28 Ekim 2024 Pazartesi

Birgün "KÖŞEBAŞI" -28 Ekim 2024-

Daha az sosyal harcama, daha çok vergi: Bütçenin şifreleri!-Aziz Çelik-

2025 bütçesinde ‘daha az sosyal harcama ve daha çok vergi’ var. Sosyal harcamalar kısılırken daha çok vergi toplanması hedefleniyor. Bütçe gelir bölüşümünü iyileştirmek bir yana, daha da bozacak özelliklere sahip.

2025 yılı merkezi yönetim bütçe teklifi TBMM’ye sunuldu. Bütçe teklifi kasım ayında komisyonda aralık ayında ise Meclis Genel Kurulunda görüşülecek. Ülkenin yoğun ve hızla değişen gündemi nedeniyle bütçe konusu pek gündeme gelmiyor ancak bütçe 2025 yılında halk sınıflarının yaşayacağı zorluklarının da bir aynası gibi.

Bütçe bir yıl boyunca yapılacak hükümet harcamalarını ve hükümet gelirlerini/kaynakları gösterir. Bütçe bir yandan kamu harcama ve transferlerinin bileşimi öte yandan vergilerin dağılımı ile gelirin yeniden dağılımının en önemli aracıdır. Bütçe piyasada oluşan birincil gelir dağılımına müdahale etmenin ve geliri yeniden bölüştürmenin en önemli aracıdır. Devlet kamu harcaması ve transferi yaparken de vergi toplarken de sınıfsal tercihler yapar ve bu tercihler sonucunda gelir yeniden bölüştürülür. Bütçe doğrudan ideolojik ve sınıfsal tercihleri yansıtan, siyasi iktidarların toplumsal tercihlerini ve önceliklerini ortaya koyan en önemli araçlardan biri. Bütçe hükümetin kimin yararına harcama yapacağını, önceliklerinin hangi alanlarda yoğunlaşacağını, kimi ne oranda vergilendireceğini ortaya koyar. Bütçe bir siyasal iktidarın somut iş programıdır.

Bu yazımda karmaşık teknik yönlerinden mümkün olduğunca uzak durarak 2025 bütçesinin harcama ve gelir kalemlerini sosyal politika ve hükümetin toplumsal tercihleri açısından ele almaya çalışacağım.

AZ HARCAMA ÇOK VERGİ

2025 yılı merkezi yönetim bütçe harcamaları 14,7 trilyon olarak teklif edildi. 2024 yılı merkezi yönetim bütçesi harcamalarının 11,2 trilyon olarak gerçekleşmesi tahmin edildiğine göre bütçe harcamalarının yüzde 32 civarında artması bekleniyor. Bütçede vergi gelirlerinin 11,1 trilyon olması hedefleniyor. 2024 yılı vergi gelirleri gerçekleşme tahmini 7,6 trilyon olduğu için vergi gelirleri artışı beklentisinin yüzde 46,5 olacağı görülüyor. Bütçede faiz giderlerinin 1 trilyon 950 milyar olması hedefleniyor. Faiz gidenlerindeki artışın da yüzde 50’nin üzerine çıkacağı öngörülüyor. Öte yandan 2025 yılı için GSYH artışı yüzde 39 olarak hedefleniyor. Bu durumda 2025 yılı için Orta Vadeli programda yer alan yüzde 17,5 enflasyon hedefi ile bütçe büyüklükleri arasında ciddi uyumsuzlukların olduğunu söylemek mümkün. Hükümetin bir yandan talebi ve tüketimi kısması öte yandan yüzde 46,5 gibi bir vergi artışı öngörmesi oldukça tartışmalı.

Öte yandan vergi ve faiz artışları sırasıyla yüzde 46 ve yüzde 50 civarında öngörülürken toplam merkezi yönetim bütçe harcamalarının yaklaşık yüzde 32 olması hükümet harcamalarının ciddi bicinde kısılacağını gösteriyor. Faizler düşüldüğünde hükümet harcamalarının oranı daha da düşüyor. Kısaca hükümet düşük harcama yapmayı ve yüksek vergi geliri toplamayı hedefliyor. Bunun basit ifadesi bütçenin vatandaşın refahını artıcı kısımlarının daralması, vatandaşın kullanılabilir gelirini düşürücü yanının büyümesidir. Kısa ve net söylemek gerekirse, bütçe halkın refahını artırmak bir yana düşürücü özelliklere sahiptir.

Öte yandan yüzde 17,5 enflasyon hedefi de dikkate alındığında bütçe dışında da gelir kısıcı politikalara, ücretleri düşürücü politikalara devam edileceği görülüyor. Hükümetin enflasyon hedeflerine yaklaşması için bir yandan bütçenin gelir ve harcama artış oranları arasındaki makas büyütülecek, öte yandan birincil gelir dağılımı aşamasında da ücretler düşürülecek.

Bütçenin alameti farikası hükümet harcamalarının düşürülmesi ve vergilerin artırılmasıdır. Faiz hariç hükümet harcamaları yüzde 30 civarında artarken vergi gelirlerinin yüzde 46 artması hedefleniyor.

Bütçenin bu temel özelliğine bütçenin kritik kalemleri olan personel giderleri ve sosyal güvenlik transferleri açısından bakalım. Çünkü bu kalemler bütçede önemli bir ağırlık oluşturuyor. Bütçenin sosyal boyutunu anlamak için öncelikle bu iki kaleme bakmak gerekir. Kamu personeli harcamaları çarpan etkisine sahip. O nedenle ekonominin büyümesi ve canlanması için -iddia edilenin aksine- önemli bir işleve sahip.

Aynı şey sosyal güvenlik transferleri için de geçerli. Merkezi yönetim bütçesinden yapılan personel giderleri ve sosyal güvenlik transferleri yaklaşık 21 milyon kişiyi ilgilendiriyor. O nedenle önemli bir sosyal harcama kalemi olarak görülmelidir. Bütçeden yapılan personel harcamalarının ve sosyal güvenlik transferlerinin brüt olduğunun altını çizmek lazım. Bu harcamaların tümü vatandaş için harcanabilir gelir anlamına gelmiyor. Bu harcamalar içinde sosyal güvenlik primleri ile işveren teşvikleri de yer alıyor.

2025 bütçesinin yüzde 26,5’inin brüt personel giderlerine ayrıldığı görülüyor. Personel harcamalarının GSYH’ye oranı ise yüzde 6,4. Diğer bir ifadeyle toplam 5,3 milyon kamu çalışanı (işçiler dahil) için ayrılan miktarın GSYH’ye oranı yüzde 6,4’tür. Devletin kamu hizmetini memurlar ve diğer kamu görevlileri ile yerine getirdiği düşünülecek olursa kamu personeli için bütçeden ayrılan payın yüksek olduğunu iddia etmek abesle iştigaldir. Üstelik kamu personeli harcamalarının bütçeye oranı giderek düşüyor. Son 10 yıla bakacak olursak, 2016’da yüzde 29,7 olan brüt kamu personeli gideri oranının 2025 yılında yüzde 26,5’a düşürülmesi hedefleniyor.

Bu düşüşün gerçek boyutunu anlamak için dönem içindeki kamu personeli artışına bakmak lazım. 2016 yılında 3,6 milyon olan kamu personeli sayısı (işçiler dahil) halen 5,3 milyon civarındadır. Kamu personelindeki 10 yıllık artış yüzde 46’dır. Diğer bir ifadeyle yüzde 46 büyüyen toplam kamu personelinin bütçedeki payı yüzde 29,7’den yüzde 26,5’a, GSYH içindeki payı ise 6,6’dan 6,4’e düşürülmüştür. Kamu personeli için birim kamu harcaması çok daha dramatik biçimde düşmüştür (Tablo). Özet olarak söylemek gerekirse, kamu çalışanlarının hem bütçedeki toplam payı hem de kamu çalışanı başına bütçe harcaması reel olarak ciddi biçimde düşmüştür. Dolayısıyla ağızlara pelesenk olan “kamu personelinin bütçeye yükü” iddiasının gerçek boyutu budur.

SGK'YE DAHA AZ KAYNAK

Bütçeyi anlamanın bir diğer yolu merkezi yönetim bütçesinden SGK’ye yapılan transferlerin gelişimidir. Son zamanlarda olur olmaz iddialara konu olan bu transferlerde eğilim nedir? Bütçeden SGK’ye ne oranda kaynak aktarılıyor? Bu kaynaklar oransal olarak artıyor mu, azalıyor mu? SGK’ye yapılan bütçe transferlerinin giderek daha fazla günah keçisi haline getirildiği düşünülecek olursa bu transferin daha çok gündeme geleceği açık. 16 milyon civarında emekliyi ilgilendiren SGK bütçe transferlerinin boyutu ne?

2025 yılında bütçeden SGK’ye yapılacak transferlerin toplamı 1,8 trilyon olarak öngörülmüş. Bu miktar bütçenin yüzde 12,4’üne, GSYH’nin yüzde 3’üne denk geliyor. Öte yandan SGK’ye yapılan transferlerin bütçe içindeki payı ciddi bicinde düşüyor. Son yıla bakacak olursak; 2016’da SGK transferlerinin bütçe payının yüzde 18,3, 2020’de yüzde 20,4 ve EYT yılı olan 2023’te yüzde 13,3 olduğunu görüyoruz. SGK transferlerinin GSYH içindeki payı da yüzde 4’ün üzerinden yüzde 3’e gerilemiş durumda (Tablo).

Üstelik bu gerileme emekli sayısındaki ciddi artışa rağmen gerçekleşmiş durumda. 2016’da toplam emekli dosya sayısı 11,1 milyon iken bu sayı 2024 yılında 15,6 milyona ulaşmış durumda artış yüzde 40 oranında. Diğer bir ifadeyle emeklilerin artan oranına paralel olarak bütçe payı ve GSYH payının artması gerekirken tam tersine düşmüştür (Tablo)

Bütçenin iki önemli kalemi olan personel giderleri ve SGK transferlerinin bütçe ve GSYH payını birlikte ele aldığımızda düşüş daha da dramatik hale gelmektedir. 2016’da yüzde 48 olan personel harcamaları ve SGK transferleri payı 9 puanlık düşüşle 2025’te yüzde 39’un altına geriliyor.

Sosyal harcamalarının temel kalemlerinde ciddi düşüşler yaşanırken faiz giderlerinin artması ise oldukça manidardır. 2025 bütçesinden yapılacak faiz ödemesini 2 trilyona yakındır. Faiz ödemelerinin bütçe harcamaları içindeki payı 2016 yılında yüzde 9 iken 2025 yılında bu oran yüzde 13’e yükselecektir. Bu haliyle toplam faiz harcamaları SGK’ye yapılması planlanan 1,8 trilyonluk transferden çok daha azladır. Öte yandan 2025 yılında bütçe harcamalarının yüzde 31,4, personel ve SGK transferleri yüzde 26 oranında artması öngörülürken faiz harcamalarının yüzde 50’den fazla artması söz konusudur.

2025 bütçesinin bir diğer dikkat çekici özelliği vazgeçilen vergilerin (vergi harcaması) tutarıdır. 2025 yılında çeşitli indirim, istisna ve muafiyetler yoluyla alınmasından vazgeçilen vergi tutarı 3 trilyon gibi devasa boyuttadır. Kuşkusuz vergi indirim, istisna ve muafiyetlerinin sosyal boyutu da söz konusudur. Örneğin asgari ücretin vergiden istisna edilmesi bu kapsamdadır. Ancak sosyal amaçlı vazgeçilen vergilerin toplam içindeki payı düşüktür. Örneğin 2025 yılında asgari ücret nedeniyle vazgeçilen verginin 800 milyar lira olması tahmin edilirken, vazgeçilen gelir vergisi tutarı 1,4 trilyondur. Sadece kurumlar vergisi kapsamında 700 milyardan fazla vergiden vazgeçilmektedir.

Dolayısıyla bütçenin sosyal harcamaları kısılırken vazgeçilen vergiler içinde de sosyal amaçlı olanlar küçük bir bölümü oluşturmaktadır.

VERGİ TABANA YAYILDI

Hükümetin “vergiyi tabana yayacağız” iddiası safsatadır. Vergi gelirlerinin bileşimine bakıldığında mal ve hizmet üzerinden alınan vergilerin giderek artarak toplan vergi gelirlerinin yüzde 70’ine yaklaştığı görülmektedir. Böylece vergiyi zaten milyonlarca vatandaş ödemiş oluyor. Ülkemizde kurumlar vergisi gelirinin toplam vergi gelirleri içindeki payı yüzde 14-15 civarında, mülkiyet ve servet üzerindeki alınan vergilerin oranı ise toplam vergi gelirleri içinde yüzde 1 civarındadır. Bu vergi kompozisyonu, dolaylı vergilerin toplam vergi gelirleri içindeki payının yüzde 70’lere yaklaşması vergi konusunda sözün bittiğini gösteriyor. Vergi zaten vatandaşa, emekçiye yayılmış durumda. Yapılması gereken kamu harcamalarını tabana (halk sınıflarına), vergileri tavana (varlıklı sınıflara) yaymak!

Türkiye’de en zengin yüzde 1’lik kesimin toplam servet içindeki payı yüzde 35-40 aralığındadır. Tek başına bu veri bile Türkiye’de bütçenin yeniden dağıtıcı işlevinin son derece sınırlı olduğunu gösteriyor. 2025 bütçesinin şifrelerine baktığımızda sosyal harcamalarının, emek gelirlerinin bastırılacağını ve halk sınıfları üzerindeki vergi yükünün artacağını söylemek mümkün. Kısaca 2025 bütçesi gelir ve servet bölüşümü daha da adaletsiz hale getirecektir. 2025 bütçesi halk sınıflarını yoksullaştıracak bir öze sahiptir.

                                                              /././

Hamuru kıvama getirme çalışması: Pişirilmeye hazır yeni anayasa var -Yaşar Aydın-
       2010 referandumunda 'Yetmez ama evet' diyenler bugünkü rejimin de önünü açmış oldu. (Fotoğraf: İHA)

AKP iktidarları boyunca anayasa değişikliği, oltanın ucunda yem oldu. Bu durum neredeyse herkesin ortaklaştığı bir konu. Şimdi önümüzdeki soru şu: Oltanın ucundaki yem mi, yoksa avcının olmadığı bir ülke mi?

Türkıye’nin adım adım Avrupa Birliği’ne koştuğu yıllar... Ekranlar, FETÖ’nün ne kadar büyük bir şans, Erdoğan’ın ise nasıl büyük bir lider olduğunu anlatan, sağcı, liberal ve sol liberallerin işgali altında; aksini söyleyenlerin ise taşlandığı yıllar. Bu döneme damgasını vuran olay pastanın üzerine konan çilek misali 12 Eylül 2010 referandumu oldu.

12 Eylül 1980 faşist cuntasıyla ve onun yaptığı anayasasıyla hesaplaşmak için kolları sıvamış solcu eskilerinin çığırtkanlığında, referandumun o çılgın atmosferini birçok okurumuz iyi hatırlar. Ondan sonra ne olduğunu, memleketin hangi etaplardan geçerek tek adam rejimine sürüklendiğini nasıl bir kötülük olduğunu yazmaya gerek bile yok. Ama yine de işlerin bu raddeye gelmesinde Gülen’in “Mezardakilere oy kullandırın” dediği 12 Eylül referandumunun özel bir yeri olduğunu belirtmeliyiz.

REJİMİN ANA İSKELETİ REFERANDUMLA ÇATILDI

Gelelim yukarıdaki bu girişe neden olan meseleye. Bildiğiniz gibi Erdoğan ve ortakları tarafından işleme konulan yeni bir anayasa tartışmasının tam ortasındayız. Bu yeni anayasayla birlikte “kanatlanıp uçacak” memleketimizin hallerine gelmeden, eski tartışma başlıklarıyla birlikte yaşanan referandumlara hızlıca bir göz atmakta fayda var.

AKP döneminde Türkiye üç kez referanduma gitti.

İlk olarak, Abdullah Gül’ün cumhurbaşkanlığı adaylığıyla başlayan, Meclis’ten alınacak 367 oy krizinin hemen ardından geldi. 21 Ekim 2007 tarihinde cumhurbaşkanının halk tarafından seçilmesini öngören referandum yapıldı ve kabul edildi.

Sonrasında, 12 Eylül 2010 tarihinde başta yargının düzenlenmesi olmak üzere birçok maddenin değişikliğe uğradığı, yazının girişinde de bahsettiğimiz o ünlü referandum gerçekleşti. Bu referandumun devamı ve rejimin adının konulduğu sandık, 16 Nisan 2017 tarihinde halkın önüne getirildi.

Çoğunluğu AKP döneminde olmak üzere, 1982 Anayasası'nın 136 maddesi yıllar içinde değişti. Söylemeye gerek yok, tüm değişiklikler daha “demokratik” bir Türkiye adına yapıldı. İktidar, 2007’den başlayarak “seçim, sandık” diyerek ve kuyumcu titizliğiyle işleyerek en sonunda Türkiye’nin başına bu ucube rejim bela etti

Erdoğan ve ortakları ne zaman sıkışsa anayasa ipine sarıldı. Her defasında da su alan kayıklarını yüzdürmeyi, rejimi ayakta tutmayı başardılar. Bazen demokrasi, bazen yargı bağımsızlığı, bazen de Kürt sorunu gibi ülkenin temel konuları üzerinde oluşturulan havayla birlikte, önümüze getirilen tüm referandumların kazananı Erdoğan oldu.

Ve işte sonuç: Daha fazla demokrasi için konulan sandık ve kazanılan oy, mafyanın, tarikatın, yağmacı patronun hâkim olduğu kanunsuz, kuralsız hatta anayasasız bir memleketin oluşması sağlandı. Tüm eksik gediklerine rağmen varlığını korumaya çalışan Cumhuriyet dönemi bu sayede kapandı ve yerine bugün yürürlükte olan Saray rejimi kuruldu. İşin özeti AKP ve Erdoğan (ortaklar değişse de) eliyle yapılan hiçbir anayasa değişikliği ülkeye huzur getirmediği gibi, tam tersi her bir adım içine sürüklendiğimiz karanlığı büyüttü.

SEÇMEN YİNE Mİ KANDIRILACAK?

Dozajı değişse de yaklaşık bir yıldır gündemde tutulan yeni anayasa mesaisinin bugünlerde ciddi anlamda hızlandığına hep birlikte tanıklık ediyoruz. Heyecanlanıp, “Hadi başlayalım” diyenler de var şimdilik çoğunlukta gözüken “Hiç mi akıllanmadık?” diye sorunlar da.

Ama burada mesele seçmenin uyanıklığı ya da akıllanması değil. Çünkü Erdoğan seçmeni her zaman manipüle edilebileceği bir kitle olarak görüyor. Ona göre sandık kurulmadan altı ay öncesine kadar iktidarın ne söylediğinin ne yaptığının hükmü yok. İzlediği siyasetle birlikte seçmenin tercihini de değiştirebileceğini düşünüyor. Bu konuda özgüveni tam. Şimdi bir kez daha hem 12 Eylül 2010 hem 16 Nisan 2017 referandumlarından sonra ülkeyi getirdiği noktayı insanların zihninden adeta süngerle silip yeni bir hayal yaratma peşine düştü.

Türkiye’de ne zaman yeni anayasa tartışması olsa bana İngiliz sporcu Lineker’in futbol için söylediği “90 dakika süren ve sonunda Almanların kazandığı basit bir oyundur” sözünü hatırlatıyor. Yeni anaysa tartışmasının sonucu Erdoğan’ın her zaman ipi göğüslediği büyük bir oyundur. Futbolda Almanlar eskisi gibi kazanamasa, Erdoğan zaman zaman yenilgiyi yaşasa da, bu rejime yeni anayasa tartışmalarıyla bir şans daha vermenin hiç bir anlamı yok.

AKP iktidarları boyunca anayasa değişikliği, oltanın ucunda yem oldu. Bu durum neredeyse herkesin ortaklaştığı bir konu. Ama ne hikmetse her dönemde oltanın ucundaki yeme tamah eden birileri de çıktı.

Şimdi önümüzdeki soru şu: Oltanın ucundaki yem mi, yoksa avcının olmadığı bir ülke mi? Yıllardır AKP iktidarıyla göğüs göğüsse mücadele veren Türkiye’nin muhalefet güçlerinin yanıt vermesi gereken soru bu.

                                                                  /././

Bahçeli’nin çağrısı, Devlet aklı, Öcalan açılımı: Bir taşla birden fazla kuş vurmak -İbrahim Varlı-

Kürtler “İsrail’in gözü Türkiye’de” söylemiyle pişirilen senaryonun neresinde? Barzani neden IKBY’deki kritik seçimden birkaç gün önce Ankara’da ağırlandı? Neden ilk kez bir İran Cumhurbaşkanı seçilir seçilmez Erbil'e gitti? Bahçeli’nin Öcalan açılımının bir ayağında da Ortadoğu’daki gelişmelerin olduğu aşikâr. Peki, Ortadoğu’da Kürt cephesinde neler yaşanıyor?

Amerikan emperyalizminin İsrail ile birlikte yeniden şekillendirmeye çalıştığı Ortadoğu’da gelişmeler bileşik kaplar gibi birbirini etkiliyor. İç politika-dış politika ayrımının kalmadığı, dış politikanın iç dizayn aparatına dönüştürüldüğü Saray rejiminde, Erdoğan-Bahçeli ikilisi de Ortadoğu’daki kırılmaların yol açtığı sarsıntıların hengamesinde bir taşla iki kuş vurmaya çalışıyor. Son on beş gündeki iç cephe tahkimatı, tokalaşma, Öcalan çağrısı ve TUSAŞ saldırılarının toz bulutu içerisinde atılmaya çalışılan adımlar, 7 Ekim saldırıları sonrası İsrail'in ABD/Batı emperyalizmi desteğiyle savaşı yayma planlarından ve Ortadoğu'da değişen dengelerden bağımsız ele alınamaz. Bahçeli üzerinden servis edilen "yeni süreç"in arka planındaki saiklere dair dillendirilen senaryoları iki başlıkta toparlayabiliriz.

1- Rejimin tahkimatı, Erdoğan’ın seçimi

Birincisi Kürt sorununun çözümü konusunda bir beklenti oluşturarak bunu anayasa değişikliği ve Erdoğan’ın yeniden seçilmesi için kullanmak. Rejimin tahkimatı ve Erdoğan’ın yeniden seçilmesi için hummalı bir çalışmaya girişildiği ortada. Bu plan için de içerideki ittifakın genişletilmesi, Kürtlerin desteği şart.

2- Kürt kartıyla bölgede alan tutmak

İkincisi Kürtler üzerinden Ortadoğu dehlizlerinde oluşacak boşluklardan yararlanmak. İsrail ve ABD’nin doğrudan hedefi İran. Silahlar bu ülkeye yöneltilmiş durumda. Erdoğan-Bahçeli’nin "iç cephe tahkimatı" için gerekçelendirdiği bölgedeki "sıcak gelişmeler"in merkezindeki Kürtlere ilişkin İran, Irak, Suriye’deki gelişmeler Türkiye’yi yakından ilgilendiriyor. AKP-MHP ittifakı İsrail’in fitilini ateşlediği savaş sonrasında oluşacak yeni denklemde Kürtler üzerinden alan tutma arayışında. Ankara, oyunda kalmak ve/veya oyun dışında kalmamak için "Kürt kartı"na sarıldı.

KÜRT CEPHESİNDE KİM, NEREDE?

Peki, Ortadoğu sathı mahallinde Kürt cephesinde neler yaşanıyor? Kürtler nerede, ne yapıyor? "İsrail’in gözü Türkiye’de" söylemi üzerinden pişirilen senaryonun neresine düşüyor Kürtler?

Adım adım gidelim. Öncelikle Kürtler ve Kürt sorunu bir bütün değil. Coğrafya, sınırlar, ülkeler farklı olduğu kadar Kürtler de kendi içlerinde çok parçalı. Haliyle Kürtler denince bir bütünden bahsetmem mümkün değil. Misak-ı Milli sınırlarının diğer tarafında üç farklı yapılanma, hareket, güç var.

1- Irak: Bağımsız olmasalar da devletleşme sürecini tamamlamış olan Irak Kürtleri, Ankara ve ABD ile yakın bir işbirliğinde. Buna İsrail de dahil. Altı yıl sonra Pazar günü yapılan seçimde "ABD, Türkiye, İsrail" ittifakının desteklediği Barzani ailesinin KDP’si seçimi açık farkla kazandı. Ancak Irak Kürdistanı Bölgesi’ndeki Kürtler de çok parçalı. Süleymaniye merkezli KYB ile KDP arasında büyük bir kavga, hesaplaşma var. Bu kavgaya PKK de dâhil. PKK, KYB’nin yanında saf tutarken her iki aktör KDP’yi "ihanetçilikle" suçluyor. Gerekçe tabi, Erbil’in Ankara ile kurduğu yakın ilişki. KYB ise Tahran ile sıcak temas halinde.

2- Suriye: Sınırların güney yakasındaki "sıcak gelişmeler"in esas merkezinde Suriye’deki Kürtler yer alıyor. Fırat’ın doğusunu ABD desteğiyle kontrol eden Suriye Demokratik Güçleri (SDG) ana aktör. SDG’nin temel omurgasını ise Kürt güçler oluşturuyor. Bunların en önemlisi ise YPG. Erbil ile krizler yaşayan Suriye Kürtleri Talabani kanadı tarafından yakından destekleniyor. SDG/PYD Ankara’nın kırmızı çizgisi. Diyalog kanalları açık olsa da Rojava Kürtleri Suriye yönetimi ile de arası problemli. Suriye’nin kuzeyine üç farklı harekât düzenleyen Türkiye’nin gözü bir dördüncü çıkarmada. Ancak bunun için Moskova ve Washington’dan yeşil yanmış değil.

3- İran: Ortadoğu denkleminin İran ayağı da bir hayli karışık. ABD ve İsrail’in hedefindeki İran’da silahlı Kürt yapıların varlığı Tahran’ın yumuşak karnı. PKK’nin bu ülkedeki kolu PJAK aktif olarak Zagros Dağları’nın diğer yakasında faaliyette. Erbil’e yakın silahlı Kürt yapılar, silahlarını indirmiş olsa da Kürt sorunu dış müdahalelere oldukça açık. Irak ile İran arasında 19 Mart 2023’te imzalanan güvenlik anlaşması ile Irak Kürt Bölgesi’nde faaliyet yürüten Rojhılatlı (İran) partilerin silahsızlandırılması kabul edildi. Bağdat, 19 Eylül 2023’te Kürt grupların silahsızlandırılarak sınırdan uzak bölgeye yerleştirildiğini açıkladı. Bu yapılar Komala Partisi ile İran Kürdistan Demokratik Partisi'nin (PDKI) gibi KDP ve KYB’ye yakın hareketlerdi. PJAK bu denklemin dışında kaldı. Tarihte ilk kez bir İran Cumhurbaşkanı -Mesut Pezeşkiyan- üstelik seçilir seçilmez Erbil’e ardından da Süleymaniye'ye gitti. Mesud Pezeşkiyan’ın Irak Kürdistanı’na yaptığı 12 Eylül tarihli ziyaret çok yönlü mesajlar içeriyordu.

SENARYO İÇİNDE SENARYO

Bölge sathı mahallinde Kürt mahallesinde manzara bu şekilde. Tüm parçalardaki Kürt yapılar pozisyon belirlemeye çalışırken Bahçeli-Erdoğan ikilisinin bölgesel denklemler üzerinden kurmaya çalıştığı oyuna dair çeşitli senaryolar dillendiriliyor.

1- Amaç Rojava’nın hamisi mi olmak?

Dolaşıma sokulan senaryoların en dikkat çekeni, Ankara’nın Amerika ile anlaşmalı şekilde Suriye Kürtlerinin hamiliğine soyunduğu yönünde. Buna göre Türkiye, SDG kontrolündeki Kuzey Suriye'de insiyatif alacak, bunu yaparken de Kürtlerin kazanımlarını belli oranda kabul edecek. Burada tıpkı Irak Kürt Bölgesi'nde olduğu gibi fiili bir durumun Ankara'nın istediği şekilde, oluşumundan faydalanacak.

2- İran’a karşı cephe mi açılacak?

İsrail’in Filistin ve Lübnan saldırılarının ardından oluşan yeni denklemde namluların yavaş yavaş İran’a döneceğine dair senaryolar oldukça yaygın. Buna göre "Direniş Ekseni"nin çökertilmesi sonrası, Kürtler ikna edilmeleri halinde İran’a karşı oluşturulacak cephede ön saflara yerleştirilecek. Burada PJAK (Kürdistan Özgür Yaşam Partisi) faktörü devreye giriyor. Silah bırakmayan PJAK, İran’a karşı olası bir gerilimde öne sürülecek.

Erbil’den konuştuğumuz kaynaklar ABD’nin on yıllardır PKK’nin İran’la savaşmasını istediğini, ama bunu başaramadığını ancak yeni dönemde bu ısrarın devam edeceğini söyledi. ABD-İsrail şayet İran’a müdahale etse boşluğu dolduracak tek güç şu an için PJAK. Başka da örgüt kalmadı zaten. Pezeşkiyan’ın kendisi de geçenlerde itiraf etti; "Önünü almazsak Belucistan da Kürdistan da kurulur diye."

CEPHELER, HESAPLAR VE SAFLAŞMALAR

Birbirini zincirleme olarak etkileyen olaylar silsilesinin sarstığı Ortadoğu’nun puslu havasında neyin, neden olduğu ve nasıl şekilleneceğine dair belirsizlik söz konusu. Suriyeli gazeteci Sarkis Kassargian’a göre Türkiye’nin Bahçeli üzerinden yaptığı çıkış Suriye ve bu ülkedeki Kürtler tarafından da anlaşılabilmiş değil. Bahçeli’nin çağrı yaptığı dönemde SDG lideri Mazlum Abdi ile özel bir röportaj gerçekleştirdiğini söyleyen Kassargian, Abdi’nin kendisine Türkiye ve Suriye’nin kendilerine karşı anlaştıklarını, üzerlerine geleceklerini anlattığını söyledi.

Seçimler, çatışmalar, savaşlar, gerilimler. Ortadoğu’da aynı anda pek çok gelişme iç içe yaşanıyor. Birbirleriyle ilintili bu gelişmelerin nasıl sonuç üreteceği belirsiz. Görünen şey, aktörlerin oluşan yeni denklemde pozisyon almaya çalıştığı. Yaşananlar haliyle Türkiye üzerinde de basınç oluşturuyor. Erdoğan ve Bahçeli’ye "Kürt kartı"nı açtıran da bölgede kabaran dalgalar. Bahçeli’nin Meclis’in açıldığı günkü, "Bölgesel tehdit dalgaları kıyımıza vuruyor. Türk milleti birbirine sımsıkı sarılmakla mükelleftir" sözleri bu telaşın göstergesi. Dalgaların Türkiye kıyılarını vurması bütün bir jeopolitik denklemi etkileyecektir.

Bugüne kadar Kürtler’in Suriye’de bir statü elde etmesine şiddetle karşı çıkan Ankara’nın, yeni denklemde bunun önüne geçemeyeceğinin ön kabulüyle süreci fırsata çevirmeye çalıştığı anlaşılıyor. Bu denklemde Erdoğan'ın adaylığı "partiler üstü bir milli mesele" olarak kodlanarak tartışılmaz bir hale getirilmeye çalışılıyor. ‘İç cephe’ de haliyle "başkomutan" Erdoğan etrafında sağlamlaştırılacak. Saray’da oyun bitmez.

                                                                   /././

Yeni bir sahne, yeni bir dans -Berkant Gültekin-

Ülkede son günlerde yaşananlar insanın aklına Marx’ın “Tarihte bazen yirmi yılda bir gün, bazen de bir günde yirmi yıl geçer” sözünü getiriyor. Marx bunu elbette farklı bir bağlamda söylemişti ama bugün memlekette konuşulanlara bakınca “sanki üç ay önce başka bir yerde yaşıyorduk” diye düşünmemek elde değil.

Her şey Bahçeli’nin hiç beklenmedik tokalaşma hamlesiyle başladı. Cumhur İttifakı’nın kurulduğu ilk andan bu yana muhalefeti PKK ve “terör yandaşlığı” üzerinden hedef alan akıl, daha sonra işi Öcalan’a Meclis’te konuşma teklif etmeye kadar vardırdı. Ayrıca Öcalan’a tecrit uygulandığı da ifade edildi. İktidarın, söylem skalasının bir ucundan diğer ucuna bu kadar hızlı geçmesi hayli şaşırtıcıydı.

Bundan bir gün sonra ise uzun süredir suskun olan PKK, TUSAŞ’a saldırdı. Suriye’den ülkeye girdikleri tespit edilen iki örgüt mensubu beş kişiyi öldürdü. Olayın zamanlaması manidardı ve haliyle saldırının Bahçeli’nin çağrısına cevap olup olmadığı sorusu gündeme geldi.

PKK, saldırıyı sahiplendiği açıklamasında, “saldırının son günlerde yaşanan siyasi gelişmelerle ilgisinin olmadığını” söyledi. Örgütün dün servis edilen bu açıklamasında Öcalan’dan kamuoyuna yansıyan mesaja da değinilerek bunun  “dikkate alınması gereken ve ayrıca değerlendirilmesi gereken bir durum”  olduğu belirtildi. Böylece Kandil’in süreci önemsediğini ve ciddiye aldığını anlayabildik.

Öcalan’ın bahsi geçen mesajı, yeğeni ve DEM Parti Milletvekili Ömer Öcalan ile yaptığı görüşmeyle kamuoyuna yansımıştı. Ki Öcalan ile 43 ay sonra yapılan bu görüşmenin TUSAŞ saldırısıyla aynı gün gerçekleştiği, Ömer Öcalan’ın 24 Ekim tarihli sosyal medya paylaşımından öğrenildi. Ömer Öcalan, görüşmeye ilişkin ikinci paylaşımında ise Öcalan’ın, “Tecrit devam ediyor. Koşullar oluşursa bu süreci çatışma ve şiddet zemininden hukuki ve siyasi zemine çekecek teorik ve pratik güce sahibim” şeklindeki sözlerini aktardı. PKK’nin olumlu referansla andığı mesaj da işte buydu.

Şimdi doğal olarak herkes şaşkın ve sürecin nereye gidebileceği konusunda merak içinde. İktidarın 180 derecelik dönüşünün sebepleri üzerine ise farklı senaryolar dillendiriliyor. Bunlardan hangisinin geçerli olduğunu zaman gösterecek ama kesin olan şey şu ki rejim, birbirinin tersi gibi görünen taktiklerin tümünü aynı hedef için sahaya sürüyor.

Yani “anti-terör” hattı etrafında şekillendirilen siyaset de bugün Öcalan’a Meclis yolunu açmayı vadeden yaklaşım da esasında aynı çantanın içinden çıkıyor. İkisi de bir bütünün çelişkili gibi duran ancak özünde ahenkle hareket eden parçaları. Daha da netleştirelim: Rejimin tek amacı, tüm gerici ve baskıcı unsurlarıyla mümkün olduğu kadar uzun süre ayakta kalabilmek. Bunun için de deneyebileceği her şeyi deniyor. Meseleye buradan bakınca karmaşık gibi görünen tablo bir anda berraklaşıyor.

Bundan sonra neler olacağını herkes günü geldiğinde öğrenecek. Çünkü kapalı devre bir siyaset yürürlükte. Sadece şurası net, hükümet Öcalan merkezli bir süreç izlemek istiyor. “Açılım” ya da “süreç” denen, Öcalan üzerinden yeni bir siyasi denklem kurma çabasından ibaret. Kandil de “taktik oyunlara gelmeyeceğini”  söyleyip baş müzakerecinin Öcalan olduğuna işaret ediyor fakat Öcalan’ın hükümetin talep ettiklerine ne oranda yaklaşacağını ne onlar ne de bir başkası biliyor.

“Süreç” deyip geçtiğimiz zaman dilimi gerek ismi gerekse de içeriğiyle bilinmezlerle dolu. Taraflar arasında birtakım görüşmeler yürütüldüğü kesin ama hangi başlıkların konuşulduğu ve atılacak pratik adımların ne olacağı tam bir muamma. Toplum, piyango çekilişi bekler gibi siyasilerin grup toplantılarında yapacağı konuşmaları bekliyor. Ülkenin demokrasiye ne kadar uzak olduğunun en bariz göstergesi de bu.

Böyle bir “demokrasinin” ya da “demokratikleşme” beklentisinin sonucu olarak, Türkiye’nin yaşadığı ekonomik ve sosyal çöküşün sorumlusu olmasına rağmen rejim, etrafındaki her şeyi kendi ekseni etrafında döndürebiliyor. Yıldırıcı bir muhalefetle karşılaşmayan muktedirler, bir taraftan “umut hakkı” kavramını gündeme getirecek kadar “hukuk abidesi” oluveriyor, diğer taraftan ise AİHM kararlarını bile tanımayarak, AYM’nin kapatılmasının bayraktarlığını yaparak tarihte eşine az rastlanır bir intikamcılık sergiliyor.

Toplum susturulacak, özgürlükler askıya alınacak, işçi grevleri yasaklanacak, milyonlar sefalet ücretine mahkûm edilecek, sokak röportajlarında söyledikleri yüzünden insanlar tutuklanacak, Tayfun Kahraman, Osman Kavala, Çiğdem Mater, Mine Özerden, Selahattin Demirtaş ve Can Atalay içeride kalacak ama Öcalan'ın önündeki engeller kaldırılırsa, bu Türkiye’de demokrasinin gelişmesi, ülkeye barış ve huzurun gelmesi için yeterli olacak... Hükümet toplumu, özellikle de muhalif kesimleri bu anlatıya inandırmaya çalışıyor.

AKP-MHP iktidarı, kendi ihtiyacı kadar hukuk, demokrasi ve özgürlük vadediyor. Erdoğan şimdilik Bahçeli’nin sürpriz çıkışının nasıl yankılandığını izliyor, kurulmakta olan yeni sahneyi uzaktan gözlemliyor. Buradan bir bütün olarak Türkiye halkının menfaatine bir momentumun gelişmesi düzenin mevcut karakteri nedeniyle olanaksız. Eğer bu sahneye çıkılırsa, muhtemel ki dans sona erdiğinde ayakta kalabilen sadece Erdoğan ve onun ortakları olacak.

                                                             /././

AKP iktidarından ‘İstinaf’a müdahale -Nurcan Bilge Gökdemir-

“İktidarın sopası” olarak görev yaptığı iddia edilen, İmamoğlu davasıyla dikkat çeken istinaf mahkemelerine yeni bir müdahale yapılıyor. Mahkemelerin kıdem esasıyla belirlenen başsavcı vekillerini HSK atayacak.

‘İlk derece mahkemelerince verilen ve kesin olmayan hüküm ve kararlara karşı yapılacak başvuruları inceleyip karara bağlamak’la görevlendirilen Bölge Adliye Mahkemeleri diğer adıyla istinaf mahkemeleri ile ilgili TBMM’de yeni bir düzenleme yapılıyor. Birçok tartışmalı kararın adresi olan son olarak da İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu’na siyasi yasak verilmesini sağlayıp sağlamayacağı konusunda gözlerin çevrildiği bu mahkemelerle ilgili yeni bir düzenleme, TBMM Adalet Komisyonu’nda kabul edildi, yasalaşmak üzere TBMM Genel Kurul sırasına girdi.

Saadet Partisi Milletvekili deneyimli hukukçu Serap Yazıcı’nın “Aldatıcı bir üslupla yazılmış” dediği bu düzenleme ile istinaf mahkemelerindeki Cumhuriyet Savcıları arasından en kıdemli olanın başsavcıvekili sayılmasına ilişkin uygulama kaldırılıyor. Bunun yerine “Yargıda siyasallaşmanın” en önemli adresi olarak gösterilen Hakimler ve Savcılar Kurulu’na başsavcıvekili atama yetkisi veriliyor. ‘Yargının siyasallaşması’nda etkin rolü olduğu sık sık dillendirilen HSK, teklifin yasalaşması durumunda sayıları azalmakla birlikte kararlarında hukuku önceleyen kıdemli hukukçuların pasifize edilmesini sağlayacak önemli bir yetkiye sahip olacak.  Başkanlığını Adalet Bakanı’nın yaptığı, dördü cumhurbaşkanı,  yedisi TBMM’de seçilen üyelerin görev yaptığı kurul, istediğini istinaf mahkemelerine başsavcı vekili olarak atayacak.

Böylelikle “Etki Ajanlığı” denilen antidemokratik düzenlemenin yer aldığı yasa teklifinin içinde toplumdaki tüm sorunların en önemli nedenlerinden biri olarak görülen yargının siyasallaşmasının yeni bir örneği kurumsallaştırılmış olacak. Bazı hâkim ve savcıların ileri yaşa geldiği için emeklilik nedeniyle sık sık değiştiği, bunun da soruna yol açtığını iddia edilerek ‘kıdem, liyakat yerine sadakat’in ölçü olacağı yeni görevlendirmeler yapılabilecek.

USLU VE SÖZ DİNLEYEN SAVCILAR

Adalet Bakanlığı Mevzuat Genel Müdürü Mehmet Ökmen’in “En kolay bu maddenin geçeceğini düşünmüştüm” sözleriyle şaşkınlığını dile getirdiği düzenleme komisyonda muhalefetin yoğun tepkisi ile karşılaştı.

CHP’li İnan Akgün Alp, “Liyakati kaldıracak, onun yerine çok daha uslu, daha çok söz dinleyen kişileri göreve başlatacaksınız” dedi. Alp, iddialarını da kamuoyunun hafızasında daha taze olan şu örneklerle delillendirdi:

“İstanbul Anadolu Cumhuriyet Başsavcısı yakın bir geçmişte Hakimler ve Savcılar Kurulu’na bir mektup yazdı, bu mektubunda yargıdaki çürüme iddialarını dile getirdi. Yargı mensuplarının bir kısmının FETÖ’yle yaptıkları mücadele sonrasında kendilerinde artık her türlü işi yapmaya hak gördüklerini bizzat söyledi. Henüz bu mektup üzerine nasıl bir işlem yapıldığı konusunda kamuoyunun çok yeterli bilgisi yok ama bir fotoğraf çekildi ve yargının en üst düzey mensupları tarafından açıkça toplumun huzurunda dile getirildi

KAFTANCIOĞLU DEMİRTAŞ DAVALARI

İstanbul'a yeni bir Başsavcı atadınız, adı Akın Gürlek. Daha önce Ağır Ceza Mahkemesi Başkanıyken verdiği kararları biliyoruz, bugün Türkiye'nin gündeminde tartışılan çok önemli kararlara imza attı; Canan Kaftancıoğlu kararına imza attı, Selahattin Demirtaş kararına imza attı ve daha tartışılan birçok karara imza attı. Önce getirdiniz Adalet Bakanlığına Bakan Yardımcısı yaptınız, şimdi İstanbul'a geri gönderdiniz ve İstanbul Cumhuriyet Başsavcısı yaptınız. Yaptığı ilk iş İstanbul Belediyesine müzekkereler yazarak onlarca ihaleye ilişkin dosyaları celbetmek oldu. Ne görevle orada olduğunu aslında daha ilk günden kendisi de ispat etti. Böyle bir durumda başsavcılıklara, başsavcı vekilliklerine siyasi kararlarla atama yapmak için bir kanun teklifi getiriyorsunuz.

Kıdem esasını niye kaldırıyorsunuz? Kim söz dinlemiyor? BAM savcıları tecrübesiz mi, BAM savcıları öngörüsüz mü, liyakatsiz mi; siz neye göre bu düzenlemeyi yapıyorsunuz?”

CHP’li Süleyman Bülbül de benzer kaygıları dillendirirken “Bu yeni başsavcı vekilleri siyasallaşmış bir HSK tarafından atanacakları gibi diğer Cumhuriyet Başsavcılarının adli ve idari görevlerine ilişkin işlemlerini inceleyecek ve cumhuriyet başsavcısına bilgi verecektir” dedi. Uzun, kritik bir soruşturma, kovuşturma nedeniyle başsavcı vekillerinin sık sık değişmesi, bölgedeki kıdemli cumhuriyet savcılarının yeni baskılarla karşılaşmasının da mümkün hâle geleceği uyarısında bulundu.

SİYASİ YASAK DAVALARI

Kemal Kılıçdaroğlu ve Ekrem İmamoğlu’na siyasi yasak getirilip getirilmeyeceğinde, Canan Kaftancıoğlu’na siyaseti yasaklayan kararlarda etkili olan istinaf mahkemeleri ile ilgili bu düzenleme “Yol temizliği” olarak niteleniyor. Bu değişiklikle kararlarında evrensel hukuk kurallarını önceleyen az sayıdaki kıdemli hukukçunun da elinin kolunun bağlanmasının amaçlandığı iddia ediliyor.

Uluslararası raporlarda da ifadesini bulan ‘Yargının siyasallaşması’na hizmet edecek bu son değişikliğin de iktidar partilerinin milletvekillerinin oylarıyla kabul edileceğini tahmin etmek zor değil. İktidarını adaleti yok ederek tahkim etme konusunda sürekli yeni yöntemler bulan AKP-MHP ortaklığı bununla da yetinmeyecektir…

                                                                   /././

Ailesini ararken fuhuş ağına takılan avukat -Gözde Bedeloğlu-

21 yaşındaki Aleyna Çakır, 3 Haziran 2020’de Ankara’daki evinde boynunda iple ölü bulundu. İlk başta intihar ettiği belirtilen Çakır’ın daha önce erkek arkadaşı Ümitcan Uygun tarafından şiddete uğradığı ve bu nedenle Çakır’ın talebiyle hakkında uzaklaştırma kararı verilmiş olduğu ortaya çıktı. Ankara Adli Tıp Kurumu tarafından hazırlanan otopsi raporunda, intihar ettiği iddia edilen Aleyna Çakır’ın tırnaklarında erkek DNA’sı ve vajinal sürüntü örneğinde sperm kalıntıları tespit edildiği açıklandı. Çakır’ın ölümüyle ilgili gözaltına alınıp serbest bırakılan ve daha sonra, 10 Ocak 2021’de, uyuşturucu soruşturması kapsamında tutuklanan Ümitcan Uygun’dan DNA örneği alındı. 4 Şubat 2021’de, doku ve sperm örneğinin Uygun’a ait olduğu belirlendi. Uyuşturucu kullandığı gerekçesiyle o sırada tutuklu bulunan Uygun hakkında, ‘cinsel saldırı’, ‘kasten öldürme’ gibi suçlardan iddianame düzenlenmesi beklenirken Uygun, yaklaşık 6 ay sonra, 16 Temmuz 2021’de tahliye edildi.

İKİ ÖLÜM TEK SANIK: ÜMİTCAN UYGUN

Tarih 3 Ağustos 2021. 25 yaşındaki Esra Hankulu, Ankara’daki evinde ölü bulundu. Tanık ifadelerine göre, ölümü şüpheli görülen Hankulu’nun en son görüştüğü kişi, Aleyna Çakır’ın ölümünün baş şüphelisi Ümitcan Uygun’du. Gözaltına alındı, ‘kasten öldürme’ suçlamasıyla tutuklandı. İstanbul Adli Tıp Kurumu raporuna göre Esra Hankulu’nun tırnaklarındaki DNA, Uygun’un DNA’sı ile uyumluydu. Hankulu’nun, künt kafa travmasına bağlı iç kanamadan yaşamını yitirdiği, kafasını bir yere çarpmış veya kafaya bir cisimle vurulmuş olabileceği tespit edildi. Uygun’un avukatı, olay günü müvekkilinin evden ayrıldığı sırada Esra Hankulu’nun hayatta olduğunu dolayısıyla müvekkilinin cinayetle suçlanmasının haksızlık olacağını savundu. Ümitcan Uygun, ‘neticesi sebebiyle ağırlaşmış yaralama’ suçundan, 13 Nisan 2022’de, 10 yıl hapis cezasına çarptırıldı. 27 Kasım 2023’te, Yargıtay Başsavcılığı Uygun’a verilen 10 yıllık hapis cezasının bozulup, ‘sanığın kasten sebebiyet verdiği bu duruma rağmen maktule herhangi bir tıbbi yardım çağırmadığı gibi, tıbbi yardım alabileceği bir sağlık kuruluşuna da ulaşmasını sağlamadığı’ gerekçesiyle ağırlaştırılmış müebbetle cezalandırılmasını istedi.

‘YURT ANNESİ’NE FUHUŞ SUÇLAMASI

Ve dün, Habertürk’ten Mustafa Şekeroğlu’nun haberine göre, Aleyna Çakır’ın şüpheli ölümüyle ilgili iddianame yaklaşık 4 buçuk yıl sonra hazırlandı. Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı Ümitcan Uygun’un, ‘intihara teşvik etmek ve intihar kararını kuvvetlendirme’ suçu ile ‘eziyet etme’ suçundan 15 yıla kadar hapsini istedi. Aleyna Çakır’ın ailesinin avukatı Umur Yıldırım, iddianamenin eksik ve sorulara cevap vermekten uzak olduğunu, bir insanın kendisini 1 buçuk metrelik bornoz kuşağıyla 2 metreyi bulmayan bir kapının arkasına asarak öldürmeye çalışmasının hayatın olağan akışına aykırı olduğunu söyledi. Art arda iki kadın cinayetinin baş şüphelisi olarak yargılanıp ceza alan Ümitcan Uygun’un annesi Gülay Uygun, Aleyna Çakır’ın ölümünün ardından fuhuş çetesi iddialarıyla gündeme gelmiş ve 17 Eylül 2020’de, Ankara’da ormanlık bir alanda başından silahla vurulmuş halde ölü bulunmuştu. Gülay Uygun, ‘yurt anneliği’ yapığı kurumda, oğlu Ümitcan ile birlikte, genç kızları fuhuşa zorlayan bir çeteye dahil olmakla suçlanıyordu. Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı Gülay Uygun’un kendi el yazısıyla intihar notu yazdığının, yanında bulunan tabancadan atış yapıldığının (parmak izi yoktu), iki elinde de atış artığı bulunduğunun tespit edildiği gerekçesiyle soruşturmada takipsizlik kararı verdi. Aleyna Çakır’ın ölümünün tartışıldığı ATV’deki Müge Anlı’nın programına katılan bazı tanıklar, Gülay Uygun’un çalıştığı yetiştirme yurdundaki kızları fuhuşa yönlendirdiğini iddia etmişti. Müge Anlı, iddialar üzerine Aile ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı tarafından soruşturma başlatıldığını söylemiş ancak sonrasında soruşturmanın seyrine yönelik resmi bir bilgiye ulaşılamamıştı.

DEVLET KORUMASINDAKİ KAYIP ÇOCUKLAR

Avukat ve akademisyen Dr. Dilek Ekmekçi, doğduktan sonra devlet yurduna bırakılmış ve kısa süre sonra evlatlık verilmiş. Biyolojik ailesini ararken kendisiyle beraber yurda bırakılan bir ablası olduğunu öğrenmiş. 2021 yılında Yeni Yaşam Gazetesi’nden Gülcan Dereli’ye konuşan Ekmekçi, ailesini bulmak için çıktığı bu yolun büyük bir skandala, devlet yurtlarındaki fuhuş gerçeğine çıktığını anlatmıştı. Ablası, Dilek Ekmekçi’ye savcı ve hakimlere eskortluk yaptığını söyledi, bazı isimler verdi. Ekmekçi araştırmaları sonucunda yurt kızlarının sadece Ankara’daki değil, başka şehirlerdeki yurtlarda da aynı istismarı yaşadığını öğrendi. İddiasına göre devlet yurdunda kalan kızları bürokratlara, hakimlere, savcılara ve siyasetçilere eskort olarak gönderilip şantaj yapan bir çete var ve bu yapıda yer alan kişiler de yine hakim, savcı; emniyet ve belediye içinde koltuk sahibi kimseler. Ekmekçi, Dereli’ye verdiği röportajda fuhuş çetesinin yıllardır yurtlarda nasıl aktif ve yaygın çalıştığına örnek olarak 2006 yılında, dönemin AKP Balıkesir Milletvekili Turhan Çömez’in, İstanbul’daki bir kız yurduyla ilgili rapor ettiği olayı hatırlatıyor. Bahçelievler Kız Yetiştirme Yurdu’nda kız çocuklarına zorla fuhuş yaptırıldığı iddiası üzerine bir gece ansızın baskın yaptığını söyleyen Çömez, imza listesini incelediğinde gecenin o vaktinde 12-13 yaşlarında 33 çocuğun yurtta olmadığını tespit etmiş ve dönemin Aile Bakanı Nimet Çubukçu’yu ağır ihmalle suçlamıştı. Çömez’in iddiaları arasında, o günkü sayıya göre, devlet korumasında olması gereken bin 400 çocuğun kayıp olduğu vardı. Turhan Çömez, örneğin Ankara’da 80’i kız 206 çocuğun bulunamadığını ve Emniyet’ten kendisine “kız çocuklarının yerini bilmiyoruz, erkek çocukları ise suç şebekelerinin elinde olabilir” dendiğini aktarmıştı. Dilek Ekmekçi, bu fuhuş meselesinin Türkiye’deki pek çok yurtta olduğunu, yurt kızlarının bürokratlara, hakimlere, savcılara, siyasetçilere, şantaj amaçlı seks kaseti vs. için eskort olarak gönderildiğini, kendisinin koca bir arı kovanının sadece bir peteğine ulaşabildiğini ve sorunun Ümitcan Uygur gibi kriminal tiplerden çok daha derine uzandığını söylüyor. Ve o günden beri hakkında açılan davalarla uğraşıyor.

DELİ DAMGASI-KUMPAS DAVASI

Avukat Dilek Ekmekçi, sosyal medya paylaşımları nedeniyle ‘kamu görevlisine hakaret’ ve ‘iftira’ suçlarından gözaltına alınıp 1 Eylül’de tutuklandı. Hakkında ‘silahlı terör örgütüne üye olmaktan’ dava açıldı. Ekmekçi, daha önce MHP ve Ülkü Ocakları’ndan bazı isimler hakkında, Sinan Ateş cinayetinde rolleri olduğu ve kendisini tehdit ettikleri iddiasıyla suç duyurusunda bulunmuştu. Bu suç duyurusu üzerine Ekmekçi hakkında şikayette bulunanlar arasında Süleyman Soylu, Aile Bakanlığı, Mansur Yavaş, Yüksel Aslan, İzzet Ulvi Yönter, Semih Yalçın, Olcay Kılavuz, Recep Tayip Erdoğan, Cihat Yaycı, Ümitcan Uygun, Melih Gökçek, Devlet Bahçeli ve Ankara Emniyeti var. Bianet’ten Evrim Kepenek’in sorularını yanıtlayan Dilek Ekmekçi, devlet yurtlarında yetişen kadınları seks işçiliğine sürükleyen Ankara merkezli çeteyi ifşa ettiğinden beri çeşitli kumpas davalarıyla susturulmaya çalışıldığını söyledi. 22 Ekim’de hakim karşısına çıkan Ekmekçi hakkında tahliye kararı verildi ancak savcının itirazı üzerine 23 Ekim’de yeniden tutuklandı. İlk tutuklu bulunduğu süre zarfında iki kez Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi’ne götürülen Ekmekçi, bir kez daha akıl muayenesine gönderilmek isteniyor. FETÖ terör örgütüne üye olmakla suçlanan Dilek Ekmekçi hakkında 15 yıla kadar hapis cezası talep ediliyor. ‘Deli’ damgası vurularak devletin içindeki çeteler tarafından yıldırılmak ve hatta itibarsızlaştırılmak istendiğini söyleyen Avukat Dilek Ekmekçi’ye göre ise bu sadece buzdağının görünen kısmı.

Kaynaklar

Gülcan Dereli - Yeni Yaşam Gazetesi

http://gulcandereli.com/kontrgerillanin-fuhus-yurtlari/

http://gulcandereli.com/fuhusun-milli-damarlari/

Evrim Kepenek - Bianet

https://bianet.org/haber/dilek-ekmekci-akil-muayenesi-ile-susturulmak-isteniyorum-300078#google_vignette

Elif Ekin Saltık - Ekmek ve Gül

https://ekmekvegul.net/gundem/yetistirme-yurtlarinda-fuhus-sebekesi-neden-arastirilamiyor

                                                         /././

Yenilenebilir enerji yol haritası güven vermiyor -Özgür Gürbüz-

Enerji Bakanlığı 2035 yılına ait yenilenebilir enerji yol haritasını açıkladı. Güneş ve rüzgar enerjisi kurulu gücünü dört kat artıracaklarını, söz konusu yatırımların yeni iletim hatlarıyla birlikte 108 milyar doları bulacağını belirtildi. 2005 yılına dönelim. Dönemin Enerji Bakanı Hilmi Güler de o sıralar sık sık medyanın karşısına çıkıyor ve Türkiye’nin 2010’a kadar enerjide 130 milyar dolara ihtiyacı olduğunu söylüyordu.

Hilmi Güler’in bu çağrısı aslında bir davetti. Yabancı yatırımcılara, finansörlere Türkiye’ye gelin, yatırım yapın ya da bize para verin diyordu. Ekonomiyi 20 yılda tarihteki en kötü duruma getiren AKP, 20 yıl sonra yine enerji kozunu öne sürerek para bulmaya, yabancı yatırımcıyı Türkiye’ye çekmeye çalışıyor. Enerji Bakanı Alparslan Bayraktar’ın Pazartesi günü yaptığı sunumun özeti buydu.

Anlatılan ise tahmin edersiniz ki bu değildi. Enerji Bakanı, politikalarının üç temel üzerine oturtulduğunu söyledi. Arz güvenliği, enerji bağımsızlığı ve 2053 net sıfır emisyon hedefi. Bu hedeflere ulaşmak için de bugün 31 bin megavatı bulan rüzgar ve güneş kurulu gücünün 2035’te 120 bine çıkarılacağını söyledi. Elektrik talebinin de 330 milyar kilovatsaatten 510 milyar kilovatsaate çıkacağını…

Güneş ve rüzgar gücünü 10 yılda 90 bin megavat artırmak oldukça iddialı bir hedef. Bayraktar, özel sektöre havale edilen bu işler için izin süreçlerinin kısaltılacağını da belirtti. Yatırımcılara bir kez daha göz kırptı. Yakılan bu yeşil ışığın Türkiye’de doğa talanına dönüşmeyeceğini düşünmek naiflik olur. Süreci hızlandırmak, denetimi ortadan kaldırmak, olmadık yere beton dökmek olmamalı. Açıklanan planda çatılara, bina cephelerine, enerji kooperatiflerine bir vurgu yapılmadı.

Yenilenebilir enerji planının en sorunlu yanı ise inandırıcılığıydı. Türkiye 2053 yılında iklimi değiştiren seragazı emisyonlarını azaltarak “net sıfır emisyon” hedefini yakalamak istiyorsa önce emisyonların kaynağını kurutmalı. Bir numaralı kaynak da kömür santralları. Türkiye ise kömürle çalışan termik santralları ne zaman kapatacağını açıklamayan Avrupa’daki beş ülkeden biri. Bu santrallardan çıkan emisyonları durdurmadan nasıl net sıfıra ulaşacaksınız? Sobadan çıkan duman sizi zehirliyor ama siz sobayı kapatmayıp yanına elektrikli ısıtıcı koyuyorsunuz. Bakanlık bu planda ve 2053 hedefinde samimiyse bir an önce termik santralların kapatılma takvimini kamuoyuyla paylaşmalı.

Bu kadar santral gerekli mi sorusuna da yenilenebilir enerji planında tatmin edici bir yanıt bulamadık. Bayraktar’ın şu cümlesi ise düşündürücüydü: “Önümüzdeki 30 yılda Türkiye’yi enerji ihracatçısı bir ülke yapmak istiyoruz”. Görüldüğü gibi niyet başka ama biz yine de rakamları hatırlatalım. Halihazırda Türkiye’de 67 bin megavatlık yenilenebilir enerji santralı var. Buna 90 bin megavatlık güneş ve rüzgar eklenirse yenilenebilir enerjiden oluşan kurulu gücümüz 160 bin megavatı bulacak. Böyle bir kurulu güç, enerji depolama ve belki de birkaç gaz santralıyla desteklenirse zaten bahsedilen elektrik talebini karşılamaya yeter. 115 bin megavat kurulu güce sahip Türkiye’nin en yüksek enerji talep ettiği sıcak yaz günlerinde bile talebin 57 bini geçmediğini biliyoruz. Bakanlık kendi yazdığı planını ciddiye alıyorsa, arz güvenliği açısından Mersin’de yapımı süren, Sinop ve Trakya’da yapılması düşünülen nükleer santrallar ile küçük reaktörlere ihtiyacı olmayacağını da biliyordur.

Bakanlığın tüm planlarındaki asıl eksiklik ise talebi yönetmeyi amaçlayan politikaların yokluğu. Enerji tasarrufu, enerji verimliliği dilimizden düşmüyor ama akşam saatlerinde reklam ışıklarını kapattıran basit bir politikamız bile yok. Tersine yaz saati uygulamasıyla tüketimi artırma peşindeyiz. Dünyanın üçüncü büyük ekonomisi Almanya son 30 yılda ekonomisini yüzde 47 oranında büyütürken, birincil enerji talebini yüzde 20, seragazı emisyonlarını da yüzde 60 oranında azalttı. Bu süre içerisinde elektrik ihtiyacının yüzde 30’una yakınını karşılayan nükleer santralların hepsini kapattı, yenilenebilir enerjinin payını da yüzde 60’a çıkardı. Biraz kopya mı çeksek acaba?

                                                          /././

Sınır şehirleri -Şükrü Aslan-

Modern dünyanın en ilgi çekici özelliklerinden birisi, ulus devletler arasında çizilen sınırlardı. Büyük bir kısmı çizgisel olan bu sınırlarda bulunan şehirler-köyler çok kez yoğun gerilimlere tanıklık etmişlerdi. Bunun en önemli nedeni kültürel coğrafyaların fiziksel bölünme biçimiydi. Aynı dili konuşan akrabaların bir kısmı sınırın bir yanında, diğerleri öteki yanında kalmışlardı. ‘Yüce’ ideallerle çizilen bu ‘sınırlar’, iki tarafta yaşayanların başka devletlerin vatandaşı olmaları demekti. Her biri başka bir pasaporta sahip oldukları için sınırın diğer tarafındaki akrabalarını ziyaret için bile ‘gümrükten geçmek’ zorundaydılar. Aileler, sınırlar aracılığıyla birbirlerine ‘yabancı’laştırılmışlardı.

∗∗∗

Bununla birlikte ‘ulusal’ sınırların böldüğü yerleşmelerde, sınırın öteki taraflarıyla iktisadi iletişim bir şekilde devam ediyordu. İki taraf arasında ticaret olarak tezahür eden bu iktisadi ilişkilenme, görünürdeki katı sınır güvenliğine rağmen rutin bir faaliyet olarak işleyegelmişti. Herkesin gördüğü ve büyük bir bölümünün de deneyimlediği ama resmi olarak yokmuş gibi davranılan bu iktisadi ilişkilenme hali nedense hiçbir zaman resmi “sınır” algılarını tartışma konusu yapmamıştı. Türkiye’nin sınır yerleşmeleri herhalde bunun en çarpıcı örnekleriydi.

Ne var ki sınırın toplumsal deneyimleri, genellikle zor-trajik sonuçlarla yüklüydü. Hepsinde değil elbette ama büyük bir bölümünde ‘düşman’ ya da ‘öteki’ coğrafyanın bittiği-başladığı noktada olmak, gündelik hayatı karmaşık-gerilimli hale getirmişti. Tıpkı Ahmet Arif’in 33 Kurşun şiirine konu olan kıyımın öyküsü gibi. O kadar etkileyici yazılmıştı ki yüzyıllarca sürecek bir dilsel mirastı: “Kirveyiz kardeşiz kanla bağlıyız, Karşıyaka köyleri obalarıyla, Kız alıp vermişiz yüzyıllar boyu, Komşuyuz yaka yakaya, Birbirine karışır tavuklarımız, Bilmezlikten değil, Fıkaralıktan, Pasaporta ısınmamış içimiz, Budur katlimize sebep suçumuz, Gayrı eşkıyaya çıkar adımız, Kaçakçıya, Soyguncuya, Hayına...”

∗∗∗

‘33 Kurşun’dan 68 yıl sonra gerçekleşen ve onun bir başka tezahürü olan Roboski kıyımı da yine sınır trajedilerinin bir örneğiydi. 28 Aralık 2011’de uçakla yapılan bombalamalar sonucu 34 kişi öldüğünde, ilgililer bunu ‘sınır ihlali’ gerekçesiyle meşrulaştırmayı tercih etmişlerdi. ‘Sınır güvenliği’ ya da sıklıkla vurgulanan ‘çakıl taşı’ metaforu bir tür kutsal anlam yüklenmiş sözcüklerdi ve sanki bütün trajik vakaların örtüsü olma işlevi görüyordu.

Günümüzde bazı sınır şehirleri değişen kültürlerin, bazıları da hala geleneksel milliyetçiliğin mekânları gibidir. Mesela Avrupa’da ‘ulusal sınırları’ deneyimleme biçimine bir örnek Fransa, Almanya ve İsviçre’nin ortasındaki şehir Basel olabilir. Şehirde bir ülkeden diğerinin sınırına geçilen kısımlar, görünüşe göre eskisi gibi korunaklı değildir. Resmi ve tedirgin edici iklimi de hissetmezsiniz ama kültürel sınırlar kendini hemen gösterir. Mesela ülke sınırı değiştiğinde, şehrin tabelalardaki dil de değişir. Yani eski biçimleriyle fiziki sınırlar büyük ölçüde işlevini tamamlamış gibidir.

∗∗∗

Gelgelelim Avrupa’da eskiden ülkeler arasında fiziki sınır olarak inşa edilen duvarların artık yıkıldığı bir zamanda Türkiye, tam aksi biçimde, komşularıyla arasında fiziki duvarlar örme yolunu tercih etmiştir. Herhalde bunun tipik örneklerinden birisi 900 kilometre uzunluğundaki Suriye sınırına örülen ve dikenli tellerle donatılan duvardır. Önceleri mayınlarla kapatılan bu alan şimdi yüzlerce kilometre uzayıp giden bir duvarla örülmüş durumdadır.

Sınırdaki tek duvar örneği bu değildir elbette. Türkiye’nin sınır coğrafyasındaki yerleşmeler, öteki taraftan ‘korunma’ çabalarına göre bir tür teyakkuz ikliminin etkisi altındadır. O kadar ki duvarsız sınırlar bile böyledir. Tıpkı Türkiye’nin, Ermenistan sınırındaki Ani Harabeleri gibi. Görünürde fiziksel sınırı gösteren herhangi bir nesne yoktur. Ama hissedilen iklim, en katı sınır halinin işareti gibidir.

Bu durum, toplumsal dokusu bakımından sınır şehirlerini birer kültürler kapısı olarak kurma imkânı varken, tam aksi bir politik- toplumsal iklimin mekânları haline getirmiştir. Bütün bu katı sınır hallerine rağmen, Türkiye’nin bir küresel göçmen deposuna dönüşmesi ise herhalde ‘en yaman çelişki’ olsa gerek.

                                                             /././

Belediyelerin dil özensizliği -Atilla Aşut-

Bazı belediyeleri dışarıda tutarak söylüyorum, ülkemizdeki yerel yönetimlerin en zayıf yanlarından biri, kültür ve sanat alanındaki yetersizlikleridir! Bu konuya önem veren belediye sayısı parmakla gösterilecek denli azdır. Zaten belediyelerin kültür müdürleri genellikle başka mesleklerden insanlardır. Onlar, kültür-sanat etkinliği olarak daha çok piyasa şarkıcılarına konser verdirmeyi bilirler! Bir pazar yerinin çatısını kapatırken bile konser düzenlemek, belediyelerin rutini olmuştur artık! Demek ki halkla buluşmanın başka bir yolunu bilmiyorlar. Ne yazık ki sosyal demokrat belediyeler de bu yanlış eğilimin dışında kalamıyor…

Türkçe konusu da belediyelerin zayıf karnıdır! Bilgili eleman çalıştırmıyorlar çünkü. Bu yüzden sokak ve cadde adlarının yanı sıra belediyelerin çeşitli hizmet birimlerindeki tabelalar dil yanlışlarıyla doludur.

İzmirli Türkçe dostu arkadaşımız Recai Şeyhoğlu, kentteki kimi sokak adlarında gördüğü yazım yanlışlarını düzelttirmek için yıllardır uğraş veriyor. Ama kurumlar sorun çözmekte çok yavaş davranıyor. Nitekim Ayvalık’taki Mareşal Fevzi Çakmak Caddesi ile Barbaros Caddesi’nin adlarında ”Maraşal” ve “Barboros” diye yazılan sözcükleri tüm uyarılarına karşın değiştirememiş. Medya Ayvalık  gazetesinde kaleme aldığı konuyla ilgili yazısında şöyle diyor:

Fevzi Çakmak,  Kurtuluş Savaşı’nın önemli bir komutanı. Atatürk’ün yakın arkadaşı. Tarihimize mal olmuş bir kahraman. Adı Maraşal Çakmak değil, Mareşal Fevzi Çakmak’tır. Tarihçiler ve Türkçeciler böyle bilir. ‘Barboros’ adı da yanlıştır. Doğrusu ‘Barbaros’ iken hâlâ bazı ara sokaklarda ve caddelerde ‘Barboros Caddesi’ tabelaları yerinde duruyor. Belediyenin ilgili birimleri bu yanlışlar için neden harekete geçmez? Lütfen biraz duyarlı olalım.”

“ANFİ” DEĞİL AMFİ!

Benzer bir örneği de ben Ankara’dan vereyim:

Mamak Belediyesi’nin Saimekadın Amfi Tiyatrosu’nu gösteren Cebeci’deki bir tanıtım levhasında “anfi tiyatro” yazıyor. “Amfi”, Yunanca>Fransızca  “amfiteatr” sözcüğünün kısaltılmış biçimidir; “anfi” diye yazılması yanlıştır.

Biz kamu kurumlarının tabelalarında böyle yanlışlar görünce çok rahatsız oluyoruz. Ama bu yanlış bugüne değin Mamak Belediyesi’nden kimsenin dikkatini çekmemiş anlaşılan. Umarız kısa sürede düzeltilir.

HAFTANIN NOTU

Trabzon’da Yazarlara Gerici Provokasyon

Trabzon, sanayisi olmayan bir kentimizdir. Buna karşılık, tarihsel olarak köklü bir kültür ve sanat kenti olarak bilinir. Basın tarihi çok zengindir. Edebiyat, tiyatro, resim, fotoğraf, karikatür alanında Trabzon’dan çıkmış büyük sanatçıların adını saymaya kalksam sayfalar doldurmam gerekir. Ancak AKP iktidarında çoğu ilimiz gibi Trabzon’un da doğası, çevresi, tarihsel dokusu hızla bozulmuş, dört bin yıllık kentimiz tanınmaz duruma gelmiştir!

Son yerel seçimlerde, Trabzon’un merkez ilçesi Ortahisar’ın AKP karanlığından kurtarılması, kentte büyük sevinç ve umut yarattı. Ama bu arada belediyedeki hortumları kesilip rant kapıları kapanan asalaklar, Ahmet Kaya başkanlığındaki yeni belediye yönetimine karşı saldırıya geçtiler. Bugünlerde Trabzon’da düzenlenen “Ortahisar Yazar Buluşmaları” etkinliği dolayısıyla saldırıların yoğunlaştığı ve kentte bir provokasyon ortamı yaratılmaya çalışıldığı gözleniyor…

Yandaş bir gazete, Trabzonlu sosyalist yazar ve ozan Hasan İzzettin Dinamo anısına düzenlenen bu etkinliğe katılacak bazı yazarların siyasal eğilimlerini bahane ederek günlerdir kışkırtıcı yayınlar yapıyor. Yıllardır haksız yere cezaevinde tutulan Selahattin Demirtaş’ın kitaplarını onun adına imzalamak ve Meclis’te temsil edilen yasal DEM Parti’yi desteklemek “terör suçu” sayılmış! Bu çevreler, özellikle Şükrü Erbaşİnci Aral ve Hikmet Hükümenoğlu’nun adları üzerinden karalama kampanyası yürütüyorTrabzon’daki sağcı partiler de hemen bu koroya katılmışlar. Adı geçen arkadaşlar, bu koşullarda kentte olumsuz bir olaya meydan vermemek için etkinliğe katılmayacaklarını açıklamak zorunda kalmışlar…

Ortahisar Belediye Başkanı Ahmet Kaya ise tüm engelleme çabalarına karşın geri adım atmayacaklarını, Trabzon’u yeniden aydınlığa çıkararak “bir cumhuriyet kenti yapacaklarını” söylüyor.

Öte yandan “Ortahisar Yazar Buluşmaları” dün başladı. Hasan İzzettin Dinamo’yu, Trabzonlu ozan ve yazar Ahmet Özer anlatırken Çiğdem Sezer de bir şiir dinletisi sundu. Etkinlik üç gün sürecek ve çok sayıda yazar, Trabzonlu okurlarıyla buluşacak…

(BİRGÜN)


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder