28 Ekim 2024 Pazartesi

soL "KÖŞEBAŞI" + Sahaflar Çarşısı(XXIX) -28 Ekim 2024-

Asgari ücrette artış oranı üzerine: İşçi sınıfı bununla yetinecek mi?-Oğuz Oyan-

TCMB Başkanı ve IMF önceden açıklamış oldular. Asgari ücret artışı hedeflenen enflasyona göre yapılmalı dediler. Peki işçi sınıfı bununla yetinebilir mi ve yetinecek mi?

TCMB Başkanı ve IMF önceden açıklamış oldular. Asgari ücret artışı hedeflenen enflasyona göre yapılmalı dediler. TCMB Başkanı oranı da verdi, yüzde 25 dedi. Ücret/gelir artışları için hedeflenen enflasyonun esas alınması yöntemi Orta Vadeli Program’da (OVP) da yazılıyor esasen. Yalnız OVP’de 2025 yılsonu enflasyonu için yüzde 17,5 öngörüsü yapılmışken, bu öngörü MB ve IMF tarafından biraz daha insaflı (gerçekçi) orana yani yüzde 25’e taşınmış durumda.

Peki işçi sınıfı bununla yetinebilir mi ve yetinecek mi? Peşinen söyleyelim: Asla buna razı olunmaması gerekiyor. Tabii bunun öncelikle Asgari Ücret Tespit Komisyonu’nda işçi kesimini kanunen temsil eden TÜRK-İŞ yönetimine benimsetilmesi gerekiyor. TÜRK-İŞ yönetimi, hiç kuşkunuz olmasın, zevahiri kurtarmak için biraz pazarlık yapacaktır. İşçinin tepkisini yumuşatacak (ama kamu yönetimini ve işvereni de üzmeyecek) bir orana yükseltmeyi deneyecektir. Bu kesimleri eğer yüzde 30 artış oranı kurtarır diye düşünürse pazarlığı daha yukarıdan başlatıp yüzde 30’a razı olabilecek ve bunu kısmi bir başarı olarak sunabilecektir. Bir pazarlık eşiği de 2025 için OVP’de öngörülen yıllık ortalama enflasyon oranı olan yüzde 33,9 olabilecektir.

Bu oranlar kuşkusuz örnek olarak veriliyor; uygulamayı göreceğiz. Ama öncelikle şunu vurgulamak lazım: Komisyonu rahatsız edecek olan TÜRK-İŞ yönetimi olmayacaktır. Komisyondaki her üç tarafı da rahatsız edebilecek şey, asgari ücretliler ve o düzeyin yakınında ücret alanlar başta olmak üzere tüm ücretli kesimlerin (TÜRK-İŞ tabanı da dahil olmak üzere) itirazlarını yüksek sesle Komisyondakilere (ve arkasındaki siyasi, ekonomik ve sendikal iktidarlara) duyurabilmeleri olacaktır. Bu arada memur ve emeklilerin de bu sınıfsal itirazın içinde olması gerektiğini ayrıca belirtmeye gerek olmayabilir. Meclis içi muhalefetin de tüm bu itirazların taşıyıcısı ve örgütleyicisi olması da elbette diğer gerekli şartlardandır.

Peki gerçekleşen enflasyon oranı yeterli mi?

Şimdi şöyle bir yanılsama da olabilir: Beklenen enflasyon değil de gerçekleşen (veya 2024 yılı sonu itibariyle gerçekleşmesi öngörülen) TÜFE dikkate alınırsa, hiç olmazsa bu yılın ücret aşınması giderilmiş olur ve daha kabul edilebilir bir düzeye ulaşılır. TÜRK-İŞ yönetimi de pazarlığı buradan başlatabilir tabii.

Bunun da çok yetersiz kalacağını belirtelim. Ama önce sayısal bir karşılaştırma yapabilmek için hangi enflasyon oranının alınacağı üzerinde duralım. 2024 yılında gerçekleşmesi resmi olarak (OVP’de) öngörülen iki TÜFE oranı vardır. Yılsonu TÜFE gerçekleşme tahmini yüzde 41,5’tir. Ancak bugünkü eğilime göre (Ocak-Eylül dönemi TÜFE’si şimdiden yüzde 35,86’yı bulmuştur) bunun yüzde 45’in altında gerçekleşmesi zordur. Öte yandan, 2024 yılı GSYH deflatörü, yani 12 aylık ortalama enflasyonu yüzde 60,9 olarak öngörülmüştür. Ama bunun da daha yukarı çıkması olasılığı vardır ve aşağıdaki hesaplamaların buna göre düzeltilmesi gerekir. Biz burada bu son oranın değişmeyeceğini varsaysak bile şimdiden elimizde üç oran vardır: 41,5; 45 ve 60,9.

Şimdi yüzde 25 ve yüzde 30’luk artış oranlarını da dikkate alarak hepsini bir arada görelim. Bugünkü 17.002’lik net asgari ücret bu oranlara göre şu seviyelere gelecektir:

-----

Tablo 1-17.002 TL üzerine gelecek farklı artış oranlarına göre net asgari ücret düzeyleri (Son rakamlar yuvarlanmıştır)

Bu hesaplamalara göre Ocak 2024’teki asgari ücret düzeyini 2025 Ocak ayı başında reel olarak yakalayabilecek düzey 27.356 TL’dir. Başka deyişle Ocak 2025’teki 27.356 TL, Ocak 2024’teki 17.002 TL’nin enflasyon aşındırması düzeltilmiş (enflasyon farkları eklenmiş) gerçek karşılığıdır. Dolayısıyla TÜRK-İŞ’in ve işçi sınıfının başlangıç talebi en azından ilk önce bu aşınmanın giderilmesi olmak durumundadır.

2025 için asgari ücrette hangi oranlarda artış istenebilir?

2025 yılı için artış oranları bir kere bu 27.356 TL’lik enflasyon farkları içerilmiş düzey garanti edildikten sonra müzakere masasına konulmalıdır. Burada artık beklenen enflasyonun yıl sonu veya yıl ortalaması olarak alınması, teknik olmaktan ziyade siyasi bir meseledir. Gücünüz yetiyorsa beklenen yıllık ortalama enflasyona göre artış istersiniz ve (27.356x1,339=) 36.630 TL’lik bir asgari ücret talep edersiniz. Gücünüz sınırlı ve dolayısıyla karşı taraflarca daha kabul edilebilir bir artış olsun istiyorsanız (27.356x1,25=) 34.195TL’ye razı olursunuz. Hatta OVP’deki 2025 yılsonu TÜFE tahmini olan (artık kimse savunmuyor olsa bile) yüzde 17,5’i pazarlığın alt noktası olarak alabilir ve (27.356x1,175=) 32,143 TL’ye de razı olabilirsiniz.

-----

Tablo 2-27.356 TL’lik enflasyon farkı içerilmiş düzey üzerine gelecek artışlara göre asgari ücret düzeyleri

Ama Tablo 2’deki ücret düzeylerinin hepsi Tablo 1’deki düzeltme yapılmadan başlanılacak bir asgari ücret pazarlığının sağlayacağından daha yüksek olacaktır. Başka deyişle, 2025 için beklenen enflasyonun mu gerçekleşen enflasyonun mu dikkate alınacağından daha önemlisi, ilk önce 2024 enflasyon farklarının asgari ücrete eklenmesinin başarılması ve pazarlığın buradan başlatılmasıdır. Eğer pazarlık buradan başlatılabiliyorsa, o zaman 2025 farklarının yılbaşında tek seferde verilmek yerine Ocak ve Temmuz’da iki ayrı defada verilmesine belki itiraz edilmeyebilir.

Çünkü eğer bu düzeltme yapılmadan pazarlığa başlanılırsa, 2025 yılsonu beklenen TÜFE’sine göre (ilk tablonun birinci satırı) 21.275 TL ile 2024 sonu TÜFE gerçekleşme tahminine göre (ilk tablonun dördüncü satırı) 24.058 TL arasında bir tercih yapmak durumunda kalırsınız. Doğrusu pek cılız bir marj için uğraşmış olursunuz. İşveren ve iktidar tarafının da 22 bin küsurlara çıkmayı zaten göze almış olduğunu düşünürseniz, talep edilenle verilen arasındaki marj daha da daralmış olacaktır.

Sınıf mücadelesini daha güçlü zeminlerde vermek gerekir. Üstelik de bu kadar haklı olunurken. Bu denklemde eksik olan tek unsur, işçi sınıfını harekete geçirme iradesidir. İşçi sınıfı gücünün farkına vardığında ve hedefe yönelik örgütlenmeyi sağlayabildiğinde, istediği sonucu alması çocuk oyunundan farksızdır.

                                                            /././

Cumhuriyet’in bize kazandırdığı bir isim: Sabiha Bengütaş -Fide Lale Durak-

"Sabiha Bengütaş, henüz olmayanı başarmaktan motive olmuştu. Türkiye Cumhuriyeti de bunu başarmamış mıydı?"

Sabiha Bengütaş, Cumhuriyet’in ilk kadın heykeltıraşıdır. Aslında öncesinde kadın erkek fark etmeksizin pek heykeltıraş olmadığını söyleyebiliriz. Osmanlı’nın son döneminde, Batıcılık etkisiyle ve sanatsever bazı padişahların ya da veliahtların kişisel girişimleriyle resim sanatında gelişmeler yaşansa da, heykel sanatı için aynı şey söylenemez. Örneğin 1840’ta Gülhane Parkı’na yapılmak istenen Tanzimat Abidesi, tepkilerden çekinilerek bir türlü dikilmemiş, 1855’de Ermeni bir mimar tarafından tekrar önerilmiş ama bu girişim de başarısız olmuştur. Sonuçta, İslamiyet bir noktada resimle barışsa da bir çeşit put yaratımı olarak görülen heykel hep uzak durulan bir sanat dalı olmuştur. Ta ki 1867’de, savaşmak için değil de gezmek için Avrupa’ya giden ilk padişah olan Abdülaziz, başka hükümdarların kendi büstlerini yaptırdıklarını görüp özeninceye kadar. Döndüğünde ilk iş olarak kendi büstünü yaptırmak isteyecek, ancak o vakte kadar heykel sanatının uğramadığı bir memlekette heykeltıraş da olmadığı için İtalya’dan heykeltıraş ithal edecektir. 

İtalyan Fuller’in yaptığı, bugün Topkapı Sarayı Müzesi’nde bulunan Abdülaziz büstü böylece tarihimizin ilk heykeli olmuştur.

Heykel eğitiminin verilmesi ise 1883’te Sanayi-i Nefise Mektebi’nin kurulması ile başlar. Okulun ilk öğrencileri daha çok gayrimüslimlerden oluşur ama zamanla Türk öğrencilerin de ilgi gösterdiği bir bölüm haline gelir. Ancak heykel 1920’ye kadar sadece erkeklerin gidebildiği bir alandır. Heykel ile uğraşmanın zaten kolay olmadığı memleketimizde kadın heykeltıraş olmak bir kat daha zordur. 

Sabiha Bengütaş’ın hayatı, zorlukların direngen bir çalışkanlıkla ve sebatla aşılmasının en güzel örneklerinden biridir. Sabiha Bengütaş’ın kişisel başarısının yanına mutlaka, o dönemde Cumhuriyet’in değerlerini oluşturan idealist kurucu kadroların varlığı, Sovyetler Birliği ile kurulan ilişkilerin geliştiriciliği ve her şeyi sığlaştırıp, metaya dönüştürecek olan burjuvazinin henüz palazlanmamış olduğu da eklenmelidir.

Bengütaş soyadını almadan önceki adıyla Sabiha Ziya Hanım, 1904 yılında İstanbul’da dünyaya gelir. Eyüp’te ilköğrenimine başlar, babasının Şam’a tayinin çıkmasıyla bir yıl Fransız Katolik Mektebi’ne gider, İstanbul’a döndüklerinde ise Büyükada’ya taşınırlar. Ailesinin ısrarlarına rağmen liseyi tamamlamaz, çünkü aklındaki şey küçük yaşlardan beri ilgisinin olduğu resim bölümüne gitmektir. Bunun için önce ailesini ikna etmesi gerekir, ardından 1919 yılında İnâs (kız) Sanayi Nefise Mektebi’ne kaydolur. Resim bölümünde okumasına rağmen ikinci yılında girdiği bir modelaj dersinde desen yapması gerekirken hoşuna giden bir antik büstü kopya eder. Dersin sonunda hocası heykeltıraş İhsan Bey gülerek şöyle diyecektir: “Sen, çocuğum, evin temelini yapmadan çatıyı çıkmışsın.”1

Hocasının biraz alaylı eleştirisi onu yıldırmamış aksine daha fazla çalışmaya teşvik etmiştir. Tüm derslerini bir kenara bırakarak bütün haftayı büst üzerinde çalışarak geçirir. Sonunda İhsan Bey büstü görür ve şaşkınlık içerisinde beğenir. Sabiha Hanım, sonradan bir mektubunda o an heykelde daha fazla başarılı olacağını anladığını yazacaktır.2

1920 yılında sadece kızların eğitim aldığı İnâs Sanayi-i Nefise ile erkeklerin eğitim aldığı Sanayi-i Nefise birleşince Sabiha Hanım da arzu ettiği heykel bölümüne geçebilir. Herkes gibi ailesinin algısında da heykeltıraşlık erkek işidir ve zaten üç erkek öğrenci arasında Sabiha Hanım tek kadındır. Tekrar ailesini ikna ederek başlayacağı bu serüvende yeteneğini ve başarısını sürekli yeniden ispat ederek ilerlemek zorunda kalacaktır. Örneğin 1925 yılında katıldığı üç yarışmadaki birinciliğinin yanı sıra, yurtdışına eğitime göndermek üzere öğrenci belirlemek için yapılan sınavda da başarılı olur. Ancak kadın olduğu gerekçesiyle onun yerine ikinci gelen Ratip Bey (Aşir Acudoğlu) gönderilecektir. 

Vazgeçmek yerine çalışmaya devam eder. 1926 yılında Taksim Abide Komisyonunun yaptığı, Taksim Meydanı’na Mustafa Kemal adına heykeltıraş Canonica’nın yapacağı anıt için İtalya’ya gönderilecek öğrenciyi belirleme sınavında da birinci olur. Aynı sınavda, bir başka önemli heykeltıraş olacak olan Hadi Bara da ikinci gelir. Osman Nuri Ergin, Canonica’ya ithafen Fransızca bir mektup yazarak 22 yaşındaki Bengütaş’ın evlenme ihtimali olan bir genç kız olduğunu, bu nedenle görevi başarma ihtimalinin düşük olduğunu söyleyecektir. Bu defa da yurtdışına sadece Hadi Bara gönderilmek üzereyken, araya Milli Eğitim Bakanı Mustafa Necati girer ve Bengütaş’ın Canonica’nın yanına gönderilmesinin vekâletçe uygun olduğuna dair evrakı imzalar.3

Buraya çok kısa bir Mustafa Necati parantezi açmak gerekir. Mustafa Necati, kısaca “Mustafa Kemal’in düşünce ve silah arkadaşı” olarak özetlenebilir. Hayatından örnekler vermek gerekirse; Mustafa Necati, Kurtuluş Savaşı öncesinde, Batı Anadolu’da Kuvayı Milliye örgütlenmesinin başını çekmiş, işgale karşı halkı uyaran Maşatlık mitinginde konuşma yapmış, İzmir’in işgalinin ardından İstanbul ve Balıkesir’e giderek İzmir’e Doğru gazetesini çıkartmış, 1920’de TBMM’nin açılması ile Saruhan Milletvekili olarak Birinci Büyük Millet Meclisi’nde görev yapmış, ardından ikinci yasama döneminde Adalet Bakanlığı başta olmak üzere çeşitli görevler almış, yaşamının sona ereceği 1929’a kadar harf devrimi gibi önemli gelişmelerin de yaşandığı dönemde Milli Eğitim Bakanlığı yapmış yurtsever bir hukukçudur.  Dolayısıyla Mustafa Necati’nin Bengütaş’ı desteklemesi şaşırtıcı değildir.

Pietro Canonica (Hadi Bara ve Sabiha Bengütaş yardımıyla), 1925-28, Taksim Cumhuriyet Anıtından ayrıntı, Taksim Meydanı

Böylece Bengütaş, Canonica ile İtalya’da kısa bir süre de olsa çalışır. Sunay Akın’a göre Canonica’nın Taksim Abidesi için yapılan yarışmada kazanan maketinin yan yüzlerinde kadın figürler yoktur; bu figürler Bengütaş’ın asistanlığı ile eklenmiştir.4 Heykelin döküm kısmında çalışmayacak olan Bengütaş, İtalya’da bulunmasından fırsatla Roma Güzel Sanatlar Akademisine yazılarak Ermenegildo Luppi’nin atölyesine devam eder. 1930’da yurda döner, 1933’te diplomat Şakir Emin Bengütaş ile evlenerek Bengütaş soyadını alır. Eşinin diplomatlık görevi vesilesiyle birçok ülkede bulunur; çoğunlukla da İtalya’da yaşarlar.1938 yılında Moskova’da bulundukları sırada burada açılan bir sergiye katılma fırsatı bulur.

1930’lar SSCB ve Türkiye ilişkilerinin sanatın yanı sıra birçok alanda sıcak olduğu zamanlardır. 1930’da Sovyet ressamı Kiriçenko Türkiye’ye gelir, aynı zamanda Abidin Dino Moskova’ya davet edilir. Bu ressam gidiş gelişleri iki ülkede karşılıklı açılan sergilerle devam eder. Önce 1934’te Ankara’da Sovyet Resim Sergisi, ardından 1936’da Moskova’da Türk ressamlar sergisi açılır. Sergide Türk heyeti başkanı Salah Cimcoz ve ressam İbrahim Çallı konuşurlar.5 Sovyet ve Türk sanatçıları arasındaki ilişki, o dönem Türk ressamlarında öne çıkan konstrüktivist biçimin ve Anadolulu içeriğin de kaynaklarından biri olarak dikkat çekicidir.

Bengütaş bu yıllarda İtalya’da yaşar ama gözü ve kulağı Türkiye’dedir. 1938’de Atatürk ve İsmet İnönü’nün heykellerini yapmak üzere iki ayrı yarışmayı kazanır. Eskizlerini Türkiye’de yapar ve heykelleri yapmak üzere Roma’ya döner. Bu sırada savaş halinde olan İtalya’da zorluklara rağmen geç de olsa eserlerini tamamlar. Savaş artık bitmiş, yıl 1946 olmuştur ancak 3 metre boyundaki heykelleri yurda getirecek araç yoktur. Heykellerin Türkiye’ye gelişi, vefat eden Washington Büyükelçisi Münir Ertegün’ün naaşını taşıyan Amerikan zırhlısı Missouri refakatindeki Providence kruvazörünün Napoli’ye uğramayı ve Sabiha Bengütaş’ın heykellerini almayı kabul etmesiyle mümkün olmuştur. 

Bengütaş, Atatürk heykelini İtalyanların meşhur Carrara mermerinden, İnönü’yü ise tunç döküm olarak yapmıştır. Yıllar sonra yayınlanan bir habere göre Bengütaş bu heykellerle ilgili kırgındır. Çünkü devletten heykellerin parasını alamamış ve tüm masrafları kendi karşılamıştır. Onu asıl sinirlendiren Mudanya’da İnönü heykelinin açılış törenine davet edilmemesidir.6

Bengütaş ne kadar kızgın olsa da ülkesinden vazgeçmez. Eşinin emekliliğinin ardından Ankara’ya yerleşirler. En son bilinen kişisel sergisi 1965 yılında Ankara’dadır. 1992’de noktalanacak olan uzun hayatı boyunca hem resim hem de heykel yapmaya devam etmiştir. Bu direngen sürekliliğinin kaynağını, heykele başlamaya karar verişini vurguladığı bir yazıda bulabiliriz: 

“Heykeltıraşlığı diğer sanatlara tercih etmem evvela ve hiç şüphesiz bu sanata karşı fazla meclûbiyyetim (tutkunluk) dolayısıyla olmuş ve bana belki biraz da orijinaliteye olan meylim inzimam etmiştir (eklenmek, katılmak). Çünkü o zaman memleketimizde hiçbir kadın heykeltıraş mevcut değildi.”7

Sabiha Bengütaş, henüz olmayanı başarmaktan motive olmuştu. Türkiye Cumhuriyeti de bunu başarmamış mıydı? 101. yaşını kutladığımız Cumhuriyet’in, bir kez daha ve bu kez eşit ve özgür bir ülke olarak yeniden kuruluşunun başarılmasına ihtiyaç var. Bunun için gerçekten tutkuyla çalışacak sanatçılar, gençler, kadınlar kısaca öncüler lazım.

                                                                              /././


101. yıl tüneli -Engin Solakoğlu-

Türkiye’nin ve Kürt halkının sokulmak istediği yol aslında bir tüneldir. O tünel boyunca yerleştirilmiş ışıklı tabelalarda renkli ve iştah açan havuç resimleri bulunabilir.

Alıştığımız bir görüntüdür. Bir ülkenin tarihindeki önemli yıldönümleri bir yere isim olur. Okulların, geçitlerin, köprülerin, viyadüklerin ve tünellerin girişlerinde okuruz.  50. Yıl İlkokulu, 75. Yıl Lisesi, 100. Yıl Mahallesi veya köprüsü. Şimdi gözümüzün önünde bir tünel şantiyesi var: 101. Yıl Tüneli.

İsrail geçen cuma gecesi İran’a bir hava saldırısı düzenledi. İran’ın Ekim ayı başında İsrail’e yaptığı saldırının uzun süredir beklenen “misillemesi” böylece gerçekleşmiş oldu. Petrol kuyularını mı vuracak, rafinerileri mi hedefleyecek, limanları mı kullanılmaz hale getirecek, yoksa ülkenin elektrik dağıtım şebekesini felce uğratarak rejim ile halk arasındaki gerilimi mi besleyecek sorularının yanıtı “hiçbiri” olarak verildi.

Saldırının yol açtığı zarara dair rivayet muhtelif. Doğal olarak İran zararı az göstermek, İsrail ve Batılı müttefikleri ise abartmak eğilimindeler. Bir örnek üzerinden gidecek olursak, benim sağcı Le Figaro gazetesinde çalışmasına karşın  yıllardır belirli bir nesnellik kaygısı güttüğü inancıyla takip ettiğim, Fransızların deneyim ve ustalık göstergesi olarak “grand reporter” tabir ettiği gazetecilerden G. Malbrunot dahi İsrail’in yaydığı sınırlı ama çok etkili saldırı öyküsünü teyit edecek bilgiler aktardı. Buna göre, İran hava sahasının dışından İsrail savaş uçakları tarafından fırlatılan füzeler İran’ın balistik füze üretim kapasitesiyle doğrudan bağlantılı bir üretim tesisi ve (yıllardır âtıl duran) bir nükleer silah geliştirme tesisini vurmuşlar. Aslında Fransız gazetecinin verdiği bilgiler Reuters haber ajansından. Bu da garip zira, Malbrunot’yu meşhur eden özelliklerden biri bölgedeki tüm taraflara erişiminin olması ve haber/yorumlarını bu taraflardan doğrudan aldığı bilgilere dayandırmasıdır. Bir başka deyişle ajans papağanlığıyla yetinmemesidir. Ajanslar ille de yanlış haberler geçerler diye bir kural yok elbette ama Reuters’in emperyalist sermaye hizmetinde olduğunu ve İsrail sözkonusu olunca ne tarafta durduğunu biliyoruz. Bu haberde de İsrail iddialarının doğrulanması iki Amerikalı “uzmanın” ticari uydulardan temin ettiklerini görüntülere dayandırılıyor. Malbrunot’nun başvurduğu diğer kaynak ise “Axios”. Siyonizm bir yaratık olsa ağzı olarak görev yapabilecek bir yayın organı. Buradan ne sonuç çıkar? Batı’da tek tük kalan meslek etiği sahibi olduğunu sandığım gazeteciler de bu ucuzluklara yöneliyorlarsa Ortadoğu’daki mücadelenin bir kültür mücadelesi olarak gösterilmesine yönelik emperyalist planın büyük ölçüde başarılı olduğu sonucuna varmakta zorlanmayız.

Son saldırıya dönersek, verilen zararın boyutu net bilinmese de dünyaya 1000 yıldır kullanıla kullanıla paçavraya dönmüş dinsel gözlüklerle bakanları, İsrail’i “rahatlatmanın” kapısında yemlendikleri sermayenin çıkarına olduğunu bilenleri ve komşunun evi yansa da payımıza üç beş tencere düşse diye düşünenleri mutlu edecek bir ölçeğe ulaşmadığını rahatlıkla söyleyebiliriz. Bunun bir diğer anlamı ise hiç kuşkusuz savaşın devam edeceği. İran ne karşılık verecek, İsrail ne zaman yeni bir hamle yapacak soruları ortada duruyor.

İran-İsrail savaşı 20. Yüzyıl’daki savaş kriterlerini karşılamıyor. Ortada resmi bir savaş ilanı yok, karşı karşıya gelen kara, hava ve deniz kuvvetleri yok. Darbeler ya uzaktan ya dolaylı vuruluyor. Dolayısıyla kesin yenilgi ya da kesin zaferden en azından kısa vadede söz etmek mümkün değil.

Dünya dengelerine bakarak İsrail’in bileğini kimse bükemez zira arkasında ABD var deyip işin içinden çıkmak ise alabildiğine kestirmeci bir yaklaşım. İçinde yaşadığımız gezegendeki güçler denklemi o noktayı çoktan geçti. Basitçe ifade edersek İran’ı ezip geçmek veya en azından rejimi değiştirecek kadar ağır bir darbe indirmek için öncelikle Rusya’yı ikna etmek gerekiyor.

Moskova’da oturdukları koltuklardan “hür” dünyaya bakanlar, Kuzey kutup dairesinden Artvin’e kadar uzanan kesintisiz bir “düşmanlık” yayı görüyorlar. Bu yayın Asya içlerine kadar uzanmasının önündeki tek engel ise İran. Bu bağlamda İran’ın düşmesi salt İsrail’i mutlu edecek değil, aynı zamanda Rusya’yı da fena halde sıkboğaz edecek bir gelişme olarak görülüyor.

Ortadoğu’daki mücadelede zaman zaman gündeme gelen “Rusya, Suriye’yi kaderine terk eder mi?” sorusuyla da yakından ilgili bir konu bu. Olağan koşullarda Rusya’nın Ortadoğu denklemine dahil olmasını, Doğu Akdeniz’de varlık göstermesini sağlayan çok önemli bir dayanak noktası Suriye. Bununla birlikte iş bir gün gelip Suriye mi, İran mı sorunsalına dayanırsa “her ikisi de” yanıtını verebilecek durumda olamayacak bir Rusya’nın doğrudan kendi sıcak karnını yani Kafkasya’yı koruyan İran’ı tercih edeceği açık. İsrail ve ABD’nin İran’a topyekûn bir saldırıdan kaçınmasını da bu gerçeklik üzerinden okumak akılcı gözüyor. Elbette bu dehşet ikilisi İran üzerindeki planlarından vazgeçmeyecekler ama mevcut dengeler, bunu kısa vadede ve salt askeri güç kullanarak gerçekleştirmelerine engel.

Zira bu yöntemlerin Moskova’dan benzer içerikli bir karşılık görmesi beklenebilir. Öyleyse, sabra ve daha uzun erimli bir plana, bir de hepsinden önemlisi Rusya’nın bile müdahale olanaklarını daraltacak daha geniş bir koalisyona ihtiyaç var. 

O geniş koalisyonda yer verilmesi gereken iki önemli güç odağı görünüyor. 21, yüzyılın dünyasında güç odaklarını tespit ederken salt devletlere bakamıyoruz. Denkleme dahil edilmesi geren bir Kürt gerçeği ortada. Hangi örgüt, kuruluş ve/veya partilerle temsil edilirse edilsin, bu unsurun kilit ağırlığı var.

Bir diğer odağın ise Türkiye olduğundan kuşku duymuyoruz. Her iki odağın ortak özellikleri mevcut. Her ikisinin de teorik olarak İran içerisine güç yansıtma olanakları var. Aslında çok açık ama illa ki öküzün üzerine bir de ışıklı ledlerle “öküz” yazmak gerekirse şöyle özetleyelim. İran’da kendilerini Türk ve Kürt olarak tanımlayan geniş bir toplam var.

İşte bu iki ağırlık merkezinin tam kapasiteyle kullanılması için ise birlikte hareket etmeleri, ettirilmeleri gerekiyor. Eğitim hayatımda matematik ve fizik alanında kısmen öğrenebildiğim nadir konulardan biridir vektörler. Yanılıyorsam işin uzmanları beni düzeltirler ama vektör fizik biliminde özet olarak “belirli büyüklüğüyle yönü olan nicelik” olarak tanımlanıyor. Her iki güç odağını da bölgede iki vektör olarak tanımlarsak, bunların gücünü anlamlı bir şeklinde artırabilmek için aynı yöne doğru seyirtmeleri gerekiyor. Her iki vektör arasındaki hareket açısı arttıkça toplam güç azalıyor. Ters yöne doğru gittiklerinde ise iyice zayıflıyorlar. O halde bölgede güç dengelerini alabildiğine etkileyebilecek bir kuvvet toplamına ulaşmak için Türkiye ve Kürt vektörlerinin olabildiğince aynı yöne hareket etmeleri şart. Bunun için ne yapılması gerektiği de ortada.

Türkiye Cumhuriyeti ve bölgedeki Kürt siyasi hareketlerin aynı amaç için mobilize edilebilmeleri aralarındaki en hafif deyimle sürtüşmenin asgariye çekilmesiyle sağlanabilir. Benim oturduğum yerden görebildiğim, Washington’da Londra’nın sağladığı girdilerle hazırlanan ve Tel Aviv’in doğal olarak coşkuyla desteklediği emperyalist planın bu amaca yönelik olduğudur.

Bu köşenin düzenli okuyucuları bilirler ki, ben şaşmaz planlara ve yenilmez ordulara inanmam. Pentagon’un veya Langley’in her planı başarılı olsaydı bugün insanlıktan ve üzerinde yaşadığı gezegenden geriye ancak bir toz bulutu kalırdı. Her plan bozulabilir, her ordu yenilebilir.

Türkiye’nin ve Kürt halkının sokulmak istediği yol aslında bir tüneldir. O tünel boyunca yerleştirilmiş ışıklı tabelalarda renkli ve iştah açan havuç resimleri bulunabilir. O resimlerin altında refah, hak ve özgürlük gibi cazip sloganlar yazılı olabilir. Oysa o tünelin ucunun Ortadoğu haklarının tümden köleleştirilmelerine, kanlarıyla besledikleri sermayenin sadık hizmetkarları haline getirilmelerine çıkacağı açıktır.

Türk, Kürt, İran ve Arap halklarının refah, özgürlük ve insanca yaşama hakkını elde etmeleri, sermaye düzeninin hırsız müteahhitlerinin yapacakları, kapılarına iddialı yıldönümü tabelaları çakacakları karanlık tünellerin ucunda değildir. Kurtuluş, sokaklarda, meydanlarda, fabrikalar ve tarlalarda ama hep açık havada, hep aydınlıkta, atılan her adımda sözlerini söyleyebilecekleri bir savaşıma bağlı olacaktır.

Emperyalizmle iş tutmaya meyilli devlet ve örgütlerin tercihi ne olursa olsun, bölge halkları o korku tüneline girmeyecek bir deneyim ve mücadele birikimine sahiptir. Emperyalizmin planları bozulmak, orduları bozguna uğratılmak içindir.  
Cumhuriyet Bayramımız kutlu olsun!

                                                              /././

Biz Reks’in oradayken…-Asaf Güven Aksel-

TKP, uzundur içinden geçtiğimiz tarihsel süreçteki varlığıyla, her dönemeçteki yol göstericiliğiyle, geleceği biçimlendirebilecek tek güç olduğunun altını net olarak çiziyor.

Geçen hafta, Rexx Sineması’nın yok edilecek olmasına karşı, Kadıköy halkının sahiplenmesi başta olmak üzere gösterilen tepkilere destek mahiyetinde planlayıp başladığım yazı, yarım kalmıştı. Çünkü geldiğim bir noktasında, “Yenidoğan Çetesi”, özelleştirmeciliğin, haber özelinde de sağlıkta özelleştirmenin, hastayı cansiperane iyileştirmekten, müşteriden yüksek kâr elde etmeye geçişle, bütün insanlık değerlerinden kopuşun, tüyler ürpertici bir örneğiyle sarsmıştı gündemi.

Türkiye, hiçbir sosyal / yönetsel bağıtın, ehil niteliğin, ağırlık temayülünün  kalmadığı, sermayenin ve dinciliğin hovarda gönlünce kuralsız ve sınırsız cirit attığı öyle bir türbülansta ki, en uğursuz gündemin bile ömrü saatlerle ölçülebiliyor ve gerek ülkede, gerek dünyada sürekli bir “kötülük” boca edilmesiyle nereye yetişeceğinizi şaşırıyorsunuz.

Bazen böyle akar tarih. Rexx için sıkılmış yumruk, bir dönemeç sonra açılır ve içinden, bir düğün, bir aile fotoğrafı, kalın bir taşıyıcı sütunun iki yanından görülebilen bir yenge tebessümü çıkar. Tarih bazen, nedenini sormadan geçer kayda, hızla…

Birkaç gün sonra, Cumhuriyet 101 yaşına basacak, ama “bu ulusça idrak edilecek mi” sorusu orta yerde. Bahçeli, elindeki “yağlı urgan”ı “toplumsal bağ”la değiştirme illüzyonuyla başrole çıktı. Urgan kendisine iade edilince, aldı askılığa taktı, iade eden partinin amblemini taşıyan poşetle birlikte. O askılığa “dilsiz uşak” denildiğini de şu yaşımda ilk kez duydum, cehaletimin, Bahçeli’nin derin şairane sembolizmiyle tokuşmasından öğrendim.  Kürt siyaseti ve iktidar bloğu “fiskos koltuğu”nda çay içecek kıvamdayken de, DEM’in “zamanlaması manidar bir provokasyon” dediği, PKK’nin mazeretli üstlendiği, KCK’nın “süreci etkilemez”likten geldiği ölümlü TUSAŞ saldırısı yaşandı. Ha, İsrail, İran’a “düşük çaplı” misilleme yaptı… Ne denklemler ne denklemler, şu bir paragrafta bile…

Sosisli sandviçe Amerikan salatası ve jülyen bir dilim kornişon turşu koy, adı “artist” olsun. Bunu kızarmış patates ve biberle yap, oldu “zümküfül”. O zamanlar, bunları yapan büfelerin yakınındaydı Reks Sineması. Türkçe olmayan karakter içe sinseymişti, Rex olacakmıştı adı. Salonu tekti çünkü. Salon iki olunca ve Türkçe karakter de neymiş günleri geldiğinde, Reks Rexx oldu. İşte ablamların düğünlerinin birkaç yıl sonrasında kendi başımıza Kadıköy’e inip sinemaya gider olduğumuzda ve bu sandviçlerle tanıştığımızda durum buydu. Opera, As en çok da Reks. Film izleme ve tıkınma, kıkırdaşma seanslarımıza, eylemler, politik tartışmalar eklenmesi çok sürmedi. 

Yaşadığı badire nedeniyle artık biliyorsunuzdur, Rexx’in tarihçesini. Kilise inşası, 1873’te tiyatro salonu, 1920’de Afife Jale’nin ilk sahne alışı, bale okulu, mimarî özellikleri  filan yetmemiş İstanbul 5 Nolu Koruma Kurulu’na, “kültürel varlık değildir, yıkılsın” demiş. Korkarım Fatma Yenge’min heybeti de yetmeyecek durdurmaya. Ya biz?

Biz oradayken, dünyayı tarıyorduk çıplak gözle, öyle budanmıştı, böyle çarpılmıştı, mutlak aşılasıydı, ama bir cumhuriyet vardı.

Biz oradayken, birlikte yaşam inşasındaydık çıplak elle, Kürt siyasetleri, sosyalizm mücadelesinin bölge özelliklerini gözeten yapılarıydı.

Biz oradayken, çok meraklıydık, okumaya, izlemeye, ne bulursak. Filmler de, oyuncularıyla, yönetmenleriyle, senaryolarıyla, didik didik edilir, haklarında hükümler verilirdi. Sanatsal bakış açısından biraz “sekter”, epey “ham”dık belki, ama sınıf süzgeçli ve çok meraklıydık.

Biz oradayken, üzerimize yağan taş vardı, sopa vardı, kurşun vardı, ama “fabrikalar, tarlalar” da ufku sarmıştı, gençliğin yönünü çiziyordu.

Biz oradayken, sinema Reks’ti. Önündeydik, fuayesindeydik, civarındaydık. Agora gibiydi. 

Ne demek ki kültürel varlık başka?

Kurul’un kararı bir sürecin kararıdır. 

Cumhuriyet, bütün kurumlarıyla yerle yeksan, gün gün cılızlayan değerleriyle zihinlerde direnmeye çalışıyor.

Kürt hareketi, 1984 nitel dönemeci, 1990 Büyük Ortadoğu şekillendirmesi pratiğinde misyon edinme ve sosyalizmi boş bir sada kılma sürecinden geçerek, başka bir yöne evrildi.

Sinemalar alışveriş soluklanmasına yenik düştü…

Belki de fark edemedik, toyduk, sandviçlerdeki “revizyonist” düzenlemeler, her ne kadar lezzetli olsa da, aslında bir değişimin, eskiyen değerler kategorisinin çeşitlenmesinin işaretleriydi. Her kötüye böyle doz doz alışılmaz mı?

Birkaç gün sonra Cumhuriyet 101 yaşında olacak. Bu bir doğa olayı, ilanından bu yana geçen döngüden ibaret. Reks, 1800’lerden geliyor. Sinema hizmeti nicedir yok, binasına da balyoz inecek. Kawa tarihler ötesinden bir demirci efsanesi ki, hükmedene isyanın simgesidir, vasallığa, uzlaşıya razı edilecek.

Hani yukarıda bir paragrafta sadece bir kısım “güncel kötülük” sıraladık ya. Gelip gelip birbirine bağlanıyor domino taşı örneği gibi. Çözülmesi, içinden çıkılması da öyle olacak.

Bir paragrafta ne denklemler, ne denklemler dedik ya. Yön bulmak, olan biteni anlamak, anlamlandırmak, bir çıkış görmek bazen çok zordur. Böyle bir kaosta mesela. Türkiye’nin şansı, çobanyıldızı bir partinin varlığı. Abartmıyorum, kayırmıyorum, nesnel bir gerçeğe, zorunluluğunu gördüğüm için işaret ediyorum. Türkiye Komünist Partisi, uzundur içinden geçtiğimiz tarihsel süreçteki varlığıyla, her dönemeçteki yol göstericiliğiyle, geleceği biçimlendirebilecek tek güç olduğunun altını net olarak çiziyor.

Bundan sonra söyleyeceklerim, bu gücün neferi olmayı elde bir saydıktan sonrasıdır…

Üstünüze ölüm yağdığını söylediğin cümlenin devamı ne oldu, o tekrarlanmadı derseniz… Sokaklarda, işyerlerinde cinayetlerle tanımlanan fiziksel ölüm, zihinsel ölümlerle sulta sürüyor, bugün. İlk elde durdurulması gereken, bu zihin çürümesi olsa gerek. Zihne fizik müdahale nasıl olacak?

Ufku kaplayan, gençliğe yön veren, “fabrikalar tarlalar”la buluşarak. Onları örgütleyerek. Cumhuriyet’in kurucu değerlerini, tarihsel ilerleme niteliklerini, hiç yüksünmeden göndere çekerek ve toplumsal direnci besleyerek. Emperyalizmin bölgesel çıkar vaatlerini koyup örsün üstüne, bağımsızlıkla harlanmış çekici yeniden ele alıp tepesine indirerek. Kültürel, sanatsal yıkıcılığın, değersizleştirmelerin, pespayeliğin payelerini, birleşerek, dayanışarak reddederek. 

Söylemesi kolay, bu zihinselden fiziksele güç dönüşümü, bir hamlede olacak şey mi? Değil. Uzun yılların tortusu, durağanlığı, unutkanlığı, vazgeçişi, kabullenmesi var ortada. 

Kabul, biz oradayken, böylesine bir karşıdevrimin ideolojik tahakkümü sürecinden geçmemiştik henüz. Kabul, her sokakta, yaşayan sosyalizm çıkardı karşınıza. Kabul, Reks vardı.

Ama ne kabul değil? Cumhuriyet’in sermaye beslemeli gericilik eliyle yıkılması. Rexx’e balyoz inmesi. Kürt halkının emperyalizmin bölge pazarlığına, içte düzen tahkimatına konu edilmesi. Bebeklerin öldürülmesi.

O zaman, koyun bütün melaneti üst üste, dikin karşına insanı, boyun eğmeyen insanı. O insana bir örgüt sıfatı verin. Gelin.

“Bu kan denizinin ufkundan” mı gelir aklınıza gözünüzü dikince uzaklara, Kadıköy’de İstanbul Büfe bir hardal yapar dermiş gibi genziniz mi yanar buğu buğu, “günlerin bugün getirdiği”ni düşünürken, fark etmez… Hatırlayın, bilenin, güvenin, gelin. “…en sonuncu kavgamız…”

Biz Reks’in oradayken, puşiler, kefiyeler sarınırdık, incecik ayazlarda, onu da alın çıkınınıza….                                    /././

Ne Yaşıyoruz Biz?-Ayşe Şule Süzük-

"Bu sistem sizi suçun bir yerinde konumlandırıyordur: Ya katil, ya mağdur ya da izleyicisinizdir. Geçmiş olsun hepimize o vakit. Ama yine de 'bu döngüyü kıramadıkça' diyordur içimizdeki o büyük saat."

Bir karmaşa içinde yuvarlanıp gidiyoruzdur. Bir dehşet sarmalı içinde günleri sıraya diziyoruzdur. Şiddetin boyutu giderek genişliyordur. Şiddetin biçimleri giderek çeşitleniyordur. Adalete, hukuka duyulan güven ve inanç ortadan kalkıyordur. Ortalık giderek kararıyor, tekinsizlik kol geziyor, kara kuyularından çıkan gorgolar bu alacakaranlıkta güvenle ortalarda dolanıyordur. Sorumlular yargılansın, failler hesap versin diyerek yükselen sesler yankı odalarında eriyip yok oluyordur. Karanlık kapkaranlık kâbusların olmazları olur olmuştur, uyanmak istenen bir düşten bir türlü uyanamama hâli, bizi ölümüne korkutup nefessiz bırakıyordur. Evin “güvenli” ve “kutsal” alanına ne kadar sığınsak ya da eve her koşup kapıyı ardımızdan sıkıca ne kadar kapatsak tıknefes insanlığımız giderek daha fazla temiz havaya ihtiyaç duyuyordur. Ev içleri daralıyordur, kararıyordur. İçimiz kararıyordur, daralıyordur. 

Bireysel olarak ne yaşıyoruzdur biz?

Toplumsal olarak ne yaşıyoruzdur biz? 

Peki, siz? 

Kapitalizm bin kere iflas etmiştir. Haberin var mı demir kapı, yastığım, ranzam, zincirim? Ka-pi-ta-lizm iflas etmiştir! Duyduk duymadık demeyin, yaşadığımız gün gibi ortadadır. Ve dünya, bizim mavi kızımız dünyalığından utana utana kendini hızla yok ediş sürecine sokan bu azgın döngünün sömürgen gorgoları karşısında çaresizce beklemektedir. Yüz milyonlarca insanın ölümünden sorumlu bu kapitalist sistem/düzen artık yolun sonuna gelmiş olmalıdır. Yüz yıl öncesine göre artık giderek minikleşen, bilimsel teknolojik gelişmelerle her anlamda yakınlaştığımız “başkaları” artık omuz başımızdadır. Yani dünyanın kaderi ile tek tek ülkelerin kaderi arasında öyle Çin Seddi yoktur. Yoktur.

Var mıdır? 

Demek oluyor ki burası için geçerli olan, her yer için geçerlidir. Kapitalizm iflas etmiştir ve her şeyden önce insanın insan tarafından sömürülmesi suçunu en başından işliyordur, işlemeye devam ediyordur.  İnsanın başını kimileyin hafif okşayarak kimileyin tepesine meşe sopası indirerek çarkını döndürmek işiyle uğraşıyordur kapitalizm. İnsanın insan tarafından ezilmesi, öldürülmesi suç ise sömürülmesi de suçtur, suçtur, suçtur ve buna bir son vermenin zamanı çoktan gelmiş de geçiyordur. Geçiyordur.

Şimdi, bir kez daha, burada, ülkemizde ne yaşıyoruzdur biz?

Ülkemiz, bizim ülkemiz kapitalist sistemle yönetiliyordur, ok chap?  Kapitalist devlet vergilerimizle dönüyordur, bu da tamam. Neden vergi ödüyoruzdur peki? Kabaca eğitim için, sağlık için, güvenlik için… Ancak her kademede ve her başlıkta neredeyse her kalemde piyasalaşma söz konusu ve her şey artık alınıp satılabilen metalar yığını olmuştur. En temel ihtiyaçlarımız dâhil hepsine vergi üstüne vergi bindirildiğinde dahi bizler, yani geniş halk yığınları, bir başka deyişle emeğiyle geçinen milyonlar, yine de, ne nitelikli eğitime, ne nitelikli sağlığa ne de son günlerde gördüğümüz üzere, gerçek anlamda güvenliğe ya da adalete erişebiliyoruzdur. 

Narin’den, yenidoğanlara çocukları yiyen bir karanlık gorgolar ordusu ile yurttaşlarını baş başa bırakan bir yönetim anlayışı meşru mudur? Ortalıkta adaletin sağlanamaması ile, kadın cinayetlerinde iyi hâl indirimleri ve cezasızlık ile, kayıp çocuk vakaları ve gencecik kadınların artık giderek bir cins kırımına uzanan katledilmeleri ile ortalığa saran ağır korku ve kaygı havası adalete, hukuka ve güvene duyulan inancı yıktığında kovuklarından tehlikeli caniler çıkarak hınçla bıçaklarını bilemeyecekler midir? Bu yaratılan ortam, “öldürebildiği bir ortam yaratıldığı için öldüren” tiplere davetiye çıkarmayacak mıdır? 

Örneğin hakikaten İstanbul Sözleşmesi’nden ne istenmiştir de bir gecede 20 Mart 2022’de feshedilmiştir bu sözleşme? Girişi şöyle mesela taraf olarak imzalanan sözleşmenin 11 Mayıs 2011’de:

Kadınlara yönelik her türlü şiddeti ve ev içi şiddeti kınayarak; 

Kadın ve erkek arasında yasal ve fiili eşitliğin gerçekleşmesinin kadınlara yönelik şiddeti önlemede önemli bir unsur olduğunu kabul ederek;

Kadınlara yönelik şiddetin, erkekler ve kadınlar arasındaki eşitlikçi olmayan güç ilişkilerinin tarihsel bir tezahürü olduğunu ve bu güç ilişkisinin erkekler tarafından kadınlar üzerinde tahakküm kurulmasına ve kadınlara yönelik ayrımcılık yapılmasına yol açtığını ve kadınların ilerlemelerinin önünde engel olduğunu kabul ederek;

Toplumsal cinsiyete dayalı şiddet gibi kadınlara yönelik şiddetin yapısal boyutunu ve bu şiddetin erkeklerle kıyaslandığında kadınları zorla ikincil bir konuma sokmanın çok önemli toplumsal mekanizmalarından biri olduğunu kabul ederek;

Kadın ve kız çocuklarının çoğunlukla ev içi şiddet, cinsel istismar, tecavüz, zorla evlendirme, sözde “namus” adına işlenen suçlar ve cinsel organları dağlama gibi insan haklarını ciddi bir şekilde ihlal eden şiddetin pek çok boyutuna maruz kaldıklarını ve bu durumun kadın erkek eşitliğini sağlamanın önündeki en büyük engel olduğunu büyük endişeyle kabul ederek;

Sivil halkı, özellikle de yaygın ve sistematik tecavüz ve cinsel şiddet şeklinde kadınları etkileyen silahlı çatışmalarda süregelen insan hakları ihlallerini ve toplumsal cinsiyete dayalı şiddetin çatışma sürecinde ve sonrasında artması olasılığını kabul ederek; 

Kadın ve kız çocuklarının  toplumsal cinsiyete dayalı şiddete maruz kalma riskinin erkeklerden daha fazla olduğunu kabul ederek;  

Ev içi şiddetin orantısız bir şekilde kadınları etkilediğini ve erkeklerin de ev içi şiddet mağduru olabileceğini kabul ederek;

Devam edersek yine sözleşmenin pek çok maddelerinden biri de şöyle:

Madde 42 – Suçların kabul edilemez gerekçeleri; sözde “namus” adına işlenen şuçlar da dâhil;

Taraf Devletler, bu Sözleşme kapsamında yer alan şiddet eylemlerinden herhangi birinin gerçekleşmesini takiben başlatılan cezai işlemlerde kültür, örf ve adet, gelenek veya sözde “namus”un bu eylemlerin gerekçesi olarak kabul edilmemesini sağlamak üzere gereken yasal veya diğer tedbirleri alır. Bunlar arasına, özellikle, mağdurun, kültürel, dinî, toplumsal ya da geleneksel olarak kabul gören uygun davranış normlarını ve âdetlerini ihlal ettiği iddiaları da dâhildir.

Yukarıdaki İstanbul Sözleşmesi’ndeki maddelerden bir madde dediğim gibi ve kadınları öldüren erkekler yazık ki “Namusumu kurtardım” ifadesiyle iyi hal indirimi alabiliyordur artık. İşte tahakküm rejimlerinden biri olan ataerkillik ile evlenen kapitalizm ortaya garabetler çıkarmaya devam ederken gayet de rahattır aslında. Şöyle söyleyebiliyoruzdur bugün: “İçinde yaşadığımız düzende bebek öldürerek para kazanılabiliyorsa birileri bunu yapar.” Kişiyi kendi davranışları hakkında bir yargıda bulunmaya iten duygu ortadan kalkıyorsa ki buna vicdan diyoruz; vicdanın yerini paranın saltanatı (kapitalizm) aldıysa işte vicdan da alınıp satılabilen bir metaya dönüşmüştür. Vicdanlarımız da kendiliğimiz gibi büyük ölçüde toplumsaldır değil mi? Toplumsal koşulların yapılandırdığı, şekillendirdiği, belirlediği olgular, olaylar, durumlar, duygular… İşte şiddet de önlenemez kendinden menkul bir olgu gibi gösterilerek, “kaynağı ne?” sorusu es geçilerek üzerimize yığılır, yıkılır. Suça bulanmış bir toplum sarmalında kaçış yoktur. Olmuyordur. Sonuç şudur: “Bu sistem sizi suçun bir yerinde konumlandırıyordur: Ya katil, ya mağdur ya da izleyicisinizdir.” Geçmiş olsun hepimize o vakit. Geçmiş olsun. Ama yine de “bu döngüyü kıramadıkça” diyordur içimizdeki o büyük saat. Susturulmayı bekliyordur. Ama susmuyordur. 

Tik tak, tik tak…

Failler yargılansın, sorumlular hesap versin demek önceliklidir ancak yetmezdir de aynı zamanda. Bizleri birbirimizden koparan, “dışarı”yı tekinsizleştiren bu korku ikliminde birbirimizden başka kime güvenebileceğizdir. O birbirimiz kimdir peki?  

“İtaat et, rahat et” şiarı da tepetaklaktır enikonu… İstediğin kadar itaat et ancak rahat etme noktasını geçmişizdir, özel hastanede yenidoğanın öldürülüyordur sekiz bin için ya da çocuğumuz bir türlü nitelikli eğitim alamıyordur, ne kadar itaat et-rahat et denklemine sıkıca yapışsak da. Evin durmadan yıkılıyordur, ocağına kastediliyordur. 

Mahalle yanarken saç taranacak bir yer de kalmamıştır, kalmamıştır, kalmamıştır. Artık kaçış yok. Artık çıkış yok… No way out chap!

Çürüyen canavarın gözlerinin taa içine bakma vaktin gelmedi mi daha?

Esinlendiklerim teşekkürlerim ile:

İstanbul Sözleşmesi'nin Tam Metni

                                                       /././

Lübnan Komünist Partisi’yle söyleşi: 'Direniş kültürünü anlamıyorlar, kaybedecekler'-Yiğit Günay-

Lübnan’da Komünist Parti savaşın ortasında büyük bir yükü sırtlamaya çalışıyor. Bu çabayı, Filistin’i, Türkiye’yi, bölgeyi ve dünyayı konuştuk.

Lübnan Komünist Partisi Merkez Komite üyesi Hasan Saliba, Türkiye Komünist Partisi’nin davetlisi olarak bu hafta başında İstanbul’daydı. Saliba’yla İsrail saldırısı, direniş ve direnişin tarihi, laiklik, Hizbullah’la ilişkiler, Lübnan’daki mezhepsel siyasi düzen gibi birçok başlığı konuştuk.

Güncel askeri durumdan başlayalım. İsrail ordusunun Lübnan’a yönelik kara harekatı tıkanmış görünüyor, havadan bombardıman tüm hızıyla sürüyor. Nedir mevcut durum?

Şu an İsrail hükümetinin iki hedefi var. Birincisi, direnişi sınırdan uzaklaştırmak. İkincisi, hiçbir ayrım gözetmeksizin direnişle ilişkili gördüğü herkesi cezalandırmak.

Kara operasyonu bakımından, Lübnan’ın güneyinde kısıtlı bir saldırı planını uygulamaya soktular. Amaçları sadece askeri güçten değil, nüfustan da arındırılmış bir bölge yaratmak.

Aşağı yukarı 10 ila 15 kilometrelik bir koridordan söz ediyoruz?

Evet. Saldırı başlayalı on günü geçti, şimdiye kadar karadan hiçbir ilerleme sağlayabilmiş değiller. Aksine, her gün rütbeliler dahil İsrail askerleri ölüyor, direniş, özellikle sınır köylerinde, İsrail güçlerini pusuya düşürmeyi başarıyor. Köye giriyorlar, ama pusuya düşünce gerisin geri gidiyorlar.

Şu ana kadar hiçbir köyü bir gün boyunca elde tutmayı başaramadılar.

Tam olarak öyle. Ancak birkaç fotoğraf çektirdiler. Bayrak diktiler, görüntü alıp geri çekildiler. Ama İsrail kara harekatında başarısız oldukça havadan saldırganlığını daha da artırıyor. Her gün daha fazla bombardıman yaşıyoruz. Ayrım gözetmiyorlar ve Lübnan’ın dört bir yanını hedef alıyorlar, kuzeydeki köyler, Beka bölgesi, evini kaybetmiş olanların sığındığı binalar…

Üstelik yasaklı bombalar kullanıyorlar. Netanyahu, savaşı kazanmakta oldukları imgesi yaratmak için buna ihtiyaç duyuyor.

                                Lübnan Komünist Partisi Merkez Komite üyesi Hasan Saliba

Hem kara hem hava saldırısına dair kimi ayrıntıları da sormak istiyorum. Önce karadan başlayalım. Şüphesiz direnişin ana gövdesini Hizbullah oluşturuyor, ama Güney Lübnan’daki direniş, Hizbullah militanlarından ibaret değil. Hangi güçler var direnişin içinde?

Ben hep Güney Lübnan’daki direnişi bir halk direnişi olarak tanımladım. Elbette, özellikle silah gücü kapasitesi açısından en büyük güç Hizbullah, ama direnişte hiçbir partiye üye olmayanlar da var, oranın köylüleri, evlerini, topraklarını, yurtlarını koruyorlar. Ayrıca İsrail İşgaline Karşı Ulusal Direniş Cephesi gibi, 1982’de kurulmuş olan ve şimdi yoldaşlarımız tarafından yeniden faal hale getirilen başka yapılar da var. Elbette bizim maddi olanaklarımız daha mütevazı.

Türkiye’de hafızalardan epey silindi ama, aslında İsrail 2006’da Güney Lübnan’a girdiğinde de çok benzer bir tablo ortaya çıkmıştı. İşgal 34 gün sürdü, sanıyorum 10 kilometre bile ilerleyemediler. Ve o zaman da direnenler yalnızca Hizbullah militanları değildi.

Elbette. Lübnan Komünist Partisi o zaman da direnişin parçasıydı, yoldaşlarımız o savaşta da yerlerini aldılar, kimi yoldaşlarımızı kaybettik.

Sanıyorum 12 komünist yaşamını yitirdi.

Doğru. Bazıları Beka’da, bazıları Güney Lübnan’da. Bir kez daha, “halk direnişi” tanımına döneyim. Bizim bir direniş kültürümüz var, özellikle Güney Lübnan’da. Bu ideolojik yaklaşımları, etnik ve dini kökenleri aşan bir kültür.

Belki soL okurlarına hatırlatmakta fayda var, Lübnan’ın güneyindeki direniş yeni değil, on yıllardır sürüyor. Ne zaman başladı bu direniş kültürü?

İlk Siyonist terör örgütleri Filistin’e gelmeye başladığından beri. Daha o zaman, 1900’lerin ilk yarısından itibaren Güney Lübnan’daki köylere saldırmaya başladılar. Büyük katliamlar yaşandı. Hula Katliamı en bilinenlerden biridir [1948’de İsrail kuvvetleri Hula köyünün erkeklerini bir eve doldurup öldürdü, ardından evi patlattı—Y.G.].

O zaman beri yöre halkı kendini savunma hazırlığı içinde. 1960’lı yıllarda, Komünist Parti’nin İkinci Kongresi’nden sonra Güney Lübnan köylerinde Sivil Muhafızlar teşkilatı kuruldu. Ardından Partizanlar teşkilatı kuruldu.

Dolayısıyla burada hem askeri hem sosyal anlamda bir direniş tarihi var. İsrail işgali yıllarında sivil halk sokaklara dökülüyor, eylemler yapıyordu. Kadınlar, İsrail askerlerine kızgın yağ atıyordu. Tüm bunlar oranın kültürünün parçası artık.

Şimdi bombardıman kısmına gelelim. Dünya medyasında özellikle Dahiye’nin bombalandığı vurgusu öne çıkıyor. Sanki burası ayrı bir yermiş, Beyrut’un merkezinin parçası değilmiş gibi bir izlenim yaratılıyor. Bize biraz bu hava saldırılarının tablosunu çizebilir misiniz? Dahiye nerede, nasıl bir yer? Bombardıman sözde tamamıyla Hizbullah’ın elinde olan bu bölgeyle mi sınırlı?

Öncelikle, İsrail yalnızca Dahiye’yi bombalamıyor. Beyrut merkez dediğimiz, dar idari kısmı da bombalıyor. Beyrut merkez var, bir de büyük Beyrut var, il sınırları. Dahiye bunun parçası. Beka’yı da bombalıyor. Kuzey Lübnan’daki köyleri, bu arada, Hıristiyan yerleşimlerini de bombalıyor. Geçenlerde kuzeyde, Trablus yakınlarında, savaş nedeniyle evinden kaçmak zorunda kalanların sığındığı bir binayı bombaladılar.

Kısacası tüm Lübnan’ı bombalıyorlar. Ayrıca Güney Lübnan köyleri yalnızca Şii de değil. Önemli bir Hıristiyan nüfusu da var. Bu köyleri ayırmıyorlar, tüm köyü yerle bir ediyorlar.

Dahiye’ye gelince… Dahiye tarihsel olarak Güney Lübnan’dan Beyrut’taki fabrikalarda iş bulmak için gelen yoksulların yerleştiği bölge. Beyrut’un yoksul kısmı yani. Pratikteyse Beyrut merkeziyle Dahiye’yi birbirinden ayıramazsınız, bitişik bunlar, caddeler aynı. Tek bir şehir Beyrut.

İsrail saldırıları da spesifik hedeflere yönelik değil. Bütün binaları yıkıyorlar düzenli olarak. Bir binada haliyle yalnızca Hizbullahçıların yaşaması mümkün değil. Sivil gözetmiyorlar. Çocuklar yaşıyor buralarda. İnsanlık suçu, savaş suçu İsrail’in yaptıkları.

Lübnan Sağlık Bakanlığı tarafından yapılan son açıklamaya göre İsrail'in 8 Ekim 2023'ten bu yana Lübnan'a düzenlediği saldırılarda yaşamını yitirenlerin sayısı 2 bin 653'e, yaralananların sayısı da 12 bin 360'a ulaştı.

Peki, birazdan işin bu insani kısmını da ele alacağız, ama ondan önce, siyasi boyutu kavrayalım istiyorum. Lübnan Komünist Partisi, 7 Ekim’i nasıl değerlendiriyor?

Öncelikle, 7 Ekim, direnişin reaksiyonudur. On yıllarca süren katliam, apartheid, sömürgecilik politikalarına, Filistin halkını yok etme çabalarına karşı bir reaksiyon.

Şunun iyi anlaşılması lazım: 7 Ekim öncesinde Filistin davasında kritik bir moment yaşanıyordu. İsrail, ABD’nin de desteklediği, Filistin halkını ve davasını bölgeden tamamen silme politikasını hayata geçirmeye çalışıyordu. Arap devletleriyle, Körfez devletleriyle ilişkileri normalleştirme çabalarında yol almışlardı, önce Mısır’la, sonra Ürdün’le. Suudi Arabistan’la da bu süreçtelerdi.

Yani İsrail, bölgede hakimiyet kuracaktı. 7 Ekim, işte buna yanıttı. Filistin davasının likide edilmesine bir yanıttı.

Peki, 7 Ekim saldırısının ardından İsrail stratejisi nasıl değişti?

İsrail stratejisi hedefleri bakımından değil, biçimleri bakımından değişegeldi. Başarısızlık büyüdükçe saldırganlık seviyesi arttı, çünkü bakın, bir yılı geçti artık, rehineleri kurtaramadılar. Gazze’deki direnişi de bitiremediler. Hâlâ Gazze’nin içinde İsrail askerlerine karşı askeri direniş eylemleri sürüyor. Ara ara Gazze’ye yakın İsrail yerleşimleri de bombalanıyor.

Yani İsrail, öncesinde açıkladığı iki sözde hedefine de ulaşamadı: Rehineleri kurtarmak ve Hamas’ı bitirmek. Bu tablo karşısında ayrım gözetmeyen şiddeti iyice artırdılar: Hastaneleri, ibadet yerlerini vurmak, katliamlara imza atmak. Amaçları insanların hayatta kalma yollarını tamamen bitirmek. İlaç ulaşmasını bile engelliyorlar. İnsanların Gazze’yi terk etmesini sağlamak amacındalar.

Sorun şu ki, insanların gidecek yeri yok. Dolayısıyla ya direnecekler ya da bombalar altında ölecekler. Başka seçenekleri yok.

İsrail de sürekli daha uca gidiyor. Netanyahu’nun başka şansı yok. Kendi kaderi, savaşın kaderine bağlı. Irkçı, sağcı bir hükümetle yapıyor bunu. İsrail hükümeti, yüzsüzce, eskiden beri Siyonistlerin hedefi olan Nil’den Fırat’a büyük İsrail’i, İsrail Krallığı’nı yaratma projesinin peşinde koşuyor.

Bu arada ABD seçimleri yaklaşıyor. İki parti de kökten İsrailci. Ama Trump, özellikle toprak ilhakı konusunda daha ileri gidebilir.

Bana kalırsa, Filistin halkının ve Lübnan’ın direniş kapasitesi, bu deliliği durdurmanın tek yolu.

Peki, İsrail’in siyasi hesaplarına dönelim. Elbette Nil’den Fırat’a yayılma hülyası hep bir yerde duruyor. Ama Lübnan’a yönelik mevcut saldırının siyasi mantığı nedir? Siyonistler hangi hesapla davranıyor, Lübnan’da ne başarmaya çalışıyorlar?

Öncelikle direnişi ve Hizbullah’ı yenmek ve Litani Nehri’ne kadar 10 kilometrelik bir alanı yok etmek istiyorlar. Litani Nehri’ni de aşabilirler bu arada. 1982’de aşmışlar, daha ileri gitmişlerdi.

Beyrut’a girmişlerdi.

Beyrut’u işgal etmişlerdi. İlk hedef bu. İkincisi, askeri güçten ve nüfustan arındırılmış bir bölge yaratmak istiyorlar. Ve siyasi olarak Lübnan’ın egemenlik haklarından feragat edeceği bir formülle İsrail’le ilişkileri normalleştirecek bir anlaşma yapmasını istiyorlar. Hem toprakları üzerindeki, hem de enerji kaynakları üzerindeki egemenliğini zedeleyecek bir anlaşma.

Yakın zaman önce Netanyahu, Lübnan’la İsrail arasındaki deniz sınırını belirleyen anlaşmayı iptal etmek istediğini duyurdu. Tüm denizi kendisine istiyor.

Ayrıca, Lübnan’ın siyasi haritasını değiştirmeyi ve tıpkı 1982’deki işgalden sonra yaptıkları gibi, İsrail yanlısı bir hükümeti getirmeyi hedefliyorlar.

Peki ne kadar yakınlar bu siyasi hedeflere?

Karadan işleri çok zor. Askeri güç dengesi buna izin vermiyor. Ama daha önemlisi, Lübnan halkının iradesi de buna izin vermiyor. 1983’te kendi getirdikleri hükümetle bir normalleşme anlaşması yapmışlardı, 17 Mayıs Anlaşması, ama halk kitleleri sokaklara döküldü ve bir yıl olmadan anlaşmanın çökmesini sağladı.

Şüphesiz Lübnan halkı bugün de aynısını yapar.

İsrail ordusu sözcüsü Avichay Adraee, geçtiğimiz haftalarda "Hizbullah unsurları savaşçıları ve silahları taşımak için ambulans kullanıyor" iddiasını öne  sürerek, Lübnan'daki ambulanslara saldırma tehdidinde bulundu.

Lübnan’daki siyasi güçler arasındaki denge nasıl? İşgal döneminde İsrail yanlısı olan Falanjist hareket bugün de direnişi ve Hizbullah’ı izole etme çabasında, geçen hafta Meclis’te de kimi adımlar attılar bu doğrultuda. Ama bekledikleri karşılığı bulamadılar.

Aynen öyle. Bence acele ettiler. Bu, Lübnan Kuvvetleri Partisi lideri Samir Caca’nın [Lübnan Kuvvetleri, işgal ve iç savaş döneminde İsrail’le işbirliği yapmış Falanjist parti—Y.G.] hem güçlü hem güçsüz tarafı, her zaman bahse giriyor ve ve tutturamıyor. Bence acele etti, vaktinden önce hasadı kaldırmak istedi ve bu girişimi başarısızlığa uğrattı. Hizbullah'ın artık toprağa gömülebilecek duruma düştüğünü, ağır bir darbe aldığını düşündü. Ama gerçek öyle değil.

Mesele Lübnan Kuvvetleri’nden ibaret değil. Kimi diğer mezhep bazlı güçler de kendi çıkarları için mevcut sistemi sürdürmek istiyor. Egemenliği, her şeyi satmaya hazırlar.

Ve tarih bunu birçok kez kanıtladı. Misal, 1982'de Lübnan parlamentosu, Beyrut'u işgal ettiklerinde İsrail'in baskısıyla toplandı ve Beşir Cemayel'i seçti. Aynı parlamento, kısa süre sonra İsrail’le yapılan anlaşmayı iptal etti ve tam tersi yönde bir cumhurbaşkanı seçti. Yani Lübnan'daki mezhepsel yapılar ve hakim sınıf, İsrail'in ilerlemesine veya ilerleyememesine bağlı olarak hareket edebiliyor.

İşte bu yüzden direnişin güçlü kalması ve İsrail karşısında güç dengesini koruyabilmesi önemli, Lübnan’da ancak bu, İsrail'in istediği tüm bu hedefleri boşa çıkaracaktır.

Lübnan iç siyaseti çok parçalı bir yapıya sahip. İsrail’in arka arkaya düzenlediği suikastler sırasında konuşulan bir iddiayı sormak istiyorum. Lübnan devletinin kimi noktalarından İsrail’e istihbarat sızdırıldığı dile getirildi. Nitekim, 23 Eylül’deki saldırının ardından Lübnan’da kimi İsrail casusları da yakalandı. Bazıları İsrail’e teslim edildi.

Lübnan'da bir dönem iktidara, adlarına da hep Ulusal Birlik denilen, farklı mezhepsel partilerden gelen güçlerin tümünün katıldığı arka arkaya birkaç hükümet geldi. Ve bu hükümetlerde çeşitli vatanı satma skandalları, casuslar, ki illa İsrailli olmalarına gerek yok, ya da dışarıdan gelen gazeteciler de değil, farklı bakanlıklarda, Mossad için çalışan insanlar ortaya çıktı. Özellikle de İletişim Bakanlığı'nda. Bir noktada birkaç kişi açığa çıkarıldı, bazıları hapse atıldı, bazıları siyasi baskılar veya bağlantılar nedeniyle ertesi gün serbest bırakıldı.

Bunlar Lübnanlılar’ın verilerini İsrail'e satıyorlardı. Yani İsrailliler, Lübnanlılar’ın verilerine sahipler.

Bu skandalların yaşandığı dönem ne zamandı?

90'lar ve 2000'ler… 2000 ile 2015 arasında bu konuda çeşitli haberler çıktı. Anlaşıldı ki, tüm Lübnanlılar’ın verilerini ele geçirmeyi başarmışlardı. Bu bir.

Sonra, bölgede Amerika Birleşik Devletleri uyduları da var, bunlar da İsraillilere bilgi aktarıyor. Muhtemelen direnişe veya Hizbullah'a sızmış sınırlı sayıda insan da var, ama bunun sınırlı olduğunu ve çok yaygın olmadığını umuyoruz.

Bu bir taraftan böyle, ama bence bunlar direnişin yapısını etkilemiyor, özüne etki etmiyor. Bence İsrail, genel olarak Batı gibi, tekrar tekrar söylediğim şeyi, direniş kültürünü anlamadı. Filistin'deki direnişe, Lübnan'daki direnişe askeri bir yapı gibi davranıyorlar. Bir lideri var, emir-komuta silsilesi var. Lideri ve zinciri yok ederseniz, örgütü ve direnişi yok edersiniz…

Ve bunun tersi oluyor. Bu halk direnişi kültürü yeni liderler, yeni örgütler, yeni kadrolar yaratıyor. Bu statik değil, dinamik bir olgu. Hamas'ın liderini öldürebilirler, İsmail Haniye'yi öldürebilirler, Nasrallah'ı öldürebilirler, ama sonunda direniş kültürü yeni figürler yaratır. Hem Batı hem Amerika Birleşik Devletleri hem de İsrail bunu anlamıyor ya da anlamak istemiyor. Ya da bir kişiyi öldürmenin zafer olduğu imajını satmak istiyorlar.

Sınırları olmak beraber, Lübnan ve Türkiye'deki komünist hareketler arasında, laikliğin her zaman bu hareketler için merkezi bir konu olması anlamında bir paralellik kurabiliriz. Türkiye'de devlet anayasaya göre laik, ancak özellikle Soğuk Savaş döneminde NATO’nun verdiği destekle fiiliyatta İslamcı hareketler giderek güçlendi ve laikliğin altı oyuldu. 22 yıldır İslamcı bir hükümetimiz var. Ama Türkiye'nin Lübnan’dan temel farkı, dini hareketin sadece bir mezhebin, Sünnilerin egemenliği altında olması, çünkü nüfus bu açıdan homojen. Lübnan'daysa siyaset, doğrudan çeşitli etnik, dini ve mezhepsel kimliklerle yapılandırılmış durumda. Lübnan Türkiye gibi homojen değil, aksine. Bu yapı, Lübnan Komünist Partisi için karmaşık bir mesele. Bu tarihin tümünü masaya yatıramayız, ama bir noktayı sormak istiyorum, çünkü Türkiye'de bu çok tartışıldı. Bir komünist hareketin Filistin'de Hamas'ı, Lübnan'da Hizbullah'ı nasıl destekleyebileceği sorgulanıyor. Siz bu konuyu nasıl görüyorsunuz?

Sorunun iki boyutu var. Öncelikle, gerçekten de Lübnan gerçekliği, demografik ve inanç düzeyinde Türkiye'den farklı. Lübnan çok küçük bir ülke ama 18 dini ve mezhepsel grup var ve hiçbiri çoğunluk değil, hepsi azınlıkta.

Lübnan'daki mezhepsel sistem, sömürgecilik tarafından dayatılmış bir sistem, halkın iradesiyle ortaya çıkmadı. Ama Lübnan'daki egemen sınıf, kapitalist sistem, bunu toplumu yatay olarak bölmek, yani sınıflar ekseninde bölmek yerine dikey olarak, inançlar ekseninde bölmek ve böylece sınıf mücadelesini engellemek için kullanıyor.

Lübnan'daki tüm siyasi sistem, Fransız sömürgeciliğinden bugüne kadar, mezhepsel bölünmeye dayanıyor ve aidiyet duygusu, vatandaşlık duygusu yaratmıyor, mezhepsel aidiyeti öne çıkarıyor ve vatandaş olarak aidiyetsizlik yaratıyor.

Öte yandan, bu yapının iniş çıkışları var. Lübnan siyasi yaşamında, tarihte, örneğin İç Savaş döneminde belirli anlarda ayrışmanın mezhepsel olmadığını, politik olduğunu ortaya koyan, tüm mezhep gruplarında çapraz bir siyasi bölünme olduğunu gösteren anlar oldu.

Biz Lübnan toplumunun dini inançlar açısından çeşitli olduğuna, ancak kültürel açıdan çeşitli olmadığına inanıyoruz. Lübnan'ın dağ köylerinde yaşayan Hıristiyanlarla Şiiler veya Sünniler aynı kültüre sahip, iki veya üç veya dört kültüre sahip değiller. Herhangi bir modern devlette inanç çoğulluğu söz konusudur. Bu hiçbir sorun teşkil etmez. İnsanların Katolik, Protestan, Müslüman olabildiği, ancak aynı haklara ve aynı sorumluluklara sahip olduğu ülkeler var. Ve vatandaş olarak aynı koşullarda yaşıyorlar ve kimse size bir pozisyona erişmeniz için hangi mezhepten veya hangi dinden olduğunuzu sormuyor.

Lübnan rahatlıkla böyle olabilir. Laik, demokratik bir ülke olabilir, sistemi değiştirebilir. Özellikle de seçim yasasını… Mezhepsel bölünmenin olmadığı, tek bir seçim bölgesinde partilerin “yarısı Hıristiyan yarısı Müslüman” olmak zorunda olmadan aday gösterdiği bir sistem olabilir.

                 Hizbullah lideri Hasan Nasrallah, İsrail'in 27 Eylül’de düzenlediği saldırıda yaşamını yitirdi.

soL okurlarının daha iyi anlaması için bu noktayı açalım. Lübnan’da her seçim bölgesinde hangi mezhepten kaç kişi seçileceğinin kotası var. Adaylar, bu mezhebe dahil olmak zorunda. Örneğin, Lübnan Komünist Partisi de bir seçim bölgesinde aday gösterirken, adayını belli bir inanç grubunun adayı olarak göstermek zorunda kalıyor.

Doğru. Biz bir seçim bölgesinde aday gösterdiğimizde, şu veya bu mezhep grubuna ayrılmış bir pozisyonu işgal etmek için gösteriyoruz.

Ki bu, işçi sınıfının birliğini daha en baştan, yasal olarak kesiyor.

Tabii. Ve dahası, Lübnan'ı yöneten siyasi sınıf, her seçimde yeni bir seçim yasası ve kendi ölçülerine göre yeni seçim bölgesi bölünmeleri yapıyor. Her seçimde seçim bölgeleri değişiyor. Yani her seferinde seçim bölgelerini kendime göre nasıl bölebilirim ve maksimum oy alabilirim diye bakıyorlar.

Bu mezhepsel paylaşım sistemini sürdürmek, egemen sınıfın işine geliyor. Çünkü esasında olan biten, mezhepsel partilerin, bankaları elinde tutan finansal oligarşiyle ittifak sistemidir. Şu an Lübnan’da bankacılık krizi var ve sürekli Lübnan'daki büyük mezhepsel siyasi liderlerin Merkez Bankası ve diğer bankaların yarattığı yolsuzluk ağının içinde oldukları ortaya çıkıyor. Herhangi bir bankada hissesi olmayan hiçbir mezhepsel politikacı yok.

Yani tümü ittifak halindeler ve tümü, insanları mezhepsel bir söylemle bölmek ve iktidarda kalmak için ittifak halindeler. Ama bu ittifak bazen güçleniyor, bazen zayıf düşüyor, çıkarlara bağlı olarak.

Biz komünistler, laik bir devlet, demokratik bir devlet ve bir direniş devleti öneriyoruz. Direniş devleti, Lübnan'ın Lübnan'ı savunabilecek bir orduya sahip, direnişi de içeren bir savunma stratejisine sahip bir devlet demek. Ama öncelikle, insanların sağlık gibi temel ihtiyaçlarını karşılayabilen bir devlet, çünkü bu da bir direniştir, sağlık, eğitim, altyapı, sosyal hizmetler...

Bugün durum tüm gerçeği ortaya koyuyor. Devlet hiçbir ihtiyaca yanıt veremiyor. Evinden olan insanlar barınaklara sığındı ama çıkıp yatak aramak zorunda kaldılar. Başka birilerinin yatak veya battaniye veya gıda göndermesini beklemek zorunda kaldılar. Yani devletin kendisi, mezhepsel devlet, iktidarsız olduğunu kanıtladı. Alternatif yaratmak gerekiyor.

Şimdi, Hizbullah’la ve Filistin direnişiyle ilişki meselesine geliyoruz. İki ayrı yöne giden ama aynı anda aynı kavşakta buluşan iki araç gibiyiz.

Direniş konusunda, egemenliği savunma konusunda, Filistin’le dayanışma içinde olma konusunda, bunun ulusal bir mücadele, ulusal savunma ve ulusal kurtuluş mücadelesi olduğunu düşünüyoruz, burada hemfikiriz.

Ama diğer boyut, sosyal boyut, Lübnan içindeki siyasi mesele... Burada ayrışıyoruz. Biz bu mezhepsel, yolsuzlukla malul rejime son verilmesini savunuyoruz. Bu konuda Hizbullah’la farklı noktalardayız. Parlamento seçimlerinde Güney Lübnan’da biz Hizbullah’ın karşısına, Emel’in karşısına [Lübnan’da bir diğer Şii partisi—Y.G.] liste çıkarıyoruz. Zaten Lübnan’da tüm listelerde yer alan tek parti biziz.

Üstelik sadece parlamentoda da değil. Sendika seçimlerinde, meslek odalarındaki seçimlerde çoğu zaman Hizbullah diğer sağcı ve mezhepsel partilerle, Emel’le, Hariri’yle, Lübnan Kuvvetleri’yle ittifak kuruyor. Komünist Parti'nin bağımsız adaylarına karşı ortak listeler çıkarıyorlar.

Ancak şu anda bizim önceliğimiz ülkeyi savunmak ve ulusal mesele. Elbette sınıf mücadelesi, toplumsal mücadele de zamanı geldiğinde baskın çıkacak ve illa ki Hizbullah’la karşı karşıya geleceğiz.

Bu noktada dilerseniz Lübnan Komünist Partisi’nin çalışmalarına dönelim. Ülkede büyük bir insani kriz var, yüz binlerce kişi evinden oldu. Sizin çok yaygın bir insani yardım örgütünüz var. Bu teşkilatı biraz anlatır mısınız. Ne zaman kuruldu? Nasıl örgütleniyor? Şu an çalışmalar ne durumda?

Bu yıl 50’inci yılını kutladık insani yardım örgütümüzün, 1974'te kuruldu. Özellikle Güney Lübnan köylerinde, İsrail'in sürekli saldırılarına karşı bir direniş biçimi olarak ortaya çıktı. Teşkilat toplumsal destek alanında katkı sağlıyor, özellikle de sağlık alanında.

Ardından İç Savaş sırasında ve sonrasında, Lübnan'da yaşanan çeşitli sosyal ve ekonomik krizler ve çatışmalarla birlikte, yardımlaşma örgütü tüm Lübnan topraklarına yayıldı ve şu anda ülke genelinde 22 merkezi var, güneyden kuzeye.

Bunlar esas olarak sağlık ve sosyal hizmetler sunan merkezler, kadınlara ve gençlere yönelik eğitim faaliyetleri veriyoruz. Acil durumlarda, Beyrut Limanı’ndaki patlamada olduğu gibi, acil müdahalede bulunuyoruz. Deprem olduğunda, örneğin6 Şubat depreminden sonra kuzeyde etkilenen bölgelere, Suriye’ye yardım ettik.

Köklü bir geçmişi var. Ayrıca, Lübnan’da az sayıdaki laik insani yardım örgütünden biri, çünkü çoğu örgüt belirli bir mezhebe, belirli bir mezhepsel siyasi lidere bağlı veya Lübnan'da faaliyet gösteren uluslararası örgütler dışında, ayrım gözetmeksizin herkese hizmet eden tek laik Lübnan insani yardım örgütü bizimki, Lübnanlılara, Suriyelilere, Filistinlilere, hiçbir ayrım gözetmeksizin.

Teşkilat, esas olarak ağın parçası olan insanların çabalarıyla yürüyor. Kimi uluslararası örgütlerle işbirliği de yapıyor, ama kimliğini ve örgüt olarak bağımsızlığını kaybetmeden—çünkü çoğu zaman uluslararası düzeyde size yardım veya proje teklif ediyorlar ve ama aynı zamanda size belirli bir politikayı dayatmak istiyorlar. Amerikalılar böyle çalışmakta uzman.

Lübnan Komünist Partisi, 8 Ekim'den itibaren Lübnan'daki durumun kötüleşebileceğini görmeye başladı. Halk Direnişi Komitesi'ni kurmaya başladık. Bu Halk Direnişi Komitesi'nde insani yardım örgütünün yanı sıra, gençlik örgütümüz, Demokratik Gençlik Birliği, sendikalar, başka yapılar var. Ama elbette acil durum, sağlık ve sosyal konularda deneyim açısından insani yardım örgütümüz en fazla deneyime ve geçmişe sahip olan yapı.

Örneğin, Güney Lübnan'daki Nabatiye Hastanesi bu teşkilata ait. 8 Ekim'den beri yoğun bir şekilde yaralılarla, hastalarla ilgileniyor hastane. Ama tabii ki, kapasitesi sınırsız değil. İlaç, ekipman, sağlık malzemesi açısından stoklar tükeniyor. Sürekli olarak yeni malzemelere ve yeni ekipmanlara ihtiyaç duyuluyor.

Burası tüm Güney Lübnan'da faaliyet göstermeye devam eden üç hastaneden biri ve hastane üzerinde çok büyük bir yük var. Biz hastanenin hizmetlerini sürdürülebilir ve kaliteli bir şekilde sunmaya devam etmesi için ne yapabileceğimiz konusunda çalışıyoruz.

Teşkilatın başka da merkezleri var. Altı, yedi tane, daha önce hastane olarak planlanmış ama hastane olarak faaliyet göstermemiş bina var. Lübnan Dağı'nda iki tane, Sayda'da bir tane var, eskiden teşkilata ait bir ilkokul vardı. Şimdi bunların hepsini sığınma merkezlerine dönüştürdük.

Bu merkezler 1000 aileyi ağırlıyor. Bunların yiyecek ihtiyaçları var, kış yaklaşıyor ısıtmaya ihtiyaç olacak ve biliyorsunuz Lübnan'da elektrik sorunu da ek bir sorun, mezhepsel rejimin bizi getirdiği nokta bu, Lübnan'da devlet elektriği yok. Devletin sağladığı elektrik günde bir saat çalışıyor, o da çalışırsa. Gerisi, bir çeşit mafya olan özel jeneratörler, size çok yüksek fiyatlara elektrik veriyorlar.

Tam bir trajedi.

Şimdi insanlara güneş enerjisiyle elektrik sağlamaya başladık, ama bunu ancak okullardaki merkezlerde, sığınma merkezlerinde, bizim merkezlerimizde sağlayabiliyoruz. Bazılarında güneş enerjisi var, ancak çoğunda yok. Ve bu yüzden her şey ek bir masraf.

Öte yandan, insani yardım örgütümüz, devletin acil durum komitesi tarafından belirlenen kimi sığınma merkezlerinde de tıbbi denetim, yiyecek tedariği gibi işleri üstlendi. Ayrıca merkezlerimizde hafif yaralanmaları veya kronik hastalıkları olan insanlara bakıyoruz, çünkü insanlar acil durumda da hastalanmaya devam ediyorlar, değil mi? Durum değişmiyor. İnsanların ilaca ihtiyacı var, ülkede ilaç yok. Özellikle kronik hastalık ilaçları… Kanser konusunda fiyatlar astronomik.

İlaca, tıbbi ekipmana, ambulanslara, sağlık malzemesine, gıdaya, yataklara, battaniyelere, mutfak eşyalarına, sığınma merkezlerinde yemek pişirmek için ocaklara, benzine ihtiyaç var. Çok fazla ihtiyaç var.

İstanbul’a Türkiye Komünist Partisi’nin davetlisi olarak, iki parti arasındaki görüşmeler vesilesiyle geldiniz. Toplantınız nasıl geçti? Ortadoğu’daki durumun tüm bölgedeki güçlerin ortak çabasını gerektirdiği açık, bu bakımdan ne durumdasınız?

Kanımca TKP’yle toplantımız çok samimi ve verimli geçti. Bizim açımızdan bu toplantı, mesajımızı ulaştırmak açısından önemliydi. İki yönü olan bir mesaj bu, biri İsrail’in Filistin halkına, Lübnan halkına yönelik soykırımının durdurulması için siyasi dayanışma. Hükümetler üzerinde, uluslararası yapılar üzerinde baskı yaratmaya dönük halk mücadelesinin dayanışması.

Baskı kurmamız lazım ve yelpaze çok geniş. Siyasi olarak kınamak bir şey, ama İsrail’le silah alım satımı boyutu var, ticaret boyutu var, İsrail kurumlarıyla ilişki kurulması boyutu var. Bunların tümü faşist, siyonist İsrail hükümetini baskı altında tutmak için gerekli.

Öte yandan, Lübnan ve Filistin’deki mücadele, aslında dünyada süren mücadelenin yansıması. Bölgemizde sol bir cephe yaratma, dayanışma örgütleme fırsatımız var. Bu da bir diğer hedefimiz.

Dayanışma mesajımızın ikinci yönüyse, biraz önce üzerinde durduğumuz insani boyut. Türkiye’deki yoldaşlarımızla, Lübnan’daki insani yardım faaliyetlerine nasıl destek sağlayabileceğimiz üzerinde de konuştuk ve bence bu açıdan toplantımız çok olumlu geçti. TKP’li yoldaşların Lübnan’daki durumu günü gününe takip ediyor olması, olaya hakim olması, bu açıdan çok büyük bir avantaj. Enternasyonalizmin ötesinde, bu siyasi kavrayış, siyasi ve insani dayanışmamızı çok kolaylaştıracak. 

                                                                /././

Sahaflar Çarşısı(XXIX) / Gamze Yücesan'dan okuma önerileri: 'Okumaya değer hayatlar'-Özkan Öztaş-

Sahaflar Çarşısı'nın bu haftaki buluşmasında Prof. Dr. Gamze Yücesan Özdemir konuğumuz oluyor. Özdemir'le okurlarımız için derlediği önerileri konuşuyoruz.

Sahaflar Çarşısı'nın bu haftaki buluşmasında daha önceki bazı haftalarda da olduğu gibi bir misafirimiz var. Kendisini akademik kimliği dışında özellikle köşe yazılarında edebiyat önerileri ve alıntıladığı roman örnekleriyle tanıyoruz. 

Gamze Yücesan Özdemir, Sahaflar Çarşısı'nın bu haftaki buluşmasında misafirimiz oluyor. 

Buluşma yerine geç kalınca masanın üzerinde notlar ve okuma önerilerinin yazılı olduğu kağıtlar etrafında sohbet ederken buluyorum Gamze Hoca'yı ve Yusuf Şaylan'ı. Gamze Hoca buluşmaya titizlenerek hazırlanmış. Bordo renkli kağıtlara aldığı notlar ve söyleşinin akışını belirlemek için hazırladığı içerikleri gösteriyor önce; "Uygunsa başlayalım" diyor. 

Yusuf Şaylan, "Hocayı bekletmek olmaz hadi başlayalım" diyor gülümseyerek. 

Başlıyoruz. 

Anlatmaya ve okunmaya değer hayatlar

Gamze Hoca elindeki notlara bakarken çaylarımız geliyor. İnce belli bardaklarda çaylarımız Ankara'nın öğle ortası serinliğine eşlik ediyor. Havalar yaz sıcaklarından epey uzaklaşsa da hala meşhur soğuklar başlamadı. Ama eli kulağında. Karlı günlerin arifesindeyiz. 

"Sizler için de uygunsa dört farklı okuma önerisi hazırladım" diyor notlarını incelerken. Yusuf Şaylan gülümsüyor bardağı önüne çekerken, "Hocanın ders vereceği belliydi öncesinden" diyor.

Gamze Yücesan Sahaflar Çarşısı okurlar için dört farklı okuma güzergahı belirlediğini söylüyor. "Güzergah güzel kelime. Güzergah diyelim bence. Her okuyucu kendi güzergahını belirleme ve istediği yolda ilerleme ve ilerlerken kaybolma hakkına sahip nasıl olsa" diye başlıyor söze. 

Güzergahımızda, Toplumcu Gerçekçilik, Büyülü Gerçekçilik,  Aydınlık Gerçekçilik ve Edebi Gazetecilik durakları olacak. Yolumuz uzun. 

Neden böyle bir liste ya da neden böylesi bir okuma güzergahı belirlediğini soruyor Yusuf Şaylan. Gamze Yücesan biraz düşünüyor kelimeleri seçerken. "Anlatmaya ve okunmaya değer hayatları çünkü. Başka bir dünya arzuluyoruz. Ve o dünyayı gerçek kılacak, yani bu dünyayı değiştirecek insanların hayatlarını okumak heyecan verici değil mi? O hayatları ve insanları tanımak, okumak zorundayız. Bu yüzden okunmaya değer hayatları anlatıyor bu eserler bir yanıyla. İşçi sınıfının, ya da Nâzım deyişiyle 'Büyük insanlığın' hikayesi" diye yanıtlıyor. 

Notlarını düzenleyen Gamze Yücesan Özdemir, önüne çektiği Toplumcu Gerçekçilik başlığını attığı kağıda bakıyor. Yusuf Şaylan toplumcu gerçekçilik deyince özellikle işçi sınıfının tarih sahnesine yeni çıktığı ve sosyalizmin kuramsal olarak ortaya çıkış sürecinin ilk yıllarına değinen bir ayrıntıya dikkat çekiyor. Yani toplumun parlayan ve aynı anda çürüyen dönemine, Sanayi Devrimi, Fransız İhtilali ve işçi sınıfının tarih sahnesine çıktığı yılların edebiyatına bakıyoruz önce. 

Toplumcu Gerçekçilik: Aynanın ve çekicin şekil verdiği edebiyat

Toplumcu gerçekçilik bir yanıyla sanatın toplumsal tarihinde, egemen sınıfların dinin ve kilisenin dogmalarına karşı gerçekliği sahneye çıkardığı bir döneme denk geliyor. Haliyle bu durum sanatın hemen hemen her biçimine de yansıyor. 

Gamze Yücesan konuya anlatırken "Emekçilerin ve işçi sınıfının sanatın ana metaforu olarak kullanıldığı alan bu" diye başlıyor söze ve ekliyor: "Ayna ve çekiç metaforu çok kullanılır bunun için. Ayna sınıfı yansıtmak, onu kendisine ve topluma göstermek, benzer bir ifadeyle ışık yansıtmak için. Çekiç ise şekil vermek için kullanılıyor."  

"Burada iki yazardan kitap önermek istiyorum. Dileyen bu yazarların başka eserlerine de bakabilir elbette. İlki Eugne Eugène Sue'nun Paris Esrarı romanıdır. Bu roman hakkında Engels de yorumlar yapar hatta. Dikkati yoksulların hayatına çektiği için övgüler dizer Eugne Eugène Sue için. Hatta bir işçi, vaktiyle yaşamına son vermek istediğinde gider Eugne Eugène Sue'nün evinin önünde intihar eder. İşçinin üzerinde 'Bizi savunan ve seven bir adamın çatısı altında ölümüm daha hoş ve daha kolay olacaktır' diyor. Böyle ilginç bir anektod da var."

Sözü alan Yusuf Şaylan, "Gamze Hoca'nın listesine karışmak gibi olmasın ama buraya Honoré de Balzac'ı da eklemek lazım. Özellikle de Goriot Baba romanını. Bu isimler elbette Marksist isimler değil. Ama çağının en ilerisi ve kapitalizmin yarattığı çürümeyi ilk gören isimler. Engels yine Honoré de Balzac için 'Tarihçilerden, ekonomistlerden ve istatistikçilerden öğrendiğimden çok daha fazlasını Balzac’tan öğrenmişimdir' der. Sınıfa onların penceresinden bakarken, çağının şartlarını anlayarak okumak verimli olacaktır" diyor. 

Gamze Hoca Yusuf Şaylan'ı dinlerken bir yandan da başıyla onaylıyor. Elindeki kağıtlara dönüp "Buraya bir de Charles Dickens'ı eklemek lazım. Büyük Umutlar romanını başa yazmalıyım. Kendisi de 12 yaşından sonra yoksulluk nedeniyle çalıştığı için işçi sınıfını çağdaşlarına nazaran içeriden anlatan bir dili vardır. Aslında listemde yoktu ama sohbet sırasında aklıma Manuel Tiago da geldi. Meşhur Yarın Bizimdir Yoldaşlar romanını da önereyim. Hatta bir de dizisi vardı belki onu da seyretmek ister okurlar" diye tamamlıyor sözlerini.

Yusuf Şaylan Gamze Yücesan'ı dinlerken "Harika bir roman değil mi? Bir bisikletin devrimciler için bu kadar işlevsel olabileceğini o romanda öğrendim" diyor gülerek. 

Gamze Yücesan Özdemir bu bölümü bitirirken bir de Türkiye'den bir öneri sunuyor. Sabahattin Ali'nin Kuyucaklı Yusuf'u.

"Bu kadar genç yaşta ölen bu kadar verimli bir yazar tanımak ve bilmek bir yanıyla da çok acı. Bu kitabı yazdığında sanırım 30 yaşında. Ne büyük derinlik ve estetik ifadeler var. Bir eşkiyayı anlatıyor Sabahattin Ali bu romanında. Hobsbawm’ın 'Toplumsal Eşkıyalık ya da Sosyal Eşkıyalık' diye tarif ettiği biçimden bu da" diyor. Bölümü bitirmeden Şaylan "O vakit Nurettin Rençber'in Eşkıyalık Türküleri albümünü hatırlatayım ben de. Belki dinlemek isterler okurlarımız" diye öneride bulunuyor.

                                          Gamze Yücesan Özdemir ve Yusuf Şaylan

Büyülü gerçekçilik: Her şeye rağmen umudu aramak

Gamze Yücesan'ın güzergahındaki ikinci durağı Büyülü Gerçekçilik oluşturuyor. Malum, bu akımda akla ilk gelen Latin Amerika edebiyatı. 

Yücesan sözlerine "Gerçekle gerçekdışının, olağanla olağandışının bir arada olduğu bir edebi biçim bu. Hayali olan şey gerçeği destekler bu tür eserlerde. Yani daha gerçek olması, gerçeğin hayallerle desteklenmesi diyebiliriz" cümlesiyle başlıyor bu bölümü anlatmaya. 

"Latin Amerikalılar biraz tutkulu ve değişik insanlar. Her ne olursa olsun en acı zamanda dahi umudu bulup yeşertmesini bilmişler. Mesela ben ağız dolusu gülmeyi en çok onlara yakıştıranlardanım. Nâzım da Havana Röportajları'nda diyor ya Kübalılar için. Ağız dolusu gülmek Kübalılara yakışıyor diye. Onca sömürü, işgal, açlık, savaş derken hayata umutla bakmak için biraz da gerçeği hayallerle desteklemek lazım belki de" diyor Yusuf Şaylan.

Gamze Yücesan'ın bu güzergah için önerilerinin başında Gabriel García Márquez geliyor. 

"Márquez deyince elbette akla ilk önce Yüzyıllık Yalnızlık geliyor.  Bunu başa yazmakta fayda var. Bir de Eduardo Galeano'nun Aşkın ve Savaşın Gündüz ve Geceleri'ni eklemem gerekir bu listeye" diyor.

Aydınlık gerçekçilik: Sınıfa dokunmak

Güzergahımızın üçüncü durağını Aydınlık Gerçekçilik oluşturuyor. Gamze Hoca bu kısma girerken vaktiyle yine soL'da kaleme aldığı bir yazıyı hatırlatıyor. 

"Yazarın aktif olarak edebiyata müdahil olduğu biçim bu. Bu ifadenin de geçtiği Nâzım ile Orhan Kemal arasındaki mektuplara rastlıyoruz ilki. Dolayısıyla buradaki yazarlarımızın başında Orhan Kemal gelir. Özellikle de Bereketli Topraklar Üzerine romanı. Güzel bir filmi de vardır bunun. Kitabı okuduktan sonra tamamlamak için belki izlemek iyi olur" diyor Gamze Yücesan. Gözlüğünü gözüne yeniden yerleştirirken anlatmaya devam ediyor.

"Ben bu tarifin Nâzım'ın Orhan Kemal'e yazdığı mektuptan geliştiğini düşünüyorum. Nâzım Orhan Kemal'e mektubunda, Orhan Kemal'in yazılarında acı ve keder var ama umutsuzluk yok diye tarif eder kısaca. Yani aslında burada yazar ümitvar olmak için gerçeği eğip bükmez. Ama bu o gerçekten umut devşirir. 

Mektupta şöyle diyor Nâzım. 

'Senin bazı hikayelerin, yalnız kederli değil aynı zamanda ümitsiz… Realite, bizzat tarihi akışıyla realite, ümitsiz değildir, kederli, mahzun, acı, alacakaranlık, korkunç, iğrenç, rezil, kepaze filan falan tarafları vardır, bu tarafları aksettirmekte en ufak bir ihmal, insanlığı tek taraflı, tozpembe bir ışıkla vermek olur ve realiteden uzaklaşılır… Gelişen şey ise ümitsiz değildir, sevinçsiz değildir. Kederli, mahzun, acılı olmak için sebepler mevcuttur, fakat ümitsiz olmak için tek bir sebep mevcut değildir. Aman evladım, kendini bundan sakın, daha acı, daha mahzun ol, fakat sevincin ve ümidin pırıl pırıl parlasın. İşte bu kadar.'

Belki de Orhan Kemal’in aydınlık gerçekçiliğini -bu mektubun etkisiyle mi bilinmez- eşsiz kılan, kapkara, korkunç, kederli gerçeklikler içinde parlayan umuttur. İşçi sınıfının yanı başında parladığı için da aydınlık bir gerçeklik diyebiliriz" diyor Gamze Yücesan.

Edebi röportajcılık: Görülmeyeni görmek, anlatılmayanı anlatmak

Gamze Yücesan'ın son güzergahı ise Edebi Röportajcılık:

"Evet bunlar gazete yazıları. Ama çok estetik ifadeler ve edebi anlatımlar var bu yazılarda. Romanlardan ayıran şey ise kurgunun olmaması. Gerçeği aktarması. Olguları aktarırken edebi bir üslup edinir yazarlar. Yaşar Kemal böylesi için 'Röportaj bir edebiyat dalı sayılmak ne, röportaj bal gibi edebiyattır' der.

 Benim aklıma gelenlerden ilki Jack London. Onun Uçurum İnsanları'nı öneririm. Türkiye'de belki bu açıdan en çok Yaşar Kemal bilinir ama ben Suat Derviş'in Çöken İstanbul eserini önereceğim. Okurlar bu metinlere baktıklarında zaten bu ayrım da anlaşılacaktır." 

Yusuf Şaylan London'un eserinin vaktiyle Uçurum Halkı olarak da yayınlandığını hatırlatıyor. Ama biz Uçurum İnsanları çevirisini daha çok sevince buradan devam etmekte ısrar ettik.

Sohbetimizin sonuna gelirken çaylar da tazeleniyor. Bir yandan da daha çok okumanın yolları üzerine konuşuyoruz. Gamze Yücesan, "Mekanı ve zamanı yeniden örgütlemeliyiz. Okumak kolektif, örgütlü bir şey. Yalnız insan sanırım daha az okuyor. Ama bu hayatı değiştirmek isteyen bir ekibin parçası olarak insan daha çok okur, okumak zorundadır" diyor. 

Yusuf Şaylan ile Gamze Yücesan sözü Gramsci'nin bir ifadesine getiriyorlar. Ve buluşmamız bu hatırlatmayla sona eriyor. 

"Kendinizi eğitin, çünkü aklınıza ihtiyacımız olacak. Örgütlenin, çünkü gücünüzün tamamına ihtiyacımız olacak. Harekete geçin, çünkü coşkunuza ihtiyacımız olacak!”

(soL)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder