AKP'nin yeni müfredatı ve yeni ders kitapları (IV): Matematik -TKP’li Eğitim Emekçileri Müfredat Komisyonu-
TKP'li Eğitim Emekçileri Müfredat Komisyonu, yeni müfredata göre basılan ders kitaplarını sırasıyla mercek altına alıyor. Dosyanın bu bölümünde İlköğretim Matematik 5. sınıf ders kitabını inceliyoruz.
Milli Eğitim Bakanlığı tarafından "Türkiye Yüzyılı Maarif Modeli" adı altında kamuoyuyla paylaşılan yeni eğitim öğretim programının eleştirisini daha önce soL Haber Portalı'nda yayınlamıştık. Yeni müfredata uygun şekilde 1, 5 ve 9. sınıflar için yeni ders kitapları basıldı ve eğitim-öğretim yılının ilk haftasıyla birlikte okullarda öğrencilere dağıtıldı. Bugün kısaca İlköğretim Matematik 5. sınıf ders kitabını örneklerle inceleyeceğiz.
Verilen örneklerde bolca Türk-İslam sentezi vurgusuyla, milliyetçi ve dinci propaganda kendisini gösteriyor. Türk-İslam kültürü, AKP hükümetinin Yeni-Osmanlıcılık kılıfıyla dış siyasetini şekillendirdiği bir dönemde oldukça kullanışlı ve istismara açık bir alan olarak görünüyor. Bu ders kitaplarıyla önümüzdeki yıllarda eğitim-öğretim alacak 5. sınıf öğrencilerinin 10-11 yaş grubu olması oldukça vahim bir durum.
Bunun yanında ders kitaplarındaki yorumlardan anlaşıldığı kadarıyla Milli Eğitim Bakanlığı'nın çevrenin korunması ya da orman yangınları gibi konularda, tekil insanların suçlu olduğu şeklinde bir yaklaşımı var.
5.sınıf konularından “Algoritma” gibi yazılım sektöründe işlevsel olan bazı konulara ağırlık verilmiş olması da ayrıca piyasanın ihtiyaçları doğrultusunda bireyler yetiştirilmesi hedefiyle uyumluluk gösteriyor.
5.sınıf ders kitaplarındaki örneklerin bir kısmını inceleyelim:
5. sınıf 1. tema (1. kitap sf. 14)
5. sınıf 6. tema (2. kitap sf. 138)
Bu görsellere baktığımızda geometrik desenlere verilen örneklerde saray, cami, Osmanlı dönemi ve padişahlarla ilgili bilgilerin olduğu görülüyor.
5. sınıf 4. tema (2. kitap sf. 20)
Yukarıdaki görselde alışveriş fişiyle KDV’yi anlatan bir örnekte, vergi ödemenin vatandaşlık görevi olduğu anlatılıyor.
5. sınıf 4. tema (2. kitap sf. 31)
AKP'nin son dönemlerde yerli ve milli sermaye adına öne çıkardığı "TOGG" araçlarının hemen ardından, MEB 5. sınıf Matematik ders kitabında bu şekilde elektrikli araç reklamı yapılması politik bir tercih olarak karşımıza çıkıyor.
5. sınıf 5. tema (2. kitap sf. 74)
"Daha yeşil bir dünya için ne yapabiliriz?" başlıklı bir etkinlik. Fabrikalarda bütün sektörlerde ihtiyaç fazlası üretimlerin bu denli şiddetlendiği, nükleer santrallerin kullanıldığı, ülkelerin savaş sanayiilerini yarıştırdığı böylesi bir düzende 5. sınıf öğrencilerinin ağaç dikmesiyle daha yeşil bir dünyaya ulaşabileceğimiz düşüncesi, her zamanki gibi bütün sorumluluğu kişilere yükleyen kapitalist bir yaklaşımın sonucu ortaya çıkan bir düşünce.
5. sınıf 5. tema (2. kitap sf. 77)
Yukarıdaki görselde orman yangınlarına sebep olan 7 madde sıralanmış. Bu maddelerin tamamı insan hatası ya da dikkatsizliğiyle ilgili. Orman yangınlarının tekil insan hatası kaynaklı olmayanlarına değinilmemesi ya da orman yangınlarının "kontrol altına alınamaması"nın sebepleri göz ardı edilmiş. Bu bakış açısı hükümeti, halka ve halkın ortak kullanım alanlarına olan bütün sorumluluklarından azat ediyor.
5. sınıf 6. tema (2. kitap sf.149)
İşlemlerle Cebirsel Düşünme konusuna başlarken paragrafın ilk cümlesi: "İslam dünyasının en önemli matematikçilerinden biri olan Harezmi..."
Harezmi gibi ünlü bir matematikçi tanıtılırken böyle bir giriş cümlesi ile başlanması, siyasal İslamcı bakış açısının bir ürünüdür.
Kısaca Milli Eğitim Bakanlığı’nın yeni eğitim-öğretim programı ile planlanan şeyin, AKP’nin ve Türkiye sermayesinin çıkarlarıyla uyumlu nesiller yetiştirmek olduğu anlaşılıyor. Bunu teşhir etmek önemlidir ancak dozu bu derece yükselmiş sistematik saldırı karşısında ortak bir mücadele örülmezse, bu eğitim öğretim programı ile karanlık zihniyetin her geçen gün daha da yükseleceği anlaşılıyor.
/././
AKP'nin yeni müfredatı ve yeni ders kitapları (III): Görgü Kuralları ve Nezaket -TKP’li Eğitim Emekçileri Müfredat Komisyonu-
TKP'li Eğitim Emekçileri Müfredat Komisyonu, yeni müfredata göre basılan ders kitaplarını sırasıyla mercek altına alıyor. Dosyanın üçüncü bölümünde Görgü Kuralları ve Nezaket kitabını inceliyoruz.Okulların açılmasıyla birlikte Milli Eğitim Bakanlığı’nın yeni müfredat programı doğrultusunda hazırladığı yeni ders kitapları öğrencilere dağıtıldı.
Ders kitapları incelendiğinde, bilimsel bilginin azaltıldığı, konuların etkinliklerle sunulduğu, basitleştirme adı altında özellikle ana derslerin içinin boşaltıldığı görünüyor. Yeni müfredata uygun olarak basılmış ve okullarda dağıtılan ders kitaplarını sırasıyla mercek altına alacağız.
Bu yazıda 5'inci sınıflara seçmeli olarak verilen Görgü Kuralları ve Nezaket dersinin kitabını inceleyeceğiz.
Görgü Kuralları dersi 2023-2024 eğitim öğretim yılında ders çizelgesine eklenirken hedef kazanımları Kasım ayındaki ara tatile yetişebilmişti. Kitapları ise 2024-2025 eğitim öğretim yılı için okullara iletildi.
Ders toplamda 4 üniteden oluşmaktadır. İlk ünite olarak Görgü ve Nezaket ünitesi olarak belirlenmiştir. Bu ünite temel kavramların tanımı ile başlamakta.
Bakanlık 'sükût eden öğrenci' istiyor
Ünite içinde nezaket, görgü, saygı, zarafet, sabır, hürmet, edep, terbiye, sevgi kavramları açıklanmakta. Bunlar arasında "rikkat" kavramı dikkat çekiyor. Kavram, ‘"bireyin ince, nazik davranışlarda bulunması’" olarak ifade edilmektedir. Açıklama "savaş koşullarında insanı düşünmek onlara maddi ve manevi olarak destek" şeklinde devam etmekte. Rikkat bilinen bir kavram değildir. Bunun tercih edilmesi ve açıklamayı derinleştirmek için kurulan cümle ünitenin içeriğine uygun değilken özellikle tercih edildiği görülmektedir. Bu kavram ve açıklama AKP'nin dış politikasının eğitim alanına bir yansıması olarak düşünülebilir.
Aile bireylerinin birbirine iyi dileklerini ifade etmek için ‘"Hayırlı sabahlar, Günaydın, Sabah şerifleriniz hayırlı olsun" kavramlarının örneklendiğini görüyoruz.
Yine 19. sayfanın sonunda ise sükût, incelik, edep ve zarafet kavramlarını içeren bir kompozisyon yazılması isteniyor. Sükût kelimesinin Türkçe karşılığı ise susmak ve sessizlik olarak ifade ediliyor. Sessizlik derken sınıftaki sessizlikten söz edilmediği açıktır. Öğrencilere fikirlerini özgürce konuşacağı bir ortam sunmayı hedef haline getirmek yerine sessizliğin önemli olduğu vurgusu yapılmaktadır. Araştıran, sorgulayan ve düşüncelerini ifade edebilen öğrenciler yetiştirmek için hedef davranışlar kitapta övülen davranışlar değildir. AKP’nin tasarladığı toplumu yaratabilmek için Bakanlık sükût eden bir öğrenci modelini yaratan kompozisyon yazılmasını istenmiştir. Edep sözcüğünün bu ödev için seçilmiş olması da bu durumu açıklamaktadır.
Evrensel ahlakın yerini İslam ahlakı aldı
Ahlak kavramı Kuran ve peygamberlerden örnekler verilerek açıklanmış. Ahlak kavramının evrensel kazanılmış ilkeler üzerinden tarif edilmesi gerekirken bu müfredat içinde dini metinler üzerinden işleniyor. Ahlaklı bireyler yetiştirmek için İslamın ahlak anlayışına yaslanılması şaşırtıcı değildir.
Temizlik ve kişisel bakım kavramı yine "imanın yarısıdır" ifadesi ile açıklanmaktadır. Abdest almanın beden temizliğini sağladığı gibi kalbin kötü duygu ve düşüncelerden arındırılmasını da yardımcı olduğu ifade edilmiştir.
"Anne ve baba hakkı" etkinliğinde Kuran'dan bir ayet örneği verilerek ayetteki içeriğin ne anlatmak istediği ile ilgili boşluğun doldurulması istenmiştir.
Kaynakça: Kuran
Yine akrabaların yanında olmak paragrafında İslam dininin akrabalık ilişkilerine verdiği önem örneklerle anlatılmıştır.
İyilik kavramını "Sılayırahim" kavramı ile açıklanarak yine Kuran'dan örneklerle güçlendirilmiştir.
İsraf etmemek, helal kazanç, misafirperverlik, selam vermek, kaynakları verimli kullanmak gibi birçok kavram açıklanırken anlatım dini bir içerikle yapılmıştır.
Görgü ve Nezaket dersi içeriği elimize kitapların geçmesi ile daha somut hale gelmişken, Milli Eğitim Bakanı Yusuf Tekin'in ahlaktan ve nezaketten ne anladığını da ortaya koymaktadır.
Dini argümanlar bir tarafa, AKP'nin nasıl bir insan modeli oluşturmaya çalıştığının en yoğun örneklerini bu kitapta görebiliyoruz. Sükût içinde bulunan, ahlakı ve edebi İslamın kurallarına göre öğrenen, bu kurallar doğrultusunda yaşayan insanlar yetiştirmek için bu dersin oluşturulduğu açıkça görülmektedir.
Dersin içeriği ve bu içerik doğrultusunda yazılan ders kitabı ne eğitime ne evrensel tanımlara ne de öğrencilerin yaş grubuna uygundur. Bu kitabın hedeflediğinin aksine düşünen, konuşan, dayanışan, hesap soran, hakkını arayan ve 8 yaşında hayattan koparılan kardeşlerinin yaşam hakkını savunan bireyler yetiştirmek eğitimin temel görevi olmalıdır.
/././
Kuzey kutbunda saat kaç? -Anıl Çınar-
Yeni Osmanlı da ne yenidir ne de Osmanlıdır ama Yeni Osmanlıdır ve bu gerçektir. Böyle bir Yeni Osmanlı’nın simgesinin Orhan Pamuk olmasıysa hiç şaşırtıcı değildir.
Orhan Pamuk'un Masumiyet Müzesi romanının diziye uyarlanacağını duyduğumda ilk düşüncem “tesadüf değildir” olmuştu.
Orhan Pamuk’un kim olduğunu iyi biliyorduk, romanını da. Dizinin senaristinin Samanyolu TV’de kariyer yapmış bir isim olması ise herhalde “hayatın ne kadar renkli olduğunu” göstermiyordu bize.
Orhan Pamuk bir NATO tetikçisiydi. 2012 yılının Aralık ayında birkaç isimle birlikte yayınladığı mektupta Suriye’yi tehdit ediyor, Esad’a “sonun Kaddafi gibi olur” diyor, emperyalist devletleri göreve çağırıyordu.
Yeni Osmanlıcılığın parlama anıydı 2012 dönemeci.
Aslında Pamuk her zaman bu kadar cüretli değildi. Pamuk asıl yeteneğini Osmanlı özlemini Batılı renklerle yeniden yeşertirken gösteriyordu. Masumiyet Müzesi de aynı temanın takipçisiydi. Orhan Pamuk “Doğulu bir Batılıydı” ve bunun bu topraklarda tek bir anlamı olabiliyordu: Osmanlıcılık.
Hatırlayacaksınız, yine aynı platformda yayınlanan “Bir Başkadır” dizisi de “Yeni Türkiye”nin makul ortalamacılığını salık veriyordu. O zamanlar Millet İttifakı’nda cisimleşen bu uzlaşmacılık ve normalleşmecilik ile dizinin mesajı tesadüf olamayacak kadar örtüşüyordu.
Şimdi böyle bir ittifak yok ama uzlaşmacılığa ve makulu yakalama arayışına Türkiye’nin geleceğinde elbette bir yer var. Yeni Osmanlıcılık bu arayışın cisimleştiği bir kavram.
Aslında, geçtiğimiz yılın ekranlardaki ürünlerinde de bunu görmek mümkündü. Tarikat dizisine de baksanız polis dizisine de, aşırılıklarından arındırılmış bir orta yol görmeniz hiç de zor değil.
Ama keşke her şey Orhan Pamuk’tan ibaret olsaydı.
Pamuk’un ve kitabını basan İletişim Yayınları’nın Türkiye’de hangi misyonu üstlendiğini anlatırdık ve konu kapanırdı. Oysa, hayatta böylesine tesadüflere yer olmadığını bize hatırlatan şey çok daha kapsamlı bir sorundan kaynaklanıyor.
Türkiye aydını oldukça uzun bir süreyi kendi evinin neresi olduğunu anlamaya çalışmakla geçirdi. Batı neydi, Doğu neydi. Batılılaşma ne demekti, bize ne kadar iyi gelecekti. En uygun formülü yakalamak için hangisinden ne kadarını kullanmak gerekirdi…
Benzer tartışmalar Rusya’da da yapılmıştı. Rus aydını kendi sonrasına olgunlaşmış bir tartışma devrederken bizlere de zenginliğinin ispatı olan eserler bırakmıştı.
Ancak asıl önemlisi Rus devrimiydi. 1917 ile birlikte kurulan yeni düzen Rusya’ya ve daha geniş bir coğrafyaya bir çıkış yolu sunmuştu. Her soruyu yanıtlamamıştı kuşkusuz fakat arada kalmışlığa son vermiş, bir ülkenin kaderinin nasıl çizileceğine dair tartışmaya nokta koymuş, Çernişevski’yi haklı çıkarmıştı.
Sovyet düzeni, Çarlık’ın emperyal ihtiraslarını da boşa düşürmüş ve Sovyet ülkesi Türkiye’de Cumhuriyetin önünü açmıştı. Tarihte bir devrim diğer devrimi beslemiş ve bugün bizim yurdumuz olarak kodladığımız toprak parçası gerçeklik kazanabilmişti.
Ve unutmayalım Balkanları, İstanbul’u kendi egemenlik alanı olarak gören, “Türkler Ortodokslara zulüm ediyor” diyerek Boğazlar’da hak iddia eden Rus Çarlığı değildi yalnızca. Rusya sosyalizme doğru yol almasaydı, “Çanakkale Boğazı'nın Milyukov’u” lakabıyla bilinen Pavel Milyukov’un burjuva Rusyası olacaktı konuşulacak olan.
Bizdeyse aşağı yukarı Tanzimat ile birlikte başlayan tartışma tam da bu eksiklik nedeniyle kapanamıyordu. Osmanlı çıkışsızdı, Batıysa ilerideydi. Batı kötücüldü, Osmanlıysa dingin ve huzurluydu. Osmanlı koruyup kollayıcı Batıysa tahripkar ve çatışmacıydı.
Cumhuriyet’in ilk kuşak aydını bunu bakiye olarak almıştı. Yeni düzene güvenmek istiyordu ama yeni düzen bazen son derece düzleyiciyken bazense son derece ortalamacı olabiliyordu. Arada kalan aydın kendini evinde hissedemediği oranda Osmanlı’ya bakma ihtiyacı hissetti.
Türkiye’nin aydını saatini ayarlamakta güçlük çekiyordu. Ahmet Hamdi Tanpınar’dan Kemal Tahir’e ve bugüne uzanan bir izlekten bahsediyoruz. Öte yandan, nasıl 1960’ların açtığı sınıfsal pencere başka bir yol sunabildiyse bugün o yolun yokluğu ve üzerine gelen AKP Türkiyesi de eski izleğin nasıl canlı tutulduğunu bize ispatlıyordu.
Osmanlı münevveri “Düvel-i Muazzama”dan korkuyordu ama onsuz da yapamıyordu. Osmanlı’nın travmasında kendi güçsüzlüğüyle bir zamanlarki ihtişamı tuhaf bir çelişki oluşturuyordu.
Doğan Avcıoğlu “Devrimciliğe en aşırı şekilde düşman olan Abdülhamit devri, Batıcılığın en aşırılaştığı zamandır. Batılılar Atatürk dönemini Batıcılık düşmanlığı, Menderes dönemini ise Batıcılık sevgisi dönemi olarak anlarlar” derken benzer bir çelişkinin sonuçlarına işaret ediyordu.
Yani sorun “aydın”dan ibaret değildi. Türkiye’nin geleceğinin bir tarafta “Batıcılar” ve diğer tarafta “Milliciler” gibi kısır bir rekabete hapsedilmesi aynı çelişkinin yeni suretlerle kabarmasıyla ilgiliydi. Ama bu sefer emperyal vizyonla: Nereye kadar Batıyla, nereden sonra “Batıya rağmen”.
Bir devrimle yeni bir düzen kurulana kadar da bu böyle devam edecek. O ana kadar, tıpkı Kuzey Kutbunda olduğu gibi, herkes istediği saati söyleyebilecek.
Demek ki bu sefer sorun “evini kaybeden”, “Osmanlı mı Cumhuriyet mi?” diye sancı çeken ve Osmanlı-Cumhuriyet sentezinde tercih yapamayan aydının travması değil. Bugün sorun bir tür rövanş anlamına gelen Yeni Osmanlıcılığa insani ve estetik bir kılıf kazandırmakla ilgili.
Şanlı geçmişinden uzaklaştırılan; Balkanlardan, Kafkaslardan ve Orta Doğu’dan kopartılıp atılan bir devletin geri dönüşü…
Önce milliyetçilik, sonra sermaye ve sınıf savaşımıyla, devrimle kapısı çalınan ve huzurundan edilen Osmanlılığın geri dönüşü…
Kemalizmin Batılılaşma hamlesiyle kendi olmaktan uzaklaşan bir toplumun kendi kimliğini bulma arayışı…
Rövanşizm her zaman Hitler'in, Mussolini’nin sözlerindeki gibi vücuda gelmek zorunda değil. Yeni Osmanlı da, Osmanlı Devleti’ndeki haliyle ortaya çıkmak zorunda değil.
Voltaire, “Kutsal Roma İmparatorluğu ne kutsaldı, ne Romalıydı ne de imparatorluktu” demişti. Yeni Osmanlı da ne yenidir ne de Osmanlıdır ama Yeni Osmanlıdır ve bu gerçektir.
Böyle bir Yeni Osmanlı’nın simgesinin Orhan Pamuk olmasıysa hiç şaşırtıcı değildir.
/././
Uzun menzil, kısa vade, acil eylem...-Engin Solakoğlu-
Bu savaşın ve emperyalizmin diğer savaşlarının kaybedeni olmamak için Türkiye halkının öncelikle NATO’ya dur diyebilecek bir direnişi örgütlemesi gerekiyor.
Rusya-Ukrayna savaşının başlamasından bu yana 2,5 yıl geçti. Savaşın başlarında son derece haklı nedenlerle nefesimizi tutarak izlediğimiz gelişmeler bir süre sonra ilgimizi çekmez oldu ve ülkemizde “canlılığını” hiç yitirmeyen gündemin arka sıralarına itildi.
Oysa ilk günkü tehlike ne ise, şimdi de o var. Kuzeyimizde birbirini tüketen iki kardeş halk, kimi parmakların birkaç santim berisinde duran nükleer düğmeler, Karadeniz’de artan NATO tahkimatı.
O kadar yakınımızda olmasına karşın sağlıklı bilgi almakta zorlandığımız bir savaş bu. Yine de özet mahiyetinde şunları söyleyebiliriz:
*Çatışmalar birkaç ay öncesine kadar neredeyse sabitlenmiş bir cephede devam ediyordu.
*Ukrayna, ABD ve İngiltere başta olmak üzere NATO üyelerinde aldığı destekle denklemi kendi lehine değiştirmek için savaşı Rusya topraklarına yayma amaçlı saldırılar gerçekleştirmeye başladı.
*NATO ülkeleri arka arkaya F-16 uçaklarını Ukrayna’ya “bağışla”dılar.
*Bu uçakların havadaki Rus üstünlüğünü kayda değer biçimde değiştirdiğine dair bir izlenim almadık. Hatta F-16’lar cephe hattına sürüldükten sonra ilk kayıp da verildi.
*İlk F-16 kimi iddialara göre “dost ateşi” sonucu, başka bir deyişle Ukrayna savunması tarafından düşürüldü. Bu iddiayı güçlendiren en önemli gelişmelerden biri Ukrayna Hava Kuvvetleri Komutanı’nın görevden alınması oldu.
*Bu arada Rusya kendi topraklarına yönelik saldırıların ağırlık merkezi olduğunu değerlendirdiği Kharkiv’e doğru bir ileri harekât başlattı. Rus ilerlemesi çok sürmeden tıkandı.
*Diğer taraftan, Rusya’nın Donetsk yöresinde ilerlemesi devam ediyordu.
*Gözler Kharkiv’e çevriliyken 6 Ağustos sabahı Ukrayna birliklerinin Kursk bölgesinde Rus topraklarına sızdığı haberi geldi.
*Ukrayna ordusu Kursk kentine giremese de yörede bin kilometrekare civarında bir toprağı işgal etmeyi başardı.
*Aradan bir ay geçmesine karşın o işgal sürüyor. Rusya’nın saldırıya verdiği ilk karşılık Kursk ve komşusu Belgorod bölgelerinde “Terörle Mücadele Operasyonu” ilan etmek oldu.
*Rus kaynaklarının verdiği ve Ukrayna tarafından da doğrulanan bilgilere göre, Rusya bölgede Çeçen Özel Kuvvetleri’nin de katıldığı bir karşı saldırı başlattı ve Ukrayna birliklerinin denetimindeki 10 kadar yerleşim merkezini geri aldı.
Kursk saldırısının amacı belli. Ukrayna yönetimi, bir yandan savaşı Rus topraklarına sıçratarak Rus halkının tepkisini yönetime yöneltmesini sağlamak, bir yandan da “patronlarına” savaşa devam edebilecek gücü bulunduğunu göstermek, böylelikle askeri desteğin sürmesini güvenceye almak niyetinde. Öte yandan, Zelenski’nin olası bir müzakerede al-ver kozu olarak kullanmak için bir kısım Rus toprağını işgal ettiği tezi pek de anlamlı değil. Zira Rusya’nın o toprakları gerekli gördüğü anda geri almakta güçlük çekmeyeceği kesin.
Savaşın askeri cephesinde bunlar yaşanırken siyasi alanda da önemli gelişmeler yaşanıyor. Ukrayna bir süredir, ABD ve İngiltere’den aldığı uzun menzilli balistik füzeleri Rusya topraklarını hedef alacak şekilde kullanmak için Washington ve Londra nezdindeki girişimlerini sürdürüyor.
Rusya Kursk saldırısının arkasında Temmuz ayındaki NATO Zirvesi’nde alınan kararların bulunduğunu ileri sürüyor. Anımsayacak olursak, Washington’daki zirvede Ukrayna ordusunun NATO tarafından eğitilmesi ve donatılması karara bağlanmıştı. Böylelikle 2014 yılından beri Emperyalizmin terör ve savaş örgütü NATO’nun Ukrayna’ya karşı bir saldırı üssü olarak kullanacağını söyleyenlerin pek de yanılmadıkları ortaya çıkmıştı.
Aslında savaşın başından beri Batı kaynaklı bir propagandaya maruz kaldığımız açık. NATO’nun dünya ve Türkiye’deki ucuz megafonları ne dedilerse bir süre sonra yalan olduğu ortaya çıktı. İlk akla gelen iki örnek Boğaz’a gelen mayınlar hadisesi ve Kuzey Akım-2 boru hattına yapılan saldırı.
Savaşın ilk ayı dolarken Karadeniz’de “başıboş” dolaşan ve bir bölümü akıntılarla Türkiye’ye yaklaşan mayınlar haberiyle sarsıldık. Kuzeyimizde başlayan savaşın Türkiye bakımından vahim bir durum yarattığı kesindi ama bu mayınlar adeta o durumun metalik habercileriydi. NATO’nun sesi radyosu derhal yayına başladı. Mayınları Rusya saldı vs.. Eğer öyleyse bu dünyanın en mantıksız savaş eylemi olmalıydı ama ne gam parmaklar Moskova’yı işaret etmişti bir kere. Sonuçta İstanbul patlamadı ama başka bir şey oldu. Mayın bahanesi ABD ve onun uzantısı NATO’ya Karadeniz’e bulaşma vesilesi yarattı. Odessa limanına ABD aklıyla döşenen sonra da ne hikmetse bağımsızlıklarını ilan eden mayınların “arz ettiği tehlike” bahanesi üçü de NATO üyesi olan Romanya, Bulgaristan ve Türkiye’nin bir “Mayın Güvenliği Anlaşması” akdetmeleriyle sonuçlandı. Bu konuya dair çok daha bütünlüklü bir değerlendirmeyi Erhan Nalçacı’nın şu yazısında bulabilirsiniz. Konumuza dönersek, mayın hadisesinde Rusya’yı suçlayan çeneler ise herhangi bir özür veya düzeltme ihtiyacı duymadan başka yalanlar üretmeye devam ettiler
İkinci örneğimizi oluşturan Kuzey Akım-2 Rusya’nın AB’ye doğalgaz sevkiyatı için inşa ettiği boru hatlarından biriydi. 2022 yılının Eylül ayında bir dizi sabotaj sonucunda devre dışı kaldığında Emperyalizm hep bir ağızdan “Moskova yaptı” tezahüratı yapmış, böyle bir eylemin Rusya’nın hiçbir işine yaramayacağı aksine ABD’nin çıkarlarına hizmet edeceğini söyleyenler “Putin’ci” olmakla suçlanarak susturulmuşlardı. Aradan bir yıl geçti. “Rus sabotajı” diyenlerin sesleri duyulmaz oldu. Batı basınında bu kez sabotajdan Ukraynalı bir komando grubunun sorumlu olduğuna dair haberler çıkmaya başladı. Bir yıl önce atıp tutan, Rusya’yı teröristlikle suçlayan NATO ileri gelenleri lâl oldular. Türkiye’deki yetkili NATO satıcıları da elbette. Birkaç ay sonra bir baktık ki, olay hakkında adli soruşturma başlatan çiçeği burnunda NATO ülkesi İsveç dosyayı sessiz sedasız kapatıvermiş.
Tamam savaş öncelikle bir yanıltma zanaatidir ve ilk kurbanı da gerçeklerdir ama bu tür yalan katarlarına atlayıp halkı kaldırmaya çalışan NATO borazanlarının insan içine çıkamaz hale getirilmeleri gerekir.
Savaştaki son duruma dönelim. Rusya Devlet Başkanı Putin, iki gün önce televizyonda konuştu ve ABD ile İngiltere’nin Ukrayna’ya uzun menzilli füzelerini Rusya içindeki hedeflere yönelik olarak kullanma izni verecekleri yönündeki haberlere ilişkin olarak, bunun NATO üyelerinin Rusya ile doğrudan savaşa girdikleri anlamına geleceklerini söyledi.
Bu konu NATO üyeleri arasında da tartışılıyor. ABD bu konuda henüz bir netlik bulunmadığını duyururken, Kanada’nın renkli çoraplı Başbakanı Trudeau uzun menzilli füzelerin Rusya içinde kullanılmasına tam destek açıkladı. Almanya ise Başbakan Scholz’un ağzından şimdilik “o topa girmeyeceği” mealinde bir açıklama yaptı. Daha önce de birçok kez yazıldığı çizildiği üzere bu meselenin ardında da İngiliz parmağı bulunduğunu görmemek için kör olmak gerek. İngiltere’de yapılan genel seçimlerde iktidar partisi değişti ama İngiltere’nin Rusya bağlamında yangına körükle gitme siyaseti zerre kadar değişmedi. Milyonlarca kişinin yetersiz beslenmeyle boğuştuğu ve ancak sokak aralarında kurulan “gıda bankaları”ndan beslenebildiği İngiltere geçen hafta Ukrayna’ya yönelik 780 milyon dolarlık bir “yardım” paketi daha duyurdu. Başbakan Starmer ise 4 Eylül günü Biden’la yaptığı ikili görüşmede muhtemelen uzun menzilli füzelerin kullanımı konusunda ABD’li yetkililerin kararsızlığını kırmaya yönelik hamlelerini sürdürdü.
Bu arada sorunun kaynağını doğru tespit etmekte zorlanmayan Rusya İngiltere ile askeri alanda olmasa bile diplomatik alanda ciddi bir mücadele yürütüyor. Moskova son olarak Rusya’da görev yapan 6 İngiliz diplomatı casuslukla suçladı ve akreditasyonlarını iptal ettiğini duyurdu. Rusya’yı haftalar önce terk etmiş olan diplomatların fotoğrafları Rus Devlet televizyonunda da yayınlandı. Malum, kavgada yumruk sayılmıyor.
Ukraynalı ve Rus gençlerin patronların çıkarları için kırıldığı bu savaş başlı başına bir yanlışlık elbette ama bu savaşa karşı durmak salt ahlaki bir zorunluluğa indirgenebilecek kadar basit bir mesele değil.
Öncelikle savaşın evrildiği yön giderek daha da kaygı verici hale geliyor. Birkaç ay önce bu konuda bir yorumcunun sözleri hep aklımda: “İki taraf da birbirlerinin sağduyusuna biraz fazla güveniyorlar.” Yanlış anlaşılmasın, burada taraflardan kasıt ABD ve Rusya.
Rusya’nın ilânihaye bu yıpratma savaşına takılıp kalmayacağını, bir ara sert bir manevra yapabileceğini, Washington’daki kimi çevreler ile Londra’daki devlet aygıtının tamamının da Rusya’yı bu uçuruma itmek için ellerinden geleni yaptıklarını hesaba katmak gerekiyor. Bu yola girilirse Türkiye emekçilerinin kaybının ayçiçeği yağı fiyatının artmasının çok ötesinde olabileceğini de.
Bu savaşın ve emperyalizmin diğer savaşlarının kaybedeni olmamak için Türkiye halkının öncelikle NATO’ya dur diyebilecek bir direnişi örgütlemesi gerekiyor. İşte Türkiye Halk Temsilcileri Meclisi o yolu açıyor ve NATO’ya meydan okuyor. THTM İstanbul’dan İncirlik’e uzanan bir yürüyüş ve yan etkinliklerle direnişi ve barışı örgütlemeye çalışıyor. Ülkemizin savaşın ateşiyle kavrulmasını engellemek, salt Türkiye’nin değil, dünyanın da aydınlık geleceğine sahip çıkmak için bu çabaya omuz vermek zorunlu görünüyor.
Katılıp ses vermek ve memlekete sahip çıkmak elinizde!
/././
Sanat, siyaset ve propaganda bağlamında NATO’ya karşı sergi -Fide Lale Durak-
*Kapak Resmi: Sait Munzur (THTM'nin "NATO'ya ve Savaşa Karşı Sergisi"nden)"Elbette bu ses propagandiftir, siyasaldır ve aynı zamanda estetik bir dile sahiptir. Sınıflı toplumlar sürdüğü sürece başka da yol yoktur!"
13 Eylül’de Kadıköy Nazım Hikmet Kültür Merkezinde NATO’ya ve Emperyalist Savaşa Karşı karikatür ve resim sergisi açıldı. Sergi, Türkiye Halk Temsilcileri Meclisi’nin (THTM) siyasi çağrısına cevap veren sanatçıların katılımıyla oluştu. Dolayısıyla, sanatçıların sergiye katılımı en az çağrı metni kadar politik bir anlam taşıyordu. NATO’nun Türkiye’yi hangi koşullarda savaşa sürükleyebileceğini Erhan Nalçacı dün yazmıştı.
Ülkemiz açısından savaş gerçek bir olasılık olmasına rağmen ne siyasi partilerin ne de halkın yeterince gündemine girdiği söylenebilir. Her şeyi daha kolay kanıksadığımız bir dönemdeyiz belki, ama asıl sebep iktidarın ve genel olarak solun NATO’ya karşı olmaması ve Türkiye’nin bu siyasi tercihle yönetiliyor olması. Böyle kurak zamanlarda en çok sanatın yaratıcı muhalefetine ihtiyaç duyulur. Ancak sanat siyaset ilişkisi her zaman tartışmalı bir konudur. Bu sergi vesilesiyle sanat, siyaset ve propaganda arasındaki tartışmaya biz de dahil olalım.
Sanatın aşkın, yani her şeyin üstünde olduğunu söyleyenleri konu dışı bırakır ve her üretimin kaçınılmaz olarak, örtük bir bağlamda dahi olsa, siyasi olacağı gerçeğinden hareket edersek, modern dönemde sanat siyaset ilişkisine yönelik söylenen önemli ama dikkatli olmamızı gerektiren görüşlerle başlayabiliriz. Bu görüşlerden biri Adorno’ya aittir. Sanatın özerk olması gerektiğini savunan düşünür için sanat kapitalizmin sebep olduğu barbarlıktan insanlığı kurtaracak ve özgürleşmeyi sağlayacaktır. Aslında, kapitalist sistem içerisinde yabancılaşan ve öznelliğini kaybeden insanları uyandırmak için sanat bir araç olarak düşünüldüğünde Adorno haklı görülebilir, zaten sanat-toplum arasındaki ilişkiye diyalektik yaklaşmaktadır. Ancak Adorno’ya göre, kapitalist sistemde sanatın devrimci bir işleve kavuşabilmesi için özerk olmaktan başka çaresi yoktur. Ve doğal olarak bu, devrimci bir örgütlenme olasılığını dışarıda bırakır.
Sanatın bağımsız ve muhalif olması gerekliliği görüşü sadece kapitalist sistem için değil herhangi bir zamanda herhangi bir sistem için de tarafgirleri tarafından söylenir. Ve daha çok, SSCB’de (özellikle Stalin döneminde), sanatın baskı altında olduğu, bu yüzden sanatçıların muhalefet yapamadığı iddiasını temellendirmek için kullanılır. Bu görüşe göre, sanatın siyasetten bağımsız olabilen özerk bir alanı her daim korunmalı ve iktidarın görüşü sanat aracılığı ile eleştirilmelidir. Özellikle soğuk savaş dönemindeki liberal saldırının bir uzantısı olarak düşünebileceğimiz bu yaklaşım, sanatın her zaman özgür olması gerektiği ile güzellenir. Özerklik, bağımsızlık iyi hoş güzellemelerdir ama gelin görün ki 2014 yılında Akbank Sanat’ın 20. yılı adına düzenlenen serginin adı tesadüf olmayacak bir biçimde “Özerk ve Çok Güzel”dir. Küratörlüğünü ise adını Gülen cemaatinin Abant toplantılarından da bildiğimiz Hasan Bülent Kahraman yapmıştır.
Bir başka ele almamız gereken düşünür, özellikle estetik üzerine politik görüşleri kuvvetli olan Rancière olabilir. Rancière’ye göre, duyulur olanı görünür hale getirmek ve yeniden biçimlendirmek açısından sanatın ve siyasetin ortak bir yanı vardır. Bu açıdan ikisi birbirinden ayrı düşünülemez ve biri diğerine müdahale edemez çünkü neredeyse aynı araçlara sahip alanlardır. Belki de bazen aynı şeylerdir: siyasetin bir estetiği vardır ve tersinden estetiğin de siyaseti… Rancière’nin görüşleri, özellikle savaşın sosyal medyadan servis edildiği, Trump ya da Putin gibi başkanlar üzerinden bir “estetiğin” işlendiği, çeşitli ülkelerdeki First Lady’lerin “estetize” edildiği bir dünyada şüphesiz doğrudur. Bu görüşler Guy Debord’un Gösteri Toplumu kitabındaki şu sözlerle tamamlanır: “Toplumdaki gösteri, somut bir yabancılaşma imalâtına tekabül eder.”1 Ve çok doğrudur, toplumdaki şovlar arttıkça bireyin yabancılaşması da artmaktadır. Ancak Debord’un görüşleri şuraya kadar varır: “Stalinizm bizzat bürokratik sınıf içindeki terörün hükümranlığıdır.”2
Post Marksizm çok iyi tespitler yapar ama sonunda derdi bellidir: Marksizm iyidir, Lenin idare eder ama Stalin şeytandır. Çünkü Stalin dönemindeki sanat, sanat değil propagandadır. Halbuki propaganda sanatı esas ABD’de Soğuk Savaş ortamında şekillenmiştir. Modern Sanatın merkezinin New York’a geçmesiyle (ya da ünlü kitabın başlığındaki gibi “çalınmasıyla”) sanatta artan kiç (kitsch), Amerikan kültürünün pazarlanması için kullanılmıştır. Hatta devlet propagandası için kullanılan Soyut Dışavurumculuk ve en önemli temsilcisi Jackson Pollock tüm dünyaya ithali CIA’in sponsorluğunda gerçekleşmiştir. Bu sergiler “özgür sanat” ile damgalanırken, liberal ideolojinin dışında kalan her şey totalitarizm ile yaftalanmıştır.
Sonuçta yapılan şey siyasettir. Siyaset, sınıflar ortadan kalkmadığı için kendini imha etmemiş ve hiçbir şeyden de bağımsız olmamıştır. Liberal ideoloji, Stalin’e ve o dönemin sanatına düşmandır çünkü sanat da siyaset de o dönemde örgütlü bir şekilde yapılıyordu.
Şimdi şu soru sorulabilir: Stalin dönemindeki sanat iyi sanat mıydı? Bu soru talidir. Çünkü üretilen düşmanlık iyi ya da kötü sanata değil örgütlü sanata karşı üretilmiştir. Sonrasında post-Marksistlerin türettiği özerklik yaklaşımı, bu örgütlülükte delik açmayı amaçlamış ve başarmıştır. Tüm dünyada işçi sınıfı örgütsüz olduğu gibi sanat da sanatçı da örgütsüzdür. Aslında cümleyi şöyle düzeltmek gerekir: sanat ve sanatçı liberal ideoloji tarafından örgütlenmiştir.
Sona gelirken başa dönelim, THTM’nin “NATO’ya ve emperyalist savaşa karşı kaleminle, boyanla, fırçanla ses ver” çağrısına cevap üreten onlarca sanatçı bu yüzden çok önemlidir. Liberal ideolojinin her şeyi çürüttüğü, özgürlüğü sadece kendi ideolojisinin savunusuna eşitlediği bu dönemde buna karşı durmak, üstelik örgütlü bir biçimde karşı durmak umut veriyor. Elbette bu ses propagandiftir, siyasaldır ve aynı zamanda estetik bir dile sahiptir.
Sınıflı toplumlar sürdüğü sürece başka da yol yoktur!
/././
Ablukanın açtığı çatlaklar -Daniela Cabrera Monzón-
"Küba toplumunun yaşadığı tüm zorluklar sadece ablukadan kaynaklanmıyor” diyen Dışişleri Bakanı Parrilla, "ancak bunu kalkınmamızın önündeki başlıca engel olarak tanımlamamak doğru olmaz" diye ekledi.Marilín Peña Pérez, sekiz yaşından beri muzdarip olduğu akut miyopluk nedeniyle geçtiğimiz otuz yıl boyunca birçok ameliyat geçirdi. Martin Luther King Anıtı Merkezinde çalışan popüler eğitimci ve sosyolog Perez’in korneası artık içbükey değil, düzleşmiş durumda, ancak bu nedenle gereksinim duyduğu gelişmiş, özel ekipmanlara Küba erişemiyor, çünkü bu ekipmanlar yüksek oranda ABD teknolojisi içeriyor ve ülkeye satışı yasak.
Marilín, kesilmesi zor olan çok uzun silindirli gözlükler takmak zorunda. Ayrıca, geçirdiği çok sayıda ameliyatın bir sonucu olarak artık glokom -göz tansiyonu ÇN- hastalığı var ve göz tansiyonunu kontrol altında tutabilmek için damla formunda üç ilaca gereksinimi var. Bu ilaçlar, son yıllarda artık eczane ağımızda bulunamıyor, çünkü doğrudan ABD'den satın almanın imkansızlığına uzak pazarlardan tedarik etmenin yüksek maliyeti ve ablukanın ülkenin satın alma gücü üzerindeki kapsamlı olumsuz etkileri de eklendi.
Bu hikaye adanın her yerinde tekrarlanıyor. İsimler, yaşlar, çekilen acılar ve sektör bile değişiyor ama silinmez çatlak hala orada, Kübalıların yaşam koşullarına ve gelişimine sinmiş durumda.
***
ABD ablukasının 1 Mart 2023'ten 29 Şubat 2024'e kadar Küba'ya verdiği tahmini zarar yaklaşık 5 milyar 56,8 milyon dolardır ve bu rakamın bir önceki raporda bildirilen zarardan 189,8 milyon dolar daha fazla olduğu görülmektedir. Bu da yaklaşık olarak ayda 421 milyon dolardan fazla, günde 13,8 milyon dolardan fazla ve her bir saatlik abluka için 575.683 dolardan fazla zarar anlamına gelmektedir.
Söz konusu ABD politikasının altmış yılı aşkın bir sürede neden olduğu toplam zarar mevcut fiyatlarla yaklaşık 164 milyar 141,1 milyon dolardır. Doların uluslararası piyasada altının değeri karşısındaki seyri de hesaba katıldığında, ablukanın bir trilyon 499 milyar 710 milyon dolardan fazla bir zarara yol açtığı anlaşılmaktadır.
Siyasi Büro üyesi ve Küba Dışişleri Bakanı Bruno Rodríguez Parrilla, perşembe günü ulusal ve yabancı basına, tarihin en uzun ve en kapsamlı ablukasının yol açtığı zarara ilişkin güncellenmiş bir rapor sunarken abluka olmasaydı Küba'nın GSYH'sinin 2023 yılında yaklaşık yüzde 8 oranında büyüyebileceğinin tahmin edildiğini söyledi.
Bu veriler, Küba'nın ablukanın mahrum bıraktığı önemli kaynaklara erişebilmesi halinde, Küba gerçekliğinde mevcut zorlukların daha iyi ve daha kolay bir çözüme kavuşacağını ortaya koymaktadır.
Analiz kapsamındaki dönemde, ABD faaliyetleri Küba ekonomisinin ana gelir kaynaklarını belirlemeye ve bunları takip etmeye odaklanmıştır. Bu faaliyetler Helms-Burton Yasası hükümlerinin, sınır ötesi kapsamını düzenleyenler de dahil olmak üzere, katı bir şekilde uygulanmasını da içermektedir. Bu bağlamda, Küba halkı ve ekonomisi üzerinde çok büyük bir etkisi olan tek taraflı uygulamalar değişmeden kalırken, bu tek taraflı dayatmacı uygulamanın etkileri yeniden üretilip ağırlaştırılmıştır.
Dışişleri Bakanı, Beyaz Saray'daki hükümetin son adımları arasında Küba'nın terörle mücadelede tam işbirliği yapmayan bir devlet olarak damgalanmasına yönelik haksız uygulamanın Mayıs 2024'te durdurulmasının bulunduğunu belirtti. Bu nitelemenin bir başka iftira olduğunu, ancak pratikte bir etkisi olmadığını, zira tek taraflı baskıcı ekonomik yaptırımlar içermediğini söyledi. Başka bir deyişle, bu karar ne ablukanın bir parçasını oluşturan kısıtlamaların, ne de Karayip ülkesinin terörizme destek verdiği iddia edilen devletler listesinde yer almasıyla artan ek yaptırımların hafifletilmesi ya da kaldırılması anlamına geliyordu.
Bakan “Bu, Küba'nın bu listede yer almaya devam etmesini daha da kafa karıştırıcı ve haksız kılan sınırlı bir karardı” ifadelerini kullandı. Ayrıca, aynı ayın 28'inde ABD’nin özel sektöre yönelik ablukanın düzenleyici çerçevesinde yaptığı bazı değişikliklere ilişkin açıklamaların da bu politikanın temel yapısını değiştirmediğini savundu. Bugün ekonomiyi ve kamu hizmetlerini derinden etkileyen zorlayıcı yaptırımları ortadan kaldırmıyor ya da değiştirmiyorlar, daha ziyade “Küba toplumunu parçalama ve sivil sektörü cezalandırma hedefine cevap veriyorlar” dedi.
Rodríguez Parrilla, turizme yönelik saldırının, Küba'yı güvensiz bir ülke olarak tanımlamak için bir bahane olarak ABD diplomatlarına yönelik var olmayan sonik saldırı iddiasının, uluslararası tıbbi işbirliği anlaşmalarına yönelik baskıların ve benzerlerinin, toplumun artan ihtiyaçlarını karşılamak için gerekli gelirlerin elde edinilmesini engellemeyi amaçlayan mükemmelleştirilmiş bir tasarımın parçaları olduğunu belirtti.
ABD hükümeti, COVID-19 salgınının en kötü dönemini Kübalılara ek yaptırımlar uygulamak için kullandığında, ablukanın zalim ve soykırımcı doğasına ilişkin tüm şüpheleri ortadan kaldırdı: Solunum cihazları gibi ithal ürünlere yönelik yasağı güçlendirdi; Küba'nın virüse karşı geliştirdiği aşıların endüstriyel ölçekte yaygınlaşmasını etkileyen önlemler aldı ve üçüncü ülkelerden oksijen ithalatını engelleyecek kadar ileri gitti.
“Küba toplumunun yaşadığı tüm güçlükler sadece ablukadan kaynaklanmıyor” diyen Dışişleri Bakanı “ancak bunu kalkınmamızın önündeki başlıca engel olarak görmeyenler haksızlık etmiş olurlar. Çok daha müreffeh ve güçlü ekonomilere sahip olsa bile hiçbir ülke böylesine acımasız bir saldırganlıkla karşı karşıya bırakılamaz” dedi. Birleşmiş Milletler Genel Kurulu tarafından Küba'ya karşı uygulanan ekonomik, ticari ve mali ablukanın sona erdirilmesi gerektiğine dair kabul edilen otuzbir karara da yansımış olan, uluslararası toplumun bu hukuk dışı politikanın sona erdirilmesi yönündeki çağrısının, Oval Ofis tarafından görmezden gelinmesinin ve dikkate alınmamasının kabul edilemeyeceğini ekledi.
İnsanlık dışı bir politikanın sonuçları
Ocak 2021 ile Şubat 2024 arasında, yabancı bankalar tarafından, gıda, ilaç, yakıt, Ulusal Enerji Sistemi için yedek parça ve halk için temel tüketim mallarının satın alınmasına yönelik transferler de dahil olmak üzere, Kübalı kuruluşlara hizmet vermeyi reddeden toplam 1.064 işlem bildirilmiştir.
Geçtiğimiz dört yıl içinde ülkedeki cerrahi faaliyetler önemli ölçüde kısıtlanmış ve bu durum hizmet talebinde artışa yol açmıştır. Şubat 2024 sonunda 86.141 hastadan oluşan bir bekleme listesi oluşmuştur.
Raporlama döneminde, BM Gıda ve Tarım Örgütü (FAO), Porto Riko'daki bir tedarikçiden küçük çiftçiler için toplam 1,5 milyon dolar değerinde traktör satın alma girişiminde bulunmuş, ancak üretici, ablukanın caydırıcı etkisini yansıtan bir şekilde Küba'ya satış yapma riskini almamaya karar vermiştir.
2023-2024 öğretim yılı için 436.984 okul üniforması açığı olduğu bildirilmiştir. Küba devleti üretim maliyetinin yüzde 50'sini karşılamasına rağmen hammadde sıkıntısı ve ithal girdilerin uzak pazarlarda aranması nedeniyle fiyatlar dört ila beş kat artmıştır.
Birçok havayolu şirketi, düşük talep ve operasyonların ticari olarak sürdürülemezliğini gerekçe göstererek Küba'ya uçuşlarını iptal etmiştir. Hollanda ve Belçika'dan Varadero'ya uçuşları 2024/2025 kışında yeniden başlatmayacak olan tur operatörü Tui'nin durumu da böyledir.
Brascuba, sigara kapsülleri için gerekli hammaddenin temin edilememesi nedeniyle Rothman Fresh serisinden 50,8 milyon sigara üretimini durdurarak 1.491.800 ABD doları değerinde satış yapamamıştır.
En bilinenleri Zoom, Slack ve GitHub gibi iletişim sistemleri olmak üzere yazılım sistemlerinin büyük çoğunluğu Küba için engellenmiştir.
Kısıtlamalar Küba'daki çok sayıda özel girişimcinin, işletme sahibinin ve kooperatifin faaliyetlerini de önemli ölçüde etkilemiştir. 2023 yılında 685 KOBİ, işletme yönetiminde zarar kaydetmiş olup bu rakam toplamın yüzde 7,2'sini temsil etmektedir.
Yazar: Daniela Cabrera Monzón
Yayınlandığı yer: Granma
Yayın tarihi: 12 Eylül 2024
Çeviri: Aslıhan Çakaloğlu
"Küba Gerçeği", 2023 Şubat ayında Türkiye Komünist Partisi'nin (TKP) girişimiyle başlatılan bir yayın. Küba'da siyaset, ekonomi, yaşam, kültür gibi konularda Kübalı yazarların ürettiği makalelerin çevirilerini yayımlayan Küba Gerçeği'nde çıkan makaleler, soL'da da paylaşılıyor.
/././
Rexx’i arkamızda bırakırsak hafızamız hangi yönde kalacak? -İrem Yıldırım-
Buluşma noktası, son semt sinemalardan, Kadıköy'ün sembollerinden, çocukluk ve gençlik anılarımız yani Rexx Sineması. Hafızamızı yıkmak için bekleyen kepçelerse kapısında duruyor.Kadıköy’de bir yeri tarif etmenin kısa yolu, özellikle Anadolu yakasında oturanların gittiği ilk sinema, koskoca ilçede akla gelen ilk yerlerden biri: Rexx sineması.
Moda Caddesi’yle Bahariye Caddesi’ni birleştirir, Sakız Gülü Sokak ile Kadife Sokak’ın kesişimindedir. Bilmeyenin kaybolmaya çok meyilli olduğu sokaklara sahip Kadıköy’ün tüm sokakları ona çıkıyordu.
1800’lerin başında kilise, sonrasında Apollon Tiyatrosu.
13 Nisan 1922'de bir Türk kadın oyuncunun yani Afife Jale'nin ilk kez sahneye çıktığı yer.
Sonra sinemaya dönüşüyor, ismi de Hale oluyor.
Mülkiyeti Rum Ortodoks Vakfı’na ait, kiralamak için seçilenler ve işletenler Yordan Anas ve ailesi.
Rexx’in mimarı Maruf Önal, modern mimarinin simge isimlerinden.
Hale Sineması’nın yıkımının ardından kalan horasan harçlı duvarlara dokunmayan Önal, anılarla iç içe yaşadığımızı savunan bir anlayışa sahip.
Yapının ilk yıllarına ait fotoğraflar, giriş, fuaye ve salon. Kaynak: Sezginalp, Pınar. "Anıların Duvarlarıyla: Maruf Önal'ın Reks Sineması". www. mimarlikdergisi.com. (Erişim: 14 Eylül 2024)Ve sonunda ismi Reks oluyor takvimler 1962’yi gösterdiğinde. 1995’e kadar bekliyor “Rexx” ismini alabilmek için.
Yordan Anas’ın bu ismi vermesinin nedeni Paris’te görüp çok etkilendiği Grand Rex isimli sinema salonu.
O günden bugüne sayısız film, sayısız insan geliyor geçiyor. Rexx, Kadıköy’ün en büyük ikonlarından biri.
90 gün içerisinde bu hafıza mekanın yıkılmasına karar verildi, hem de bir sürü bilinmezlikle.
Maruf Önal’ın ilmek ilmek işlediği bu yapı ve hatıralarımız bilinmezliklerle birlikte yıkılacak.
Eskiden Rexx'in bahçesinde duran Afife Jale heykeli. Artık o bahçede yan mekanların masaları var, heykelse zarar görmemesi için Kadıköy Belediyesi tarafından depoya kaldırıldı.İstanbul’un son semt sinemalarından Rexx’in ‘Kültürel varlık olmadığına’ karar verildi İstanbul Kültür Varlıklarını Koruma Kurulu tarafından. Böylece yıkım isteği de onaylandı.
Kent kimliğine referans olan Rexx, sadece Kadıköy’ün değil İstanbul’un da simge mekanlarından. Hem kültürel bir nokta hem de buluşma durağıydı. 59 yıldır sinema olsa da hep İstanbul’un kültür-sanat hayatının belirleyici noktaları arasındaydı.
59 yıllık geçmişte yalnızca alternatif filmlere, film festivallerine ev sahipliği yapmadı; sinemanın önü sevgililerin ilk buluşmalarının, arkadaş sohbetlerinin uğrak noktasıydı.
Yıkılan yalnızca duvarlar değil, milyonlarca insanın hatırası da olacak. En önemlisi İstanbul’un kimliği bir kez daha eksiltilecek.
‘Kadıköy’ün kültür alanında önemli bir eksilme olur’
Kadıköy sahaflarıyla, sinemalarıyla, tiyatrolarıyla kültür merkezi olma özelliğini yıllardır taşıdı. Tıpkı Rexx gibi kapanan, yıkılan kültür mekanları Prof. Dr. Zeynep Suda’nın deyişiyle Kadıköy bölgesinde “soylulaşma”yla birlikte gerçekleşti.
Caddebostan ve Kalamış’taki açık hava sinemaları ya da Bahariye’deki sinema salonları onlardan geriye bir şey kalmadı. Yerlerini AVM sinemaları aldı.
Suda durumu kentsel yaşantımızda bir eksilme olarak değerlendirdi:
“Bu Kadıköy’ün kültür alanından bir eksilmeyi, azalmayı işaret ediyor. Rexx sineması koronadan önce de bir darbe geçirmişti. Büyük salonunu ikiye böldüler. O çok büyük bir hataydı. Salonların boyutlarını değiştirdiler, yeni ve küçük salonlar eklediler. Bu salonların yalıtımı yeterli değildi. Bu değişiklikler ekonomik nedenlerle yapıldı ama Kadıköy’ün de Beyoğlu’nun da büyük salonlara ihtiyacı vardı.”
Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın böyle yerlere maddi olarak destek vermesi görüşünde Suda. Ancak bu görüş, günümüz Türkiye’sinde ne kadar yapılabilir soru işareti.
Kadife Sokak’tan fotoğraf, 1996 öncesi. “Reks düğün salonu" olarak faaliyette olan mekân, 2000'lerin başında bara dönüştürülüyor. Kaynak: Sezginalp, Pınar. "Anıların Duvarlarıyla: Maruf Önal'ın Reks Sineması". www. mimarlikdergisi.com. (Erişim: 14 Eylül 2024)Anadolu Yakası'nda festival filmlerinin izlenmesi için uğrak noktalardan biri olan Rexx’in bir kültür merkezi olduğu vurgusunu yineledi:
“İstanbul gibi bir kentin kültür merkezi yalnızca Beyoğlu'nda olamaz. Kadıköy’ün de bir merkez kalması şart. Ayrıca Kartal’ın, Maltepe’nin, Bakırköy’ün yani başka yerlerin de merkezlere ihtiyacı var. Kadıköy böyle bir merkezdi, ancak giderek bu özelliğini kaybediyor.
Hem sanat filmlerini hem popüler vizyon filmlerini gösteren sinemalar vardı Kadıköy’de, onlar da bir bir kapandı. Son darbe de Rexx’in kapanması oldu.”
Kadıköy'e özgü mekanlar kapanıyor, vur-kaç mekanlar açılıyor
Suda, Rexx’in yıkılmasının Kadıköy’ün kültür ortamında büyük bir eksilme yaratacağını söyledi ve “Kültür hayatımıza darbe vuruyor” dedi.
2020 yılında Rexx'in kapatılmasına karar verildiği zaman Demirören Haber Ajansı'nın yaptığı çekimden.Binadaki yapısal problemlerin bir şekilde çözülmesinin de imkanı var. Yıkılan, güçlendirilen haliyle kültür merkezi ya da sinema olması gerektiğini savunan Suda şunları söyledi:
“Bu işleri serbest piyasaya bırakırsan kötü para iyi parayı yer ve giderek inşaat, yapılaşma ve AVM'ler ortaya çıkar. Kadıköy kültürel olarak o kadar değişiyor ki, sürekli yeni yeme-içme mekanları açılıyor. Mekanların hepsi geldin, tükettin, gittin mantığında. Kadıköy'e özgü, kültürel tonlarını içeren dükkanlar yerine sürekli vur-kaç mekanlar açılıyor.
Sinemaya gitmek kültürel bir faaliyettir. Oraya gidersin, iki-üç arkadaşını görürsün, filmle ilgili sohbet edersiniz. Bunu ortadan kaldırıyorlar. Biz hepimiz artık filmleri bilgisayardan izliyoruz. Aynı filmleri izlesek bile ayrı ayrı izlediğimiz için birbirimizle konuşmuyoruz bile. Dolayısıyla kültür alanında da tam bir tüketici durumuna düşüyoruz. Rexx gibi salonların ortadan kalkması kültürü de eksikleştiriyor. AVM’lerdeki sinemalar tüketim mekanları, oysa Rexx öyle değildi. Rexx’te sinemaya gitmek kültürel bir işti, ama şimdi her yer tüketim mekanlarına dönüyor yani kapitalizm mekanları deniyor bunlara.”
‘Rexx, Emek olmasın’
Yıllardır Kadıköy’de yaşayan mimar Barış Kaptanoğlu, “Emek Sineması’nın yıkılışına tanıklık ettim, Rexx’in başına da aynı şey gelsin istemiyorum” diyerek başladı söze.
“Soylulaşma denilen illet kentin pek çok noktasında yayıldı” itirazında bulunan Kaptoğlu, Yeldeğirmeni üzerinden örneklendirdi durumu. Sermayenin Yeldeğirmeni’nde mülk topladığını, kendi adamlarını yerleştirerek farklı bir sosyo-ekonomik ve kültürel ortama çevirmeye çalıştıklarını söyledi.
Eskiden Afife Jale heykelinin durduğu Rexx'in bahçesine dizilen bar sandalyeleri ve masaları. Çekim dünden.Örneğine Ali Suavi Sokağı’yla devam etti:
“Ali Suavi Sokağı mesela, küçük kabinetleri olan sanatçıların hat, takı, ebru vs. yaptığı yerler şimdi tamamen yeme-içme mekanlarına dönüştü. Rexx de bu durumdan nasibini alıyor.”
Hayao Miyazaki’nin yönetmeni olduğu Sprited Away filmindeki her şeyi yiyen “Yüzsüz” karakterine referans verdi Kaptanoğlu, “Yaşananlar, bu filmi hatırlatıyor bana” dedi.
Kaptonoğlu, Rexx’in bir dönem dünyanın her yerinde kurulan sinemalara verilen bir ad olduğunu da hatırlattı, “O dönemin yerini artık Netflix gibi platformlar aldı. Ama hafızanın koruması gerekliliği gibi mimari eserin korunması gerçekliği de var” dedi.
Yalnızca ‘ranta kurban gidiyor’ diyerek ucuzlaştırılmaması gerektiğini savunan Barış Kaptoğlu, bunun bir toplum mühendisliği sonucu olduğu görüşünde:
“Hafızayla derdi olan bir sermaye var, sermaye hafızayı bu yönde değiştirmek istiyor. Sırf parayla ilgili bir konu değil bu yüzden. Birçok ülkede Lübnan’da, İran’da olduğu gibi tıpkı.
30 Kasım 1962 Milliyet Haber Reks Sineması Kaynak: Milliyet Arşiv
Her şey göründüğü gibi değil sanki… bu bana rahatsızlık veriyor. Bu kadar göz önünde olan bir yerle ilgili kimsenin bilmediği şeyler yapılıyor olması tuhaf. Burası bir kamusal alan meselesi. Bir mülk sahibi olsa da kamusal alan olarak işletildi. Kamusal sorumluluğu var buranın. Kamusal alanın, yıkılacaksa bile yine kamusal alanda görünür bir şekilde yapılması lazım. Bilinirse eğer yenisi yapılırken de kimse elini kolunu sallayarak yapamaz.
Örneğin Demirören AVM gibi saçma sapan bir şey yapılmaz. Ne imara ne restorasyon tekniğine uyuyor. Ucube bir bina. Bunu da herkes biliyor ama kimse bu konuda ses yükseltemiyor. Rexx bari böyle olmasın; bilinsin, görülsün, takip edilsin, katılım yapılsın, proje için yarışma yapılsın… Bir hafızası oluşsun.”
“Rexx Emek gibi olmasın diyorsak yeterince sesin yükselmesine ihtiyaç var" diyen üç mimar kendi paylarına düşenin peşine düşerek bir araya gelip bir çalışma düzenledi.
İllüstrasyonlarla Rexx’in bizler için neyi ifade ettiğini çizime döktüler.
İlk çalışmanın çizeri mimar Gülcihan Yalnız. “Rexx hisleri, ruhu, renkleri olan bir özne olsaydı nasıl olurdu?” sorusuna yanıt aradığını söyledi.
Çizer: Gülcihan Yalnız
Yalnız çalışmasını şöyle anlattı:
“Rexx bizim için ruhu ve karakteri olan bir özne gibi, şahsiyete bürünen bir yer gibi. Hem mimari okumalardan hem de insanların hayat deneyimlerinden ‘nasıl bir karakteri var’ sorusunun yanıtını çıkarmaya çalıştım. İllüstrasyon bunun bir sonucu gibi değil de yöntemini ortaya çıkardı. Rexx hisleri, ruhu, renkleri olan bir özne olsaydı nasıl çıkardı sorusuyla yola çıktım. Bugün Rexx varsa birçok rengin kombinasyonuyla oluştu. İnsanların yaptıkları, söyledikleri, deneyimledikleri şeyler Rexx olarak dile geldi.
Rexx’i yıkarak bize tek renk bırakmak istiyorlar, siyah. Ancak bu palet çok renkli bir palet ve Rexx içindeki o özneler olmadan bir yapıya dönüştüğünde karakteri canlanmayacak. Rexx’ten başka oraya bir şey gelirse o renkleri yeniden yaşatamıyor olacağız.
‘Kimsenin ortak bir hayata, kendi rengini vermeye hakkı olmamalıydı…’ cümlesiyle bitiyor senaryo. Bir romandan esinlendim burada. Şu anda yapmaya çalıştıkları şey renksiz bırakmak Rexx’i. Ama aslında bu birinin tekelinden çıkıyor ve bize dayatılıyor. Bu ortak hayatın denkleminde tüm o renklere yer olmalı ve kimsenin bu renkleri oraya tahin etmeye gücü olmamalı.”
İkinci çalışmanın çizeri mimar Bahadır Toprak. Toprak, bir mekanın da hatıra olduğunu, hatıra biçimlerinin ayakta kalması gerektiğini vurgulamaya çalışıyor.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder