28 Ekim 2024 Pazartesi

T-24 "KÖŞEBAŞI" -28 Ekim 2024-

KKTC limanlarının, GKRY gemilerine açılması -Özdem Sandberk-

Kıbrıs konusunda AB tarafından uğradığımız açık haksızlıklar bizde, basında ve kamu oyumuzda ve siyaset hayatımızda yeteri kadar şiddetli toplumsal tepki yaratmıyor?

Hatırlanacağı gibi Türkiye, Avrupa Birliği’nin 17 Aralık 2004 tarihinde Brüksel’de yaptığı Zirve toplantısında Gümrük Birliğine ek protokolde bir beyanda bulunarak, Türk tarafına yönelik izolasyonların kaldırılması, vaat edilen yardımın gerçekleştirilmesi ve AB’nin KKTC ile doğrudan ticarete başlaması koşuluyla, Türkiye’nin GB’ne Ek Protokolü imzalayacağı yolunda tek taraflı bir beyanda bulunmuştu. (*) Bu beyan Zirve Kararları metninde de aynen yer alıyor. Başka ifadeyle AB Brüksel 17 Aralık 2004 Zirve kararları Türkiye’nin Kıbrıs Rum Yönetimine limanları açması yönünde bir hüküm içermediği gibi, Türkiye de bu zirve sırasında Limanları açmak için bir söz vermiş değil. Zirvede bu konuda bir anlaşma yer almadığı gibi, bu konuda mektup teatisi şeklinde herhangi bir mutabakat da bulunmuyor.

Çifte halk oylaması

Ancak 1963'ten beri Kıbrıs Adası'nda Türk ve Rum toplumları olarak ayrı yaşayan iki halkı, iki kesimli tek bir devlet bünyesinde birleştirmek amacıyla, dönemin Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri Kofi Annan tarafından Türk ve Rum bölgelerinde ayni tarihlerde fakat ayrı ayrı gerçekleştirilmesine yönelik bir plan öngörüldü.

17 Aralık 2004 Zirve Kararlarının Kıbrıs’la ilgili beyanı içeren paragrafı o tarihte AB Dış İlişkiler Komiseri Olli Rehn ile aynı tarihte devlet bakanlığı görevini yürüten Beşir Atalay tarafından imzalandı. Zirvede Kıbrıs’la ilgili paragraf aynen şöyle:

“…AB Konseyi bu bağlamda, ‘’Türk Hükümeti, müzakerelerin fiilen başlamasından önce ve Avrupa Birliğinin mevcut üyeliğine dair uyarlamalar üzerinde anlaşmaya varılarak sonuçlandırıldıktan sonra Ankara Antlaşmasının uyarlanmasına ilişkin Protokolü imzalamaya hazırdır şeklindeki Türkiye tarafından yapılan beyandan memnuniyet duyar. (**)

Bu karışık ifadelerin anlamı, Türkiye’nin AB ile akdettiği 1995 tarihli Gümrük Birliği Protokolünü yeni katılan on ülkeye ve bu meyanda GKRY’ye teşmil etmesinden önce, Kıbrıs’ın mevcut üyeliğinin geçici niteliği çerçevesinde adadaki özel durumu sebebiyle, Türk tarafına yönelik izolasyonların kaldırılması ve aynı zamanda Annan, planının kabulü halinde, Türk tarafına vadedilen yardım ve imkanların yürürlüğe konulacağı şeklinde idi. Kısaca Annan Planı olarak adlandırılan bu öneri, 24 Nisan 2004 tarihinde, adanın iki toplumunda, ayrı ayrı yapılan halk oylamalarında KKTC’li Türkler tarafından kabul edildi. Fakat Rumlar tarafından reddedildi. Bu durumda Türk tarafına vadedilen yardım ve imkanların yürürlüğe konulması beklenirken, Avrupa Birliği liderleri ve AB Komisyonunun geri adım atması sebebiyle, verilen sözlere rağmen, beklenenin tam tersi gerçekleşti. Rumlar barış planını reddetmelerine rağmen Avrupa Birliği üyeliğine kabul edilirken bu plana evet diyen KKTC dışarda bırakıldı.

Ancak Türkiye verdiği söze sadık kalarak Gümrük Birliği Protokolünü, 25 Temmuz 2005 tarihinde imzaladı. Bu imzasının yanına Kıbrıs Cumhuriyeti’ni tanıma anlamına gelmeyeceği yolunda bir ihtirazi kayıt koydu.

AB Genişleme Antlaşmasına ek 10 numaralı protokol

3 Nisan 2003 tarihli AB Genişleme Antlaşmasına ek 10 No.lu Protokol, Kıbrıs’ın AB’ne üyeliğinin geçici bir durum olduğunu altını çizmekte ve AB mevzuatının çözüm geçekleşene kadar sırf Güneyde geçerli olacağını belirterek bu mevzuatın, adanın bütün yurttaşlarının yararına olması gerektiğini belirtmektedir. Genişleme Antlaşmasına ek 10 numaralı protokol, bu sebeple çözüm gerçekleşene kadar geçecek zarfında AB’nin adanın Kuzeyinde yaşayan Türklerin de ekonomik kalkınmasına katkıda bulunmasını ve adanın entegrasyonu için özel bir ticaret rejimi uygulanmasını öngörmektedir. 10 numaralı protokol ayrıca AB’nin Kuzeye doğrudan yardım yapmasını ve AB’nin adanın kuzeyinde yaşayan Türklerin de ekonomik kalkınmasına katkıda bulunmasını, ilaveten BM’lerin de süreci desteklemesini istemektedir. Bu zaman zarfında adanın entegrasyonu için özel bir ticaret rejimi uygulanmasını ve BM’lerin süreci desteklemesini öngörmektedir. Prot. 2’nci Maddesi bu hususların yerine getirilmesi için Komisyonun Konsey’e öneride bulunmasını istemiştir.

Konsey bu istek uyarınca öneride bulunarak Komisyondan doğrudan ticari yönetmenliğinin ve doğrudan ulaştırma yönetmenliğinin çıkarmasını ve Kuzey’e koşulsuz yardımların başlatılmasını talep etmiştir.

Ancak aradan geçen bu uzun süreye rağmen, AB ne doğrudan ticaret yönetmenliği ne de doğrudan ulaştırma yönetmenliği çıkarılabildi. Ne de adanın Kuzeyinde yaşayan Türklerin de ekonomik kalkınmasına katkıda bulunması için adım attı. Dolayısıyla AB böylece, Türkiye’ye verip de tutmadığı sözlere yenilerini eklemeyi sürdürdü. Ama bununla da kalmayıp hiçbir yükümlülüğünü yerine getirmediği halde KKTC’den limanları açmasını Ad Nauseam talep etmeyi sürdürüyor.

Öte yandan AB Parlamentosu ise, bizden Gümrük Birliği Ek Protokolün onaylanmamızı isterken, ek Protokolü kendisinin de onaylamadığını hatırlatalım.

Yukarıdaki gözlemlerin hatıra getirdiği bazı fikirler:

Kıbrıs konusunda AB tarafından uğradığımız açık haksızlıklar bizde, basında ve kamu oyumuzda ve siyaset hayatımızda yeteri kadar şiddetli toplumsal tepki yaratmıyor?

Bunu nasıl izah edebiliriz?

AB’nin Kıbrıs meselesindeki tutumu, devletlerin veya uluslararası kuruluşların kendi verdiği sözlere veya bizzat kendi yükümlülüklerine uymazlarsa, bu durumun kendileri için gerçek hayatta hiçbir siyasi bedel yaratmayacağını ortaya koyuyor.

Kıbrıs konusundaki diplomatik başarısızlığımızın bir sebebi de belki halkımızın çoğunluğu itibarıyla, XXI. yüzyılın ilk çeyreğini geride bıraktığımız şu sıralarda uluslararası toplumun barış, iş birliği ve dayanışma için kendi geleceğine umutla bakması için cesaret verici bir perspektif sunmamasının yarattığı karamsarlıkta aranabilir.

Bir diğer sebep de mesele Kıbrıs’a gelince belki milliyetçilik duygularımızın, tüm halkımızı bir bütün olarak kavrayan güçlü bir heyecan yaratmadığı gerçeğinde yatıyor olabilir.

Bu aslında halkımızın kısmen bir bölümünün, yurt içindeki siyasi çekişmelerimizin etkisiyle Kıbrıs’ı milli bir dava olarak görmemek gibi bir düşünceden kaynaklanmasından ileri gelmiş olabilir. Ne var ki Milli konularda bu tür seçici tavırlar, genellikle tek bir sorunla sınırla kalmıyor. Kontrol elden kaçırılınca başka milli sorunlara da süratle sirayet ediyor.

------

(*) Annan Planı, adanın iki toplumunda, ayrı ayrı yapılan halk oylamalarında KKTC’li Türkler tarafından kabul edilmiş ve Rumlar tarafından reddedilmiştir. Fakat Türk tarafına vadedilen yardım ve imkanların yürürlüğe konulması bir kere daha verilen sözlere rağmen gerçekleştirilmemiştir.

(**) “...after reaching agreement on and finalising the adaptations which are necessary in view of the current membership (of Cyprus ) of the EU….”

                                                          /././

Devlet Tiyatroları’nın hesabı, olmuş size Tamer Karadağlı’nın hesabı -Eray Özer-

Devlet Tiyatroları’nın Instagram sayfasında son bir ayda genel müdür Tamer Karadağlı’nın olduğu tam 17 içerik paylaşılmış. Ekim ayına kadar normal işleyen hesapta ne hikmetse ekimle birlikte içerikler değişmiş, üstelik gönderiler de yoruma kapatılmış.

Bir arkadaşım aradı.

“Devlet Tiyatroları’nın Instagram hesabını gördün mü” dedi.

“Yooo” dedim. Takip de etmiyordum.

“Hesap Tamer Karadağlı hesabı olmuş” dedi.

Instagram’da Devlet Tiyatroları’nın hesabına bir girdim ki…

Girmez olaydım.

Ekim ayı boyunca arka arkaya o kadar çok Tamer Karadağlı paylaşılmış ki, insan bunun bir tiyatro hesabı olduğunu anlamakta güçlük çeker

Son bir ayda paylaşılan 32 gönderiden 17’sinde Genel Müdür Tamer Karadağlı var.

Tamer Karadağlı açılışta… Tamer Karadağlı televizyon röportajında… Tamer Karadağlı misafir ağırlamış… Tamer Karadağlı misafir olmuş… Tamer Karadağlı oyun izlemiş… Tamer Karadağlı prova izlemiş…

Devlet Tiyatroları’nın Instagram hesabında yer gök Tamer Karadağlı.

Üstelik bu ayın başına kadar böyle de değilmiş.

Eski gönderilere bakınca hesabın ekim ayına kadar olması gerektiği gibi yönetildiğini görüyoruz.

Gönderilerde şehirlerin tiyatrolarından, oyunlarından kareler var. Çeşitli oyunların katıldığı festivallerin bilgisi var. Oyunlara dair bilgilendirmeler var.

Arada bir yine Tamer Karadağlı’ya rastlıyoruz ama hadi o kadar olsun.

Ayın son günlerinde arka arkaya üç sahne görseli geldi de hesap biraz rahatladı

Ekim ayıyla birlikte bu durum değişmiş, oyunlar azınlığa düşmüş, yere göğe Tamer Karadağlı gelmiş.

Sanki birileri hesabın yöneticilerine fırça atmış gibi…

Sanki biri çıkıp demiş ki, “Koskoca Devlet Tiyatroları’nın hesabında nasıl olur da koskoca genel müdürümüz sadece arada bir paylaşılır? Bundan sonra hep genel müdür, arada bir tiyatro paylaşılacak!”

Sanki bunun üzerine emir alınmış, hatta belki hesabın yönetimi el değiştirmiş ve DT’nin hesabının Tamer Karadağlı’nın kendi hesabından daha bir Tamer Karadağlı hesabı olması görevi itinayla yerine getirilmiş.

Bir tiyatronun genel müdür olsam sosyal medya hesabımızda değil arka arkaya 17 tane, ayda bir tane bile kravatlı resmi görünümlü insan olsun istemem.

Hele elimde pırıl pırıl bir sahnede, şıkır şıkır kostümlerini giymiş onlarca aktörün enfes kareleri varsa…

Bir de tüm gönderileri yoruma kapatmışlar. O da olacak iş değil.

Vatandaş belki oradan soru sorar. Misal “Filanca oyun şehrime gelecek mi” der, “Falanca oyunun biletleri ne zaman satışa çıkacak” der.

Gönderilerin altına artık ne yazılmasından korkuyorlarsa, tüm gönderiler yoruma kapalı.

Ekim başına kadar yine arada bir Tamer Karadağlı olsa hesap “normal” seyrindeyken birden işler değişiyor

Devlet Tiyatromuz bugün resmi olarak 75 yaşında.

16 Haziran 1949’da Milli Eğitim Bakanlığı’na bağlı olarak kuruldu.

Fakat ondan önce Tatbikat Sahnesi’nin geçmişi 1930’ların ortalarına uzanıyor.

Daha da öncesinde İstanbul sahnelerinden başlayan bir tiyatro geleneğimiz var.

Darülbedayi’nin kuruluş tarihi 1914.

Darülbedayi bir konservatuar olarak kuruldu, İstanbul Şehremini’nin himayesinde bir süre iç tartışmalarla kapanıp açıldı ve nihayet 1931’de İstanbul Belediyesi’ne bağlanarak bugünlere Şehir Tiyatrosu olarak geldi.

Bizim tiyatromuzun temellerini aslında Ermeni aktörler inşa etmişti.

Mardiros Mınakyan, Güllü Agop, Fasülyeciyan, Eliza Binemeciyan, Kınar Sıvacıyan

Bizde bir kesim Ermeni “alerjisi” nedeniyle genelde hep Afife Jale üzerinden kadın ve tiyatro konuşmayı sever ama mesela Eliza Hanım yaşadığı dönemde bir stardı.

Sokakta yürüyemeyecek kadar tanınır ve sevilirdi.

Mükemmel Türkçe konuşurdu, Darülbedayi’nin çalkantılı zamanlarında yöneticilik de yapmış olması, o zamanın kurucu heyetinde yer alması nedeniyle de ayrı bir öneme sahipti.

Hatta 1922’de yine Darülbedayi’nin dağılmak zorunda kaldığı bir ara, tiyatrolarına isim ararken “Türk Tiyatrosu” ismini de yine Eliza Hanım önermişti.

Bu isimlere zamanla Muhsin Ertuğrul, Ahmet Muvahhit, Bedia Muvahhit, Neyyire Neyir, Vazfi Rıza Zobu gibi isimler katıldı.

Afife Jale sahneye çıkan ilk Müslüman ve Türk kadın oyuncu olmasına rağmen bu kadroya maalesef eşlik edemedi. Parlak başlayan kariyeri acılarla, bağımlılıklarla sekteye uğradı.

Aslında uzun ve başka bir yazının konusu ama tiyatromuzun kuruluşunda da bir “yerli ve milli” tartışması yatar.

Milli Mücadele döneminde tiyatroyu bir propaganda aracı olarak gören kadrolar milli duyguları öne çıkarak, yerli oyunların sahnelenmesi için ısrarcı olurlar.

O dönemin tiyatro çevrelerinde yer alan Reşat Nuri uyarlama oyunların sergilenmesini sert bir dille eleştiren yazılar kaleme alır.

Keza Darülbedayi’nin Abdülhak Hamit, Yahya Kemal gibi isimlerin başında bulunduğu “Edebi Heyet”i oyuncular ve yönetmenleri yerli ve milli oyunlara, “Vatan Yahut Silistre”lere yönlendirmek ister.

Sahiden de tiyatro geniş halk kitlelerini etkilemek için o dönemde en güçlü araçtır.

Buna karşın oyuncuların ve yazarların bir bölümü bu işi meslek olarak görmekte ve mesleğin “artistik” kısmına büyük önem vermektedir. Bu nedenle de tıpkı Avrupa’daki gibi sanatsal yönü ağır basan klasik metinleri uyarlayarak sahnelemek isterler.

Bu grubun başını Muhsin Ertuğrul çeker.

Yaşanan tartışmalara bağlı olarak Ertuğrul sık sık öfkelenerek istifa eder ve yurt dışına çıkarak oralarda oyun sahnelemeye, Avrupa’daki film stüdyolarında sinemayı öğrenmeye meyleder.

Her seferinde ikna edilir ve geri döner.

1940’larla beraber tiyatromuzda uzun sürecek olan Muhsin Ertuğrul dönemi başlar.

Artık Türkiye’de tiyatro ondan sorulmaktadır.

1947’de Devlet Tiyatrosu’nun başına gelir. 50’lerin başında kısa bir ara verse de üç yıl sonra koltuğa yeniden oturur ve dört yıl sonra da yolculuğa başladığı yere, Darülbedayi’ye, o günkü ismiyle İstanbul Şehir Tiyatrosu’na döner.

Devlet Tiyatrosu’nda Ertuğrul’dan boşalan koltuğa Cüneyt Gökçer oturur.

Yazıya Tamer Karadağlı’dan başladık nerelere geldik.

Cüneyt Gökçer, Muhsin Ertuğrul…

Bu isimlerin de epey eleştirilecek yanları vardır elbet. Özellikle Muhsin Ertuğrul’un hiç de öyle egosu düşük bir isim olmadığı söylenir.

Lakin geçmişin tozlu sayfalarında dolaşınca bile anlıyorsunuz: Tiyatromuzun tarihine kazınan bu isimler hiçbir zaman kendini ortalara atmak gibi bir derdi olmayan, mesleğiyle yatıp mesleğiyle kalkan, işinde gücünde isimlerdi.

Bugünlerin ruhunda beni en çok yaralayan da bu aslında…

Artık işimizden gücümüzden çok “görüntümüzle” var olmak istiyoruz.

Görünelim de nasıl olursa olsun. Nerede olursa olsun.

Her yerde ama her yerde, her şekilde, her koşulda, bedeli ne olursa olsun, kim ne derse desin, kim ne düşünürse düşünsün. Yeter ki görünelim.

Görmeyenlerin gözüne gözüne sokalım kendimizi.  

Bunu yaparken de komik mi görünüyorum, ayıp mı ediyorum, sakil mi duruyor, yakışık alıyor mu diye asla düşünmeyelim.

Ben genel müdür olsam mesela biri çıkar da “Abi koskoca tiyatronun hesabını kendi fotoğraflarınla doldurmuşsun” der diye korkarım.

Halk dilinde “Ar ederim” diye bir laf vardır. Utanırım manasında.

Şimdi onu bile Google “arz ederim” diye düzeltiyor.

Hiç ar etmiyoruz sahiden, sürekli arz ediyoruz.

Kendimizi arz ediyoruz.

İsteye istemeyene…

Alana almayana…

Doğru mecrada yanlış mecrada…

Biz sürekli arz edelim de…

Neme lazım, birileri genel müdür olduğumuzu unutur filan…

İyi haftalar.                                           /././

Gizli kamu borçları (V): Gizli borçlarla mücadelede şeffaflığın önemi -Binhan Elif Yılmaz-

Şeffaf ve hesap verilebilir bir kamu borç yönetimi amaçlanırken, varlık-yükümlülük perspektifinden yola çıkılmalıdır. Toplam yükümlülükleri ve bu yükümlülükleri karşılayabilme gücü net bir şekilde ortaya çıkarılmalıdır.

Gizliliğin ortadan kalkması için uluslararası düzeyde neler yapılabilir? Gizli borçların potansiyel ekonomik krizlere yol açmasını önlemek için hangi tedbirler alınmalı? Şeffaflık ve yasal düzenlemeler neden önemli?

Borç sözleşmelerinin ve anlaşmalarının yasal ve mali ayrıntılarında gizlilik olması, gizli kamu borçları kapsamına girer. Borçla ilgili teminat, garanti ya da temerrüde ilişkin maddelerindeki şeffaflık eksikliği de aynı şekilde bu kapsamda yer alır. Ayrıca kamu borcunun kapsamının dar tanımlanmasıyla, kamu bankaları, yerel yönetimler, kamu işletmeleri, sosyal güvenlik borçlarının merkezi yönetime devredilmesi, menkul kıymetleştirilmesi, koşullu yükümlülüklerin şartlarının ağırlaşması da gizli kamu borcu kapsamındadır.

Gizli kamu borcu her düzeydeki borçlu ve alacaklı ülkeyi etkiliyor. Borçlular, özellikle koşullu yükümlülüklerin ve onların içerdiği teminat ve garantilerin tam ve doğru bir resmini çekemediklerinde mali riskleri değerlendiremiyor. Olası yükümlülüklerin bu risklerini azaltmaya yönelik ilk adım, yükümlülüklerin tanımlanmasını ve ölçülmesini gerektiriyor.

Alacaklılar da yükümlülüklerinin açık olmadığı böyle bir ülkeye ya da kuruma borç verirken uygun risk değerlendirmeleri yapamıyor ve gerektiğinde diğer paydaşlarla birlikte borç sorununu çözmeye yardımcı olamıyor.

Gizli kamu borçlarının, borcun artan maliyetleri ve varlık fiyatlandırmasında ortaya çıkan zorluklar açısından borcun sürdürülebilirliği ve güvenilirlik üzerinde olumsuz etkileri vardır. Ekonomik gidişatın bozulması ve gizli borcun bir anda açığa çıkarak uluslararası istatistiklere girmesi, piyasalarda panik yaratabilir ve ülkenin kredi notunu düşürebilir. Uluslararası alacaklılar ve yatırımcılar nezdinde güven kaybına yol açabilir. Bu durum, ülkenin uluslararası finansman kaynaklarına erişimini zorlaştırabilir.

Genellikle yüksek düzeydeki dış borçlara sahip, ekonomik kriz yaşayan ülkelerde şeffaf olmayan borçlanma süreçleri nedeniyle gizli kamu borçları birikirken, yolsuzluk ve kötü yönetim riskini arttırıyor. Bu da kamu kaynaklarının etkin ve verimli kullanılmasını engelliyor.

Gizli borçlar açığa çıktığında ve kamu borç stoku büyüdüğünde, özellikle döviz yükümlülüğü bazında borcun sürdürülebilirliğine ilişkin rasyolar bozulmaya başlıyor. Kısa vadeli dış borcun ihracata oranı ya da dış borç servisinin milli gelire oranı gibi borç ödeme kapasitesini gösteren rasyolardaki olumsuzluklar nedeniyle dış borç ya da sermaye için daha yüksek risk primlerinin ortaya çıkması kaçınılmaz oluyor. Gizli kamu borçlarının, yüksek faiz oranları ve daha zayıf ekonomik büyüme ortamında hızla çözüme kavuşturulması gerekiyor.

Kamu borcunun hem mevcut düzeyi hem de ortaya çıkabilecek kriz dönemlerinde olası yükümlülüklerin açıklanması için yasal çerçeve güçlü olmalıdır. Kamu borcu sözleşmelerinde gizlilik maddeleri olmamalı ve etkin denetimi de sağlanmalıdır. O nedenle kamu borçlarıyla ilgili raporların hazırlanmasını, onaylanmasını, yayımlanmasını, denetlenmesini gerektiren sağlam yasal düzenlemelere ihtiyaç vardır.

Herhangi bir konuda gizlilik varsa, bilgi asimetrisi var demektir. Bilgi asimetrisinin varlığı, ahlaki tehlike ve ters seçiş problemleri yaratır. O nedenle kamu borcunun gizliliğini sınırlayan yasal düzenlemeler yoksa, bu durum karar alıcılara bu tür sözleşmeleri, örneğin milli güvenlik, devlet sırrı vb. nedenlerle, “gizli” olarak etiketleme konusunda geniş bir takdir yetkisi verir.

Gizliliğin tam tersi, şeffaflıktır ve bilgi asimetrisinin önüne geçilmesini sağlar. Kamu borcunda şeffaflık, hem kamu borç verilerinin önceden ilan edilen ve yasal düzenlemelerle belirlenmiş düzenli tarihlerde kamuoyuna sunulmasını hem de kamu borç sözleşmelerinin madde hükümleri ve bilgilerinin açıklanmasını gerektirir.

Hemen her ülkenin kamu mali yapısına ilişkin bilgiler uluslararası kuruluşlara da gönderilir. Gizli kamu borçların varlığı, IMF ve Dünya Bankası gibi uluslararası kuruluşların pek çok ülkeye doğru ve etkin kaynak tahsisi gerçekleştirmesini engeller. Ayrıca çözüm üretme konusunda da yanlış kararlar alınmasına neden olur. Kredi derecelendirme kuruluşlarının not değerlendirmelerinde sapmalar oluşur ve gizli kamu borçları kredi notları üzerinde domino etkisi yaratır.

Borç şeffaflığı konusunda IMF ve Dünya Bankası, 2018'den bu yana borçlardaki bu zayıf noktayı ele almak için dört adet karşılıklı güçlendirici sütuna dayalı Çok Yönlü Yaklaşımı (MPA) uygulamaktadır. Bunlar; borç şeffaflığını güçlendirmek, kamu borç yönetiminde kapasite gelişimini desteklemek, borç gelişmelerini ve risklerini analiz etmek için uygun araçlar sağlamak ve uluslararası mali sistemin işleyişine katkı sağlamak.

Borç şeffaflığı, öncelikle borçlunun sorumluluğudur. Türkiye gibi gelişmekte olan bir ülkenin bu konuda tüm raporlamalarının olması gerekiyor. Zaten finansman ihtiyacını karşılamak için uluslararası sermaye piyasalarından kaynak arayışında. Kısa vadeli yabancı sermayeyi beklerken gizli kamu borçları üzerinden finansmana erişimde risk yaratmaması gerekir. Ayrıca yabancıları iç borç piyasalarına çekmek için de zamanında, doğru ve kapsamlı bilgi yayması gerekir.

Ülkemizde son yıllarda bozulan güven ortamı ve kısıtlı dış finansman imkanları, iç borçlanmada döviz cinsinden ve değişken faizle borçlanmayı arttırdı. Bu durum iç borç stokunun milli gelir içindeki payını yükseltirken iç borcun döviz ve faiz risklerini de arttırmaya devam etti. O nedenle Hazine iç borçlanmasını kur ve faiz riskini düşürecek şekilde gerçekleştirmeli ve şeffaf ihraç süreçleri uygulamalıdır. İhale yöntemi, bu şeffaf ihraç yöntemlerinden biridir. Bir diğer alternatif yöntem, kira sertifikalarının ihraç yöntemi olan doğrudan satışlardır. Ancak bu yöntem ihale yöntemi gibi bir şeffaflığa sahip değildir.

O nedenle şeffaf ve hesap verilebilir bir kamu borç yönetimi amaçlanırken, Hazine ve Maliye Bakanlığı'nın düzenli olarak yayımladığı Kamu Borç Yönetimi raporlarında ifade edildiği gibi, varlık-yükümlülük perspektifinden yola çıkılmalıdır. Toplam yükümlülükleri ve bu yükümlülükleri karşılayabilme gücü net bir şekilde ortaya çıkarılmalıdır.

Gizli kamu borçları (1): Nasıl gizlenirler?

Gizli kamu borçları (2): Gizli borçlarda Çin rekoru ve Çin teşvik paketinde gizli borç sorunu

Gizli kamu borçları (3): Buzdağının görünmeyen kısmında Çin mi var?

Gizli kamu borçları (4): Gizli kamu borçlarının büyüklüğünü ölçmek mümkün mü?

                                                          /././

Asgari ücret ne kadar olacak?-Murat Batı-

Ekim ve kasım enflasyon verileri, Şimşek’in asgari ücrete bakışı ve kamuoyu baskısıyla birlikte değerlendirdiğimde asgari ücret artışının orta noktada bir yerlerde yani...

Ortalama ücret haline gelmiş olan asgari ücret, her yıl bu zamanlar bu yıl ne kadar olacak acaba? diye herkesçe konuşulur hale gelmektedir. Bunun nedeni ise asgari ücretli sayısını tam bilmesek de çok fazla olduğu hususunda hemfikir olmamızdır.

SGK verilerine göre Temmuz 2024 itibariyle sosyal güvenlik destek primi ödeyen çalışanların da eklenmesi sonucunda toplam çalışan sayısı 22.465.723 kişidir. Kaç asgari ücretli var? hususunda ise maalesef tahminden öteye bir bilgimiz bulunmamaktadır.

Asgari ücretin son yıllardaki seyri

Aşağıdaki tabloda görüldüğü üzere asgari ücretin değişim seyrine bakıldığında özellikle son iki yılda iki kez arttığını görebilirsiniz. 1 Ocak 2024 itibariyle de net asgari ücret 17 bin 2 liradır. Tablonun dördüncü sütununda ise işverene olan maliyeti de görülmektedir.

Asgari ücretten ne gelir ne de damga vergisi alınmaktadır

1 Ocak 2022 yılından bu yanadır asgari ücret elde eden kişilerin asgari ücreti, gelir ve damga vergisinden istisna edilmiştir. Bu tutardan fazla ücret geliri elde edenlerin ise asgari ücrete kadar olan kısmı istisna edilmiştir. Yani 2024 yılında net 17.002 TL ücret gelirlerinden gelir vergisi alınmamaktadır.

Bu tutardan fazla ücret geliri elde edenler için ise asgari ücreti aşan tutar üzerinden gelir vergisi hesaplanacaktır. Özetle net asgari ücret tutarı gelir vergisinden, brüt asgari ücret tutarı ise damga vergisinden istisnadır.

Bu istisnadan dolayı vergi harcaması

Asgari ücret istisnası da dahil olmak üzere her yıl bütçe kanunu yapılırken takip eden üç yılın (bu yıl 2025, 2026 ve 2027 yıllarına ilişkin) vergi harcama[1] tahmin tutarları da bütçe kanunu ekinde yayımlanmaktadır.

Yani vergi harcamaları, her yıl yapılan bütçe kanunu ekinde yer almaktadır. Bunun içinde gelir vergisinde yer alan muafiyet ve istisna hükümleri ile toplamda ne kadarlık bir vergi harcaması olduğu da belirtilmektedir.

Şöyle ki aşağıdaki tabloda gelir vergisi ve toplam vergi harcama tutarları görülmektedir.

Yukarıdaki tabloda da görüldüğü üzere 1 Ocak 2022 tarihinden bu yanadır uygulanan GVK m.23/18 uyarınca asgari ücrete kadar vergi istisnası dolayısıyla gelir vergisine ilişkin vergi harcama oranı ciddi şekilde artış göstermiştir.

Nasıl yani dediğinizi duyar gibiyim, şöyle ki…

Vergi harcaması ile asgari ücret ilişkisi nedir?

Cumhurbaşkanı yardımcısı Cevdet Yılmaz katıldığı hemen hemen tüm programlarda asgari ücret istisnasından dolayı 2024 yılında devletin al(a)madığı namı diğer kayba uğradığı vergi tutarının 590 milyar olduğunu belirtiyor. Bu tutar, sadece asgari ücrete kadar ücretlere uygulanan gelir vergisi istisna mı yoksa bu istisnadan dolayı damga vergisi ile asgari ücreti (ya da asgari ücreti aşan ücretleri) gider yazan gelir ve kurumlar vergisinin aşınmasından dolayı ortaya çıkan toplam kaybı mı kapsıyor? pek bilemedim. Ama sanıyorum Yılmaz, asgari ücrete kadar olan ücretlere uygulanan gelir ve damga vergisi istisnasından dolayı ortaya çıkan kaybı ifade ediyor.

Peki 2022 yılı ve sonraki dönemlerde kümülatif olarak asgari ücret artışı bize bir fikir verecek mi? Gelin birlikte bakalım….

Şöyle ki aşağıdaki tabloda son üç yıldaki artış oranları görülmektedir.

Yukarıdaki tabloda da görüldüğü üzere son iki yılda asgari ücret ara dönemde de artırılmış. Yani 2022 ve 2023 yıllarında Temmuz’da da artış yapılarak iki kez artırılmış.

Asgari ücretin artırılması, Devletin asgari ücretten fazla ücret geliri elde edenlerden daha az gelir ve damga vergisi alması demektir. Asgari ücretin artırılmasının Devlet açısından olumlu yanı sadece asgari ücretlilerden alınan SGK priminin artmasıdır. Asgari ücretten fazla ücret alanlarda SGK primi açısından pek bir değişiklik olmayacaktır.

Devletin gelir ve damga vergisi kaybı ise tüm çalışanlar açısından geçerli olacaktır. Bu nedenle asgari ücret ne kadar yükselirse Hazine o kadar vergi kaybına uğrayacaktır. Bu kritik mevzuyu Maliye kesinlikle gözetecektir. Gözettiğinin kanıtı ise aşağıda da açıklandığı üzere gelir vergisinde uygulanacak istisna (vergi harcaması) tutarıdır.

2025’te asgari ücret ne kadar olacak sorusuna cevap bulalım

Asgari ücret artışı, aynı zamanda Devletin alacağı gelir ve damga vergisinden belli oranda vazgeçmesi anlamındadır.

Aşağıdaki tabloda net asgari ücretin önceki döneme göre artışları ile gelir vergisinden dolayı vergi harcamalarının önceki yıla göre artış oranları görülmektedir.

Özellikle son iki yılda asgari ücret artış oranı, gelir vergisi harcama artış oranının altında kalmış durumdadır. 2022’de tersi bir yapının olması ise ara dönemde yapılacak zammın çok tahmin edilememiş olmasındandır diye düşünüyorum.

Gelelim analizimize; 2025 yılı Bütçe Kanun Teklifi ekine göre gelir vergisi istisna/muaf olan madde/bent sayısı 66 adettir. Bu sayı 2024 yılında 64 adet idi. GVK m.17 ile GVK m.22/4 de bu yılki vergi harcama listesine eklendi. 2024 yılı gelir vergisi vergi harcama tutarı 1 trilyon 6 milyar lira; 2025 yılında hedeflenen ise 1 trilyon 418 milyar liradır. Yani artış oranı yaklaşık yüzde 41 kadardır. Bu nedenle 2025 yılı vergi harcama listesinin 2024’e nazaran genişletildiği de göz önüne alındığında ve diğer istisna/muafiyet kalemlerin de benzer oranda artırıldığı varsayımı altında asgari ücretin maksimum yüzde 41’e yakın bir oranda artması söz konusu olabilir. Ancak OVP hedefi ve yaratılmaya çalışılan yüzde 25 artış algısı ile birlikte değerlendirildiğinde artışın yüzde 25 ila yüzde 41 aralığında gerçekleşeceği görülüyor.

Özetle ekim ve kasım enflasyon verileri, Şimşek’in asgari ücrete bakışı ve kamuoyu baskısıyla birlikte değerlendirdiğimde asgari ücret artışının orta noktada bir yerlerde yani yüzde 33-36 bandında gerçekleşeceğini sanıyorum. Hatta daha da spesifik bir tahmin yaparak yüzde 35 artacağını ve net asgari ücretin 22.953 lira olacağını sanıyorum.

Umarım yanılırım ve çok daha yüksek olur.


[1] Vergi harcaması devletin o yıl almaktan vazgeçtiği gelirleri ifade etmek için kullanılır. Vergi harcamaları ile alakalı önceki gün yazdığım bu yazıya bakabilirsiniz.

                                                                /././

Yaklaşan bir “yeni sürecin” tarihi kodları -Akdoğan Özer-

Etnik ve mezhepsel savaşlara karşı barışı ve dayatmacı siyasete karşı demokratik siyaset çerçevesinde ısrarlı bir zemini savunmak, bu ülkede yaşayan herkes için artık değerlendirilmesi gereken bir seçenek değil hayati bir mecburiyet.

MHP lideri Devlet Bahçeli’nin Öcalan’a yönelik “Gel Meclis’te konuşup silah bıraktır” çağrısında somutlaşan “devlet aklı"nın bir açılım tasarlamakta olduğu olasılığı ile hemen ardından gelen TUSAŞ saldırısı hemen herkese “neler oluyor” sorusunu sorduruyor. Bu soruya verilen cevaplarlar muhtelif. Gelişmeleri,

-Türkiye’nin yurt içi barışını hazmedemeyecek olan emperyalist güçlerin, “ben istersem terör örgütünü nokta atışı yapacak şekilde kullanırım, hatta terörle mücadelede en çok kullandığın SİHA ve helikopterleri üreten sembol tesislerini bile vurabilirim” mesajı olarak gören de var...

-Erdoğan’ın “ortak devlet” statüsü aldığı Rusya’nın Kazan şehrindeki BRICS Zirvesi ziyaretine NATO cephesinin cevabı olarak gören de...

-Açılımın ve akabindeki saldırının Türkiye’yi Suriye Kürtlerine karşı pozisyon değiştirmeye zorlayan bir CIA projesinin bir parçası olduğuna inanan da…

Neyin hesabı güdülüyor?

Çok uzatmadan önce kendi kanaatimi özetleyeyim, sonra temellendirmesine ve “yeni dönemin” tarihi kodlarını ayıklamayı denerim. Öncelikle belirteyim; somut, herhangi bir veriye dayanan bir hüküm sahibi değilim bu soru karşısında. Ancak spekülatif de olsa bazı olasılıklar yelpazesine yaslanıyorum. Kanımca, Ankara tüm hesaplarını 2026’da Irak’tan çekileceği açıklanan ABD’nin yeni dönemde (İsrail ile birlikte) İran’ı istikrarsızlaştırmayı deneyeceği ve bunu yaparken de İran merkezli Kürdistan Özgür Yaşam Partisi'ni (PJAK) destekleyeceği, hatta Suriye ve Irak’taki silahlı Kürt unsurları da devreye sokabileceği hesabı üzerine yapıyor. (Her ne kadar PJAK, bugün Washington’un terör örgütü listesindeyse de Tel Aviv’in de arzusunun bunun değişmesi yönünde olduğunu biliyoruz.)

Ama… Ama kanımca ortada birilerinin öngördüğü gibi, Ankara ile Washington arasında Türkiye’nin bir “Kürt açılımına” yönelmesi ve Suriye ile Irak’ın kuzeyindeki silahlı Kürt grupların İran’ın istikrarsızlaştırılması doğrultusunda kullanımını kolaylaştırması yönünde (henüz) varılmış bir mutabakat yok. Kanımca, ortada sadece, İran’ı hedef tahtasına oturtacağı düşünülen ABD ile olası işbirliği senaryoları için - elindeki tüm kozlarla şartlarını müzakere etmeye hazır, ön alıcı bir pozisyon peşinde, hatta amiyane tabiriyle- “bedelini belirlemiş” bir Ankara söz konusu.

Ankara’nın oynayabileceği rol

Ankara çok iyi biliyor ki, Washington İran’ı hedefe koyacaksa, önce Tahran’ın Bağdat – Halep – Şam üzerinden Akdeniz’e ulaşmasını engellemek, İran’ın bölgedeki nüfuzunu kırmak, en azından Şii grupları bölgede izole etmek isteyecek. ABD İran’ı fiziksel olarak tecrit etmek için girişeceği operasyonlarda YPG/YPJ gibi Kürt grupların ağırlıkta olduğu Suriye Demokratik Güçleri’nin (SDG) bölgede rahat hareket edebilmesine ihtiyaç duyacak. 100 bin kişilik bir orduya sahip olduğu söylenen SDG’nin bölgenin hem kuzeyinde hem güneyinde TSK’nın engellemelerine takılmadan rahatça hareket edebilmesine, Şii milis güçlerine karşı etkin olmasına, hatta belki PJAK sahasına transferine ihtiyaç duyacak. Ancak bunun için de Ankara’nın SDG ile, yani Suriye PKK’sı olarak gördüğü gruplarla bir tür barış/çatışmasızlık içinde pozisyon alabiliyor olması, onlar üzerindeki baskıyı kaldırması gerekiyor. Yani, Suriye ile 911 km, Irak (ya da Irak Kürdistan Bölgesel yönetimi) ile 378 km ve İran ile de 534 km’lik sınıra sahip Ankara, İran’ın yalıtılmasına giden yolda Washington’un kendisine büyük ihtiyaç duyacağını düşünüyor.

Ankara işte tam bu noktada isterse ABD nezdinde “eligible partner” olabileceğini göstermek üzere kendi Kürtleriyle Washington’un da arzuladığı barışı sergileyecek iradeye sahip olduğunu, hatta örgütün cezaevindeki liderine Meclis’ten (militanlarına silah bıraktırmayı hedefleyen) bir konuşma yaptırmaya hazır bile olduğunu göstermek istemiş olabilir. “Başarılı olursak Washington’u arzuladığımız şartlarda işbirliğine ikna ederiz, başarısız olursak en azından bölgede kıyamet kopmadan fırtınayı az hasarla atlatacak ölçüde içeriyi tahkim etmiş ve yola diğer seçeneklerle devam ederiz, onu da yapamıyorsak havucu neyle ikame edeceğimizi biliyoruz” diye düşünmüş olması da muhtemel.

Ankara’nın “Tahran etkisi” rahatsızlığı

Peki Ankara bu senaryoda neden “açılımı” İran karşıtlığı üzerinden tasarlamaya yatkın dursun ki, denebilir. Hatta, neden TRT Genel Müdürü TRT Farsça kanalının kurulacağını açıklarken “İran’ı rahatsız etmek zorundayız” gibi ifadelerle “lapsus yapıyor?” Yoksa mesaj mı veriyor?

Çünkü, Suriye Savaşı’nın başlangıcından bugüne kadar geçen zaman zarfında, Ankara’nın terör örgütü olarak görüp mücadele ettiği PKK/YPG unsurları güvenli alanlarını geniş bir coğrafyada tahkim edip, Türkiye’ye kafa tutabilecek pozisyon alırken, İran da nüfuzunu hem Suriye’de hem de Irak’ta iyice güçlendirdi. 2023 itibarıyla Türkiye’nin Suriye’de 125 askeri üs ve kontrol noktası varken İran özelinde bu rakam (büyük çoğunluğu Halep, Deyrizor ve Şam muhafazalarında olmak üzere) Suriye’de 55 ve Irak’ta 515 olmak üzere toplam 570 oldu.

Konu askeri üslerin yoğunluğuyla sınırlı da değil. Ankara, güçlü Osmanlı geçmişine sahip Halep, Musul ve Kerkük gibi şehirlerde İran nüfuzunun iyice güçlendiğini de görüyor. Türkmen kökenli bir şehir olarak bilinen Kerkük bile 2017 Ekim’inden bu yana Haşdi Şabi’nin, yani bir anlamda İran’ın etki sahasında. Kerkük Vilayet Meclisi’nde dahi çoğunluğu Tahran’ın perde arkasında bulunduğu bir koalisyon ele geçirmiş durumda. Türkmenler dahi Haşdi Şabi’ye yakınlıklarıyla öne çıkmaya başladılar. Ankara’nın Irak’ın kuzeyindeki pek çok hesabını İran’a yakınlığıyla bilinen Kürdistan Yurtseverler Birliği tıkıyor. Özetle, Ankara Tahran’ın bölgedeki artan nüfuzundan epeydir rahatsız. Dolayısıyla etnik ve mezhepsel farklılıklar üzerine oynamayı seven Washington için Ankara ile işbirliği yolunda ortada bir “fırsat penceresi” olduğunu kimse inkar edemez.

Ayrıca unutmayalım ki Ankara Washington ile benzer (kesinlikle aynı değil, sadece benzer) bir mutabakat arayışına aslında yıllar önce Suriye’de de hazırdı. Ancak hem o dönem bünyesinde CIA bağlantılı unsurları fazlaca taşıdığından olsa gerek hem de o tarihlerde bir vizyon çiğliği içinde olduğundan önden koştura koştura ve bedavaya (!) gitti. Ta ki tıpkı bahçede bir tırmığa basarsınız da sopa kısmı dikilip suratınıza yapışır, işte ona benzer bir darbeyle (belirli ölçülerde) ayılana kadar!

Şu kadarını söyleyeyim, onun ayıldığından bu yanaki haline Washington, “hasım ülke” diyor ve yaptırımlarla “terbiye” etme yoluna gidiyor.

Velhasıl uzatmadan bir kez daha tekrar edelim: Ankara ufukta yeni bir dönem görüyor ve riskleri minimize etmek, olası fırsatları kucaklamak için bir açılımla sağlayacağı “barış” üzerinden Amerika’ya imkanlar sunmak, karşılığında da bazı kazanımlar elde etmeyi umuyor. Tabii bu her şeyden önce bir arayış. Tarih ilerleyen dönemde önümüzdeki seçenekler yelpazesini elbette farklılaştırıp çeşitlendirecektir de. Ama meselenin kilit ve milat noktası, 5 Kasım ABD Başkanlık Seçimleri sonrasında önümüzde “yeni bir dönemin” uzanıyor olması.

Şimdi burada bir virgül atarak şunu söyleyeyim: Bazen “yeni” olan şeyleri tam olarak anlamlandırmada zorlanıyorsak, tarihe ve “eskiye” bakmakta fayda var. Tarih aslında geleceği de bünyesinde saklayabiliyor. Ona bakmayı unutabiliriz, ama bir kez baktık mı olgular arasındaki bazı bağlantılar ve paralellikler kurmanın, hatta benzemezlikler arasındaki paralellikleri görmenin kolaylığı karşısında şaşırabiliriz de.

10 yıl önce, 10 yıl sonra

O yüzden ABD’nin sırayı Ortadoğu’da İran’ı vurmaya getirdiğinin konuşulduğu şu günlerde gelin bundan yaklaşık 10 yıl öncesine gidelim ve bugünün sıranın Suriye’de olduğu günlerle nasıl bir paralelliği ve benzemezliği var, görmeye çalışalım.

Hatırlayalım…

Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan 26 Haziran 2015’te, yaklaşan yeni dönemin şifrelerini veren bir konuşma yapmış ve şöyle demişti: “Bölgenin demografisini değiştirme operasyonunu tamamlamak istiyorlar. Suriye’nin kuzeyinde bir devlet kurulmasına asla müsaade etmeyeceğiz. Bedeli ne olursa olsun mücadelemizi sürdüreceğiz!

Sonrasında neler olduğunu ve nasıl kanlı ve çalkantılı bir dönem yaşadığımızı büyük ölçüde hatırlıyorsunuzdur. Unutanlar için belirli ayrıntılarda hatırlatacağım birazdan. Ama önce şu:

Aradan 9 yılı aşkın bir zaman geçti.

Cumhurbaşkanı Erdoğan, 1 Ekim 2024’te bir kez daha yaklaşan dönemin şifrelerini veren bir konuşma yaptı ve bir kez daha bölgede sınırların yeniden çizilmeye çalışıldığını ifade etti. Vatan topraklarının tehlikede olduğunu ima ederek, bir kez daha “Bedeli ne olursa olsun” mücadele edeceğini söyledi.

Neredeyse birebir aynı ifadeler!”

Geçmişten geleceğe

Hatırlayanlar olacaktır, Cumhurbaşkanını 9 yıl önce öyle bir konuşma yapmaya iten, 16 Haziran 2015’te- IŞİD’in Tel Abyad’ın (Girê Spî) kontrolünü yitirmesi ve Türkiye’nin güneydoğu sınırı boyunca uzanan bölgedeki üç Kürt kantonundan ikisinin (Kobane ile Cezîre) birleşmiş olmasıydı. Bu, Türkiye’nin “çözüm süreci” olarak isimlendirdiği çatışmasızlık döneminin sonuna işaret edecek olan bir gelişme idi.

9 yıl önce sınırının hemen altında işlerin arzuladığı yönde gitmediğini gören hükümet TSK’ya Suriye’nin Cerablus Bölgesinde tampon bölge oluşturulması için harekete geçilmesi talimatını vermişti. Ancak sınır ötesinde bir “tampon bölge” oluşturma talebini uluslararası kamuoyunda meşru kılabilmek için mücadelesini -Kürtlerin Rojava’daki oyun planını engellemek için değil- IŞİD’den gelen tehditlere karşı kendisini savunabilmek için yürütüyormuş görüntüsüyle birlikte vermeye çalışacaktı.

Sonrası işlerin arzuladığı gibi gitmediği, uzun, sancılı, kanlı, İncirlik’in ABD savaş uçaklarının kullanımına açıldığı, Suruç’un, Ceylanpınar’ın, 24 Kasım’ın, 15 Temmuz’un yaşandığı, Astana süreciyle TSK’nın nihayet sahaya indiği ve ABD destekli Kürt entititesinin Akdeniz’e uzanmasının engellendiği zorlu bir dönem oldu, hatırlarsanız.

Bugün hükümet, 26 Haziran 2015’teki gibi 7 Haziran seçimlerinden hayal kırıklığıyla çıkmış bir kırılganlık içinde değil. “İçeriyi” tahkim etme ve devlet dışı aktörleri kullanma konusunda daha deneyimli. Muhalefet de dahil neredeyse bütün bir siyaset sahnesi “devlet aklıyla” zaten takviye edilmiş durumda. Dolayısıyla “oyun kurarken” elbette daha temkinli ve olacaktır.

Ancak bu girişimlerin büyük riskler taşıdığı ve “kaş yaparken göz çıkarmaya” nasıl yöneldiği de unutulmamalı. Umalım ki, tüm bu girişimler ne toplumun herhangi bir bileşeninin siyaset alanının iyice dışına itilmesine yol açar ne de etnik ve mezhep temelli ayrışmaları derinleştirip Türkiye’nin komşularıyla çok da harika olmayan ilişkilerini kopartıcı bir seyir izler.

Yani, Suriye ile 911 km, Irak (ya da Irak Kürdistan Bölgesel yönetimi) ile 378 km ve İran ile de 534 km’lik o sınırların barış ile tahkim edilmesi, Suriye, Irak, İran ve Türkiye’nin barışçıl bir paydada bir pakt oluşturabilmesi lazım.

O yüzden etnik ve mezhepsel savaşlara karşı barışı ve dayatmacı siyasete karşı demokratik siyaset çerçevesinde ısrarlı bir zemini savunmak, bu ülkede yaşayan herkes için artık değerlendirilmesi gereken bir seçenek değil hayati bir mecburiyettir. Barışın en berbatı bile, kaçınmazsak kendimizi dibinde bulacağımız o uçurumdan katbekat ehvendir.          

                                                      /././

CHP’nin Yaşam Hakkı mitinginden izlenimler /Alan küçüktü, miting doluydu; Özgür Özel’in muhalefet tonu daha yüksekti -Candan Yıldız-

Özgür Özel, Selahattin Demirtaş’ı cezaevinde ziyaret ettikten sonra yaptığı açıklamaya paralel konuştu ve Cumhur İttifakı’nın tutumunu eleştirdi.

Türkiye toplumunun anksiyetesini artıran son olayları sıralayalım; 8 yaşındaki  Narin’in, İkbal Uzuner ve Ayşenur Halil’in katledilmesi, istismara uğrayan  Sıla bebeğin hayatını kaybetmesi, Yenidoğan çetesiyle açığa çıkan sağlık sistemindeki çürüme, kaybolan Rojin Kabaiş’in cenazesinin bulunması, sokak hayvanlarını katleden yerel yönetimler ve TUSAŞ’a yönelik saldırı…

Ve bu kara tabloya paralel olarak toplumu şoklayan Devlet Bahçeli’nin Abdullah Öcalan çıkışı…

Cumhuriyet Halk Partisi bu başlıklar altında İstanbul’da kalesi olan ilçelerden biri olan Beşiktaş-Barbaros Meydanı’nda bir miting düzenledi: Teröre ve Şiddete Karşı Yaşam Hakkı…

Mitinge dair izlenimlerime geçmeden önce dikkatimi çeken bir ayrıntıyı paylaşmak isterim. CHP Genel Başkanı Özgür Özel’in ‘alanda’ diye duyurduğu, teşekkür ettiği İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu'nu biz gazeteciler göremedik. Zira sahne arkasındaymış.

Miting alanı dar tutulmuştu. Yaşam Hakkı gibi toplumun bütün kesimlerini, doğayı ve doğadaki bütün canlıları ilgilendiren bir başlıkla yapılan mitingin yeri neden Maltepe mitingi alanı olmadı bilinmez ama meydanın üçte birine denk gelen alan doluydu ve hattı kalabalık dışa taştı.

Kalabalığı CHP teşkilatları oluşturmuştu. CHP’nin organik tabanı meydandaydı. Kadın cinayetlerine ilişkin döviz ve vurgunun ağırlık oluşturduğu mitinge erkekler daha çok gelmişti. Bir de gençlik kolları…

Miting başlamadan önce Bahçeli’nin başlattığı sürece ilişkin görüşlerini sorduğum CHP’li gençler, Bahçeli’nin Öcalan çıkışına mesafeli ve tepkili… Kürt meselesiyle ilgili soru sorduğum bir genç de Zafer Partili bir genç gibi konuştu.

Örneğin CHP Sarıyer Gençlik Kolları’ndan bir genç “Türk-Kürt ayrımı yapılmasın, herkes Türk’tür benim için” cümlesi gençlik arasındaki milliyetçi zeminin ne kadar kaygan ve geçişken olduğunu gösterir nitelikteydi. 

Konuştuğum CHP’li gençler her ne kadar Kürt meselesinin Meclis çatısı altında çözülmesi gerektiğini ve muhatabının da DEM Parti olduğunu söylese de toplumsal barış diyen CHP’nin kendi parti politikalarını gençliğe ne kadar ulaştırabildiği soru işareti.

Bu nedenle gençlik kolları başkanlığı seçimi daha da önem kazanacak gibi… Zira şu gözlemimi de aktarmam gerekiyor. Aynı CHP gençliği Kürt kadın hareketinin kullandığı, kadın hareketinin de sahip çıktığı “Kadın, yaşam, özgürlük”, Feminist Gece Yürüyüşü ile özdeş “Susmuyoruz korkmuyoruz, itaat etmiyoruz”, sol/sosyalist partilerin kullandığı “Susma, sustukça sıra sana gelecek” sloganlarını da attı.

CHP Genel Başkanı’nın konuşmasını değerlendirmesini istediğim partililer “Çok güzel konuştu, doğru şeyler söyledi, benimsiyoruz” yorumunu yaptı. Ama aralarında ‘bu sorunların çözülmesi için erken seçim şart’ diyenler de vardı.

Özgür Özel’in sahne hakimiyeti güçlüydü… Yenidoğan çetesiyle açığa çıkan özel hastaneler sorununa, kadın cinayetlerine, çocuk istismarlarına, cemaat ve tarikatların yurtlarında kalmak zorunda kalan gençlerin barınma sorununa, iş cinayetlerine, sağlıkta şiddet sorununa, sokak hayvanlarının katledilmesine, cezasızlığa, emekliler ile asgari ücretlilerin geçinme sorununa değinen Özel, bu sorunların faili olarak iktidarı gösterdi. Konuşmasının bazı yerlerinde Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın sorumlu olduğuna vurgu yaptı.

Bu esnada kalabalıktan “Hükümet istifa” sloganları yükseldi.

Diyarbakır gezisinde Kürt meselesine ilişkin kurduğu cümleleri Beşiktaş’ta da kurdu Özgür Özel… Selahattin Demirtaş’ı cezaevinde ziyaret ettikten sonra yaptığı açıklamaya paralel konuştu ve Cumhur İttifakı’nın tutumunu eleştirdi.

“Bu ülkede Kürtler sorunum var diyorsa Kürt sorunu vardır. Devlet bir sorunun olup olmadığına değil, bir sorununun olup olmadığına millet karar verir. Devlet o sorunu çözmek için vardır. Cumhur İttifakı bu sorunları görmezden gelerek, diğer yandan şehit ailelerinin ve gazilerin duygularını yok sayarak konuyu bir kez daha Meclis’ in önünden kaçırarak, işine gelen aktörü parlatarak, işine gelmeyeni hapiste tutarak, ırakta tutarak, fikrini almayarak ben yaptım oldu diyerek bir dayatmanın içine girmiştir. Bizim tutumumuz nettir. Kürtler sorunumuz kalmadı diyene kadar bu sorunun varlığına inanacağız. Herkesin kendini özgür hissedeceği bir süreci Meclis’te başlatarak bu sorun çözülmelidir. Terörün bitmesi için kim konuşacaksa konuşsun. Ama bir kişi konuşturup sorunu çözme hesabı yanlış hesaptır. Biz çözüm için Meclis’i adres gösteriyoruz. Devlet Bey, Abdullah Öcalan’ı Meclis’i adres gösteriyor. Sayın Erdoğan iki kelam etmeme durumuna son vermelidir.  Artık sözcünün görevi bitmiştir. Erdoğan çıkıp bu millete bir açıklama yapmak zorundadır. Bahçeli’yi sözcü kılma, ne diyorsan sen söyle.''

Özel’in Erdoğan çıkışı önemli… Zira Cumhurbaşkanı Erdoğan, Bahçeli’nin başlattığı sürece ve kimi açıklamalarına ilişkin (Öcalan’ın Meclis’e gelip örgütü tasfiye ettiğini açıklasın) bugüne kadar net cümleler kurmadı. Özgür Özel Erdoğan’a, Bahçeli’nin öne çıktığı sürecin aktörü sen ol çağrısı yaptı. Sorumluluk almaya davet etti.

Mitingden diğer izlenimlere gelince…

CHP’nin 7. Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu Kılıçdaroğlu’nun Adalet Yürüyüşü’ne matuf slogan meydanda yankılandı.

“Hak, hukuk, adalet.”

Mitingde kırlangıç bayraklarını gördüğüm ilçeler şunlardı: Çekmeköy, Bağcılar, Sarıyer, Bahçelievler, Şişli, Çatalca, Beşiktaş, Kağıthane, Sultangazi, Sancaktepe, Beylikdüzü, Gaziosmanpaşa, Ümraniye, Beylikdüzü, Eyüpsultan, Esenyurt, Avcılar, Güngören, Bakırköy, Başakşehir, Üsküdar, Kadıköy, Ataşehir, Fatih, Tuzla, Şile, Beykoz, Küçükçekmece, Bayrampaşa… Ben 29 ilçe saydım. İstanbul 39 ilçeden oluşuyor. Bunun yanı sıra Bursa, Yalova, İzmir-Aliağa teşkilatından gelen partililer de vardı.

İstanbul ilçe belediye başkanlarından da bazı isimler katılmıştı.  Yaşam Hakkı ve yaşamını yitirenlere saygı nedeniyle miting boyunca Fazıl Say’ın “İnsan İnsan” parçası çaldı. 

Miting sonunda parti teşkilatlarını 29 Ekim Cumhuriyet Bayramı’nı “Korkmadan, sinmeden” kutlamaya çağıran Özgür Özel, “iktidarın belirlediği sınırda muhalefet yapılıyor” eleştirilerini duymuş olacak ki memleketin can yakıcı sorunları karşısında daha net cümleler kurdu.

(T24)

 



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder