28 Ekim 2024 Pazartesi

Ergin Yıldızoğlu + Mehmet Ali Güller - Cumhuriyet


Acemoğlu, Johnson ve Robinson’un üzerine kısa notlar-Ergin Yıldızoğlu-

Acemoğlu, Johnson ve Robinson’un çalışmaları -özellikle ekonomik kalkınmanın birincil belirleyeni olarak kurumsallara odaklanmaları- geniş çapta ilgi çekti, etkili oldu, Nobel ödülüne giden yolu açtı. Neoliberal zırvalardan sonra, yeni ekonomik model arayışında bir çıkmaza girmiş olan “düzenin” kaygılarını da yansıtması açısından ilginç olan bu gelişme için kendilerini kutlarım. Ancak bu kurumsal yaklaşımın, emperyalizm ve kapitalizm eleştirisi perspektifinden bakınca görülen yetersizliklerini de kısaca not etmek isterim. 

AVRUPA MERKEZCİLİK VE SÖMÜRGECİLİK

Bu üç ekonomistin, “kapsayıcı kurumlar” üzerindeki vurgusu, Avrupa’da gelişmiş merkez kapitalizminin kurumlarının kalkınmanın “altın standardı” olduğu varsayımına dayanıyor. Bu bakış açısı, Avrupa’da gelişen merkez kapitalizmin yükselmesine yardımcı olan sömürgeci pratikleri göz ardı ederken Batı dışındaki ülkelerin sömürge pratiklerinin içinde sistematik olarak geri bıraktırıldığı gerçeğini gözden kaçırıyor. Buradan hareketle, bu ekonomistlerin yaklaşımının, ülkelerin içsel kurumsal başarısızlıklarına odaklanarak postkolonyal ulusları kendi geri kalmışlıkları için dolaylı olarak suçladığını, dolayısıyla emperyalizmin mirasını yadsıyarak, Avrupa merkezli bir anlatıyı güçlendirdiğini söyleyebiliriz. 

BAĞIMLILIK VE MERKEZ-ÇEVRE

Bağımlılık teorisi (Baran, Frank, Amin, vb.) perspektifinden bakıldığında da Acemoğlu, Johnson ve Robinson’un çalışmalarının, küresel kapitalizmin merkez-çevre diyalektiğini hesaba katmadığı görülür. Burada “çevre (gelişmekte olan) ülkelerin” ekonomik dinamikleri, “kalkınma” (sermaye birikim) süreçleri  “merkez (gelişmiş) ülkelere” yapısal, kurumsal olarak bağımlıdır, hatta şekillendirilmiştir. Çevre ülkeler genellikle ham madde, doğal kaynak ve düşük değerli mallar ihracatına bağımlıdırlar, aynı zamanda merkezden yüksek değerli mamul ürünleri ithal ederek, ülkelerinde üretilen artık değeri merkez sermayenin birikim süreçlerine açarak merkezçevre ve bağlamlılık ilişkisini, küresel eşitsizlikleri pekiştirirler. Kısacası Acemoğlu, Johnson ve Robinson’un yaklaşımı çevre ülkeleri geri kalmışlık döngülerinde tuzağa düşüren küresel kapitalizmin dayattığı yapısal kısıtlamaları hesaba katmaz. 

KRİZ-MEKANSAL ÇÖZÜMLERİ

David Harvey’nin sermaye birikim sürecinin jeopolitiğini tartışırken işaret ettiği gibi, kapitalizmin krizi içinde sermaye, kriz dinamiklerini yeni mekânlara, hatta “gelecek zamana” kaçarak (Spatial and temporal fixes) yönetmeye çalışır. Örneğin küresel kapitalizm aşırı birikim krizlerini yeni coğrafi bölgeleri kendi genişleme sürecine açarak (küreselleşme) yönetmeye çalıştığını görmekteyiz. Sermaya genişlemek üzere gittiği bölgelerde, var olan ekonomik, hukuki hatta kültürel kurumsal yapıyı değişmeye, yeniden şekillenmeye zorlar: Geliş ve değerlenme sürecine “kurumsal-yapısal uyum” yaratmayı hedefler. Gelen sermaye, girdiği mekânlarda, değerin üretilmesini değil üretilmiş değerin, faiz, rant, “eşitsiz değişim” yoluyla edinilmesini (Mazzucato) kolaylaştıran kurumlar talep eder. Bu genellikle, gelen sermayenin etkinliğini engellemeyen zayıf kurumların oluşturulmasını veya sürdürülmesini içerir. Bu bakış açısıyla Acemoğlu, Johnson ve Robinson’un güçlü, kapsayıcı kurumlar çağrısı anlamsız hale gelir. Çünkü küresel kapitalizm içinde, “merkez” sermayenin birikim süreci, çevre ülkelerin zenginliklerinin edinilmesini kolaylaştıran kurumlar üretir. 

Kısacası, emperyalist sistem içinde, çevre ülkelerde kapitalist “kalkınma”, kaynakların, emeğin ve pazarların daha kolay sömürülmesine olanak tanıyan zayıf, ekonomik hatta siyasi rant üreten, kurumlar altında “gelişir”. Bu bağlamda, emperyalizmin ve merkezin uzantılarının sermaye birikimi, çevre ülkelerde zayıf kurumların sürdürülmesini gerektirir. 

Acemoğlu, Johnson ve Robinson’un iç kurumsal reformlara odaklanan kalkınma yaklaşımı küresel kapitalizmi şekillendiren jeopolitik güçler, zenginliğin merkez ülkelerde birikmesini kolaylaştırmak için çevre ülkelerde zayıf kurumlaşmayı beslediği bir dünyada adeta “var olan kapitalizmi” destekleyen bir fantezi konumuna düşme riskiyle yüz yüzedir.

                                                /././

‘Serbest ticaret’ geride mi kalıyor?-Ergin Yıldızoğlu-

Geçtiğimiz haftalarda Batı basınında “Dünya, Dünya Ticaret örgütünü terk ediyor”, “Dünya serbest ticaretten vazgeçiyor”, “ABD’nin eski ekonomi politikası ölüyor” başlıklı yorumlar vardı. Gerçekten de korumacı politikaların yükselişi, ABD ve Çin gibi büyük güçler arasındaki artan gerilimler, BRICS (Brezilya, Rusya, Hindistan, Çin ve Güney Afrika) grubunun oluşumu, dünyanın “serbest ticaret” anlayışından uzaklaşarak bölgeselcilik, rekabet odaklı, yeni bir şekillenmeye doğru ilerlediğini gösteriyor. 

SERBEST TİCARET MODELİ VE BLOKLAŞMA

Batı merkezli ABD hegemonyası altında şekillenen kapitalist dünya ekonomisinde, Genel Tarifeler ve Ticaret Anlaşması (GATT) ve onun devamı niteliğindeki DTÖ, ticareti serbestleştirmek, uluslararası ticareti düzenleyen kurallar oluşturmak, ekonomik entegrasyonu teşvik etmek için tasarlanmıştı.

Ancak son yıllarda ABD’nin küresel ekonomik konumu görece geriledikçe serbest ticarete olan bağlılığı da giderek azaldı. Donald Trump’ın 2016’da başkan seçilmesiyle ABD, Çin mallarına uygulanan tarifeler ve Trans-Pasifik Ortaklığı’ndan (TPP) çekilme gibi korumacı politikalara yöneldi. Bu korumacı politikaların çoğu Biden yönetiminde de “sanayi politikası” arayışları ile güçlenerek devam etti. ABD’nin DTÖ’nün uyuşmazlık çözüm mekanizmasındaki atamaları engellemesi küresel serbest ticaret sistemini ciddi şekilde zayıflattı. Şimdilerde, ABD’nin yerel endüstrilere sübvansiyonlar sağlaması, Çin ile ticaret savaşlarına girmesi, daha parçalı ve “sıfır toplamlı” bir ticaret ortamı yaratıyor. Ülkeler artık DTÖ kurallarını giderek daha az ciddiye alıyorlar, küresel ticaret ortamı adeta bir kaosa sürükleniyor. 

ABD siyasette, ekonomik ilişkilerde çok taraflılıktan (multilateralism) uzaklaşırken bölgesel ticaret bloklarının yükselmesine tanık oluyoruz. İkili ticaret anlaşmalarının sayısı 1958-2023 döneminde 400’den, yalnızca 2023’te 355’e yükselmiş (DTÖ). BRICS bu gelişmenin en önemli örneklerinden biridir. Başlangıçta Batı’nın egemenliğine direnmek, Uluslararası Para Fonu (IMF) ve Dünya Bankası gibi kurumlara olan bağımlılığı azaltmak amacıyla kuruldu, Güney Afrika’nın katılımıyla genişledi; başka ülkelerin de katılımı tartışılıyor. BRICS kendi Yeni Kalkınma Bankası’nı (NDB) kurarak üye ülkelerde altyapı projelerini finanse etmeyi amaçlıyor. Benzer şekilde, Avrasya Ekonomik Birliği (EEB) ve Çin’in öncülük ettiği Bölgesel Kapsamlı Ekonomik Ortaklık (RCEP) ekonomik bağları, Batı’nın mali egemenliği dışındaki kalarak güçlendiren anlaşmaların başında geliyor.

Bu gelişmeler bölgesel ekonomik entegrasyonu güçlendirirken sıklıkla korumacı politikalara yol açıyor. Örneğin, Çin’in Bir Kuşak Bir Yol Girişimi (BRI), Asya, Afrika ve Avrupa’da altyapı yatırımları yoluyla Çin’in etkisini artırıyor. Süreç çok kutupluluğa (dünya ekonomisinde parçalanmaya) doğru bir gidiş sergiliyor.

ÇİN ETKİSİ VE PARÇALANMA

Çin’de stratejik sanayi sektörlerini destekleyen devlet kapitalizminin getirdiği hızlı ekonomik büyüme teknolojik gelişme, ABD ve müttefiklerinde büyük tedirginlik yaratıyor. Çin’in küresel ekonomik güç olarak yükselişi, ABD’yi kendi sanayilerini korumak için önlemler almaya zorluyor. Trump döneminde ABD’nin benimsediği “Önce Amerika” yaklaşımı ve Biden’ın da yerli sanayilere yönelik vurgusu da bu değişimi yansıtıyor. Çin, ABD hegemonyasında çekimlenmiş ticaret sisteminin çöküşünde merkezi bir rol oynuyor.

Çok taraflı ticaret sisteminin zayıflaması, ekonomik milliyetçiliğin yükselmesi, ticaret bloklarının ortaya çıkışı, serbest ticaret döneminin geride kalmaya başladığını düşündürüyor. 

Bir zamanlar küresel ticaretin temel taşı olan DTÖ kriz içinde; serbestleşmeye ve sübvansiyonlara ilişkin önemli müzakereler tıkanmış durumda. ABD ve Çin gibi ülkeler, ticareti, ekonomik büyümeden ziyade jeopolitik hedefler için karşılıklı tarifeler ve yaptırımlarla, bir silah olarak kullanmaya başladılar. 

Bu yeni ortamda, bölgesel ticaret blokları muhtemelen ekonomik örgütlenmenin baskın biçimi haline gelecek. Bu bloklar birbirleriyle nüfuz için rekabet ederken küresel ekonomi daha parçalı ve çatışmaya meyilli hale gelecek. ABD hegemonyası geri çekiliyor, ulusal çıkarların küresel işbirliğinin önüne geçtiği daha parçalı ve bölgeselleşmiş bir dünya şekilleniyor.

                                                  /././

İsrail'in İran'a saldırısının analizi -Mehmet Ali Güller-

İsrail, üç dalga halinde 100’den fazla uçakla İran’daki 20 hedefi vurduğunu açıkladı. İran ise 100’den fazla uçağın ve 20 hedefin doğru olmadığını, 3 tesisin hedef alındığını ve 4 askerin öldüğünü açıkladı. 

Bu resmi açıklamalar doğruysa, yani İsrail 100’den fazla uçakla saldırdıysa ve sonuç bu olduysa, ortada Tel Aviv için tam bir başarısızlık vardır. Nitekim Batı basınının yayımladığı görüntüler bile İran’da ciddi bir hasarın olmadığını gösteriyor. 

SORU İŞARETLERİ

Öte yandan İsrail’in açıkladığı çapta bir saldırı yapmış olması da pek olası görünmüyor. İsrail ile vurulan hedefler arasındaki mesafenin ortalama 1500 km olduğu, bu mesafe için uçaklara havada yakıt ikmali gerektiği ve saldırının 02.15 ile 06.30 saatleri arasında yapıldığı göz önüne alınırsa, Tel Aviv’in açıklamasının propagandadan ibaret olduğu anlaşılır. 

Bu mesafeden saldırı yerine, ABD olanakları kullanılarak daha kısa bir mesafeden ve daha az uçakla saldırının düzenlenmiş olması, daha olası. ABD’nin olanakları ise bölgedeki üsleri de olabilir, Körfez yakınındaki uçak gemisi de... 

İran Genelkurmay Başkanlığı, saldırının, “İran’a 100 km uzaklıktaki ABD kontrolündeki Irak bölgesinin kullanılarak” yapıldığını açıkladı. İsrail topraklarından Kuzey Irak’a uçuş için de yine hava sahası problemi başta problemler var. Dolayısıyla o bölgeye az sayıda uçak ya da pilot daha geniş bir zamanda taşınmış da olabilir! 

PENTAGON SIZINTISININ ANLAMI 

ABD, İsrail saldırısının nükleer ve petrol tesislerini kapsamamasını önemle istedi. Zira bu küresel ekonomiyi de çok olumsuz etkileyecek bir tetikleme yapabilirdi. 

İsrail ve İran’ın açıklamaları, hedef alınan yerlerin askeri tesisler olduğunu ortaya koyuyor. Buradan hareketle İsrail’in, ABD’nin çizdiği sınırlar içinde kalarak İran’a saldırabildiğini söyleyebiliriz. 

Ancak bu sınırların da öyle kolayca kabul edilmediği anlaşılıyor. O noktada Washington ile ya da en azından Washington’daki bir kanat ile Tel Aviv arasında ciddi bir mücadele yaşandığı anlaşılıyor. Pentagon’dan sızdırılan İsrail’in kısmi saldırı planlarının, o mücadelenin bir yansıması ve Netanyahu hükümetine “çizilen sınırlar içinde kalması” için bir mesaj olduğu anlaşılıyor. 

İSRAİL ORDU RADYOSU’NUN HABERİ

Öte yandan o zemindeki mücadelenin de bitmediği, sürdüğü görülüyor. İsrail’in İran’a saldırısından 24 saat sonra, İsrail Ordu Radyosu’nun yaptığı şu haber önemli: “ABD İran’a saldırmadı ama ABD Merkez Hava Kuvvetleri Komutanlığı uçaklarından oluşan bir filo, olası bir durumda, İsrailli pilotları kurtarmak için hazırlık yaptı.” 

Kuşkusuz bu habere, İsrail’in kendisini zayıf gösteren bir açıklama olarak şaşırabiliriz. Ama amacın başka olduğu, Pentagon sızıntısına yanıt olduğu düşünülmelidir. Çünkü aslında bu haberle, İran’a ve dünyaya “ABD de işin içinde” denilmiş oluyor! Nitekim İran Dışişleri Bakanı Abbas Arakçi, İsrail’in İran’a saldırısına, ABD’nin de katıldığını savundu. 

DANIŞIKLI DÖVÜŞ DEĞİL KONTROLLÜ SINAMA

Saldırının çizilen sınır içinde yapılması, hatta üçüncü taraflarca İran’ın önden bilgilendirilmiş olabileceği gibi konular üzerinden, meseleyi “danışıklı dövüş” diye nitelemek doğru değil. 

Zira şartlar uygun olsa, İsrail ABD’den, ABD de İsrail’den çok İran’ı vurmak ister, istiyor. Ama ABD’nin Irak’ı 2003’te vurduğu şartlar artık yok. ABD’nin “Ya bendensiniz ya düşmanımsınız” diye meydan okuyabildiği bir dünya da artık yok. O nedenle taraflar kontrollü bir şekilde birbirlerini sınıyor. 

İran’ın şimdi yeniden İsrail’e yanıt verip vermeyeceği de yine bu “kontrollü sınama” çerçevesinde belirlenecektir. Yani İran’ın İsrail’e yanıt verip vermeyeceği, İsrail’in yeniden ateşkes görüşmelerine dönüp dönmeyeceğine ve Lübnan’a saldırıyı sürdürüp sürdürmeyeceğine bağlı olacaktır.

(Cumhuriyet)


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder