.

Tamam savaş öncelikle bir yanıltma zanaatidir ve ilk kurbanı da gerçeklerdir ama bu tür yalan katarlarına atlayıp halkı kaldırmaya çalışan NATO borazanlarının insan içine çıkamaz hale getirilmeleri gerekir.

Savaştaki son duruma dönelim. Rusya Devlet Başkanı Putin, iki gün önce televizyonda konuştu ve ABD ile İngiltere’nin Ukrayna’ya uzun menzilli füzelerini Rusya içindeki hedeflere yönelik olarak kullanma izni verecekleri yönündeki haberlere ilişkin olarak, bunun NATO üyelerinin Rusya ile doğrudan savaşa girdikleri anlamına geleceklerini söyledi.

Bu konu NATO üyeleri arasında da tartışılıyor. ABD bu konuda henüz bir netlik bulunmadığını duyururken, Kanada’nın renkli çoraplı Başbakanı Trudeau uzun menzilli füzelerin Rusya içinde kullanılmasına tam destek açıkladı. Almanya ise Başbakan Scholz’un ağzından şimdilik “o topa girmeyeceği” mealinde bir açıklama yaptı. Daha önce de birçok kez yazıldığı çizildiği üzere bu meselenin ardında da İngiliz parmağı bulunduğunu görmemek için kör olmak gerek. İngiltere’de yapılan genel seçimlerde iktidar partisi değişti ama İngiltere’nin Rusya bağlamında yangına körükle gitme siyaseti zerre kadar değişmedi. Milyonlarca kişinin yetersiz beslenmeyle boğuştuğu ve ancak sokak aralarında kurulan “gıda bankaları”ndan beslenebildiği İngiltere geçen hafta Ukrayna’ya yönelik 780 milyon dolarlık bir “yardım” paketi daha duyurdu. Başbakan Starmer ise 4 Eylül günü Biden’la yaptığı ikili görüşmede muhtemelen uzun menzilli füzelerin kullanımı konusunda ABD’li yetkililerin kararsızlığını kırmaya yönelik hamlelerini sürdürdü.

Bu arada sorunun kaynağını doğru tespit etmekte zorlanmayan Rusya İngiltere ile askeri alanda olmasa bile diplomatik alanda ciddi bir mücadele yürütüyor. Moskova son olarak Rusya’da görev yapan 6 İngiliz diplomatı casuslukla suçladı ve akreditasyonlarını iptal ettiğini duyurdu. Rusya’yı haftalar önce terk etmiş olan diplomatların fotoğrafları Rus Devlet televizyonunda da yayınlandı. Malum, kavgada yumruk sayılmıyor.

Ukraynalı ve Rus gençlerin patronların çıkarları için kırıldığı bu savaş başlı başına bir yanlışlık elbette ama bu savaşa karşı durmak salt ahlaki bir zorunluluğa indirgenebilecek kadar basit bir mesele değil.

Öncelikle savaşın evrildiği yön giderek daha da kaygı verici hale geliyor. Birkaç ay önce bu konuda bir yorumcunun sözleri hep aklımda: “İki taraf da birbirlerinin sağduyusuna biraz fazla güveniyorlar.” Yanlış anlaşılmasın, burada taraflardan kasıt ABD ve Rusya.

Rusya’nın ilânihaye bu yıpratma savaşına takılıp kalmayacağını, bir ara sert bir manevra yapabileceğini, Washington’daki kimi çevreler ile Londra’daki devlet aygıtının tamamının da Rusya’yı bu uçuruma itmek için ellerinden geleni yaptıklarını hesaba katmak gerekiyor. Bu yola girilirse Türkiye emekçilerinin kaybının ayçiçeği yağı fiyatının artmasının çok ötesinde olabileceğini de.

Bu savaşın ve emperyalizmin diğer savaşlarının kaybedeni olmamak için Türkiye halkının öncelikle NATO’ya dur diyebilecek bir direnişi örgütlemesi gerekiyor. İşte Türkiye Halk Temsilcileri Meclisi o yolu açıyor ve NATO’ya meydan okuyor. THTM İstanbul’dan İncirlik’e uzanan bir yürüyüş ve yan etkinliklerle direnişi ve barışı örgütlemeye çalışıyor. Ülkemizin savaşın ateşiyle kavrulmasını engellemek, salt Türkiye’nin değil, dünyanın da aydınlık geleceğine sahip çıkmak için bu çabaya omuz vermek zorunlu görünüyor.

Katılıp ses vermek ve memlekete sahip çıkmak elinizde! 

                                                              /././

Sanat, siyaset ve propaganda bağlamında NATO’ya karşı sergi -Fide Lale Durak-

               *Kapak Resmi: Sait Munzur (THTM'nin "NATO'ya ve Savaşa Karşı Sergisi"nden)

"Elbette bu ses propagandiftir, siyasaldır ve aynı zamanda estetik bir dile sahiptir. Sınıflı toplumlar sürdüğü sürece başka da yol yoktur!"

13 Eylül’de Kadıköy Nazım Hikmet Kültür Merkezinde NATO’ya ve Emperyalist Savaşa Karşı karikatür ve resim sergisi açıldı. Sergi, Türkiye Halk Temsilcileri Meclisi’nin (THTM) siyasi çağrısına cevap veren sanatçıların katılımıyla oluştu. Dolayısıyla, sanatçıların sergiye katılımı en az çağrı metni kadar politik bir anlam taşıyordu. NATO’nun Türkiye’yi hangi koşullarda savaşa sürükleyebileceğini Erhan Nalçacı dün yazmıştı.

Ülkemiz açısından savaş gerçek bir olasılık olmasına rağmen ne siyasi partilerin ne de halkın yeterince gündemine girdiği söylenebilir. Her şeyi daha kolay kanıksadığımız bir dönemdeyiz belki, ama asıl sebep iktidarın ve genel olarak solun NATO’ya karşı olmaması ve Türkiye’nin bu siyasi tercihle yönetiliyor olması. Böyle kurak zamanlarda en çok sanatın yaratıcı muhalefetine ihtiyaç duyulur. Ancak sanat siyaset ilişkisi her zaman tartışmalı bir konudur. Bu sergi vesilesiyle sanat, siyaset ve propaganda arasındaki tartışmaya biz de dahil olalım.

Sanatın aşkın, yani her şeyin üstünde olduğunu söyleyenleri konu dışı bırakır ve her üretimin kaçınılmaz olarak, örtük bir bağlamda dahi olsa, siyasi olacağı gerçeğinden hareket edersek, modern dönemde sanat siyaset ilişkisine yönelik söylenen önemli ama dikkatli olmamızı gerektiren görüşlerle başlayabiliriz. Bu görüşlerden biri Adorno’ya aittir. Sanatın özerk olması gerektiğini savunan düşünür için sanat kapitalizmin sebep olduğu barbarlıktan insanlığı kurtaracak ve özgürleşmeyi sağlayacaktır. Aslında, kapitalist sistem içerisinde yabancılaşan ve öznelliğini kaybeden insanları uyandırmak için sanat bir araç olarak düşünüldüğünde Adorno haklı görülebilir, zaten sanat-toplum arasındaki ilişkiye diyalektik yaklaşmaktadır. Ancak Adorno’ya göre, kapitalist sistemde sanatın devrimci bir işleve kavuşabilmesi için özerk olmaktan başka çaresi yoktur. Ve doğal olarak bu, devrimci bir örgütlenme olasılığını dışarıda bırakır. 

Sanatın bağımsız ve muhalif olması gerekliliği görüşü sadece kapitalist sistem için değil herhangi bir zamanda herhangi bir sistem için de tarafgirleri tarafından söylenir. Ve daha çok, SSCB’de (özellikle Stalin döneminde), sanatın baskı altında olduğu, bu yüzden sanatçıların muhalefet yapamadığı iddiasını temellendirmek için kullanılır. Bu görüşe göre, sanatın siyasetten bağımsız olabilen özerk bir alanı her daim korunmalı ve iktidarın görüşü sanat aracılığı ile eleştirilmelidir. Özellikle soğuk savaş dönemindeki liberal saldırının bir uzantısı olarak düşünebileceğimiz bu yaklaşım, sanatın her zaman özgür olması gerektiği ile güzellenir. Özerklik, bağımsızlık iyi hoş güzellemelerdir ama gelin görün ki 2014 yılında Akbank Sanat’ın 20. yılı adına düzenlenen serginin adı tesadüf olmayacak bir biçimde “Özerk ve Çok Güzel”dir. Küratörlüğünü ise adını Gülen cemaatinin Abant toplantılarından da bildiğimiz Hasan Bülent Kahraman yapmıştır. 

Bir başka ele almamız gereken düşünür, özellikle estetik üzerine politik görüşleri kuvvetli olan Rancière olabilir. Rancière’ye göre, duyulur olanı görünür hale getirmek ve yeniden biçimlendirmek açısından sanatın ve siyasetin ortak bir yanı vardır. Bu açıdan ikisi birbirinden ayrı düşünülemez ve biri diğerine müdahale edemez çünkü neredeyse aynı araçlara sahip alanlardır. Belki de bazen aynı şeylerdir: siyasetin bir estetiği vardır ve tersinden estetiğin de siyaseti… Rancière’nin görüşleri, özellikle savaşın sosyal medyadan servis edildiği, Trump ya da Putin gibi başkanlar üzerinden bir “estetiğin” işlendiği, çeşitli ülkelerdeki First Lady’lerin “estetize” edildiği bir dünyada şüphesiz doğrudur. Bu görüşler Guy Debord’un Gösteri Toplumu kitabındaki şu sözlerle tamamlanır: “Toplumdaki gösteri, somut bir yabancılaşma imalâtına tekabül eder.”1 Ve çok doğrudur, toplumdaki şovlar arttıkça bireyin yabancılaşması da artmaktadır. Ancak Debord’un görüşleri şuraya kadar varır: “Stalinizm bizzat bürokratik sınıf içindeki terörün hükümranlığıdır.”2

Post Marksizm çok iyi tespitler yapar ama sonunda derdi bellidir: Marksizm iyidir, Lenin idare eder ama Stalin şeytandır. Çünkü Stalin dönemindeki sanat, sanat değil propagandadır. Halbuki propaganda sanatı esas ABD’de Soğuk Savaş ortamında şekillenmiştir. Modern Sanatın merkezinin New York’a geçmesiyle (ya da ünlü kitabın başlığındaki gibi “çalınmasıyla”) sanatta artan kiç (kitsch), Amerikan kültürünün pazarlanması için kullanılmıştır. Hatta devlet propagandası için kullanılan Soyut Dışavurumculuk ve en önemli temsilcisi Jackson Pollock tüm dünyaya ithali CIA’in sponsorluğunda gerçekleşmiştir. Bu sergiler “özgür sanat” ile damgalanırken, liberal ideolojinin dışında kalan her şey totalitarizm ile yaftalanmıştır. 

Sonuçta yapılan şey siyasettir. Siyaset, sınıflar ortadan kalkmadığı için kendini imha etmemiş ve hiçbir şeyden de bağımsız olmamıştır. Liberal ideoloji, Stalin’e ve o dönemin sanatına düşmandır çünkü sanat da siyaset de o dönemde örgütlü bir şekilde yapılıyordu. 

Şimdi şu soru sorulabilir: Stalin dönemindeki sanat iyi sanat mıydı? Bu soru talidir. Çünkü üretilen düşmanlık iyi ya da kötü sanata değil örgütlü sanata karşı üretilmiştir. Sonrasında post-Marksistlerin türettiği özerklik yaklaşımı, bu örgütlülükte delik açmayı amaçlamış ve başarmıştır. Tüm dünyada işçi sınıfı örgütsüz olduğu gibi sanat da sanatçı da örgütsüzdür. Aslında cümleyi şöyle düzeltmek gerekir: sanat ve sanatçı liberal ideoloji tarafından örgütlenmiştir. 

Sona gelirken başa dönelim, THTM’nin “NATO’ya ve emperyalist savaşa karşı kaleminle, boyanla, fırçanla ses ver” çağrısına cevap üreten onlarca sanatçı bu yüzden çok önemlidir. Liberal ideolojinin her şeyi çürüttüğü, özgürlüğü sadece kendi ideolojisinin savunusuna eşitlediği bu dönemde buna karşı durmak, üstelik örgütlü bir biçimde karşı durmak umut veriyor. Elbette bu ses propagandiftir, siyasaldır ve aynı zamanda estetik bir dile sahiptir. 

Sınıflı toplumlar sürdüğü sürece başka da yol yoktur!

                                                                               /././ 

Ablukanın açtığı çatlaklar -Daniela Cabrera Monzón-

"Küba toplumunun yaşadığı tüm zorluklar sadece ablukadan kaynaklanmıyor” diyen Dışişleri Bakanı Parrilla, "ancak bunu kalkınmamızın önündeki başlıca engel olarak tanımlamamak doğru olmaz" diye ekledi.
Marilín Peña Pérez, sekiz yaşından beri muzdarip olduğu akut miyopluk nedeniyle geçtiğimiz otuz yıl boyunca birçok ameliyat geçirdi. Martin Luther King Anıtı Merkezinde çalışan popüler eğitimci ve sosyolog Perez’in korneası artık içbükey değil, düzleşmiş durumda, ancak bu nedenle gereksinim duyduğu gelişmiş, özel ekipmanlara Küba erişemiyor, çünkü bu ekipmanlar yüksek oranda ABD teknolojisi içeriyor ve ülkeye satışı yasak.

Marilín, kesilmesi zor olan çok uzun silindirli gözlükler takmak zorunda. Ayrıca, geçirdiği çok sayıda ameliyatın bir sonucu olarak artık glokom -göz tansiyonu ÇN- hastalığı var ve göz tansiyonunu kontrol altında tutabilmek için damla formunda üç ilaca gereksinimi var. Bu ilaçlar, son yıllarda artık eczane ağımızda bulunamıyor, çünkü doğrudan ABD'den satın almanın imkansızlığına uzak pazarlardan tedarik etmenin yüksek maliyeti ve ablukanın ülkenin satın alma gücü üzerindeki kapsamlı olumsuz etkileri de eklendi. 

Bu hikaye adanın her yerinde tekrarlanıyor. İsimler, yaşlar, çekilen acılar ve sektör bile değişiyor ama silinmez çatlak hala orada, Kübalıların yaşam koşullarına ve gelişimine sinmiş durumda.

                                                           ***

ABD ablukasının 1 Mart 2023'ten 29 Şubat 2024'e kadar Küba'ya verdiği tahmini zarar yaklaşık 5 milyar 56,8 milyon dolardır ve bu rakamın bir önceki raporda bildirilen zarardan 189,8 milyon dolar daha fazla olduğu görülmektedir. Bu da yaklaşık olarak ayda 421 milyon dolardan fazla, günde 13,8 milyon dolardan fazla ve her bir saatlik abluka için 575.683 dolardan fazla zarar anlamına gelmektedir. 

Söz konusu ABD politikasının altmış yılı aşkın bir sürede neden olduğu toplam zarar mevcut fiyatlarla yaklaşık 164 milyar 141,1 milyon dolardır. Doların uluslararası piyasada altının değeri karşısındaki seyri de hesaba katıldığında, ablukanın bir trilyon 499 milyar 710 milyon dolardan fazla bir zarara yol açtığı anlaşılmaktadır. 

Siyasi Büro üyesi ve Küba Dışişleri Bakanı Bruno Rodríguez Parrilla, perşembe günü ulusal ve yabancı basına, tarihin en uzun ve en kapsamlı ablukasının yol açtığı zarara ilişkin güncellenmiş bir rapor sunarken abluka olmasaydı Küba'nın GSYH'sinin 2023 yılında yaklaşık yüzde 8 oranında büyüyebileceğinin tahmin edildiğini söyledi.

Bu veriler, Küba'nın ablukanın mahrum bıraktığı önemli kaynaklara erişebilmesi halinde, Küba gerçekliğinde mevcut zorlukların daha iyi ve daha kolay bir çözüme kavuşacağını ortaya koymaktadır.

Analiz kapsamındaki dönemde, ABD faaliyetleri Küba ekonomisinin ana gelir kaynaklarını belirlemeye ve bunları takip etmeye odaklanmıştır. Bu faaliyetler Helms-Burton Yasası hükümlerinin, sınır ötesi kapsamını düzenleyenler de dahil olmak üzere, katı bir şekilde uygulanmasını da içermektedir. Bu bağlamda, Küba halkı ve ekonomisi üzerinde çok büyük bir etkisi olan tek taraflı uygulamalar değişmeden kalırken, bu tek taraflı dayatmacı uygulamanın etkileri yeniden üretilip ağırlaştırılmıştır.

Dışişleri Bakanı, Beyaz Saray'daki hükümetin son adımları arasında Küba'nın terörle mücadelede tam işbirliği yapmayan bir devlet olarak damgalanmasına yönelik haksız uygulamanın Mayıs 2024'te durdurulmasının bulunduğunu belirtti. Bu nitelemenin bir başka iftira olduğunu, ancak pratikte bir etkisi olmadığını, zira tek taraflı baskıcı ekonomik yaptırımlar içermediğini söyledi. Başka bir deyişle, bu karar ne ablukanın bir parçasını oluşturan kısıtlamaların, ne de Karayip ülkesinin terörizme destek verdiği iddia edilen devletler listesinde yer almasıyla artan ek yaptırımların hafifletilmesi ya da kaldırılması anlamına geliyordu.

Bakan “Bu, Küba'nın bu listede yer almaya devam etmesini daha da kafa karıştırıcı ve haksız kılan sınırlı bir karardı” ifadelerini kullandı. Ayrıca, aynı ayın 28'inde ABD’nin özel sektöre yönelik ablukanın düzenleyici çerçevesinde yaptığı bazı değişikliklere ilişkin açıklamaların da bu politikanın temel yapısını değiştirmediğini savundu. Bugün ekonomiyi ve kamu hizmetlerini derinden etkileyen zorlayıcı yaptırımları ortadan kaldırmıyor ya da değiştirmiyorlar, daha ziyade “Küba toplumunu parçalama ve sivil sektörü cezalandırma hedefine cevap veriyorlar” dedi.

Rodríguez Parrilla, turizme yönelik saldırının, Küba'yı güvensiz bir ülke olarak tanımlamak için bir bahane olarak ABD diplomatlarına yönelik var olmayan sonik saldırı iddiasının, uluslararası tıbbi işbirliği anlaşmalarına yönelik baskıların ve benzerlerinin, toplumun artan ihtiyaçlarını karşılamak için gerekli gelirlerin elde edinilmesini engellemeyi amaçlayan mükemmelleştirilmiş bir tasarımın parçaları olduğunu belirtti.

ABD hükümeti, COVID-19 salgınının en kötü dönemini Kübalılara ek yaptırımlar uygulamak için kullandığında, ablukanın zalim ve soykırımcı doğasına ilişkin tüm şüpheleri ortadan kaldırdı: Solunum cihazları gibi ithal ürünlere yönelik yasağı güçlendirdi; Küba'nın virüse karşı geliştirdiği aşıların endüstriyel ölçekte yaygınlaşmasını etkileyen önlemler aldı ve üçüncü ülkelerden oksijen ithalatını engelleyecek kadar ileri gitti. 

“Küba toplumunun yaşadığı tüm güçlükler sadece ablukadan kaynaklanmıyor” diyen Dışişleri Bakanı “ancak bunu kalkınmamızın önündeki başlıca engel olarak görmeyenler haksızlık etmiş olurlar. Çok daha müreffeh ve güçlü ekonomilere sahip olsa bile hiçbir ülke böylesine acımasız bir saldırganlıkla karşı karşıya bırakılamaz” dedi. Birleşmiş Milletler Genel Kurulu tarafından Küba'ya karşı uygulanan ekonomik, ticari ve mali ablukanın sona erdirilmesi gerektiğine dair kabul edilen otuzbir karara da yansımış olan, uluslararası toplumun bu hukuk dışı politikanın sona erdirilmesi yönündeki çağrısının, Oval Ofis tarafından görmezden gelinmesinin ve dikkate alınmamasının kabul edilemeyeceğini ekledi. 

İnsanlık dışı bir politikanın sonuçları

Ocak 2021 ile Şubat 2024 arasında, yabancı bankalar tarafından, gıda, ilaç, yakıt, Ulusal Enerji Sistemi için yedek parça ve halk için temel tüketim mallarının satın alınmasına yönelik transferler de dahil olmak üzere, Kübalı kuruluşlara hizmet vermeyi reddeden toplam 1.064 işlem bildirilmiştir.

Geçtiğimiz dört yıl içinde ülkedeki cerrahi faaliyetler önemli ölçüde kısıtlanmış ve bu durum hizmet talebinde artışa yol açmıştır. Şubat 2024 sonunda 86.141 hastadan oluşan bir bekleme listesi oluşmuştur.

Raporlama döneminde, BM Gıda ve Tarım Örgütü (FAO), Porto Riko'daki bir tedarikçiden küçük çiftçiler için toplam 1,5 milyon dolar değerinde traktör satın alma girişiminde bulunmuş, ancak üretici, ablukanın caydırıcı etkisini yansıtan bir şekilde Küba'ya satış yapma riskini almamaya karar vermiştir.

2023-2024 öğretim yılı için 436.984 okul üniforması açığı olduğu bildirilmiştir. Küba devleti üretim maliyetinin yüzde 50'sini karşılamasına rağmen hammadde sıkıntısı ve ithal girdilerin uzak pazarlarda aranması nedeniyle fiyatlar dört ila beş kat artmıştır.

Birçok havayolu şirketi, düşük talep ve operasyonların ticari olarak sürdürülemezliğini gerekçe göstererek Küba'ya uçuşlarını iptal etmiştir. Hollanda ve Belçika'dan Varadero'ya uçuşları 2024/2025 kışında yeniden başlatmayacak olan tur operatörü Tui'nin durumu da böyledir.

Brascuba, sigara kapsülleri için gerekli hammaddenin temin edilememesi nedeniyle Rothman Fresh serisinden 50,8 milyon sigara üretimini durdurarak 1.491.800 ABD doları değerinde satış yapamamıştır.

En bilinenleri Zoom, Slack ve GitHub gibi iletişim sistemleri olmak üzere yazılım sistemlerinin büyük çoğunluğu Küba için engellenmiştir.

Kısıtlamalar Küba'daki çok sayıda özel girişimcinin, işletme sahibinin ve kooperatifin faaliyetlerini de önemli ölçüde etkilemiştir. 2023 yılında 685 KOBİ, işletme yönetiminde zarar kaydetmiş olup bu rakam toplamın yüzde 7,2'sini temsil etmektedir.

Yazar: Daniela Cabrera Monzón 
Yayınlandığı yer: Granma
Yayın tarihi: 12 Eylül 2024
Çeviri: Aslıhan Çakaloğlu

"Küba Gerçeği", 2023 Şubat ayında Türkiye Komünist Partisi'nin (TKP) girişimiyle başlatılan bir yayın. Küba'da siyaset, ekonomi, yaşam, kültür gibi konularda Kübalı yazarların ürettiği makalelerin çevirilerini yayımlayan Küba Gerçeği'nde çıkan makaleler, soL'da da paylaşılıyor.

                                                                 /././

Rexx’i arkamızda bırakırsak hafızamız hangi yönde kalacak? -İrem Yıldırım-

Buluşma noktası, son semt sinemalardan, Kadıköy'ün sembollerinden, çocukluk ve gençlik anılarımız yani Rexx Sineması. Hafızamızı yıkmak için bekleyen kepçelerse kapısında duruyor.

Kadıköy’de bir yeri tarif etmenin kısa yolu, özellikle Anadolu yakasında oturanların gittiği ilk sinema, koskoca ilçede akla gelen ilk yerlerden biri: Rexx sineması.

Moda Caddesi’yle Bahariye Caddesi’ni birleştirir, Sakız Gülü Sokak ile Kadife Sokak’ın kesişimindedir. Bilmeyenin kaybolmaya çok meyilli olduğu sokaklara sahip Kadıköy’ün tüm sokakları ona çıkıyordu.

1800’lerin başında kilise, sonrasında Apollon Tiyatrosu. 

13 Nisan 1922'de bir Türk kadın oyuncunun yani Afife Jale'nin ilk kez sahneye çıktığı yer.

Sonra sinemaya dönüşüyor, ismi de Hale oluyor.

Mülkiyeti Rum Ortodoks Vakfı’na ait, kiralamak için seçilenler ve işletenler Yordan Anas ve ailesi.

Rexx’in mimarı Maruf Önal, modern mimarinin simge isimlerinden.

Hale Sineması’nın yıkımının ardından kalan horasan harçlı duvarlara dokunmayan Önal, anılarla iç içe yaşadığımızı savunan bir anlayışa sahip.

Yapının ilk yıllarına ait fotoğraflar, giriş, fuaye ve salon. Kaynak: Sezginalp, Pınar. "Anıların Duvarlarıyla: Maruf Önal'ın Reks Sineması". www. mimarlikdergisi.com. (Erişim: 14 Eylül 2024)

Ve sonunda ismi Reks oluyor takvimler 1962’yi gösterdiğinde. 1995’e kadar bekliyor “Rexx” ismini alabilmek için.

Yordan Anas’ın bu ismi vermesinin nedeni Paris’te görüp çok etkilendiği Grand Rex isimli sinema salonu. 

O günden bugüne sayısız film, sayısız insan geliyor geçiyor. Rexx, Kadıköy’ün en büyük ikonlarından biri.

90 gün içerisinde bu hafıza mekanın yıkılmasına karar verildi, hem de bir sürü bilinmezlikle.

Maruf Önal’ın ilmek ilmek işlediği bu yapı ve hatıralarımız bilinmezliklerle birlikte yıkılacak.

Eskiden Rexx'in bahçesinde duran Afife Jale heykeli. Artık o bahçede yan mekanların masaları var, heykelse zarar görmemesi için Kadıköy Belediyesi tarafından depoya kaldırıldı.

İstanbul’un son semt sinemalarından Rexx’in ‘Kültürel varlık olmadığına’ karar verildi İstanbul Kültür Varlıklarını Koruma Kurulu tarafından. Böylece yıkım isteği de onaylandı.

Kent kimliğine referans olan Rexx, sadece Kadıköy’ün değil İstanbul’un da simge mekanlarından. Hem kültürel bir nokta hem de buluşma durağıydı. 59 yıldır sinema olsa da hep İstanbul’un kültür-sanat hayatının belirleyici noktaları arasındaydı.

59 yıllık geçmişte yalnızca alternatif filmlere, film festivallerine ev sahipliği yapmadı; sinemanın önü sevgililerin ilk buluşmalarının, arkadaş sohbetlerinin uğrak noktasıydı. 

Yıkılan yalnızca duvarlar değil, milyonlarca insanın hatırası da olacak. En önemlisi İstanbul’un kimliği bir kez daha eksiltilecek.

‘Kadıköy’ün kültür alanında önemli bir eksilme olur’

Kadıköy sahaflarıyla, sinemalarıyla, tiyatrolarıyla kültür merkezi olma özelliğini yıllardır taşıdı. Tıpkı Rexx gibi kapanan, yıkılan kültür mekanları Prof. Dr. Zeynep Suda’nın deyişiyle Kadıköy bölgesinde “soylulaşma”yla birlikte gerçekleşti.

Caddebostan ve Kalamış’taki açık hava sinemaları ya da Bahariye’deki sinema salonları onlardan geriye bir şey kalmadı. Yerlerini AVM sinemaları aldı.

Suda durumu kentsel yaşantımızda bir eksilme olarak değerlendirdi:

“Bu Kadıköy’ün kültür alanından bir eksilmeyi, azalmayı işaret ediyor. Rexx sineması koronadan önce de bir darbe geçirmişti. Büyük salonunu ikiye böldüler. O çok büyük bir hataydı. Salonların boyutlarını değiştirdiler, yeni ve küçük salonlar eklediler. Bu salonların yalıtımı yeterli değildi. Bu değişiklikler ekonomik nedenlerle yapıldı ama Kadıköy’ün de Beyoğlu’nun da büyük salonlara ihtiyacı vardı.”

Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın böyle yerlere maddi olarak destek vermesi görüşünde Suda. Ancak bu görüş, günümüz Türkiye’sinde ne kadar yapılabilir soru işareti.

Kadife Sokak’tan fotoğraf, 1996 öncesi. “Reks düğün salonu" olarak faaliyette olan mekân, 2000'lerin başında bara dönüştürülüyor. Kaynak: Sezginalp, Pınar. "Anıların Duvarlarıyla: Maruf Önal'ın Reks Sineması". www. mimarlikdergisi.com. (Erişim: 14 Eylül 2024)

Anadolu Yakası'nda festival filmlerinin izlenmesi için uğrak noktalardan biri olan Rexx’in bir kültür merkezi olduğu vurgusunu yineledi:

“İstanbul gibi bir kentin kültür merkezi yalnızca Beyoğlu'nda olamaz. Kadıköy’ün de bir merkez kalması şart. Ayrıca Kartal’ın, Maltepe’nin, Bakırköy’ün yani başka yerlerin de merkezlere ihtiyacı var. Kadıköy böyle bir merkezdi, ancak giderek bu özelliğini kaybediyor.

Hem sanat filmlerini hem popüler vizyon filmlerini gösteren sinemalar vardı Kadıköy’de, onlar da bir bir kapandı. Son darbe de Rexx’in kapanması oldu.”

Kadıköy'e özgü mekanlar kapanıyor, vur-kaç mekanlar açılıyor

Suda, Rexx’in yıkılmasının Kadıköy’ün kültür ortamında büyük bir eksilme yaratacağını söyledi ve “Kültür hayatımıza darbe vuruyor” dedi.

2020 yılında Rexx'in kapatılmasına karar verildiği zaman Demirören Haber Ajansı'nın yaptığı çekimden.

Binadaki yapısal problemlerin bir şekilde çözülmesinin de imkanı var. Yıkılan, güçlendirilen haliyle kültür merkezi ya da sinema olması gerektiğini savunan Suda şunları söyledi:

“Bu işleri serbest piyasaya bırakırsan kötü para iyi parayı yer ve giderek inşaat, yapılaşma ve AVM'ler ortaya çıkar. Kadıköy kültürel olarak o kadar değişiyor ki, sürekli yeni yeme-içme mekanları açılıyor. Mekanların hepsi geldin, tükettin, gittin mantığında. Kadıköy'e özgü, kültürel tonlarını içeren dükkanlar yerine sürekli vur-kaç mekanlar açılıyor. 

Sinemaya gitmek kültürel bir faaliyettir. Oraya gidersin, iki-üç arkadaşını görürsün, filmle ilgili sohbet edersiniz. Bunu ortadan kaldırıyorlar. Biz hepimiz artık filmleri bilgisayardan izliyoruz. Aynı filmleri izlesek bile ayrı ayrı izlediğimiz için birbirimizle konuşmuyoruz bile. Dolayısıyla kültür alanında da tam bir tüketici durumuna düşüyoruz. Rexx gibi salonların ortadan kalkması kültürü de eksikleştiriyor. AVM’lerdeki sinemalar tüketim mekanları, oysa Rexx öyle değildi. Rexx’te sinemaya gitmek kültürel bir işti, ama şimdi her yer tüketim mekanlarına dönüyor yani kapitalizm mekanları deniyor bunlara.”

‘Rexx, Emek olmasın’

Yıllardır Kadıköy’de yaşayan mimar Barış Kaptanoğlu, “Emek Sineması’nın yıkılışına tanıklık ettim, Rexx’in başına da aynı şey gelsin istemiyorum” diyerek başladı söze.

“Soylulaşma denilen illet kentin pek çok noktasında yayıldı” itirazında bulunan Kaptoğlu, Yeldeğirmeni üzerinden örneklendirdi durumu. Sermayenin Yeldeğirmeni’nde mülk topladığını, kendi adamlarını yerleştirerek farklı bir sosyo-ekonomik ve kültürel ortama çevirmeye çalıştıklarını söyledi.

Eskiden Afife Jale heykelinin durduğu Rexx'in bahçesine dizilen bar sandalyeleri ve masaları. Çekim dünden. 

Örneğine Ali Suavi Sokağı’yla devam etti:

“Ali Suavi Sokağı mesela, küçük kabinetleri olan sanatçıların hat, takı, ebru vs. yaptığı yerler şimdi tamamen yeme-içme mekanlarına dönüştü. Rexx de bu durumdan nasibini alıyor.”

Hayao Miyazaki’nin yönetmeni olduğu Sprited Away filmindeki her şeyi yiyen “Yüzsüz” karakterine referans verdi Kaptanoğlu, “Yaşananlar, bu filmi hatırlatıyor bana” dedi.

Kaptonoğlu, Rexx’in bir dönem dünyanın her yerinde kurulan sinemalara verilen bir ad olduğunu da hatırlattı, “O dönemin yerini artık Netflix gibi platformlar aldı. Ama hafızanın koruması gerekliliği gibi mimari eserin korunması gerçekliği de var” dedi.

Yalnızca ‘ranta kurban gidiyor’ diyerek ucuzlaştırılmaması gerektiğini savunan Barış Kaptoğlu, bunun bir toplum mühendisliği sonucu olduğu görüşünde:

“Hafızayla derdi olan bir sermaye var, sermaye hafızayı bu yönde değiştirmek istiyor. Sırf parayla ilgili bir konu değil bu yüzden. Birçok ülkede Lübnan’da, İran’da olduğu gibi tıpkı.​​​​​​

                     30 Kasım 1962 Milliyet Haber Reks Sineması Kaynak: Milliyet Arşiv

Her şey göründüğü gibi değil sanki… bu bana rahatsızlık veriyor. Bu kadar göz önünde olan bir yerle ilgili kimsenin bilmediği şeyler yapılıyor olması tuhaf. Burası bir kamusal alan meselesi. Bir mülk sahibi olsa da kamusal alan olarak işletildi. Kamusal sorumluluğu var buranın. Kamusal alanın, yıkılacaksa bile yine kamusal alanda görünür bir şekilde yapılması lazım. Bilinirse eğer yenisi yapılırken de kimse elini kolunu sallayarak yapamaz.

Örneğin Demirören AVM gibi saçma sapan bir şey yapılmaz. Ne imara ne restorasyon tekniğine uyuyor. Ucube bir bina. Bunu da herkes biliyor ama kimse bu konuda ses yükseltemiyor. Rexx bari böyle olmasın; bilinsin, görülsün, takip edilsin, katılım yapılsın, proje için yarışma yapılsın… Bir hafızası oluşsun.”

“Rexx Emek gibi olmasın diyorsak yeterince sesin yükselmesine ihtiyaç var" diyen üç mimar kendi paylarına düşenin peşine düşerek bir araya gelip bir çalışma düzenledi.

İllüstrasyonlarla Rexx’in bizler için neyi ifade ettiğini çizime döktüler.

İlk çalışmanın çizeri mimar Gülcihan Yalnız. “Rexx hisleri, ruhu, renkleri olan bir özne olsaydı nasıl olurdu?” sorusuna yanıt aradığını söyledi.

                                                                 Çizer: Gülcihan Yalnız

Yalnız çalışmasını şöyle anlattı:

“Rexx bizim için ruhu ve karakteri olan bir özne gibi, şahsiyete bürünen bir yer gibi. Hem mimari okumalardan hem de insanların hayat deneyimlerinden ‘nasıl bir karakteri var’ sorusunun yanıtını çıkarmaya çalıştım. İllüstrasyon bunun bir sonucu gibi değil de yöntemini ortaya çıkardı. Rexx hisleri, ruhu, renkleri olan bir özne olsaydı nasıl çıkardı sorusuyla yola çıktım. Bugün Rexx varsa birçok rengin kombinasyonuyla oluştu. İnsanların yaptıkları, söyledikleri, deneyimledikleri şeyler Rexx olarak dile geldi. 

Rexx’i yıkarak bize tek renk bırakmak istiyorlar, siyah. Ancak bu palet çok renkli bir palet ve Rexx içindeki o özneler olmadan bir yapıya dönüştüğünde karakteri canlanmayacak. Rexx’ten başka oraya bir şey gelirse o renkleri yeniden yaşatamıyor olacağız.

‘Kimsenin ortak bir hayata, kendi rengini vermeye hakkı olmamalıydı…’ cümlesiyle bitiyor senaryo. Bir romandan esinlendim burada. Şu anda yapmaya çalıştıkları şey renksiz bırakmak Rexx’i. Ama aslında bu birinin tekelinden çıkıyor ve bize dayatılıyor. Bu ortak hayatın denkleminde tüm o renklere yer olmalı ve kimsenin bu renkleri oraya tahin etmeye gücü olmamalı.”

İkinci çalışmanın çizeri mimar Bahadır Toprak. Toprak, bir mekanın da hatıra olduğunu, hatıra biçimlerinin ayakta kalması gerektiğini vurgulamaya çalışıyor.

                                                      Çizer: Bahadır Toprak

Toprak çalışmasını şöyle kelimelere döktü:

“Bugün toplum olarak yaşadığımız bir sorun varsa bir sebebi de mekanlaşamamadır. Topluluk birbiriyle etkileşimden ibaret. Ancak ve ancak mekanlaşmış eylemlerin bir belleği olursa, toplum geçmişe bakıp bir bağ kurarak kendi içinde bulunduğu durumu yargılayabilir. Sosyal medyanın ya da birbirimizle etkileşimimizi kurduğumuz şeylerin mekanlaşamadığı bir dönemde, geçmişe dair mekan biçimlerinin yok olması kitlesel buhranın niteliklerini daha kötü hale götürür. 

Toplumu toplum yapan değerlerin korunması gerektiğini anlamamız gerekiyor. Zamana, ölüme ait olmak kavramları üzerinden bir çalışma hazırladım. 

Bir kişiyi öleceği ve yaşayacağı hayatı anılarıyla nasıl hissedeceğiyle alakalı bir bakışa sokmak, tıpkı sahne gibi. Burada aslında bir mekanın da hatıra olduğunu, hatıra biçimlerinin ayakta kalması gerektiğini vurgulamaya çalıştım.”

‘Rexx'te insanlar sinemaya gidiyordu, artık filme gidiliyor’

Maruf Önal’ı yakından tanıyan öğrencilerinden mimar ve karikatürist Behiç Ak, Kadıköy’ün kültürel mirasını kaybetmemesi gerektiğini, o mekanın tamamen sinemaya ya da tiyatroya ait olması gerektiği görüşünde.

Yapıya yeni salonlar eklenmeden önceki salonun özgün hali, 1996 öncesi, Kaynak: Sezginalp, Pınar. "Anıların Duvarlarıyla: Maruf Önal'ın Reks Sineması". www. mimarlikdergisi.com. (Erişim: 14 Eylül 2024)

Müstakil sinema olarak yapılan binaların sayısının Türkiye’de çok az olduğunu vurgulayan Ak şunları söyledi:

“İlk yapıldığı zamanlarda son derece kaliteliydi. İnsanlar sadece filme gitmiyorlardı o zaman, sinemaya gidiyorlardı. Sinemaya gitmek önemli bir şeydi. Sinema binasının da şık olması gerektiğiyle ilgili bir fikrin uzantısı olarak yapılmış binalardan birisi Rexx sineması. Ayrıca çok iyi bir modern mimarlık örneği. Merdiveni, yukarıdaki galeri katına, balkona çıkışı çok çok önemlidir. Mimarı Maruf Önal, sosyal bilinci çok yüksek olan mimarlardan, kamu haklarını savunan hocalarımızdandı. Yıllar içinde sinemaya gitme anlayışı, filme gitme anlayışına dönüştükçe salonları böldüler ve orijinalliğini kaybetti. Ama bunlar eski haline getirilebilecek müdahaleler.”

Yıkılacak olmasının “anlamsız” olduğunu söyleyen Ak, “O kadar güzel filmler yayınladı ki orada..” diyerek bir es veriyor.

Modern mimari açısındanda da konuyu ele alan şunları ekledi sözlerine:

“Neoklasik yapıları 2. derece tarihi eser olarak kabul ediyoruz fakat modern yapılar tarihi koruma kapsamına girmiyor, mimarları ne kadar önemli olsa da. AKM buna örnek arasında. Özgün olması şartıyla modern olanın korunması fikri çok önemli bir şey. Türkiye bu anlayışa henüz ulaşamadı. Maruf Önal’ın yapılarını korumak gerekiyor, bunların başında da Rexx var kesinlikle. Sadece hafıza açısından da değil, modern mimarinin korunması açısından da çok önemli. Çünkü artık sinema binaları yapılmıyor, hep AVM içerisinde.”

İstanbul Kültür Varlıklarını Koruma Bölge Kurulu, ‘Korunması gerekli kültür varlığı olarak tesciline gerek olmadığına’ karar verdi.

Halk, hafızası ve hatıraları için yıkım kararına karşı beraber ses yükseltmenin adımlarını atarsa belki Rexx kurtulabilir.            

                                                                  /././

İşkencehaneden 'lüks deneyim oteli'ne: San(a)saryan -Sevgi Saklamaz-

"Nice deneyimler yaşattı Sanasaryan. İşkence, akıl sağlığını kaybetme, camdan atılma.. Fakat bu deneyimlerin hiçbiri lüksle buluşamamış. Bugüne kısmetmiş lüksün deneyimle buluşması."

soL Portal’da Özkan Öztaş’ın bir süredir sürdürdüğü Sahaflar Çarşısı sohbetlerinin geçen hafta yayınlanan yazısını okuyunca yeniden aklıma düştü. Sanasaryan Han ile ilgili bir yazı yazmaya niyetlenmiştim geçenlerde. Beni bu yazıyı yazmaya iten şey, Instagram’da gezinirken denk geldiğim ve aslını anladığımda öfkeden ürperdiğim bir paylaşımdı.

O paylaşıma geçmeden Sanasaryan Hanı’nın kısa tarihçesinden bahsetmeliyim. İstanbul Sirkeci’de bulunan han, 1895’te yaptırılıyor. Sanasaryan Hanı’na ve Mıgırdiç Sanasaryan’ın yaptırdığı, Erzurum Kongresi’nin de düzenlendiği bina olan Sanasaryan Koleji’ne Ermeni Tehciri sonrası devlet tarafından el konuluyor. Erzurum’daki Kongre Binası bugün Resim ve Heykel Müzesi olarak faaliyette. İstanbul’daki han ise bu yazının konusunu oluşturuyor.

Instagram’da gezinirken denk geldiğim o paylaşım bir reklam. Bir yapıdan söz ediliyor. Restore edilmiş, eski posta binasının yakınlarında bir bina. Hesabın ismini görene kadar İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin restore ettiği binalardan biri olduğunu düşündüm. Değilmiş. 

“Sanasaryan Han, A Luxury Collection Hotel”. Sanasaryan Han profiline girdiğimde açıklamada bu yazıyla karşılaştım. Dünyanın en büyük otel zinciri Marriott’un bünyesinde olduğunu öğrendiğim Sanasaryan Han Hotel için, yine Marriott’un internet sitesinde, “lüksün deneyimle buluştuğu yer” denmiş. Lüks… deneyim… sanasaryan… müdüriyet… işkence… Tüm bu kelimeler o paylaşımı gördüğüm anda zihnimde dönüp durmaya başladı.

Han 2020 yılında, Ermeni cemaati ile Vakıflar Genel Müdürlüğü arasında yaşanan uzun hukuk mücadelesinin ardından restorasyon karşılığı 35 yıllığına kiraya verildi.

Doğrusu buymuş. Sansaryan değil, Sanasaryan. Kolektif hafızamızda Sansaryan olarak yer etmiş. Etmiş etmesine de İstanbul’da yüzlerce farklı han varken, neden Sansaryan hafızamızda yer etmiş, sanıyorum ondan da bahsetmek gerekir. 1935’ten itibaren İstanbul Emniyet Müdürlüğü olarak faaliyet gösteriyor. 1951 Tevkifatında, Sevim Belli’nin gözaltına alınıp Sanasaryan’a getirilmesiyle başlayan TKP operasyonunda, Merkez Komitesi üyeleri Şefik Hüsnü, Zeki Baştımar, Reşat Fuat Baraner, Mehmet Bozışık, Halil Yalçınkaya ve Mihri Belli’yle birlikte 187 kişi tutuklanıyor. Bu, o zamana kadarki en geniş operasyondur. Öyle ki Sanasaryan’a konuşlanmış Siyasi Şube’nin (1. Şube), Komünist Masası bile vardır. 

Lüks Deneyim Oteli’nde bugün ne gibi hizmetler sunuluyor bilmiyorum. Geçmişte yaşanan, yaşatılan kimi deneyimleri biliyoruz ama. Sorgulamalar sırasında yapılan işkenceler fiziksel ve mental pek çok hasar vermiştir. Duyduk, okuduk, öğrendik. Tevkifat’ın başlangıcından 2 yıl sonra açılan davada, Zeki Baştımar, savunmasında Sanasaryan deneyimine de yer verir:

“…uğradığım ve aylarca devam eden maddi ve bedeni işkenceler, ancak işkence konusu olmak kabiliyetini bedenen tamamen kaybettikten sonra, doktorun müdahalesiyle sona erdi ve doktor işkencenin ağır sonuçlarını ve izlerini dokuz aylık bir tedaviden sonra giderebildi. Manevi işkenceden bahsetmeyeceğim. Çıldıranların, intihara teşebbüs edenlerin sayısı malumunuzdur.”

Sıdıka Su ve Ruhi Su’nun aynı mücadeleyi birbirlerinden habersiz verdiklerini, götürüldükleri bu “Mahsus Mahal”de iki elleri kanda öğrendiklerini biliyoruz. Biliyoruz, Ruhi Su’dan dinledik: 

“En zoru da ‘Tabutluktur!’ Tabutluk mu? Bir insanın çömelerek sığabileceği kadar küçük bir sandık sanki. Ne kolun uzanır ne kafan kalkar. Bir vakit sonra dayanılmaz ağrılar ve uyuşmalar…”

Tabutluk, Sanasaryan'la anılan bir işkence yöntemi. Eni 80, boyu 150, yüksekliği 150 santim. Bir kişinin bile içinde ne yatması ne de ayakta durabilmesi mümkün.  Bu "deneyim" artık yerini otel müşterileri için "king size" yataklara bıraktı. 

Deneyim…  “elektrik elletirler kıvılcım yalatırlar / tuzruhu damlatırlar kulak boşluğuna / çekip alırlar kerpetenle tırnağını”. Tutuklunun Günlüğünden şiirinde Attila İlhan, deneyimini böyle anlatmış. “daktilolar camları bulutlu sorgu odalarında / didiklemez mi özgürlüğünü sansaryan hanı’nda / küflenir suyun bir bakır çalığı birikir ağzında / kendini öldürmeyi belki bin kez tasarlarsın da / bir kere aklından geçmez bitirmeden ölmek o şarkıyı”

Ahmed Arif, Sanasaryan’da gördüğü işkencelere, hücrelere akıtılan lağım sularına daha fazla katlanamaz, akıl hastanesine kaldırılır. Şok tedavileri sonucu, biraz düzeldiği düşünülünce geri götürülür ve işkencelere devam edilir. Sanasaryan’a girdiğinde mevsim kıştır. Bir gün bir polis, gazete kağıdına sarılı üç dört dal yeşil soğan uzatır hücreye. Memleketinin dağlarına bahar geldiğini o sırada fark eder Ahmed Arif. Ve yine Sanasaryan’da bileklerini keserek ölmeye teşebbüs eder. 

“Hepimiz kırk yaşındayız
yirmisine basanımız da
altmışını geçenimiz de
atılıp ölenimiz de İstanbul'da Müdüriyet penceresinden.”

Öztaş, yazısında Nazım’ın şiirinden örnekle Hasan Basri Alp’i hatırlatmış. TKP üyesi Hasan Basri Alp’in Sanasaryan’da en nihayetinde müdüriyet penceresinden atılması, Türkiye’de kayıtlara geçen ilk işkence olarak biliniyor.

Kimleri misafir etmedi ki Sanasaryan ve deneyimi. Nâzım Hikmet, Vedat Türkali, Aziz Nesin, Sabahattin Ali, Enver Gökçe, Arif Damar, Mübeccel Kıray, Ece Ayhan, Deniz Gezmiş… Nice deneyimler yaşattı Sanasaryan. Başta işkence deneyimi, işkenceler sonucu akıl sağlığını kaybetme deneyimi, yaşamına son verme deneyimi, yaşamına son verilmesi deneyimi, camdan aşağı atılma deneyimi… Fakat bu deneyimlerin hiçbiri lüksle buluşamamış. Bugüne kısmetmiş lüksün deneyimle buluşması. 

Alay ediyorlar bizimle. Kentte durmaksızın sürdürülen dönüşüm, geçmiş hiç yaşanmamışçasına yapıların, kentin, tarihin üzerine beton döküyor. Onlar bu dönüşümü sürdürürken aklımızdan, hafızamızdan şüphe edecek noktaya geliyoruz. Bir işkencehaneyi lüks deneyim oteline dönüştürürken aklımızla alay ediyorlar. Neyse ki bizimkiler yazmış, söylemiş. Şiirlere, şarkılara, romanlara konu olmuş Sanasaryan’da yaşananlar. Bizimkiler sayesinde aklımıza sahip çıkabiliyoruz.

                                                               /././

Hesap sormanın romanı: Kore Nire -Emre Falay-

Halk olan bitene itiraz ederken, 'böyle gidecek demek değil bu işler' derken yaşananların, yaşanamayanların, yaşanması muhtemel olanların şiirinin, romanının yazılması gecikmedi mi?
Yıl 1949. Otuzlu yaşlarının başında genç bir aydın. Ankara Devlet Konservatuvarı Tiyatro bölümünde öğrencisi olduğu Sabahattin Ali bir yıl önce katledilmiş. İki arkadaşı ile birlikte gizlice Bulgaristan sınırını geçiyor. Siyasi göçmenliği böylece başlayan bu genç aydının adı Fahri Erdinç.

Kemal Özer, Fahri Erdinç’in Bulgaristan’a gidişi ile birlikte hayatında açılan yeni dönemi, onun direnci ve kendisini yeniden kurma becerisi ile anlatıyor:

“Siyasal göçmenlik, insana zamanla başa çıkılmaz gelecek koşulları içermesine karşın, onun bu koşullara övülesi bir dirençle karşı koyduğunu görüyoruz. Olumsuzu olumluya dönüştüren bu büyük direnç, Erdinç’in bir kişi olarak kendisini bir makine gibi söküp tepeden tırnağa yeniden kurmasıyla sonuçlanırken, yazar olarak da, dilini, benliğini, ülkesiyle bağını titizlikle korumayı başarıp en büyük engeli aştıktan, okursuz kalmayı bunca yıl göğüsledikten sonra bugün bizlere sunduğu ürünleri veriyor.”

Seçilmiş Hikâyeler Dergisi 1948 yılında bir özel sayısını ona ayırmışken yurdunu terk etmek zorunda kalmak, 1950’li yıllar boyunca Soğuk Savaş siyasetinin gölgesinde memleketinde okurlardan uzak tutulan bir toplumcu yazar olarak yaşamak, 1960’ların sonuna kadar neredeyse unutulmaya yazgılanmak, ancak inatla ve memleketi için, insanlık için üretmek… Bu mecrada, Sahaflar Çarşısı’nda Yusuf Şaylan ve Özkan Öztaş’ın hatırlattığı Yusuf Ziya Bahadınlı’nın 1969’da onun “Diriler Mezarlığı” adlı öykü kitabını basmasıyla yeniden yurduna kavuşacaktır Fahri Erdinç.

Yıl 1950. BM Güvenlik Konseyi, üye devletlerin Güney Kore'ye askeri birlikler göndermesini kabul eder. Türkiye’de Demokrat Parti iktidardadır. Menderes hükümeti Amerikan parasal yardımını almanın ve Soğuk Savaş ile birlikte yer alacağı kampı seçmiş olan sermaye sınıfının çıkarları adına Nato’ya üye olmanın hesaplarını yapmaktadır. 25 Temmuz’da Bakanlar Kurulu’nda Kore’ye tugay seviyesinde bir birlik gönderilmesi karara bağlanır.

Dönemin siyasi iklimi, sınıfsal mücadeleleri ve 1950 ile 1953 yılları arasında Kore Türk Tugayı’nın hazırlanmasından dönüşüne kadar yaşananlar Fahri Erdinç için bir aydın onuru ile kaleme alınması gerekenler arasındadır. 1965 yılında tamamladığı romanının başında yazdığı “Birkaç Söz”de “Kore Nire”yi “Bayar-Menderes yönetiminden, Yassıada gündemine alınmamış baş suçun hesabını soran bir rapor” olarak nitelendirirken şu notları düşer: “Ben, okuyucularıma, kendi anti-emperyalist milli kurtuluş mücadelesiyle Doğu’nun mazlum milletlerine örnek olan Türkiye’nin, Kore kurtuluşçularının da yanıbaşında olması gerekirken, nasıl olup da onların karşısına konduğunu, böyle haksız bir harbe katılmanın acı sonuçlarını da göstererek anlatmaya çalışıyorum. Böylelikle, o zaman yurdumuzdan 15 bin kilometre uzakta, “komünist saldırısına karşı vatanı savunmaya gidiyoruz” diyenlerin maskesini düşürmeğe, “köyde sıtmadan ölmektense, Kore’ye gidip Amerikalı hesabına harbederek şehit düşmek yeğdir” demagojisiyle alfabesiz yığınların temiz din duygularını da sömürenlerin içyüzünü ortaya koymağa çalışıyorum. Bunu bir yurtseverlik ödevi, insanı, hayatı, barışı savunma ödevi sayıyorum. Çünkü Türkiye’yi bugün de aynı demagojik zihniyet, aynı tehlike kemiriyor.” (s.15)

                                                               Fahri Erdinç

Sınıflar mücadelesinin sahnesi olarak roman

Fahri Erdinç “Kore Nire”yi kurgularken büyük bir titizlikle çalışır. Dönemin tugay ve alay komutanlarının (Kore’den döndükten sonra ilki Demokrat Parti, ikincisi ise CHP’den milletvekili olmuşlardır) “gerçekte kendilerini temize çıkarmak için yayınladıkları” kitaplarını, Sovyet ve Bulgar yazarların Kore gezi notlarını, Kore yazarlarının Bulgarca ve Rusça’ya çevrilmiş eserlerini inceler.

Roman farklı zamansal ve mekânsal katmanlar üzerinde Türkiye ve dünya tarihinin bir kesitine sınıf mücadeleleri gözüyle bakar. Romanın başlangıcında 555K’nın Kızılay’ında üniversite öğrencilerini, “Harbiyeli, subay, gazeteci, işçi, memur” ve emekçi halktan insanları, kolluk kuvvetlerini ve aynı zamanda Menderes’i görürüz. Menderes’in aracıyla Kızılay’a gelişi canlı biçimde anlatılır. Bayar, Menderes, 1960 Mayıs ayı geldiğinde artık emekli Tümgeneral Kazıcı, içişleri bakanı, meclis başkanı, vali, egemen sınıfın temsilcileri, zenginlik ve refah içinde yaşayanlar bir yandadır roman boyunca. Sınıflar mücadelesi öyle berrak biçimde dışavurmaz kendini elbette. Bunu romanda da görürüz. Mevcut iktidarı eleştiren, onun karşısında görünen muhalifler, iktidar kadar Amerikancı ve düzenin sürmesinden yanadırlar. Devlet çözülürken sıkıyönetim komutanının vur emrini dinlemeyen bir binbaşı da görülebilir sözgelimi. Diğer yanda yurtseverler, Kore gazileri, iktidarın zorbalıkları nedeniyle işsiz kalanlar, hapse düşenler, topraksız köylüler, işçiler, memurlar, akademisyenler, gençler, düzeni değiştirmek isteyenler sahnededir.

Roman 1960 Mayıs’ının siyasi panoramasını çizerken, cezaevinde yatmakta olan gazetecilerin koğuşuna götürür bizi. “Ellerim gardiyan eli belki benim, amma yüreğim yanlış, (...) aklım burda, sizinle beraber kilit altında” diyen Gardiyan Ali Dayı ile diyalogları içinde, gazeteleri kapatılan ve yazılarından, fikirlerinden ötürü tutuklanan, işkence gören gazetecilerin gözünden okuruz bir de olan biteni. Hapse düşen yoksullar, meydancılar, hamamcılar, görüş gününe gelen analar, gelinler, jandarmalar Nâzım’ın Memleketimden İnsan Manzaraları’nı anımsatırcasına hayatımıza giriverirler. Üstelik burada bile iktidar bir ajanını gazeteciler koğuşuna sokmak ve gazetecileri izlemek gayretindedir.

Bu güncel siyasi ve toplumsal arkaplan eşliğinde, cezaevindeki gazetecilerden Kore Savaşı yıllarında muhabir olan Solak’ın tanıklıklarından yola çıkarak 1950 yılına, önce Ankara’ya, İskenderun’a, sonra Kore’ye gideriz.

Kore Harbi, yoksul emekçilerin durumu, egemenlerin 1950’deki pozisyonu, 1960 Mayısında artık emekli olmuş ancak savaş zamanında da fikir ayrılıkları mevcut general Kazıcı (Tuğgeneral Tahsin Yazıcı) ile albay Bora (Albay Celal Dora), Behice Boran ve Adnan Cemgil’in önclüğünde kurulan Türk Barışseverler Cemiyeti’nin çalışmaları, Kore’ye gönderilen Türk Tugayı ve içinde 241. Alay, “23 sentlik asker”ler, tugayın yola çıkışı, Kore topraklarına ayak basışı, harp hazırlıkları, ilk çatışmaları, cephe savaşı, ileri atılmaları, geri çekilişleri, tüm bunları Amerikan birliklerini korumak için yapması, ölümler, esir düşmeler, komuta kademesindeki fikir ayrılıkları, cesaret, korku, esaret, hainlik, dayanışma, insanlık … hepsi, zaman zaman asker köylü Veli’nin savaş öncesi yaşam zorluklarına ve aynı anda umutlarına dönerek, kimi zaman 1960 Mayısında cezaevinde tutuklu gazetecilere bakarak, sonra yeniden savaşa sıçrayarak, sonra tekrar 1960’ın Mayıs ayında, bu defa Kore gazisi köylü Veli’nin haciz gelen evindeki güçlüğünü okura göstererek dinamik bir kurgu içinde anlatılır.

Egemen sınıf ve temsilcileri

Özellikle egemen sınıf temsilcilerinin kendi aralarındaki konuşmaları, zihin ve duygu durumları, sınıfsal güdüleri kurgusal ve çoğu kez teatral bir biçimde sunulurken, okur da bir sınıfın ve onun siyasi temsilcilerinin yurduna, halkına ne denli yabancılaştığının örneklerini görür.

Tarihi egemen sınıfın anlatısı oluşturur belki, ancak sanat, özelde edebiyat ve daha özelde “Kore Nire”, o günlere dair günümüzde yeniden üretilen egemen sınıf anlatısını kıran, darmadağın eden bölümleri, egemen anlatının meşruluğunu da sorgulatarak okurla buluşturur.

555K eylemi sırasında Adnan Menderes’in aracı ile Kızılay’a girdiği sahneyi kitabın henüz başında şöyle anlatır Fahri Erdinç:

“Gelen koca bir Buik arabası. İçindeki de Başbakan. (...) Arabanın içinden bakan gözler buğulu. Araba sanki Ankara’da Atatürk Bulvarından değil, Aydın’da Çakırbeyli’nin Kodallı çiftliğinde başağa kalkmış arpa tarlaları arasından geçiyor. Ve sayın bay, sadece kuşağa kadar eğilen kâhyalarını görüyor; kasketlerini arkadan kavrayıp alınlarına doğru sıyırarak kendisini selamlıyan ırgatlarını görüyor.” (s.18)

Namazını sadece Adnan Menderes’in telefonu için bölen generalin 555K eylemleri sonrasında Menderes’in duvardaki portresine bakarak portre ile konuştuğu bölüm de Türkiye’nin Soğuk Savaşı’na dair önemli bir veri sunar:

“Devlet idare ederken, kadife eldiven giymeyeceksin Adnancığım. Demir yumruk gerek. (...)
Nedir bu canım, 1950’de ‘Barış hareketi’ dedikleri o bozgunculuk kimlerin başı altından çıkmıştı, bilmiyor muyuz? Komünistlerin! (...) ‘Amerikan sermayecisine elini veren kolunu alamaz’ diyenler kimlerdi? Hep komünistler! Hatta al işte, geçen hafta İstanbul’da kurşunu yiyen üniversiteli, ‘kanlı gömleği bayramımızdır’ dedikleri o Emeksiz miydi neydi, o da komünistmiş… Söyle Adnancığım, nerde yok bu komünist parmağı? Valla her yerde, ama her yerde bu komünist parmağı!..” (s.24-25)

General ile Menderes’in telefon konuşmaları ise onların yoksul emekçilere bakışını ve dinin egemen anlatıdaki yerini açık eder:

“Kore’de Mehmetçik kırdırmışım diye nankörlerin yakama yapışacakları günleri de görecekmişim, baksanıza!”
“Üzülmeyin beyefendi. Şehitlerimiz cennettedir. Bu sevap size yeter.” (s.32)

1950’de Kore’ye asker gönderilmesi konusunu konuşmak için Köşk’te buluşmalarına ve konuşmalarına tanık oluruz Bayar, Menderes, Köprülü ve Koraltan’ın:

Diimi efendim…” dedi Menderes. “Zaten yumurta kırmadan omlet yapılmaz!”
“Ya muhalefet direnirse?”
“İsmet, Amerikalıları kırmak istemez. Hem mırın-kırın etse de biraz, bizim demokrat basına bir milyon daha yatırırız Örtülü Ödenek’ten, muhalefete karşı bir yaylım ateşi açtırırız…”
“Ama Barışseverler Cemiyeti sineceğe benzemez. Kore’ye asker gönderme kararını ancak Meclis verebilir diye tutturdular bile. (...)”
“Biz de Ceza Kanunu’nun 141-142. maddelerini ileri sürer, sustururuz hepsini, a efendim!”
“Mümkün, amma efkârı umumiyeyi de hesaba katmak gerek. Böyle bir karar Misakı Milli dışında bir taahhüt olur, diyenler var. (...)”
“Hepsine cevabımız hazır beyefendi: Komünizm tehlikesi mevcuttur! Böyle olunca da, bizim gibi memleketlerin istiklal ve mevcudiyetleri mutlaka kendi coğrafi hudutları içinde müdafaa olunmaz!”
“Bravo Adnancığım! Evet, biz Milli Misak prensibini de genişletiyoruz. Ve artık Türkiye’nin hudutları Kore’den, 38. paralelden geçer. Demek ki, Kore harbine katılmak bizim için vatan müdafaasıdır… Valla, bomba gibi söz! Bu mantık İsmet Paşa’yı da, Barışçıları da kıçüstü oturtur.” (s.118-119)

Ve Menderes, Esenboğa’da Amerikan senatörü ile buluşarak pazarlık yapmaktadır. Mademki Türkiye Nato’ya girmek istemektedir, mademki Amerika’dan finansal yardım beklenmektedir ve mademki bir Türk askerinin günlük maliyeti sadece 23 senttir, o halde pazarlık sünnettir:

“Ne kadar istiyorsunuz?” diye başladı Menderes. -Ve etli parmaklarını birbirine geçirerek şırak diye çıtlattı.- “Biz, prensip itibariyle, yardım talebine müspet cevap vermeğe hazırız.”
“Eh…” dedi Senatör. “Şöyle sembolik bir birlik de olsa…”
“Yani beş bin, on bin?”
“Ciiii?..” dedi Senatör. (Bu “ciiii” bizim “abovvv”, “vay anasını” filan deyişimizin Amerikancası olmalıydı!) “Hani, ne bileyim, beş yüz asker de yeterdi…”
“Aman efendim, beş yüzün lafı mı olur! Köylerinde sıtmadan öleceklerine, varsın Birleşmiş Milletler bayrağı ve kumandanız altında Kore’de döğüşerek şehit olsunlar. (...)” (s.120)

Fahri Erdinç, romanda biçimsel olarak yer yer teatral dokunuşlarla akışı kırar, okuru “normal”in dışına çıkarır, onun bir katharsis yaşamasının önüne geçer. Bununla birlikte mizahi bir ton ile çatışmayı daha da görünür kılar:

Ve o gün, Kore’ye gidecek 241. piyade alayımız Ayaş’tan Ankara’ya gelmiş, Sarıkışla’ya yerleşmişti. Genelkurmay’da toplantı vardı. Amerikan uzmanlarının elinde kalem, bizim “kurmaylar” söylüyor, onlar yazıyordu: “Yazın efendim. Adına “Kore Türk Silahlı Kuvvetleri” dediğimiz Tugayımızın kadrosu şöyle: Ana kuvvet 241. piyade alayı. Sonra, bir motorlu topçu taburu… Yazdınız mı efendim? Güzel. Elleriniz dert görmesin. Bir de motorlu uçaksavar bölüğü ekleyin. Birer de motorlu istihkâm, muhabere, nakliye, sıhhiye, inzibat, depo, ordu donatım bölüğü… Tamam mı? Çekin altına bir çizgi bunların bir zahmet, toplayın efendim. Evet, 269 subay, 395 assubay, 18 askerî memur, 4 sivil memur, 5 imam, 4414 er… hepsi eder… durun, toplamadan, bir de Tugay Bandosu katın efendim. Etti mi 5090? Tamam. Vur davulcu tokmağı! İlk marş, “Hey gaziler, yol göründü yine garip serime!” Nereye? Kore’ye. Kore nire? “Karar veren niye gitmez acep benim yerime?” (s.122-123)

                                               Kore Savaşı'nda göç eden halkın bir fotoğrafı

İtiraz edenler, direnenler de var

Sahnenin bir tarafında egemenler varsa, diğer yanında da yaşananlara itiraz edenler, direnenler olacaktır. Onların her görünüşünde, her sözünde egemenlerin, onların ideolojilerinin, yoksul köylü ve emekçi ailelerin çocuklarının binlerce kilometre ötede savaşa gönderilmelerinin meşruiyeti sorgulanır.

19 Eylül 1950’de Kore Türk Tugayı’nın yolculuğu başlar. Toprakkale istasyonunda (Osmaniye) yaşlı bir köylü dede ve bir nine, askerleri uğurlayanların arasındadır. Dede, alay komutanı ile görüşmekte ısrar eder. Dede ile nineyi Albay Bora’nın karşısına götürürler:

“Sen misin?” dedi ihtiyar.
“Benim dede, buyur.”
“Eski bir muharip olaraktan, sana iki çift sözüm vardı da…”
“Dinliyorum dedeciğim.”
Dedenin açık yakasından ak kıllar taşan göğsü körük gib inip kalktı.
“Darılmaca yok emme!”
“Söyle dedeciğim, darılmak ne demek?”
“El toprağına çıkan askerin cepanesi tez tükenir!”
Bora’nın kaşı gözü yıkılıverdi:
“Moskof’a karşı gidiyoruz, dede!”
“O Moskof bizim toprağa girdiyse, haber ver de beraber gidelim.”
“Emir böyle… Askeriz… Gidilecek…”
“Gidin bakalım. Bir serencem bin nasihatten yeğdir!”
“Allahın yazdığı bozulmaz, dede.”
“Yazının bozuğunu da Allah tanımaz. Unutma bu dediğimi…” (s.150)

1960 yılının Mayısında gazetecilerle aynı cezaevinde yatan, görüş günü sevdiği kadın ile jandarma arabasında birlikte olurken yakalanan köylü genç isyan etmektedir:

Gelin başını silke silke ağlıyordu.

“Ağlama!” dedi delikanlı. -Sonra müdüre döndü.- “Hem çiftleştik Müdür bey, hem üçleştik! Ne cezası varsa, hangi kanunda yazılıysa, ekleyiverin altı yılıma. Ben heç bi ayıp etmedim. Ayıp eden, bizi topraksız koyanlardır. Ayıp eden, ağanın üstüne oturduğu toprağımızı sürdük diye bizi buraya atanlardır!..” (s.61)

Yine 1960’ın 19 Mayıs’ında törenlerin yasaklanması üzerine “19-9 A K” parolası ile Anıtkabir adres verilirken sınıf karşıtlıkları görünür haldedir:

Rüzgârda bu parola esiyordu. Yalnız, sıkıyönetimcilerin işitemediği bir fısıltıyla. Kuşlar bile böyle söyleşiyordu. Yalnız polisin anlıyamadığı bir kuşdiliyle. Fabrikada, yapıda işbaşı ve paydos sirenleri, kampanaları gerçekte bu parolayı söylüyordu. Yalnız patronların anlamadığı dille… (s.91)

Mizah ise büyük güçtür; sansürün ve baskının ortasında akla özgürlük olanakları sunar. Hapishanede gazeteci Onbaşı arkadaşlarına şu fıkrayı anlatır:

“Adam postanede, ne kadar uğraştıysa, yepyeni pulu bir türlü yapıştıramamış zarfa. Geri verecek olmuş postacıya, bu pullar yapışmıyor diye. E, neden yapışmıyor? Kaçtır tükürüyorum yapışmıyor birader! Ver bakayım, demiş postacı, beyaz yanını çevirip ıslatmış ve şıp diye yapıştırıvermiş. Hay Allah kahretsin, demiş adam, o tarafına mı tükürülecekti onun, yanlışlık bende, ben hep resimli tarafına tükürdüğümden yapıştıramıyormuşum.” (s.105)

Savaş…

Türk Tugayı ve bu tugayın merkezinde 241. Alay Kore’ye gidiş hazırlıklarını yaparken bambaşka manzaralar ile karşılaşırız: Kore’ye gitmemek için kendini çürük yazdırmaya çalışanlar, alay içinde “uyuzları Kore’ye götürmeyecekler” söylentisinin yayılmasıyla herkesin birbirine uyuz satmaya başlaması, Amerikan silahlarının gelmemesi, alayın hazırlıksız oluşu, Kore’ye uçakla değil, önce Ankara’dan İskenderun’a tren, sonra da İskenderun’dan gemi ile gidileceğinin öğrenilmesi… Sonra İskenderun Limanı’ndan gemilere biniş ve on beş bin kilometrelik deniz yolculuğu…

21 günlük gemi yolculuğunda yaşananlar da çarpıcı biçimde yansıtılır. Fahri Erdinç, egemenlerin “kahramanlık” hikâyesi çıkarmaya çalıştığı yerde okurunun karşısına yoksulluğun ve savaşın gerçekliğini çıkarır. Uyuzla baş etmeye çalışan, kumanyası yeterli olmayan, Amerikalı komutanların aşağılamasına maruz kalan, memleket özlemleri depreşen, bir gemide alafranga tuvaleti öğrenmeye çalışan askerler bir yanda, kâğıt üzerinde savaş planları yapan, kahraman olma rüyaları gören, rütbe almaktan başka gayesi olmayan rütbeliler diğer yandadır.

Seylan Adası’nda, Kolombo Limanı’nda verilen bir mola sırasında Albay Bora’nın düşüncelerinin sunulduğu bölüm, karşıtlığı açıkça sergilemektedir:

Hindu’ların çektiği iki tekerlekli bir Rikşa ile yaptığı gezi Albay Bora’nın hoşuna gitti. Ama bu arabaları insanların çekmesi, insanın insana hayvan olması, onu biraz düşündürdü. Diii mi efendim, bu uygarlık yüzyılında olacak iş miydi bu? Şaştı kaldı Albay. Nasıl şaşmasın ki, kendi memleketinde insanın insana hamal olduğunu görmemişti. Sözgelişi, karakoldan karakola tutuklu götüren jandarmanın, taban tepmekten usanarak, köylü veya aydın tutukluların sırtına bindiğinden haberi yoktu. Toprak ağası, parababası, yoksulun sırtına binmiş diyorlarsa da, Albay böyle şey görmemişti. Kızı, Ankara garında iki yanağından öptüğü kızı, Keziban kızımız gibi daha bir kerecik bile sabana koşulmuş değildi. Karadeniz boylarının “Küfeli Melek” dediğimiz kadınlarını da bu Albay bilmezdi. Nihayet o, bugüne kadar, kendi üniformasından ve omzundaki apoletlerinden başka bir şeyin hamalı olmamıştı. (s.179)

Ekim 1950’de Kore’de askerler gemilerden iner. Askerlerin hazırlıkları devam ederken bu bölümde gazeteci Solak’ın ağzından öyküleştirme ile Kore tarihine ilişkin bilgiler ediniriz. Mevcut Amerikan işgali ve Amerikan askerlerinin savaş suçları çarpıcı biçimde anlatılır.

Kasım ayı sonunda Knuri’de Amerikan ordusunun çekilmesini sağlamak için Türk Tugayı adeta tampon olur. Knuri ile başlayarak cephede yaşananlar, taarruzlar ve geri çekilmeler, askerin isyanı, komuta kademesinde yaşanan kişisel hesaplaşmalar, mevcut duruma itiraz ederek rütbelerini söken subaylar, siperlerde yaşananlar, yaralanmalar, esir düşmeler, ölümler, ölü askerlerin cesetlerini soyanlar, ölülerini gömenler, hepsi bir savaş muhabirinin, Solak’ın tanıklığı ve tüm çıplaklığı ile aktarılır.

Türkiye Knuri muharebesinde yüzlerce askerini yitirmiştir, ancak Bayar, Menderes ve Koraltan Türkiye’de, Genelkurmay brifinginin sonunda viskilerini tokuşturmaktadırlar:

Adnan bey” dedi Bayar, “siz lütfen Erkânı Harbiye Reisine söyleyin, şehit subaylardan birkaçının ismini bildirsinler. Valiye ve Belediye Başkanına da emir verin ki, başkentte birkaç sokağın adı hemen değiştirilerek bu şehit subayların adları konsun ve keyfiyet Kore’ye, Tugaya da tebliğ edilsin.”
“İsabetli olur beyefendi, bendeniz de bunu düşünüyordum.”
Koraltan da ekledi:
“Matbuat, radyo, bu zaferi enine boyuna değerlendirip yaymalı…”
“Evet Diyanet İşleri Reisliği de, camilerde Şühedanın ruhuna Mevlûtler okutmaya hız vermeli.”
(...)
Ve ikisi de ellerini oğuşturdular. Bir daha gözgöze geldiler. Birinin gözleri “Artık NATO’ya giriş biletimizi tez elden istemeliyiz,” dedi. Ötekinin gözleri de “Amerika’dan da 400 milyon daha!” dedi.
Sonra Koraltan’ın gözlerine baktılar. Kurt gibi anladı:
“Okey!” (s.310-311)

Umut ve aydın sorumluluğu

Solak’ın anlatısı 26 Mayıs’ı 27 Mayıs’a bağlayan gece son bulur. Roman böylece 27 Mayıs 1960 sabahı ile sona ererken egemenler hayal kırıklığı, telaş ve korku içindedir. Düzen muhalefetinin temsilcileri şimdi bizim sıramız demektedir.

Diğer yanda cezaevinde gazeteci Solak ve arkadaşları, Kore’de savaşırken Solak ile kurduğu ilişkide daha da bilinçlenerek dönüşen doktor Kutlu, Kore’de bacağını kaybetmiş, esir düşmüş, artık tekerlekli sandalyeye mahkûm, ancak nişanlısı ile birlikte Mayıs 1960’ta hükümet karşıtı gençlik eylemlerine destek olurken gördüğümüz Kore gazisi teğmen Vehbi, Veli’nin köyünün öğretmeni, Veli ve ailesi vardır.

Roman başkalarının değil onların umuduyla sonlanır:

Bu sırada Memet bir sevinç çığlığı bastı:
“Bubaa, eriğe bak, çiçek patlıyo!”
Gerçekten, Veli’nin dert açtığı bu uzun gecenin sabahında, artık erik çiçek açıyor, tomurcuklar âdeta pıtır pıtır çatlıyordu. O sabah bütün yaylada, bütün memlekette geciken ağaçlar da çiçeğe durmuştu. Balarıları da bütün ağaçlarda vınıl vınıl. Arının işi tatlı bir kuyumculuk, demişler. Çiçekten çiçeğe çapkınlığı da cabası… (s. 350)

1965 yılında romana yazdığı önsözde “Türkiye’yi bugün de aynı demagojik zihniyet, aynı tehlike kemiriyor” diye yazan Fahri Erdinç, bir dönemin suçlarını mahkûm ederken, uzun bir gecenin aydınlığa ermesi umuduyla Veli’lerin yanındadır.

Mendereslerin karşısında Velilerin yanında olmak bir aydın sorumluluğudur çünkü.

Biz bunu “23 Sentlik Asker”de “şaşmayın, / yarın çok pahalıya mal olursa size, / bu 23 sentlik asker, / yani benim fakir, cesur, çalışkan, milletim” diyen Nâzım’dan biliriz.

“Kore’de Ölen Bir Yedek Subayımızın Menderes’e Söyledikleri” şiirinde “Diyetimi istiyorum Adnan Bey, / göze göz, / ele el, / bacağa bacak, / diyetimi istiyorum,/ alacağım da.” diye yazan Nâzım’dan…

“Adnan Bey”e, “Bitten, açlıktan, sıtmadan betersiniz. / Yüz Türkiye olsa / elinizden de gelse / yüzünü de zincire vurur / yüz kere satarsınız.” diyen, “halkını satanın” gece korkudan uyuyamayacağını hatırlatan Nâzım’dan…

Ve Nâzım gibi niceleri vardır. Bizim tarihimiz, sınıf mücadeleleri tarihimizin aydınları.

Bugüne bir soru düşer o halde Nâzım’dan, ona yoldaşlık etmiş Fahri Erdinç’ten:

Sınıf savaşımları sürerken, karanlık, gericilik, savaşlar kol gezerken, milyonlarca insan yerinden yurdundan edilmiş göçerken, yoksul emekçiler, kadınlar, küçücük kız çocukları, Narinler hayata tutunmaya çalışırken, ölürken, öldürülürken, işçiler, emekçi halk el yordamıyla direnmeyi öğrenirken, olan bitene itiraz ederken, “böyle gidecek demek değil bu işler” derken yaşananların, yaşanamayanların, yaşanması muhtemel olanların şiirinin, romanının yazılması gecikmedi mi?

Veli'lerden yana olanlar, göreve!

                                                               /././

1. Sanayi Devrimi sürecinde kapitalizm ve mesleki-teknik eğitim -Haluk İşeri*-

Mesleki-teknik eğitim sistemleri, mesleki-teknik eğitimin ağırlıklı olarak, “işyerlerinde” ya da ”okullarda” yapıldığı sistemler şeklinde iki farklı uygulamaya sahip olmuştur.

İnsanlık tarihinin yaklaşık son 500 yılına damgasını vuran toplumsal, ekonomik, siyasal, bilimsel ve teknolojik alanlardaki hızlı gelişmeler özellikle Avrupa’da kapitalizmin gelişim seyrine yön vermiştir. Bu süreçte meydana gelen bilimsel ve teknolojik gelişmeler beden gücünden makine gücüne geçişi olanaklı kılarak dünya tarihinde üretim güçleri açısından çok önemli bir nitel dönüşümün zeminini yaratmış, üretimde ve yaşamın diğer alanlarında artan makineleşme I. Sanayi Devriminin maddi temelini oluşturmuştur. I. Sanayi Devriminin yarattığı köklü dönüşümler üzerinde yeni biçimler alan kapitalist üretim tarzı kendi toplumsal, ekonomik ve siyasal formlarını da yaratarak yükselişini hızlandırmıştır. 

Zanaatkârlık üretiminden manüfaktür üretimine geçiş süreciyle tarih sahnesine çıkan sanayi kapitalizmi, fabrika üretimi ve I. Sanayi Devriminin yarattığı olanaklarla sermaye birikimini daha da yoğunlaştırarak başat hale gelmiş, toplumsal yapıların tümünde olduğu gibi mesleki-teknik eğitim sistemlerinde de kendi üretim tarzına uygun dönüşümleri zorunlu kılmıştır.  

Manüfaktür üretimi ve sanayi kapitalizmi

Dünya tarihinde ilkel komünal toplumlardan itibaren köleci ve feodal toplumlar da dâhil olmak üzere sanayi kapitalizmine kadar olan binlerce yıllık dönemde üretim, çeşitli alet, avadanlık ve henüz makine özelliği kazanmamış basit tezgâhlar kullanan zanaatkârlar (ustalar) eliyle gerçekleştirilmiştir.

Zanaatkârlık, çıraklık ve kalfalık hiyerarşisi içinde çok uzun süreli eğitim ve deneyim sürecinden sonra elde edilebilen, üretimin planlamadan pazarlama aşamasına kadar tüm süreçlerine hâkim olan kalifiye emeği içerir. Zanaatkâr aynı zamanda çırak ve kalfaların, üretimdeki rollerinin dağıtılmasından, eğitimlerinden ve yeterliliklerinin (unvanlarının) belirlenmesinden de sorumludur. Zanaatkârın mesleki nitelikleri üretimin bütün süreçlerinde yer alan kafa ve kol emeğini birlikte içerir. Üretimin bütününe hâkim olan zanaatkâr bu yönüyle yaptığı işe yabancılaşmamıştır. Ancak zanaatkârlık üretiminde, üretim tamamen basit alet ve tezgâhlarla el işçiliğine dayalı olarak yapıldığı için ürünlerin özellik ve kalitesinde standardizasyon yoktur ve bu yüzden her ürün birbirinden farklıdır. Ayrıca zanaatkâr üretim sürecinde bütün işleri başından sonuna kadar planlayıp çırak ve kalfaların kısmi desteğiyle kendisi yaptığı için ürünün üretim süresi oldukça uzundur.

Zanaatkârlığa dayalı üretim tarzı, köleci ve feodal toplumlarda hem teknik hem de üretim yöntemleri açısından çok fazla değişiklik göstermeden binlerce yıl devam etmiştir. Ancak 12. Yüzyıldan itibaren özellikle Avrupa’da feodal devletçiklerin askeri ihtiyaçların karşılanmasına yönelik üretim faaliyetlerine de ağırlık vermesi nedeniyle, tarımsal alanlara dağılmış olan zanaatkârlar nispeten büyük kentlere toplanarak ortak üretim bölgeleri oluşturmaya başlamışlardır. Bazı kentlerin büyümesine paralel olarak zamanla askeri üretim dışında üretim yapan zanaatkârlar da bu ortak üretim bölgelerine dâhil olmuşlar ya da kendi bölgelerini oluşturmuşlardır.

                              Zanaatkârlık üretimi, demirci ustası. (https://knightstemplar.co...)

Kentlerin nüfusunun giderek artması, zanaatkârlık üretiminin daha fazla önem kazanması, kentlerde artan ekonomik ve ticari faaliyetler sonucunda paranın giderek sermaye niteliğine kavuşması gibi önemli gelişmeler, tarıma ve dağınık zanaatkârlık üretimine dayalı feodal üretim ilişkilerinin çözülme sürecinin de zeminini oluşturmaya başlamıştır. Büyüyen Avrupa kentlerinde zanaatkârlığa bağlı üretimin ve ticaretin artmasıyla birlikte, hammadde tedarik ve nihai ürün pazarlama trafiğinin artması, ticari kapitalizmin önemli merkezleri olan, Milano, Ceneviz, Venedik, Floransa gibi şehir devletlerini daha da zenginleştirirken, Liverpool, Amsterdam, Hamburg, Barselona gibi şehirleri de ön plana çıkarmaya başlamıştır. 

Hızla büyüyen Avrupa kentlerinde ekonomik açıdan önemi artan zanaatkârlar, özellikle ekonomik korunma ihtiyacı nedeniyle birlikler oluşturarak mesleki kuruluş niteliği taşıyan loncalarda örgütlenmeye başlamışlardır. Loncalar genellikle aynı dalda üretim yapan zanaatkârların bir araya gelerek oluşturdukları meslek örgütleri haline dönüşmüştür. Loncalar zamanla, üyelerinin dış rekabete karşı korunmalarını sağlamak; toplu satın alma yoluyla üyeleri için ucuz hammadde kaynağı yaratmak; üyelerinin ekonomik ve ticari faaliyetlerini belirlenmiş idari ve etik kurallara uygun olarak yapmalarını sağlamak; belli ölçülerde fiyat ve kalite standartları oluşturmak; çıraklık, kalfalık ve ustalık yeterliliklerinin verilmesinde ölçütler belirlemek gibi işlevlere sahip olmaya başlamıştır.

15. Yüzyıldan itibaren loncalar, her zanaat dalında dışa kapalı, ayrıcalıklı bir tekel durumunda olmaları; zanaat dallarına yeni alınacak çırakların ve üretilecek ürünlerin sayısına sınır getirmeleri; tutucu yapıları ve koyulan katı kurallar nedeniyle üretim tekniklerinin geliştirilmesi konusundaki girişimlere engel oluşturmaya başlamaları; üretim kapasitelerinin düşüklüğü nedeniyle gelişen pazarlar ve ticaret karşısında nicel ve nitel olarak talebi karşılayamaz duruma gelmeleri; sermaye sahibi kapitalistlerin lonca dışındaki üretim girişimlerine karşı çıkmaları ve hepsinden önemlisi zanaat üretimine dayalı işyerlerinde işbölümüne olanak tanımayan bir yapılanmaya sahip olmaları gibi nedenlerle üretiminin kapitalistleşmesine engel olmaya başlamıştır. Loncaların artan ticarete ayak uyduramaması yanında, lonca dışında faaliyet gösteren bağımsız zanaatkârların hem zaman sorunu hem de ticaretin gerektirdiği farklı yeterliliklere sahip olmamaları yüzünden, hammadde tedariği ve üretilen ürünlerin pazarlanması işlerini zanaatkârlar adına tüccarlar yürütmeye başlamıştır. Bu süreçte piyasa ile bağları kopan zanaatkârlar, hammaddeyi satın aldığı ve aynı zamanda ürettiği ürünü sattığı tüccar karşısında bağımsızlığını yitirmiş, piyasa taleplerini ve ilişkilerini bilen tüccara bağımlı hale gelmişlerdir. Tüccarlar, zanaatkârların ürettiği ürünün değişim değeri üzerinden elde ettikleri büyük kârlar ile sermaye birikimlerini arttırmaya başlamışlardır. Zanaatkârlar karşısında pazarlara ve ticari ilişkilere hâkimiyet ve sermaye birikimi açısından güçlü konuma gelen tüccarlar, hem loncaların sınırlayıcı etkilerinden kurtulmak hem de bağımsız kazanç alanları yaratabilmek için kentlerde ve kırsal kesimlerde dağınık durumda olan ve çoğunlukla da evlerde çalışan zanaatkârlara iş vermeye başlamışlar, hammaddeleri tedarik etme ve üretilen ürünleri toplayarak pazarlara sürme işini üstlenmişlerdir. Ticaretin gelişmesi, sermaye sahiplerinin zanaatkârların emeği üzerinden sermaye birikimini yoğunlaştırmaya başlaması sanayi kapitalizminin ve yeni sınıfların ortaya çıkışının ekonomik temellerini yaratmıştır.

Dağınık halde faaliyet gösteren zanaatkârlara iş verme sürecini örgütleyerek kapitalistleşen tüccarlar, her bir zanaatkâra ayrı ayrı çok sayıda kalemden oluşan hammadde dağıtımının güçlüğü, üretimin yavaş ve standardizasyondan uzak olması gibi nedenlerle, bağımsız olarak her hanede başından sonuna kadar yapılan üretim süreçlerini birkaç parçaya bölerek haneler arasında paylaştırmaya başlamışlardır. Örneğin bir çizmenin, kösele tabanı, sayası (üst deri kısmı) ve metal parçalarının üretimi ile bu malzemelerin nihai ürüne dönüştürülmesi (montajı)  farklı hanelerde yapılmaya başlanmıştır. Kısmi bir işbölümü getiren bu uygulama üretim verimliliği ve üretim kalitesinde artışlar sağlamıştır. Ancak üretim hanelerinin birbirinden farklı ve kimi zaman çok uzak yerlerde olması, hanelerde üretilen yarı mamullerin diğer hanelere uygun zamanda taşınmasının güçlüğü gibi nedenlerle ortaya çıkan eşgüdüm sorunları, kapitalist girişimcileri, üretimin tek bir yerde, atölyeler içinde toplanmasına yöneltmiştir. Üretimin tüm süreçleriyle tek bir yerde yani atölyeler içinde belli bir sistematiğe kavuşturulması, hammadde tedariği, işbölümünün uyumlaştırılması, yarı mamul ürünlerin birimler arası transferi, işgücü, alet ve avadanlıkların planlanması gibi konularda önemli kolaylıklar sağlamıştır. Birbirinden dağınık halde, kendi hanelerinde ve çoğunlukla da kendi üretim araçlarıyla üretim yapan zanaatkârların, kapitalistin mülkiyetinde olan atölye ve üretim araçlarıyla üretim sürecine sokulmaya başlanması yeni bir üretim örgütlenmesi olan manüfaktür üretimini ortaya çıkarmaya başlamıştır. Karl Marx, manüfaktür üretimini makineleşmenin başlangıcı olarak kabul eden birçok ekonomi-politikçiden farklı olarak manüfaktüre geçiş ile makineleşmeyi farklı süreçler olarak ele almış, manüfaktür terimini “aletli el-üretiminin” (manufacture) karşılığı olarak kullanmıştır. Çünkü manüfaktür terimiyle makineleşme sürecini eşleştiren bir tanımlama yapmak manüfaktür üretimi ile fabrika üretimi arasındaki nitel farkın ortaya koyulmasını güçleştirmektedir.

                  Atölyede basit işbölümüne dayalı manüfaktür üretim. (https://irishmarxism.net...)

Manüfaktür üretimiyle birlikte tarih sahnesinde yerini alan sanayi kapitalizmine özgü üretim ilişkileri, üretim araçlarının mülkiyetini elinde bulunduran burjuva sınıfıyla birlikte, mülksüzleşerek kentlere akın eden ve emeğinden başka satacak bir şeyi kalmayan işgücü yığınlarını yani işçi sınıfını büyütmeye başlamıştır. Bu gelişmeler kaçınılmaz olarak zanaatkârlık üretimiyle birlikte feodal üretim ilişkilerinin de tasfiye olma sürecini hızlandırmıştır. 

Sanayi kapitalizminin üzerinde yükseldiği bir üretim tarzı olarak ortaya çıkan manüfaktür üretimi, zanaatkârlık üretiminden, makinelerin yoğun olarak kullanıldığı ve kitlesel üretimin yapıldığı fabrika üretimine geçiş sürecinde bir ara model olmuştur. Nispeten küçük atölyelerde, el aletlerinin yanı sıra beden gücüyle çalışan ve henüz makine özelliği taşımayan basit tezgâhlarla üretim yapılan manüfaktürde, zanaatkârların daha önce tamamını gerçekleştirdikleri üretim süreçleri, dağınık haldeki üretim hanelerinde yapıldığından daha fazla parçaya bölünerek işbölümünün sınırları genişletilmiş, bu işbölümü de üretimde dikkate değer verimlilik artışları getirmiştir. Zanaatkârlık üretiminde işlerin gerektirdiği tüm zihinsel ve bedensel yeterliliklere sahip olan zanaatkârlar, manüfaktürde üretimin tümü üzerindeki hâkimiyetlerini yitirerek işbölümü çerçevesinde sınırlı yeterliliklere sahip olmaya başlamış bu da zanaatkârlar açısından işe yabancılaşma sürecinin başlangıcını oluşturmuştur.

Makineleşme ve I. Sanayi Devrimi

Ortaçağa damgasını vuran feodalizmin ve kilisenin sınırlayıcı etkilerinden “Rönesans ve Reform” hareketleriyle sıyrılmaya başlayan Avrupa’da, fizik, kimya, matematik, mekanik, termodinamik, astronomi gibi temel bilimlerdeki gelişmelerle birlikte teknolojik alanlarda önemli sıçramalar gerçekleştirilmeye başlanmıştır. 18. Yüzyılda giderek artan bilimsel ve teknolojik gelişmeler beden gücünün yerini alacak olan enerji ve üretim makinelerinin yapılmasını mümkün kılacak olgunluğa erişmiştir. Enerji makineleri bir enerji türünü başka bir enerji türüne dönüştüren makinelerdir. Örneğin, buhar makinesi ve içten yanmalı motorlar ısı enerjisini mekanik enerjiye dönüştüren enerji makineleridir. Üretim makineleri ise bir enerji makinesinin sağladığı enerjiyi kullanarak üretimin gerektirdiği işleri yapan makinelerdir. Dokuma, freze, pres, vargel, torna gibi tezgahlar üretim makineleridir.    

James Watt'ın 1775'te buhar makinesinin patentini alması makineleşmede önemli bir sıçramanın başlangıcı olmuştur. Buhar makinesi üretimde ve yaşamın diğer alanlarında ilk kez beden gücünün yerini alan ve üstelik ondan çok daha güçlü ve hızlı olan bir enerji makinesi olarak insanlık tarihinde çok önemli bir çığır açmıştır. 

                                                 Buhar Makinası  (https://en.wikipedia.org...)

Buhar makinesinin, madenlerde suyun boşaltılması ve konveyörlerin çekilmesinde; üretim makinelerinin çalıştırılmasında; gemi, tren gibi ulaşım araçlarının hareket ettirilmesinde kullanılmasıyla birlikte üretimde büyük verimlilik artışları sağlanmıştır. Buhar makinesi yeni kurulmakta olan fabrikalarda makine dizilerine enerji sağlamak için uyarlanmaya başlamıştır. Buhar makinesi üretim makinelerinin de geliştirilmesi konusunda önemli bir itici güç haline gelmiştir. Dünya tarihinde makineleşmeye dayalı sıçramanın en önemli unsuru olan buhar makinesinin bulunması ve manüfaktür tipi üretimden fabrika sistemine geçiş süreci I. Sanayi Devriminin başlangıcı olarak kabul edilmiştir. 

18. Yüzyılın başlarından itibaren giderek yaygınlaşan makineleşme, el emeğine dayalı manüfaktür tipi üretimi yavaş yavaş ortadan kaldırırken, üretim sürecinin farklı aşamalarında ya bağımsız olarak çalışan ya da ardışık işleri yaparak birbirini tamamlayan makine sistemlerine dayalı fabrika üretiminin teknik ve ekonomik koşullarını yaratmaya başlamıştır. 18. Yüzyılın ortalarından 19. Yüzyılın sonlarına kadar olan dönemde ağırlıklı olarak İngiltere'de gerçekleşen I. Sanayi Devrimi, üretim örgütlenmesinde ve buna bağlı olarak emek süreçlerinde köklü değişiklikler meydana getirmiştir. Avrupa’nın bilimsel ve teknolojik birikiminden ve İngiltere'ye göç eden Avrupalı ​​zanaatkârların bilgi ve deneyimlerinden büyük ölçüde yararlanan İngiltere I. Sanayi Devriminin merkezi olmuştur.

I. Sanayi Devrimini karakterize eden makineleşme süreci öncelikle, tekstil, madencilik ve metalürji sektörlerinde başlamıştır. Pazarların büyümesine paralel olarak gelişen fabrika tipi üretim örgütlenmesi, verimi ve standardizasyonu düşük üretim yapan manüfaktürün yerine, birçok işçinin ve makinenin bir arada çalıştığı, beden gücünün daha az kullanıldığı, işlerin giderek basit, rutin işlere dönüştüğü, üretimde standardizasyonunun mümkün hale geldiği ve üretim ilişkilerinin bütünüyle değiştiği yeni bir yapı ortaya çıkarmıştır. Fabrika sisteminin üretim sürecinin örgütlenmesinde yarattığı en önemli değişiklik, teknik işbölümünü daha da genişletebilme olanaklarını arttırmasıdır. Üretimde bilimsel yöntemlerin uygulanmaya başlamasıyla, işgücü verimliliği ve ürünlerin nitelik ve niceliğinin daha fazla arttırılması mümkün hale gelmiştir. Fabrika sisteminde makinelerin ve bilimsel yöntemlerin kullanılması, manüfaktürdeki kalifiye ancak pahalı ve düşük kapasiteli zanaatkârın yerine, kalifiye olmayan, ucuz ama makine sayesinde daha yüksek kapasiteli işgücünü geçirerek kapitalist açısından işgücü maliyetlerini düşüren bir teknik temel yaratmıştır. İngiltere’de fabrika sisteminde ilk başlarda buhar makinesiyle çalıştırılan tezgâhlarda (makinelerde) sanayinin temel ürünleri olan, pamuk ipliği, kumaş, bez gibi tek parça (homojen) ürünlerin üretimi gerçekleştirilmiştir. Üretilen bu tip ürünlerin çok parçalı olmaması üretim sürecinin parçalanmasını gerektirmediği için her ürün ayrı ayrı makinelerde üretilmiştir. Makinelerdeki üretimin basit ve rutin hale gelmesi makine üzerinde çalışan işçinin emeğinin niteliğini düşürürken, makinelerin teknolojik yapısının giderek gelişmesi ve karmaşıklaşması nedeniyle, makinelerin ayar, bakım ve onarımlarını yapan ustabaşıların (formen-master) ve makineleri tasarlayan mühendislerin emeğinin niteliği yükselmeye başlamıştır. Ayrıca üretimin planlanması ve yönetiminden sorumlu yönetici kesimden de beklenen niteliklerde artış olmaya başlamıştır. Üretim hiyerarşisindeki işgücü nitelikleri açısından ortaya çıkan bu belirgin ayrışma aynı zamanda kafa ile kol emeği arasındaki ayrışmayı daha keskin hale getirmiştir. Böylece fabrikalarda, işçi, ustabaşı (formen), atölye şefi, kalite kontrol uzmanı, planlama ve tasarım mühendisi, muhasebe uzmanı, fabrika müdürü gibi farklı nitelikler gerektiren hiyerarşik pozisyonlar ortaya çıkmaya başlamıştır. Lonca sistemlerinin ve manüfaktür üretiminin dağılmaya başlamasıyla işlerini kaybeden zanaatkârların çoğu makineleşmenin gerektirdiği üst yeterliliklere sahip olmadıkları için köyden kente göçen niteliksiz işgücü yığınlarıyla birlikte fabrikaların potansiyel işçileri haline gelmiştir.

Makineleşmeye dayalı fabrika üretimi. Resimdeki fabrikada dokuma tezgâhları/makineleri, üst kısımda yer alan ve hareketini buhar makinesinden alan millere bağlı kayış-kasnak düzenekleriyle çalıştırılır. Böylece bir buhar makinesi çok sayıda tezgâha hareket verebilir. (https://en.wikipedia.org...)

Manüfaktür üretimi üzerinden sermaye birikimini yoğunlaştırmaya başlayan sanayi kapitalizmi, üretimin sınıfsal yapısında, üretim güçlerinde ve üretim ilişkilerinde köklü değişiklikler getirirken, kendi üretim tarzına uygun, toplumsal, ekonomik ve siyasal dönüşümlerin de zeminini yaratmıştır. Bu dönüşümlerin en önemlisi, uluslaşma sürecinin hızlanması ve ulus devletlerin ortaya çıkışıdır.

I. Sanayi Devrimi ve mesleki-teknik eğitim 

Sanayi devrimleri, binlerce yıllık zanaatkârlık üretimine dayalı “usta-kalfa-çırak” hiyerarşisi içinde sürdürülen mesleki-teknik eğitimin yapısında önemli değişiklikler meydana getirmiştir. Zanaatkârlık üretiminde üretim sürecinin bütün aşamalarında yetkin olan zanaatkâr (usta), sahip olduğu bilgi, beceri ve tutuma ilişkin tüm yeterliliklerini yanında çalıştırdığı çırak ve kalfalara kendi belirlediği sistematik çerçevesinde aktarmakta, yaptığı uzun süreli gözlem ve üretime yönelik sınavlar sonucunda onların önce kalfa sonra usta olmalarını sağlamaktadır. Ancak I. Sanayi Devrimiyle birlikte fabrika üretim sistemi üzerinde yükselerek giderek başat hale gelen sanayi kapitalizmi, zanaatkârlık ve kısmen de manüfaktür üretim biçimlerine özgü “usta-kalfa-çırak” temelli mesleki-teknik eğitim yöntemlerini giderek ortadan kaldırırken, kendi yapısal gereksinimlerine daha iyi yanıt verecek kitlesel eğitim kurumlarını ön plana çıkarmaya başlamıştır.

Kapitalizmin gelişimine paralel olarak ortaya çıkmaya başlayan ulus devletlerde, yurttaş statüsüne kavuşan bireylerin kapitalizmin yarattığı toplumsal, ekonomik ve siyasal düzenin öngördüğü politikalar doğrultusunda dönüştürülebilmeleri amacıyla, merkezi ve kitlesel eğitim-öğretimi öngören, resmi okullar biçiminde örgütlenmiş eğitim kurumlarına gereksinim duyulmaya başlanmıştır. Bu süreçte mesleki-teknik eğitimde, önceleri büyük fabrikaların içinde oluşturulan ve resmi genel eğitime eklemlenen, daha sonra ülke genelinde fabrikaların dışında da kurulan mesleki-teknik eğitim kurumları ortaya çıkmıştır. Büyük fabrikaların içinde oluşturulan mesleki-teknik eğitim birimlerindeki eğitimin sorumluluğu giderek profesyonel eğitmenlere verilmiştir. Mesleki-teknik eğitim kurumlarına, artan bilimsel ve teknolojik gelişmeler nedeniyle giderek çeşitlenen ve bileşimi derinleşen mesleklerin öngördüğü istihdam yeterliliklerini işgücüne kazandırmak yanında, genel yeterliliklere sahip yurttaşlar yetiştirmek işlevi de yüklenmiştir. Yani mesleki-teknik eğitim kurumları temel/genel eğitimin de verildiği resmi okullar haline gelmiştir. 

                       Atölyede uygulamalı mesleki ve teknik eğitim. (https://insight.ieeeusa.org...)

Mesleki-teknik okullardaki eğitim programları ve düzeyleri, fabrika üretiminde yer alan emeğin niteliği ve sorumluluk düzeylerine bağlı olarak çeşitlilik kazanmaya başlamıştır. Örneğin, makine başında basit ve rutin işleri yapacak işçilere verilen birkaç haftalık kurslardan, araştırma-geliştirme (ar-ge) laboratuvarlarında çalışacak mühendislerin yetiştirildiği yıllarca süren eğitim programlarına kadar çeşitli düzeylerde okul ve eğitim kademeleri ortaya çıkmıştır.

Sanayileşme süreci içerisinde organize ve kitlesel hale gelen mesleki-teknik eğitim sistemleri, ülkelerin özgül koşullarına bağlı olarak mesleki-teknik eğitimin ağırlıklı olarak, “işyerlerinde” ya da  ”okullarda” yapıldığı sistemler şeklinde iki farklı uygulamaya sahip olmuştur. Genellikle, içinde mesleki-teknik eğitim birimi açılabilecek büyüklükte fabrikalara sahip sanayileşmiş ülkelerde birinci model, yeterli büyüklüğe ve teknolojiye sahip fabrikaların az, sanayileşmenin düşük olduğu ülkelerde ise ikinci model benimsenmiştir. 

Önce İngiltere’de başlayan I. Sanayi Devrimi, ekonomik ve ticari ilişkilerin artmasıyla hızla, Almanya, Fransa, İtalya, Japonya gibi ülkelere yayılmıştır. Ancak, buhar makinesinin teknik yetersizlikleri, içten yanmalı motorlar ve elektrik enerjisi alanlarındaki gelişmeler, fabrika sistemindeki işbölümü örgütlenmesindeki yetersizlikler II. Sanayi Devrimine doğru gidişin temel zorunluluklarını oluşturmuştur.

Not: Bundan sonraki yazı bu yazının devamı olarak, “II. Sanayi Devrimi Sürecinde Kapitalizm ve Mesleki-Teknik Eğitim” başlığını taşıyacaktır. 

*Dr., Em. Öğretim Üyesi

Kaynakça

Resim 1: https://knightstemplar.co/forging-the-past-medieval-blacksmiths/ (Erişim: 07.09.2024)

Resim 2: https://irishmarxism.net/2021/05/25/capitalist-cooperation-and-socialis… (Erişim: 07.09.2024)

Resim 3: https://en.wikipedia.org/wiki/History_of_the_steam_engine#/media/File:P… (Erişim: 07.09.2024)

Resim 4: https://en.wikipedia.org/wiki/Industrial_Revolution#/media/File:Powerlo… (Erişim: 07.09.2024)

Resim 5: https://insight.ieeeusa.org/articles/the-new-vocationalism/ (Erişim: 07.09.2024)

                                                                      /././

Yere çakılmaktaki kapitalizmin dinamikleri: Boeing grevleri -Yavuz Köroğlu-

"Boeing yerini hepten kontrole uygun, sömürünün en üst düzeyde tutulabildiği 21.yy şirketlerine devredecek. Henry Ford'un rüyası gerçek olacak ama kazlar cıyaklamadan."

ABD-Pasifik Kuzeybatı bölgesindeki 33 bin işçinin yüzde 94'ü, sendikalarıyla Boeing şirketinin aralarında uzlaştığı toplu sözleşmeyi reddetti. Yine aynı oranda işçi greve çıkma yönünde oy kullandı. Böylece 13 Eylül Cuma günü, gün ortasında Boeing işçileri çalışmayı bıraktı, grev resmen başlamış oldu.

Bütün bunlar nasıl oldu? Grev kırıcılıkta belki de dünya birinciliğine oynayabilecek bir ülkede bunlar neden yaşanıyor? Oradaki patronların hesapları ne? İşçi ne düşünüyor, ne düşünmeli? Biz ne düşünmeliyiz?

Hepsi sırayla. Öncelikle belirtmeliyiz ki çeşitli büyük patron grupları arasında paylaşım kavgaları ve çekişmeler var. Bu çekişmeler anlaşılmadan Boeing üzerinde dönen oyunlar hakkında yorum yapmak yanlışa götürür.

Boeing, önceden de belirttiğimiz gibi çok eski bir şirket. Yükselişi Roosevelt döneminin 2. Dünya Savaşı sonrasına, Yeni Düzen (New Deal) adı verilen bir dizi ekonomik politikaya denk geliyor. O döneme damgasını vuran söylem, sivil ekonominin yeniden inşasıdır. Dolayısıyla kapitalizmin hem ihtiyaç duyduğu, hem de çalışma prensibi olan bolluğu üretecek ve sürdürebilecek olan çarkların döndürülmesi öncelik kazandı. Bu çarkların dönmesi için gerekli olan işçi sınıfı da elde edilebilir bir Amerikan rüyası ve çok çalışarak hak edilebilen (!) yaşam koşulları ile ikna edildi. Söz konusu koşullar sendikaların başarısı oldu ve sendikalaşma zamanla yükseldi. Patronlar taviz veriyor olmalarına rağmen kârlarını bu dönemde artırdı, çünkü sonuç olarak genel ekonomi büyüdü.

Kaz yolma sanatı

Şu durumda neden herkes mutlu olmadı? İşçi yaşayabiliyor, patron zenginleşiyor, ekonomi büyüyor. Bu denklemde eksik olan şey, küresel kapitalizmin doğasıdır. Kapitalizm bir yarıştır, sosyo-ekonomik bir piramittir. Piramidin tepesine çıkmak demek orada kalmak demek değildir, orada kalabilmek için kâr olması yetmez, kârın olabilecek en üst düzeye çıkarılması gerekir. Ekonominin daha büyüyecek alanı, sınırları olup olmadığının analizi patronlar için önemsiz bir detay; akıllı olan patron o sınırlar henüz çok uzakken yarışı kızıştırır.

Böylece neoliberal dönüşümün temellerine geliyoruz. Geçmişte Avusturya Okulu ile başlayan, Milton Friedman ile Amerika kıtasına devşirilmiş, kilit bir soru bu. Soru ne mi: "Kazı cıyaklatmadan ne kadar yolabiliriz?", işte soru bu. Bunun formülü de tüm güçlerin ne ölçüde bir şirket altında birleştirilebileceğinden geçmektedir. Şirketlerin üzerindeki devlet kontrol ve denetimlerinin olabildiğince kaldırıldığı, tüm üretim süreçlerinde ilgili şirket yönetimlerinin tek söz sahibi olacağı yöntemler geliştirildi. Boeing de bu dönemde dönüştü, bazı birleşmeler yapıldı, böylece Wall Street'e eklemlendi.

Yetmedi. Günümüz kapitalizminin ürettiği şirketler; Amazon, SpaceX, Tesla. Bunlar Boeing'den daha kârlı. Bu şirketlerin hepsinin tüm üretim süreçleri tek bir kişinin kontrolünde. Merak etmeyin; şirket sahipleri, gerçek patronlar güvende. Onların ilk güvenlik önlemi genel müdürlük (CEO) pozisyonudur. Şirketler geçici olarak tüm güçlerini genel müdüre aktarırlar, kirli işlerini yapmaları için onlara milyon dolarlarla hesap edilen maaşlar verirler. Ekranlara, gazetelere yansıyan ünlü yüzler hep genel müdürlerdir. Şirketlerin tüm sahiplerine değil de sadece genel müdürlere atıfta bulunmak, günümüz medyacılığı için en temel ilkedir. Boeing'i taşlayan tüm haberlerde de suçlar hep genel müdürlere yüklenmiştir. Böylece eğer sorunlar kötüleşirse genel müdür değiştirilir, sorunlar önceki genel müdürün beceriksizliğine yüklenir, diğer patronlar kurtulur. Siz ne sanmıştınız, skandallarla kovulan Boeing eski genel müdürü Dennis Muilenburg'ün maaşının özel yeteneklere sahip olduğu için mi 62 milyon dolar olduğunu? 

Boeing'i gözden çıkardılar

Konumuza dönelim. Boeing de kârlı ama bu düzene uygun olarak sıfırdan kurulmuş şirketler kadar değil. Dolayısıyla uzun süredir bir kesim büyük patronlar Boeing'i yere indirmeye, belki de çakmaya çalışıyor. Nerden mi biliyoruz? (1) 21. yy şirketlerinin hemen hepsinde, hele ki ABD'nin göbeğindeki Boeing kadar büyük bir şirkette, hemen her bölümde grev kırıcı örgütlenmeler bulunur. Bunların varlığına rağmen yüzde 94 grev kararı alınamaz. Sonuç: Tuşa basılmış, greve izin verilmiştir. (2) Guardian, Reuters gibi önemli yayınlar, ana akım medya kanalları, son yıllarda sürekli peş peşe Boeing skandalları açığa çıkarmaya başladı. Boeing 70'lerde çok mu iyiydi? Şimdi mi bozdu? Diğer şirketlerde bu sıkıntılar yok mu? Neden Boeing? Sonuç: Tuşa basılmış, belli kesimlerce Boeing gözden çıkarılmıştır. Patronların gözünde artık şu iki olasılık vardır: Ya Boeing kârları düşürecek, işçilere hak ettiklerinin altında ama şimdikinden daha iyi koşullar verecek. Ya da patronlar arası gizli bir mücadelenin kazananı Boeing olacak, Boeing çalışanı ezilecek ama bu yolda Boeing potansiyel olarak milyarlarca dolar kaybedecek. Her şekilde Boeing yerini hepten kontrole uygun, sömürünün en üst düzeyde tutulabildiği 21.yy şirketlerine devredecek. Henry Ford'un rüyası gerçek olacak ama kazlar cıyaklamadan. İşte patronların düşündükleri bunlar.

Endişelenmeyin, ensesi kalın olanın düşüncesi daha çok olur, Boeing işçisinin düşünceleri kısa. Önerilen, dört yıla yayılacak olan yüzde 25 zam, işçiyi aç bırakacak. Grev zorunlu. Koskoca Boeing, hemen yarın çakılmaz. Mecbur, talep ettikleri koşulları elde edeceklerini düşünüyorlar. Yarın Boeing biterse de onun çaresine o gün bakarlar. Belki SpaceX'te, Tesla'da çalışırlar?

Ne yapmalı?

Ne yazık ki işçi bu düşüncelerle yetinemez. Yarın sözünü ettiğimiz şirketlerdeki koşullar daha da kötü olacak. Peki ne düşünmeli, ne yapmalı? Tabii ki tüm bunların hemen bugün bir çözümü yok, ama hazırlık yapmak gerekir. Haberlere baktığımızda, Beyaz Saray'ın, yani ABD'nin siyasi bir organının, işçiler ile Boeing arasında arabuluculuk yapmaya çalıştığını görüyoruz. Ama işçiler de, sendikalar da siyasetten uzak. Demek ki işçiler kendilerine ihanet eden sendikalara yatay olarak haklarını savunabilecekleri, 21.yy sendikası gibi siyasetten kendini ayıran değil, genel siyasete de müdahale etmeyi hedefleyen oluşumlar kurmak zorundalar. Şimdiden grev fırsat bilinerek işçiler arasında bu ilkeye dayanan bağlar kurulmak zorundadır. Hedef, kazın cıyaklaması değil, tüy yolma makinesini tutan kolları koparması.

Sahiden, kim şu yazı boyunca bahsettiğimiz cıyaklatılmadan yolunacak kaz? Bunu soruyorsanız lütfen yazıyı bir daha okuyun.

Peki, anladık ama biz ne düşünmeliyiz? Tabii ki Boeing işçisinin durumuna öfkeliyiz. Bu ne demek? Örneğin, uçağını sırf insanlık dışı koşullarda çalışan işçiler üretiyor diye çok önceden planladığımız bir uçuşu iptâl etmeyi düşünebilir miyiz? Bir kaptan olarak bu koşullarda üretilen uçakları uçurmayı işimizden olmak pahasına reddedebilir miyiz? Ne kadar öfkeliyiz? Yeterince öfkeli miyiz?

İşte işçilerin birliğinden bahsedilen şey budur. Boeing işçilerine üzülmekle yetinmeyecek, hak gaspına karşı tüm çarkları durdurabilecek bir örgütlenme yani. Merak ettiğim şey şu, "Ne ilgisi var, bunun da suçlusu ben miyim? Neden benim de elimi taşın altına koymam gerekiyor" diye düşünenler, en derinlerde bir yerde yazdıklarımda haklılık payı olabileceği hissiyatı taşıyor mu? Yoksa duyarsızlık dönüşümümüz tamamlandı mı?

Dünyamızın ve canlılığın yaşına kıyasla, insanlık henüz genç. Eğer insanlık bir çocuksa kapitalizm onun ergenlik evresidir. Bu evrede olur olmaz her sınırı zorladık, aklımız dünyayı ve sınırlarımızı kavrar niteliğe erişse de, temeldeki yanlış alışkanlıklarımızın çoğunun yanlışlığına iknâ olmadık. Olgunlaşmakta gecikmemiz yüzünden yiyeceğimiz tokat ise, yaklaşıyor.                             /././

Bizi öldürenleri biliyoruz! -Neval Oğan Balkız*-

"Bu yapısal anlayış var oldukça her türlü şiddet sorunsalı, giderek daha da ağırlaşan, sistematik hale gelen bir hak ve halk sorunu olarak var olmaya devam edecek."

Bu ülkede, uzun süredir, sistematik ve yaygın şekilde kadınlar ve çocuklar öldürülüyor! Diyarbakır’da, kaybolduktan sonra uzun süre aranan sekiz yaşındaki Narin gibi, öldürülen her çocuk, her kadın, her insan, insanlık onurumuzu, insan olma bilincimizi ve benliğimizi, algımız ve adalet inancımızı parçalayarak, bir parçamızı kopararak ayrılıyor aramızdan! 

"Hepiniz sorumlusunuz ölümümden" diyen gözlerdeki bakışlar kalıyor geriye!.... 

Herkes sorumlu!

Bu öldürümlerden herkes sorumlu:

- Toplumsal yaşamda, hukuk öncesi "doğal şiddet ortamının" hakim olmasının koşullarını yaratanlar, sorumlu.

- Cinsiyetçi tahakkümü kutsayan, her tür bağımlılık biçimini besleyen bir kültürü, gerici bir yaşam biçimini dayatan; eril, dışlayıcı, otoriter, laiklik ve eşitlik karşıtı, gerici, karanlık zihniyetler ve  toplumsal alanda her tür araç ve söylemle yaygın hale getirdikleri  cinsel tahakkümcü  anlayış, sorumlu

Bu anlayışın; “çocuklar, 6 yaşında evlenebilir, bezinden, dizinden tahrik olunabilir" şeklindeki  fetvalarını ve  “12-16 yaş doğum için en uygun”, “15 yaş iradesi var, evlenebilir” gibi  söylemlerini, ‘eğitim, söylem, irşat’ denilen  yöntemlerle  tüm kurum, kuruluşlar aracılığıyla yayılmasına,  adları önünde çeşitli “unvanlar taşıyan” kişilerin ağzından   televizyonlar, gazeteler, sosyal medya,  yazılar, okullara dahi dağıtılan kitaplarla; tarikatların, cemaatlerin  yöneticilerinin açıklamalarıyla, sürekli ve sistematik olarak  topluma dayatılmasına, bunun inanç ve ahlak  kurallarının gereği olduğu yönünde bir algı yaratılmasına olanak yaratanlar, sorumlu. Siyasal çıkarlar uğruna bu anlayışı meşrulaştıracak, yasal hale getirecek (örn. evlenme yaşının erkene alınması, çocuk tecavüzcüsünün çocukla evlenmesi  halinde suçunun affedilmesi, resmi nikah yerine dini nikahın geçerli kılınması gibi) ve böylelikle, geçerli laik hukuksal düzenlemeleri ve kazanılmış hakları  zedeleyecek ya da ortadan kaldıracak düzenleme  arayışına zemin yaratanlar, sorumlu.  

- Aile olgusunu dinsel temelli bir kültürel anlayış üzerinden kutsallaştıran, bu kutsallık anlayışını "ideolojik aygıt" olarak onaylayan, kadını ve çocuğu, biyolojik, fizyolojik, moral ve cinsel yönleriyle insansal varlığı, kişi olma hakkı, özgür iradesi ile yok sayan, ailenin parçası, kocanın/babanın malı, baba, kardeş, oğul, amca, dayı vb. "namusu" kabul eden, "bedensel bir meta"ya indirgeyen, dolayısıyla, aile içerisinde gerçekleşen, istismar, tecavüz ve öldürümlerin üstünü örtmeye, görmezden gelmeye, sıradanlaştırmaya eğilimli, suçluyu ya da suçu değil, suç mağduru kadını, çocuğu kültürel kabuller, dinsel kalıplar ve cinsiyetçi önyargı ile "günah" kavramı çerçevesinde yargılamaya giden tahakküm anlayışı, sorumlu. 

- Çocukları, "insan türünün,  biyolojik, fizyolojik, psikolojik ve moral yönleri ve özellikleri ile tanımlanan belli bir zaman döneminde  bulunan, kendine özgü  farklı gereklilikleri, düşünüş ve davranış yeteneği, sorumluluk, bilinç ve gelişme kapasitesi evresindeki  üyeleri" olarak, hakları ve dokunulmazlıkları ile "bütünsel bir hak öznesi", "bağımsız bir varlık olarak" tanımlamayan, bu özellikleriyle,  kurumları ve işleyişi ile eksiksiz ve etkin bir hukuksal güvence sağlamayan, çocuğun gelişimini ve varlığını  sağlayacak siyasal, sosyal, ekonomik, kültürel, eğitsel her türlü koşulu oluşturmayan toplumsal yapı, sorumlu! 

- İnsan haklarının -çocuklar için gerektirdiklerinden türetilmiş olan- çocuk haklarının (Anayasa, ilgili uluslararası çocuk hakları sözleşmeleri, Türk Ceza Kanunu, Çocukları Koruma Kanunu ve ilgili kanunlar) sürekli ve sistematik ihlalini oluşturan böylesi anlayışlar ve onların yansıması olan suçların, etkin, tarafsız ve bağımsız şekilde soruşturma ve kovuşturmasının yapılmasına,  yargılamanın şeffaf ve adil gerçekleşmesine gölge düşürenler, "küçüğün rızası" ve benzeri gibi, hukuken ve ahlaken kabulü imkansız, meşru ve yasal olmayan, yaşamın olağan akışına da aykırı sebeplerle, hukuka, hukukun gerçekleştirmeyi amaç edindiği bireysel ve toplumsal ahlaki ve vicdani ölçüt olarak “adalet” değerine, hakkaniyet ölçütüne aykırı olarak bu suçların cezasız bırakılmasına, toplumsal adalet ve vicdanın parçalanmasına yol açanlar, sorumlu. 

- Cinsiyet eşitliğine kör ve sağır duran yasalar sorumlu.

- Kışkırtılmış ve uyguladığı her şiddet, dinsel söylemlerle kutsanmış "erk’eklik kültürü" sorumlu.

- İradesi bastırılmış ve biat etme kapasitesi erdemle özdeşleştirilmiş "kadınlık kültürü" sorumlu!

- Süreç içerisindeki etap etap gerçekleştirilen uygulamalarla, içerik ve uygulamalarıyla belirli bir din anlayışı temelinde örgütlenmiş,  bir bütün olarak büyük ölçüde laik, bilimsel, nesnel, çoğulcu, karma ve kamusal niteliğini, ÇEDES ve benzeri uygulamalarla öğrencilerin, derslerin  camilere taşınması, Diyanet İşleri Başkanlığı ve tarikatlarla yapılan sayısız işbirliği protokolleri ile imamların, tarikat yöneticilerinin ana okullar dahil olmak üzere tüm okullarda derslere girebilmesi, değerler eğitimi vermesi ve  etkinlikler düzenlemesi ile mekânsal bütünlüğünü de kaybetmiş, şimdi de, "Türkiye Yüzyılı Maarif Modeli" adı altında uygulanmaya başlanacak müfredatı ile her dersin dinsel temelde anlatılacağı, dinselleştirilmiş ve bu temelde  toplumsal cinsiyet kurgusunu erkek üstünlüğü üzerine kuran bir eğitim sistemi, sorumlu.

Bu sistem, özellikle kız öğrencilerin okuldan uzaklaşmasını sağlayan 4+4+4 şeklindeki uygulamaları ve fırsat eşitsizliği nedeniyle kız çocuklarını çoğunlukla açık liselere, dolayısıyla evlenme koşullarına itiyor. (TÜİK verilerine göre; 2021'de, 15 yaşından küçük 118, 15-17 yaş aralığında 7 bin 176; 2022 de 15 yaşından küçük 147, 15-17 yaş aralığında 7 bin 42 çocuk doğum yapmış görünüyor. Resmi olmayan rakamlar ise çok daha fazla. Bu durum, kız çocuklarının eğitimden kopmakta olduğunu da ortaya koyuyor.) Erkek öğrencileri ise, piyasaya ucuz emek/işçi olarak sürecek Mesleki Eğitim Merkezlerine (MESEM) yönlendiriyor. (2023/24 eğitim öğretim döneminde MESEM kapsamında çalışırken 9 öğrencinin yaşamını kaybetmiş olmasına karşın, Bakanlık, Mesleki ve Teknik Eğitim Politikası Belgesi ile kapsamı genişletmeyi, ortaokul öğrencilerini kapsama almayı hedefliyor.)

 - Çocuk öldürümlerini giderek, "bir toplumsal olay değil de, adeta bir adi vaka, münferit bir olay" olarak aktaran siyasal iletişim dili, sorumlu!

- Bu öldürüm haberlerini "magazinleştiren" ve her türlü şiddet karşısında "kayıtsız bir tevekkül içinde" kalmanın, ahlaken de haklılaştırılabilir, hatta makbul toplumsal bir davranış olduğu yönünde algı yaratma amaçlı bir habercilik yapan, bu tür söylemler üreten yazılı/görsel medya da, sorumlu.

Şiddeti doğran yapıyı değiştirme sorumluluğu

Bu vahşet, doğrudan toplumsal yapı ve sistemin yarattığı tüm bu koşullara bağlı bir sonuçtur! 

Bu yapısal anlayış var oldukça; biyolojik, fiziksel, psikolojik, cinsel, duygusal, ekonomik olsun her türlü şiddet sorunsalı, ister çocuklara yönelik olsun ister kadınlara, ister hayvanlara; sosyokültürel, politik, sosyo-psikolojik, ekonomik, felsefi, hukuki, sağlık ve hatta hegemonik bağlamlarıyla, giderek daha da ağırlaşan, sistematik hale gelen bir hak ve halk sorunu olarak, var olmaya devam edecek. 

Sebuhi Quluzade’nin yerinde saptamasıyla: "Bir ülkede kadın ve çocuklar şiddet görüyor, öldürülüyorsa, o ülkenin geleceği de ölüyor demektir.”

Bizler, şiddet doğuran bu koşulları değiştirmediğimiz, insanı; yaşamı, kişi güvenliği ve dokunulmazlığı başta olmak üzere, tüm hakları ve özgürlükleriyle korumayı temel alan, laiklik temelinde (siyasal, hukuksal, eğitsel, sosyal, ekonomik, kültürel boyutlarıyla, üretim ve paylaşım ilişkileriyle) bir toplumsal yapı ve işleyiş oluşturmadığımız, böyle bir yapıyı kurumsallaştırmadığımız sürece, “geleceğin ölümünü” izlerken, "suskun, üzgün ve çaresiz sessizliğimiz" vicdan ve onurumuzu yaralamayı sürdürecek! 

*Hukukçu/Akademisyen                                      /././

Narin’lerin tek umudu…-Asaf Güven Aksel-

TKP kongre topladı, bir Narin’i daha elimizden alamasınlar diye, sosyalizmi kurma kararlılığını ilan etti. Umut buradadır.

Oktay Arayıcı’nın 1978’de sahnelenen “Bir Ölümün Toplumsal Anatomisi” adlı oyununun sunuş kısmında, “olayımız, konumuz geçmişte, ama oyunumuz gelecekte geçiyor; yani bir ayağımızla geçmişte bir ayağımızla gelecekteyiz; her ikisiyle birlikte günümüzdeyiz hem de” denir.

27 Mayıs’ın hemen ertesinde, “muhayyelleştirilmiş bir Diyarbakır ilçesinin, iki büyük aile arasında kan davası süren köyünde” işlenen ve intihar süsü verilen cinayetin anlatımı olan oyun, davar sürerken bir tepeye vurup köyünün ötesinin de olduğunu fark eden, askerde kentler gören, yazıyı söken, eline kitap alan, sinema perdesine bile bakan, büyük kentte işçilik yoluna koyulan ve “ne bana bir, ne komşuma iki” deyip, feodal aşiret düzenini, ağalığı, beyliği sorgulamaya başlayan Haydar’ın “ortadan kaldırılması”nı anlatır. Köydeki kan davasını durdurmanın yolunu karşılıklı kız alıp vermekte bulan ve bunu “aydın sorumluluğunu ifa etmek” gören Kaymakam nezdinde, “Ak Devrim” de mülkiyete, mülkiyet ilişkilerine dokunmamış ve “nifak olan” Haydar’ın öldürülmesini, bütün köyü ve iktidarı olayın intihar olduğuna ikna ederek örtmeyi seçmiştir. İkna olmaya dünden gönüllüdür hepsi.

“Behey zorba beyler zalim ağalar / Ben ölende dünya size mi kalır / Ölümüzün elbet sorusu olur”…

Ölümüzün elbet sorusu olur… Haydar’ın “koçaklama”sını sanki bir kız çocuğunun incecik sesinden duyuyoruz günlerdir. Narin Güran, “kan davası”nın bile mülkiyet ve çıkar ilişkilerine bağlandığı bir dünyanın kurbanı olarak bakıyor bize, ekranlardan, sayfalardan.  Sorusu var. Sekiz yıllık masumiyetin sorusu…

Bu sorunun ne olduğu konusu tartışmalıysa da, küçücük bir kızın öldürülmesi, medyasıyla, sosyal medyasıyla kamuoyunun gündemine oturdu. Ne ilkti oysa, ve eğer bu düzeni değiştiremezsek, maalesef ne de sonuncu olacaktı… İlk bakışta belki de vahşetin üzerindeki gizem perdesiydi uzun süreli ilginin ve infiale varan tepkilerin kaynağı. Ama Narin’in o el kadar tabutuna duvak örtülmesine karşı, mezarına oyuncaklar, okul malzemeleri taşınarak dışa vurulan öfke, bu kez sadece merakla sınırlı olmadığı izlenimi veriyordu. 

Ancak, soL Portal’ın “Medyanın Narin'le imtihanı: Gazeteciler kendilerini önemsemekten halkı unuttu” başlıklı değerlendirmesinde de gösterildiği gibi, duygu dozlu Müge Anlı dedektifliği, meselenin odağına kilitlenmekten çok daha cazip gelmişti “basına-yayına”. Ve toplumda öfkenin sönümlenmesinde, karartılmasında rol almayı, merak kaşımayı yeğledi birçoğu..

Narin’i öldüren kimdi? Neden öldürmüştü? Aydınlatılması gerekenlerin önem sıralaması bundan ibaretti. Amca, abi, anne, amcanın yardakçısı, işçisi…. “Yasak aşk”, toplu ensest, gönderildiği istismarcı Kur’an kursu, uyuşturucu ağı… Görmemesi gereken bir şeye tanıklık, borç-alacak, aileden Narin öldü, bari öldüreni kurtaralım, vs… Verilen tembihli ifadelerin bulanıklıkları ve hedef saptırıcılıkları, korkunun-çıkarın sessizlik yeminleri karşısında, elde edilebilecek ipuçlarının tümüyle ve belli ki kasıtlı karartılmasıyla, soruşturmacıların değişmesiyle, siyasi iktidarın dost kucağına sığınmayla, çıkmaza girilmişti. Muhtar ve ruhanî ve Don Vito’msu amca liderliğindeki ailenin malî nüfuz ve bilek gücü, 30 hanelik bir yerleşimdeki akıl almaz çapta rant, dinsel taassupla iç içe feodal yapı, aşiret töreleri, mecburen şöyle bir değinilmek zorunda kalınan, ama üzerinde durulmaması gereken, zülfüyâre dokunacağı sezilmiş mevzulardı. Toplumsal yapı, kültürel deformasyon, dinselleşme, çürümüşlük filan ne ilgilendirirdi ki soruşturmayı. Bunlar düzene, düzen iktidara varabilirdi aman.

Nitekim köyden/mahalleden canlı yayında gözlemler aktaran muhabir “Cumhuriyet Devrimi buralara uğramamış gibi” benzeri bir saptamayla söze başlayınca, stüdyodan anında uyarı geldi.  “Olayın kriminal boyutunda kalalım!” 

Kriminal boyut. Sekiz yaşında bir kızla aynı cümle içinde ha?

Katil mi arayacaksınız? Tamam. Agatha Christie'nin sevimsiz dedektifi Hercule Poirot, belki de en zor sınavını Doğu Ekspresi'nde işlenen cinayeti çözerken verir. Ortada öyle çok ipucu, öyle çok katil zanlısı vardır ki... Birbirleriyle hiç ilgileri yok gibi görünen ve her biri bir başkasını zanlı durumuna düşüren bu ipuçları, cinayet için yolcular arasında ortak bir neden aramaya iter dedektifi. Yolcular sorgulandıkça, gerek gizledikleri kimlik, gerek ortak paydaları belirmeye başlar. Ve sonuçta, gerçekten de tek bir katilin değil, aynı trende yolculuk yapan insanların topluca işlediği bir “intikam cinayeti” açığa çıkar...

“Doğu Ekspresi'nde Cinayet”in bir özelliği, yapılanın “hayırlı bir iş” olması nedeniyle, “yapanların” mazur görülmesidir. Bir ailenin küçük kızını fidye amaçlı kaçırıp öldüren adamın yıllar sonra cezalandırılmasıdır trende işlenen cinayet.

Pek paralellik yok tabii, romanda, küçük bir kızı öldüren “cezalandırılmıştır”, Narin, öldürülen küçük kızdır. Romanda katili “cezalandıranlar” suskun ortaktır, Narin’de katiller kenetlenmiştir. Soruşturmanın açmazları ise çok benzerdir. Ve orta yerdeki çıkarcı itaatin, kişiliksiz kul köleliğin etrafından dolananlar da bu labirentte debelenmeyi tercih etmektedir.

Güran ailesinin AKP hükümeti bildirisi gibi dış güçlerli, yüce dinimizli, “stratejik” basın açıklamasındaki ifadelerin enteresanlığı bile geçiştirilecektir, yine zülfüyâr korkusundan. 

Narin cinayetinin bilinmezleri er geç açığa çıkar, en azından bir “itirafçı” eliyle öyle düşünülmesi sağlanır. Kamuoyunun içinde hep bir şüphe kalacak olsa bile, dosya rafa kalkar. Ne zamana kadar? Yüzbinlerce çocuğumuzun başına gelenler tekrarlanana kadar. Bir Narin’in daha feodal töreler, cemaatler, tarikatlar eliyle güler yüzü soldurulana kadar.

AKP düzeninde dizginlerinden boşanmış, anne dizinden altı yaşındaki çocuğa kadar şehvette ve ahlaksızlıkta sınır tanımayan dinciliği bütün itaatkârlaştırmaya yönelik kulluk vaazlarıyla, tarikatlarıyla, cemaatleriyle, mütecaviz vakıflarıyla, Kur’an kurslarıyla, imam-hatipleriyle  birlikte ortak toplumsal yaşam alanlarından silkeleyip atmadan, feodalizmi, aşiret kültürünü tasfiye etmeden, bütün bunlara kol kanat gerip besleyen sermayeyle hesaplaşmadan, ortalıkta cirit atan organ mafyasından uyuşturucu tacirlerine çocuklarımızı tehdit eden cürufun kökünü kazımadan, Narin’e gelecek kuramayız.

Şeriatçılığın, dinsel taassubun, “ceberrut cumhuriyet”e karşı “sivil toplum gücü” olduğunu ilan eden, asıl köleciliği “zorla yurttaşlık bilinci aşılama” olarak tanımlayan, tarikatlara, cemaatlere RP’lere vakıflara özgürlük ve örgütlenme hakkı isteyen, başta Birikim tayfası, Belge’ler, Laçiner’ler olmak üzere Altan’larıyla, Hür’leriyle, Uras’larıyla bilumum, “liberal hain”lerin, AKP’yi, Erdoğan’ı “demokrasi kahramanı” yapan  Yetmez Ama Evet’çilerin ve peşlerine düşüp zihinsel gıdalarını oradan almayı sürdürenlerin de elindedir Narin’in kanı.

12 Eylül’ü “çıplak zor”dan, “baskı”dan ibaret görüp, işkencehanelerden daha zorlu direnç gerektiren bir ideolojik hegemonyayı, normalde “cirmi kadar” bir alanı olan liberalizmin kimlikçiliğinin, demokrasiciliğinin, “özgür ruh”unun, bireyciliğinin, “yarın soyut, sen somut bugünü kurtar”cılığının etkisi altına girerek “AKP eliyle cuntayla hesaplaşma” hayalleriyle içselleştirenler için de uyarıcı olmalıdır Narin’in cansız bedeni. Dünyayı değiştirme iradesiyle birlikte terk ettikleri Narin’lerdir.

Narin, çok iç yakan, can sıkan bir ölüm kuşkusuz. Kayıp, ölü, yaşamı karartılmış, yüzbinlerce çocuğumuz gibi… Ya umut?

Sentaks var, söz dizimi. Kronoloji var, zaman dizini. 

Cümle 1: Türkiye Komünist Partisi 14’üncü kongresini toplamıştı; Narin’in de cansız bedeni bulundu.
Cümle 2: Narin’in cansız bedeni bulundu; Türkiye Komünist Partisi de 14’üncü kongresini toplamıştı.

İki cümle arasındaki ilk bakışta görünmeyen farkı, sentaks yaratıyor. Her iki cümledeki noktalı virgülün yerinde, görünmeyen bir “ama” var bence. Bağlaç da değil, hafifçe edat olarak. Ve bu “ama”, vurguyu, esas olanı, kendisini izleyen cümle parçasına yöneltir.

Narin kızımızı öldürüp taassuba gömdüler. Ama TKP de o saatlerde kongre topladı, bir Narin’i daha elimizden alamasınlar diye, bu çürümüş düzeni yerle bir etme, çocukları kayalarla değil seksek taşlarıyla buluşturacak sosyalizmi kurma kararlılığını ilan etti. Umut buradadır.

Ve şimdi siz, hepiniz, bunu sahiplenmeye, bir emekçi cumhuriyetinin bağımsız, laik, âdil, asalaklardan arınmış, aydınlık ülkesinde, eşitliği paylaşan yurttaşlar olarak yaşayacağımız bir hayatı kurmaya gelin… Umut sizdedir.

“Günümüzde buluşan geçmiş ve gelecek” sözünü aktarmıştık oyundan. Bir ayağımız Diyarbakır Tavşantepe. Narin’i eskiyen, geçmişte kalması gereken ilişki ve inanç ağı öldürdü bugün. Bir ayağımız Cumhuriyet. Bugündeki gelecek sizsiniz. Kalkın ve kara-köhne geçmişi tarihe gömün, yepyeni bambaşka bir âlem kurun. O âlemde çocuklar hep güle oynaya büyüsün… 

“Bir Ölümün Toplumsal Anatomisi” bir ikilikle açılır. Onunla bitirelim.

“Acının vergisini verdik, gülün haracını ödedik / Hüznü demirbaş defterinden düşmeye geldi sıra”…                                        /././

Narin ve Köy Enstitüleri -Ayşe Şule Süzük-

"Narin’in annesi, babası, dedesi, nenesi ve daha önceki kuşak Cumhuriyet aydınlanmasını kırsala, köye, köy çocuklarına taşıyan Köy Enstitüleri ile buluşsalardı ne olurdu?"

Çocuklardan bir çocuk, 8 yaşında bir kız çocuğu olan Narin’in kayboluşu ve ertesinde yaşananlar bu ülkenin iyi, dürüst, vicdanlı ve onurlu insanları için ağır geldi. Çaresizlik içerisinde keder ve öfke ile bir kez daha bu karanlık sistemin yuttuğu minicik beden karşısında bocaladık. Elimiz ayağımız boşandı. Yapabileceklerimiz, yapamayacaklarımızın bunaltısına karıştı. Narin sembolleşti. Öldürülen, kaybedilen bütün çocukların çığlığını kattı sesine Narin… Fotoğraflarında neşe dolu bir çocuk görüyoruz, eminim bir an önce büyümek istiyordur o da yaşıtı diğer bütün çocuklar gibi. Oyun oynamayı, okula gitmeyi, arkadaşlarıyla şakalaşmayı seviyordur mutlaka. 

İşte Narin’e dair o haber şöyle başlamıştı: 

“Diyarbakır’ın Bağlar ilçesine bağlı Tavşantepe Mahallesi’ndeki evinden Kuran kursuna gitmek üzere çıkan Narin’den 21 Ağustos’tan sonra tam 19 gün haber alınamadı.” 

Başka kayıp çocuk vakaları gibi suskunlukla geçiştirilememesi, sümen altı edilememesinde duyarlı kamuoyunun etkisi büyük. Bugün 25. gün ve ne karanlıklar, ne oyunlar, ne aymazlıklar ve ne utanmazlıklar gördük ve duyduk. Bunlar çok konuşuldu, yazıldı, çizildi. Tekrarlamayayım.

Ancak kayıp duygusu, ellerimizden akıp giden hayatların omuzlarımıza yüklediği bu ağır yük altında ezilirken ve Narin’in pırıl pırıl bakışlarında köy enstitülerini düşündüm. Egemenlerin “kutsal aile” söylemlerinin nasıl da kadınları ve çocukları ezdiğini, cemaat-tarikat-sermaye ablukasına alınmış bir toplumun nasıl da içten içe çürüdüğünü, kendi kendini zehirlediğini bir kez daha idrak ettim. 

Narin’in pırıl pırıl bakışlarından süzülen yaşama sevinci başka bir hayata kapı aralayabilir miydi? 

Hayal edelim. 

İçinde bulunduğumuz zamanı, mekânı, maruz kaldığımız bu saçma ve çıldırmış düzeni unutarak hayal edelim. 

Cumhuriyet’in kuruluş yıllarını hatırlayalım. Oraya doğru bakalım. Narin’in annesi, babası, dedesi, nenesi ve daha önceki kuşak Cumhuriyet aydınlanmasını kırsala, köye, köy çocuklarına taşıyan Köy Enstitüleri ile buluşsalardı ne olurdu? 

“1944-1954 yılları arasında Diyarbakır'ın Ergani ilçesinde on yıl hizmet veren Dicle Köy Enstitüsü, bu süre zarfında başta Diyarbakır olmak üzere, bölge vilayetlerindeki köy çocuklarına eğitim hizmeti vermiştir.”

Baktım haritadan, Ergani ile Bağlar arası 71,4 km imiş. Altı üstü bir saatlik yol anlayacağınız.

Enstitüler 1940 yılında açılır, başta on dört yerde kurulan enstitüler 1954’e değin yirmi bire çıkar. Buralardan yirmi binin üzerinde öğretmen ve sağlık memuru yetiştirilir. Köy çocuklarına, öğrencilere kazandırılan beceriler arasında bisiklet ve motosiklet kullanma, mandolin ve ağız armoniği, flüt gibi bir müzik aleti çalma, yerel ve ulusal halk oyunlarını oynama, radyo ve gramofondan müzik parçaları dinleme yer alır, ayrıca yüzme, ata binme, dağa tırmanma, sandal, yelken, motorlu deniz araçları kullanma… 

Böyle uzar gider…

Enstitüler Cumhuriyet’in kuruluş ve yerleşme sürecini taçlandıracak bir eğitim modeli idi. Bir yandan da rejimi zorlayan başlıklarda halkla, kırsalla bağ kurmanın, yeni devletin gereksinimleri doğrultusunda yurttaşları ikna etmenin ve köklenmenin bir aracıydılar. Bu sistemsel ihtiyaç köy çocuklarının önünü açtı. Yolu enstitülerden geçen o çocuklar öyle güzel büyüdüler, öyle iyi, nitelikli, eşitlikçi ve beceri temelli bir eğitim aldılar ki Türkiye’nin 60’lardaki aydınlanmasında önemli paya sahip oldular. 

Göle maya enstitüler ile çalındı.  

Elbette geriye dönüp bakıldığında 1930’lı yıllar boyunca yoğunlaşan toprak reformu tartışmaları ile bunları hayata geçirmeye ve kırsaldaki yapısal ilişkileri dönüştürmeye dönük utangaçça hamleler başarılı olamadı. Bugüne uzanan ağalık sistemi; erkin toprak, siyaset ve para eliyle yerelliklerde yeniden üretilmesi baki kaldı. Mikro iktidar alanları ile büyük sisteme bağlanan yapı, kendi ağalarını üretti, kirli ilişkiler, karanlık oyunlar altında ezilen yazık ki yine “kimsesi” olmayan halk oldu. 

Yazık ki “kimsesizlerin kimsesi olma” yolculuğu kesintiye uğradığında çocuklarımız bu cinnet hâlinin kaybedenleri oluyor, hayatlar sönüyor. 

Narin’in annesi, anneannesi, babası, dedesi bir yerlerde eşitlikçi, nitelikli ve bilimsel bir eğitim alsalardı örneğin, tarikat-cemaat cenderesi yerine kendilerini geliştirecek, kendilerini üretecek, özgür kararlarını verebilecek toplumsal ve ekonomik ilişkilere sahip olsalardı, gökyüzünü konuşsalardı, şiir yazsalardı, çocuk doğursalar ve onları sevgiyle, güvenle, iyilikle yetiştirebilecekleri bir ülkede yaşasalardı mesela… 

Dere kenarında bir çuvalın içinde küçük bir kız çocuğunun işi ne? Kız çocuğunun mezarına gelinlik koymak ne anlama gelir örneğin? 

“Tavşantepe Mahallesi’nin muhtarı aynı zamanda Narin’in amcası olan Salim Güran ‘kasten öldürme’ ve ‘kişiyi hürriyetinden yoksun kılma’ şüpheleri ile tutuklandı.”

Hayalden, gerçeğe… Çok mu zor hakikaten, tersi ütopya mı?

Geçelim. 

Köy Enstitülerinin “dokunan yanar.” şeytanlaştırılması ile kapatılmasının üzerinden çok zaman geçti. 

Peki, köy okulları ne zaman ve niye kapatıldı? Çok uzak bir geçmiş değil köy okullarının kapatılması ile taşımalı sisteme geçilmesi. 

“1997 yılından bu yana 20 bine yakın köy okulu kapandı, milyonlarca öğrenci okullara taşındı. Türkiye'de 1989 yılından bu yana köy okulları kapatılıyor ve milyonlarca köy öğrencisi yıllardır uzaklardaki okullara taşınıyor.”

Neden?

Ne oluyor sonra? Annem sürekli ileniyor köy okullarını kapatanlara. Çalıştıkları köylerde nasıl o okulları var ettiklerini anlatıyor. Çocukları nasıl yetiştirdiklerini, gerici muhtarlarla, kıyıcı eşrafla nasıl da boğaz boğaza kavga ederek köy çocuklarına, öğrencilerine bir gelecek sunmak için ateşten öğretmenlik yaptıklarını.

“12 Eylül 1980 sonrası yavaş yavaş köy okulları kapatılmaya başlandı. 2000'lerde taşımalı eğitim adı altında köy ilkokullarının birçoğu kapatıldı. Okulsuz kalan köylerde öğretmenin yerini tarikat cemaat mensupları aldı.”

Binalar ahır olmuş, ağaçlar kesilmiş, sıralar kabarmış, dağılmış, lime lime “bir mendilin kanaması gibi” köy okulları. Narin gibi, sahipsiz… Bir dere kenarında kaybedilmeye çalışılan…

Ama umutluyum annemden. Millî eğitimi eline bir verseler ilk işi köy okullarını yeniden açmak olacak. 

Neden olmasın?

Anneme güveniyorum.

Keşke Narin’in de güvenebileceği bir annesi olsaydı.

                                                                  /././

Sahaflar Çarşısı(XXIII) | Dost biriktirme sanatı ve Remzi İnanç'ın kar altında gülleri -Özkan Öztaş-

Sahaflar Çarşısı'nda bu hafta Ankara'daki sahafların ve yayıncıların önemli hafızalarından bir olan Remzi İnanç'ı ve onun kitaplarındaki isimleri konuşuyoruz.

Dost olabilmek ya da dost kalabilmek, çürüyen bu düzenin ömrü uzadıkça artık daha meşakkatli bir şey haline geldi. Ancak Sahaflar Çarşısı'nda kitapsız dostluklara her zaman şüpheyle bakan bir kuşağın öyküsünü dinledik bugüne değin. Bu hafta da merkezinde bu dostlukların yer aldığı kitaplara ve bir isme bakacağız. Hayatındaki neredeyse tüm dostlukları ve tanışıklıkları bir kitap, bir kitabevi ya da yayınevi matbaasındaki rotatif seslerinin tıkırtısında cereyan etmiş bir ismi konuşacağız bu hafta: Remzi İnanç...

Bazı insanlar şanslıdır. Biriktirdikleri dostlarla, o dostların üretimlerine temas etmeleriyle ve anılarını paylaşmalarıyla özel bir yerde dururlar. Remzi İnanç da onlardan biri. İnanç'ın biriktirdiği dostlukları ve anılarında yazdığı isimleri yan yana koyunca sosyalist cenahın bir tür "aile albümü" ortaya çıkıyor desek yanlış olmaz. İşte Remzi İnanç o fotoğrafları çoğu zaman çeken kişi olduğu için birçok okur kendisini yeterince tanımıyor belki de. 

"Bu kadar dost bulmak, insan tanımak marifet değil tek başına. Esas marifet onlarla dost kalmayı sürdürebilmek ve bunu başarmak. Remzi abi işte bunu başarabilenlerimizden. Biraz da nasıl başarılır bunlar onu gösterdi kendisinden sonra gelenlere. Onun Zafer Çarşısı'ndaki kitabevi bir tür buluşma mekanı gibiydi. Devrimciler, aydınlar, yazarlar, arayışta olan genç üniversite öğrencileri eksik olmazdı burada. Kültür elçiliği gibi faaliyet gösteriyordu bu mekan. Bir dönemin Ankara'sında Remzi İnanç'a temas etmeyen yoktur o yüzden. Kendisi Ankara'nın önemli hafızlarından biridir" diye söze giriyor Yusuf Şaylan. 

Elinde bir torba kitap ve notlarıyla hazır yine Şaylan. Uzun zamandır aklından geçiyordu Remzi İnanç'ı konuşmak. "Sağlığı eskisi kadar iyi değil. Yaşı epey ilerledi. Ama bu yazı bence aydınlık bir gelecek için mücadele eden herkes adına bir görev niteliği taşıyor" diyor buluşmamızda. Bu sefer Ankara Kalesi'nde bir araya geliyoruz. Tarihi Pirinç Han'da oturup çaylarımızı söylüyoruz. Duvarda "Han Duvarları" şiiri asılı. Antikacılarda gramofon ve köstekli saatler bir de tütün ağızlıkları. Mekan Remzi İnanç'ı konuşmak için bir sahneye dönüşüyor sanki. 

Yusuf Şaylan kitapları ve notlarını masaya dizdikten sonra "Haydi başlayalım bakalım" diyor. Eline Remzi İnanç'ın Gün Gördüm Yüzler Gördüm kitabını alıyor ilkin ve gözlüklerini takıyor. 

Başlıyoruz. 

'Ey gördüklerini yazacak bellek, Soyluluğun şimdi kendini belli edecek'

Hafıza her zaman en önemli uğrağı oldu insanın. Hep burada bekledi ve hep burada soluklandı zor zamanlarında.

Dante, 1341 yılında ilk bölümünü yayınladığı İlahi Komedya eserinde bellek kavramına birçok gönderme yapar. Her seferinde de tarihsel sorumluluğunu hatırlatır. "Ademin oğulları" diye başlar metin. Ve dördüncü kantosunda "Ey gördüklerini yazacak bellek" diye bir uyarır kendini. 

İnsanlık tarihinin tekeri hep ileri doğru döndü ara sıra önüne taşlar değse de. Gün geldi soyluların tacları ve çanları yerle bir edildi. Yerine bir metne dayalı bağlılıklar ve var ettiği güzelliklerle anılan yaşamlar inşa ettik. Bizdeki yıkılmış olsa da cumhuriyet ve anayasa dedik adına. İşte bizim inşa ettiğimiz tarihin en önemli belleklerinden biri Remzi İnanç. Çünkü bu toprakların gelecek güzel günler için saçılmış her tohumunda hatırası ve tanıklıkları var. Ve aslında o uzun ömrü bu ülkenin de tarihi aynı zamanda.

Ortak Belleğimizdir Dostlar, Kar Altında Güller Var ve Gün Gördüm Yüzler Gördüm kitapları İnanç'ın hafızasından süzülen dostlukların hikayelerini işliyor. Meraklısı için tam bir hazine. Enver Gökçe'den Aziz Nesin'e, Ahmed Arif'ten Hasan Hüseyin Korkmazgil'e Muzaffer Erdost'tan Müşfik Kenter'e, Nâzım'ın hapishane arkadaşı ressam İbrahim Balaban'dan Aşık Veysel'e kadar birçok önemli isme temas etmiş Remzi İnanç. Bu isimlerin ilginç anılarını, çok bilinmeyen hikayelerini ve kendisinde bıraktıkları izleri kaleme almış eserlerinde. 

"Kar Altında Güller Var kitabında aslında aramızdan ayrılan aydın ve sanatçılardan bahsediyor. Ama hayat işte. Gün Gördüm Yüzler Gördüm kitabında ve Ortak Belleğimizdir Dostlar çalışmasında anlattığı isimlerin de birçoğu yaşamıyor artık." diye söze devam ediyor Yusuf Şaylan.

Gözlerini hafif kısıp bir harita inceliyor gibi düşünerek ve ekliyor: "İşte buralarda hemen Saman Pazarı'nın alt tarafı, ana caddelerde ve ara sokaklarda başladı Ankara'nın yayıncılık faaliyetleri. İlk merkezi Ulus'tur. Sonra şehir yukarı doğru ilerledikçe Kızılay'a kadar geldi. Zafer Çarşısı ikinci uğrağıdır. Yenişehir der eskiler buralara. Remzi abi Ulus'ta başlayan ilk yayıncılardandır. Sonra Zafer Çarşısı'ndaki yerini alır. Onun, Toplum Kitabevi aydın ocağı gibiydi adeta. Okuru, yazarı, çizeri, şairi eksik olmazdı mekanında. Ankara'nın en eski kitabevleri ve yayınevleri Zafer Çarşısı'nda toplanmıştı. Hatta küçük bir anekdot. Şimdi Ankara Kızılay Konur Sokak'ta Mimarlar Odası var ya hani. İşte onun altına ilk kez Dost Kitabevi açılırken gülmüştük. Yahu buraya kitapçı mı açılır, bunlar delirdi mi, Zafer Çarşısı varken kim gelir buraya diye. 1977 yılıydı sanırım. Adamlar ileri görüşlüymüş. Bizim de yayıncı olarak niye battığımız ve ticaretten anlamadığımızın da güzel göstergesi" diyor gülerek. 

Şaylan bugün iktidarın en çok ortak belleğimize saldırdığından söz ediyor diğer yandan. Değiştirdiği sokakların ve meydanların isimleriyle ve yeniden inşa etmeye çalıştıkları gerici adımları hatırlatıyor. "Hafıza ya da bellek... Adına ne dersen de. İnsanların birlikte hareket etmesini sağlayan referansları oluşturur. Yani bellek bir yanıyla örgütlü olmanın asgari şartıdır. Ya da başka bir deyişle yalnızca örgütlü olanlar hatırlar gerçekten bazı şeyleri" diyor. 

Remzi İnanç'ın kitaplarında tüm bu dönemin hem mekansal hem de düşünsel izlerine rastlamak mümkün. Bir de satır aralarında yer alan önemli detaylar var elbette. Bunlar İnanç'ın yazdığı metinleri daha da kıymetli hale getiriyor. 

'Devrimcinin edebiyatı, edebiyatın devrimcisi'

Türkiye'de ağaçların bile sola eğildiği zamanlardı diyor Yalçın Küçük bu dönemler için. Remzi İnanç işte bu dönemde, yani 1960'larda ve 70'lerde Ankara'da yayıncılık yapıyor. Bir de Zafer çarşısında Toplum Kitabevi var. Memleketin dört bir yanından Ankara'ya okumaya gelen öğrencilerin "Remzi abisi" o. "Sıkışırsan Toplum Kitabevine git orada Remzi abi vardır. İstediğin kitabı al yok demez" denilen öğrenciler ülkeyi değiştirmek ve eşit, özgür bir gelcek kurmak için mücadele edecekti. 

"1935'te Diyarbakır'da doğmuş Remzi abi. Ziya Gökalp Lisesi mezunu. Öğretmenleri de bir tuhaf arkadaş. Adamdaki şansa bak, ressam Turan Erol, Remzi abinin resim öğretmeni. Sonra ülkenin önmeli sosyologlarından Cavit Orhan Tütengil'e falan temas ediyor orada. Tam bir Diyarbakırlıdır Remzi abi bu arada. Kürt olmanın tüm marifetini taşır üzerinde" diye anlatıyor Yusuf Şaylan.

Nedir o marifet diye sorunca gülümseyerek devam ediyor söze "Bilmez misin işte? Kürtler bonkör millettir. Yoksulu ağadan yeğdir. Mesela bir yerde Remzi abi varsa çay parasını sen ödeyemezsin. Kalkar ve herkesin hesabını o öder"

Remzi İnanç, Toplum Kitabevi ile aynı ismi taşıyan Toplum Yayınları'nda birçok kitabı okurla buluşturur. İçlerinden bir tanesi de Hasan Hüseyin Korkmazgil'in "Temmuz Bildirisi" şiiri. Yusuf Şaylan kitabın ilk baskısını alıp gösteriyor. Yanında getirmiş.

İnanç, dönemin birçok ismi gibi 141-142'de yargılanmış. Meşhur komünizm davaları. Hatta o dönem o kadar fazla insan komünizm propagandası suçuyla yargılanır ki filmlere dahi konu olur bu. Kemal Sunal ve Şener Şen'in başrollerinde oynadıkları, senaryosunu İhsan Yüce'nin kaleme aldığı Atıf Yılmaz'ın Kibar Feyzo filminde köyün ağasının köylüleri tehdit ederken "Satarım bu köyü zaten 141-142 başsınız burada" ifadesi yine aynı kanun maddesine göndermedir. Remzi İnanç da komünizm kelimesinin dahi yasaklı olduğu yıllarda bu yüzden yargılanır, tutuklanır ve mahkum edilir. Hal böyle olunca da yine birçok isim gibi avukat Halit Çelenk yetişir derdine. Kaleme aldığı kitaplarında bu anıları anlatırken Halit Çelenk'in mahkeme salonunda bir avukat olmanın ötesinde bir opera sahnesinde gür sesli kahraman figürü gibi yaptığı savunmaları anlatır. 

                                        Toplum Yayınevi'nden çıkan kitaplardan bazı örnekler

"Öyle bir savunma yaptı ki artık içeri düşsem dahi gam yemem" diye anlatır bunları Remzi İnanç. Ve ekler "Hem dışarda hem içerde. İnsanı yalnız bırakmayan ve kendisini savunan bir avukatı olması ne büyük şans" diye. 

Yusuf Şaylan bu dönemi anlatırken "Devrimcilerin edebiyatla kurduğu bağ çok kuvvetliydi. Kitabevleri, yayınevleri devrimcilerin buluşma noktası gibiydi. O yüzden de faşistler o dönem Zafer Çarşısı'nı yakmışlardı bir kere. Hatta yanmış kitapları için Can Yücel, Remzi İnanç'a imza günü teklif ediyor. 'Gel Remzi bu yanmış kitapları imzalayıp satalım' diyor. Dayanışmayı görüyor musun? Şimdi hatırlarsın vaktiyle Kırşehir'in tek kitabevi sayılabilecek Gül Kitabevini yakmıştı yine gericiler ve faşistler. Benzer bir duyguyla hareket etti herkes. Yanmış kitapları satın almıştı Kırşehirliler. Biz de oradaydık. İşte o belleğin de kökleri derindedir.

O dönemler bir insanın elinde roman varsa devrimcidir, devrimciyse roman okur diye düşünürdü herkes. Burada roman yerine istediğin içeriği ekleyebilirsin. Sanat olur, edebiyat olur, teori olur. Ama illaki elinde kitap olur devrimcinin.

Tüm ayrıntılar çok önemli kitapta. Mesela Aziz Nesin'in avukatını anlattığı bir bölüm var dillere destan. Anlatılan herkes deve dişi gibi adamlar" diyor Yusuf Şaylan. Bu benzetme artık parola gibi aramızda. Yenili yutulur isimler değil bunlar. Her biri deve dişi gibi. Çok önemli isimler. Şaylan anlatırken yaptığı benzetmeleri memleket topraklarına dokundukça daha çok keyif alıyor konuşurken bunları. 

Zafer Çarşısı'nın faşistler tarafından yakılmasından söz ederken 2015 yılında Kırşehir'de yakılan Gül Kitabevi'ni hatırlatıyor Şaylan. Benzer dayanışmaların devam ettiğinin altınız çizerek. 

'Şiir okusa taksi şoförü? Yüzünde güller açar dışardaki insanlara başka bakardı'

Şaylan Remzi İnanç'ı anlatırken biraz huzursuz. Anlattığı her şey eksik kalıyor kaygısıyla kuruyor cümlelerini. "Hangisine değinsek diğeri eksik kalıyor. Her bir ayrıntı için saatlerce konuşabilirim" diyor. 

Ama Remzi İnanç'ın Cahit Külebi'yi hastanede ziyarete giderken taksi şoförü ile olan sohbetinin geçtiği bölümü açıyor kitaptan ve özellikle duruyor bu bölümde. "Boşa gitmiyor hiçbir şey" diyor üzerinde dura dura. 

Şair Cahit Külebi hastanede tedavi görürken taksiye atlıyor Remzi İnanç ve hastaneye gidiyor. Taksici ile sohbet ederken şoför de soruyor muhabbet olsun diye "Kimdir abi hayırdır yakının mı?" diye. Remzi İnanç da anlatıyor işte şairdir falanca kişi deyince taksici de meraklanıyor. "Ah be abi ne güzel şiirler romanlar falan. İnsan hep okusa keşke" diyor. Remzi İnanç "Okuyor musun peki sen?" diye sorunca taksici mahcup cevap veriyor. "Nerde be abi. Eve geldiğimizde pestilimiz çıkıyor" diyor. Bir şey diyemiyor Remzi İnanç hal böyle olunca tabi. 

Şaylan sözü burada alıyor. "Remzi İnanç burada iç geçiriyor aslında. Bu taksici bir de Cahit Külebi'nin şiirleri okusa diye düşünüyor. Nasıl da yüzünde güller açar, yoldan gelip geçene daha başka bakardı diye düşünüyor. Sonra hastaneye varınca da Cahit Külebi'yi uyurken buluyor. Rahatsız etmeyip dışarda bekliyor. Uyanınca içerdekiler gel abi diyorlar. Külebi ile selamlaşıyor geçmiş olsun diyor. Yanındaki gencecik insanlara da soruyor siz torunları mısınız bir ihtiyaç var mı diye. Çocuklar gülüyor. 'Yok abi biz torunları değil okurlarıyız' diyorlar."

Gözleri doluyor Şaylan'ın bu bölümü anlatırken. Daha bir sürü şey söylenebilir ama burada duruyor. Bazen söze söz eklemek sözün anlamını azaltıyor çünkü böylesi anlarda.

                                               Yusuf Şaylan ve Remzi İnanç

'TKP'nin tabelasını görsem ne çok sevineceğim, hademe bile olurum orada'

Remzi İnanç'ın hikayesini anlattığı kişilerden biri de Erdoğan Berktay (Başar)'dır. Kendisini Sosyalizm Sözlüğü/Kavramlar-Biyografiler kitabıyla tanıyoruz. Kitap 1965 yılında yayınlanıyor. Bu kitap nedeniyle de komünizm propagandasından, yani namı diğer 141'e 142'den yargılanıyor 

Erdoğan Berktay’a dair ayrıntılara Remzi İnanç'ın kitaplarında rastlıyoruz. Ortak Belleğimizdir Dostlar kitabında buraya dair ayrıntıları aktarırken İnanç, ilginç bir hikaye aktarır okurlara.

Erdoğan Berktay, İzmir’de serbest avukatlık yaptığı dönemde(10 Temmuz 1952’de) Türkiye Komünist Partisi’ne üye olmak savıyla tutuklanır. İki yıl mahkum kalır. Kitabı Remzi İnanç'ın kurduğu Toplum Yayınevi'nden yayınlanır. 

Remzi İnanç bir gün Kızılay'a doğru yürürken Erdoğan Berktay ile, Erdoğan başını kaldırır bir binaya doğru ve Remzi İnanç'la konuşmaya devam eder. Remzi İnanç bu anıyı şu sözlerle anlatıyor:

"Bu değerli yazar, çevirmen, düşünce ve eylem adamıyla Kızılay’da yürüyorduk. Birden durdu ve şöyle dedi, hiç unutmuyorum: 'Remzi Bey günün birinde şu karşıdaki binalardan birinin alnında Türkiye Komünist Partisi’nin tabelasını görsem ne çok sevineceğim… Orada bir süre hademe (çaycı mı demişti yoksa?) olarak bile çalışmaya razıyım."

Yusuf Şaylan burayı anlatırken susuyor bir an. "Biz yeni kuşak komünistler işte Erdoğan yoldaşın ve benzerlerinin mirasçısıyız. Bunun değerini bilmek, köklerimizin çok derinlerde olduğunu anlamak ve anlatmakla görevliyiz." diyerek tamamlıyor sözlerini. Biraz durup bir cümle daha ekliyor sözlerine. "Erdoğan Berktay'ın hayali olan şükür ki bize nasip oldu. Kapısına hademe dahi olunur bu mücadelenin" diyor ve gülümsüyor.

Derin bir nefes alıyor Şaylan. "Olmadı" diyor. "Bitiremedik Remzi abiyi. Kelimelere sığmıyor onu anlatmak." diye tamamlıyor sözlerini. 

Sahaflar Çarşısı'nın bu buluşmasının merkezinde "Gün Gördüm Yüzler Gördüm" kitabı durdu. Şaylan Remzi İnanç'ın Ortak Belleğimizdir Dostlar ve Kar Altında Güller Var kitaplarını okunacaklar arasına ekliyor ısrarla. Her biri önemli isimlerin ve önemli hatırların ayrıntılarıyla dolu eserler. 

"Bakar mısın? Kitap adeta yazarların ve şairlerin resmi geçidi gibi. Bir nümayişe çıkmışlar ve buluşmuşlar her biri bu kitapta. Bir de ayrıntılar. O isimlere dair en güzel ayrıntılar. Enver Gökçe'nin 'canım' diye seslenişi. Ve daha bir nicesi yer alıyor kitaplarında" diyor. 

Gözlüğünü çıkarıp koyuyor gözlük kabına. Kitapları yavaş yavaş topluyor. Gün ağarırken güneş yüzümüzü aydınlatıyor. Ulus'ta cumhuriyetin ilk yıllarına tanıklık etmiş binaların gölgesinden geçiyor ve vedalaşıyoruz. Bir sonraki hafta ülkenin bir başka aydınından söz etmek üzere ayrılıyoruz.

Kapak Resmi: Turan Erol                                      

(soL)

 


 





Hiç yorum yok:

Yorum Gönder