İzmir Körfezi’nde neler oluyor?-Zeynep Aktıok Alatlı-
İklim krizinin etkilerini çok farklı şekillerde hissediyoruz. Ancak küresel önlemler ve yaptırımlar için önemli iklim zirvelerinde temsilimiz son derece sorunlu. Cumhurbaşkanı’nın eğer güvenliğini tehdit altında görmezse katıldığı zirvelerde verdiği mesajlar içerikli ve süslü vaatler içeriyor. Eşinin himayesinde hayata geçirilen ‘0 Atık eylem planı’ gibi duyarlı projeler kamuoyuyla paylaşılsa da Paris anlaşmasının onaylanmasıyla birlikte hayata geçirilmesi gereken adımlar hâlâ son derece muğlak. 2053’te net sıfır emisyon hedefi var. Nasıl erişileceğine ilişkin bir strateji ya da eylem planı da yok. Uluslararası imaj güncelleme ve yasak savma çerçevesinde yapılan açıklamalar; kömür santrallerinin “teknik ve ekonomik ömrünü tamamlayana kadar” çalışmaya devam etmesini sağlayacak düzenlemelerin gölgesinde. Bu ömür kime ve neye göre belirlenecek, kim tarafından denetlenecek?
Avrupa’da sıfır karbon hedefinde hızla terk edilmesi gereken kömür enerjisinde termik santrallerin geliştirildiği tek ülke Türkiye. Hâlâ kömürde ısrar edilmesi, yeni nükleer santraller kurma planları yapılması, sürdürülebilir enerji kaynaklarına geçiş gibi pozitif bir eylemlilik için bile doğayı tahrip ederek, ÇED değerlendirmelerini yok sayarak, oransız sayılarda ve insan sağlığını tehdit eden mesafelerde inşa ederek ilerlenmesi gibi çoğaltılabilecek başlıklar geleceğimiz için büyük tehdit oluşturmaya devam ediyor. Hazırlık çalışmaları süren İklim Kanunu taslağı sivil toplum kuruluşlarının ve uzmanların görüşleri alınmaksızın alışılageldiği gibi birilerinin iki dudağı arasında sürdürülüyor.
İklim krizi bizi yönetenlerin yaklaşımına bakılırsa sadece 0 emisyon, sürdürülebilir enerji kullanımı gibi başlıklarda değerlendiriliyor. Oysa iklim krizinin etkileriyle ülkemize yönelecek yeni (!) göç dalgaları, kendine yeten ülke konumunu çoktan kaybettiğimiz için gıda krizi, kıtlık ve kuraklık tehlikesinden başlayıp sağlık sorunlarından, turizm ekonomisine kadar geniş bir yelpazenin ürkütücü dilimleri arasında gezinmek mümkün. Öte yandan istatistikler de hiç iç açıcı değil. Avrupa’nın havası en kirli 6 kenti bizim ülkemizde yer alıyor. Son 60 yılda ülkemizdeki 240 gölden 186’sı tamamen kurudu, kalanlar da kuraklık ve kirlilik tehdidi altında. Mamafih Salda Gölü de Cumhurbaşkanı’nın eşinin himayesinde betonlaşıyor. Plastik kirliliğinde dünyada 9. Sıradayız. Avrupa’nın çöplüğü konumundayız! Türkiye Avrupa’dan en fazla atık alan ülke, hatta açık ara lider. Çevrecilerin, doğa savunucularının sesi kısılmaya devam ediyor. İktidar yöneticileri tarafından hedef gösteriliyorlar. Protesto hakları engelleniyor, “terörist” yaftasıyla saldırılara uğruyorlar, devletin kolluk güçlerinden şiddet görüyorlar. İfade özgürlüğünün zaten ağır baskı ve yaptırımlarla engellendiği aşikâr. Ekoloji ve doğa savunusuyla dikkat çeken, bu alanda bilinçlendiren kapsamlı programlarıyla öne çıkan Açık Radyo’nun yayın kanalı kapatılarak büyük bur hak ihlâli gerçekleştirildi. Unutmayın kısılan ses bugün sadece bir radyo kanalının değil, tüm yayın organlarının da değil sizin sesiniz, bizim sesimiz. En güncel gündem; Etki Ajanlığı yasasıyla belki de iklim krizine yönelik dünya örnekleriyle kıyas yapmak, istatistikleri paylaşmak, söz söylemek bile mümkün olmayacak. Herhangi bir konuda yapılacak en ufak itiraz, bir sosyal medya paylaşımı bu yasa kapsamında sahibini terörist konumundan “etki ajanı” konumuna taşıyarak ağır yaptırımı olan cezalarla toplum dışına itecek, susturacak. Bu güne kadar yapılanlardan farklı mı? Değil ama bu yasayla artık “yasal” olacak.
Bu konu önemli ve ayrıca kapsamlı bir değerlendirmeyi hak ediyor. Siyasetin iktidar lehine konfor alanı yanlış bilgilerle, hatta yalan ve iftiralarla algı yönetimine devam ederken gerçekleri söyleyenlerin tamamen susturulmasına yönelik insanlık adına çok tehlikeli, iktidar adına da çok faydalı büyük bir adım. İktidarın yerel yönetim seçimlerindeki büyük o kaybı artıyor. Bu nedenle türlü yeni gündem yaratılıyor. Kürt oylarını yeniden kazanmaya yönelik iri ve iddialı çağrılar yapılıyor. Öte yandan her konuda muhalif belediyelerin başarılarını gölgeleme, engelleme hamleleri de sürüyor. Dün sabah Esenyurt Belediye Başkanımız Ahmet Özer’in gözaltına alınması başarısızlıkla sonuçlanan ve bir türlü istendiği şekilde oylara yansımayan benzer hamlelerin sonucu gibi.
Başladığımız yere dönelim. Özellikle Ege bölgesinde son birkaç yıldır söndürülemeyen yangınların ardından hasar yönetimi de yapılmaksızın betonlaşmaya, ranta teslim edilen orman arazilerinin eksikliği etkisini ağır şekilde gösterecek. Bu yanan bölgelerde islâhın, korumanın tercihli ihmali yetmezmiş gibi Akbelen örneğinde olduğu gibi verimli araziler, tarım kaynakları, ağaçlar da katliam yaşıyor. Hayvan katliamları, av izinleri gibi ilgisiz görünen birçok iktidar yasası ve eylemliliği yanında cezasızlık da iklim krizi için önemli belirleyiciler oluyor. Ancak konu asla bu geniş ve bütüncül yönüyle ele alınmıyor.
Üç tarafı denizlerle çevrili olması nedeniyle pek çok farklı başlıkta stratejik önem taşıyan ülkemizde iktidarın bu alanda da kıymet bilmezliği ve yanlış politikaları dikkat çekici. Karadeniz AB tarafından Avrupa'nın en kirli denizi olarak kabul ediliyor. Deniz çöpü olarak Akdeniz'de ilan edilen birimatık miktarın 4 katı çöp yoğunluğu var. Buna karşın hala tehlikeli ve sakıncalı maddeler içerin gemi sökümleri bizim kıyılarımızda yapılıyor. “Ekonomiye katkı” denebilir mi bu uluslararası anlaşmalara?!
Çocukluğumda İzmir Körfezi kokusuyla anılırdı. Benim için İzmir kötü kokularıyla sevdiğim kentti. Pirina kokusu, fayton atlarının dışkılarının kokusu, körfez kokusu benim için biraz nostaljik. Elbette körfezin kokulu günlerine dönelim demeyeceğim size. Ancak deniz denilen kütlenin akışkan, geçirgen hareketlerini yok sayarak İzmir körfezinde son dönemde yeniden duyulan kötü kokuların bölgesel görülmesi akıl dışı. Sorunun kaynağını araştırmak, önlem almak için parmak oynatmayan bakanlığın ve iktidar yöneticilerinin bu sorunu tamamen İzmir Büyükşehir Belediye’sinin omuzlarına yıkarak fırsatçı açıklamalardan medet ummalarına dikkatinizi çekmek istiyorum. Cumhurbaşkanı 7 Eylül’de Kocaeli'de bir açılışta "Lafla çevrecilik yapmıyoruz. Haliç'i temizlediğimiz gibi İzmit Körfezi'ni de pırıl pırıl yapacağız. İzmir Körfezi'nin yaşadığı pislik İzmit'te olmayacak" açıklamasını yapıyor ve "İzmir Körfezi'nde çevre felaketine yol veren yöneticiler görevlerini yapmadıkları gibi beceriksizlik, ihmalkârlık adeta paçalarından akıyor" diyor. Bu İzmir’e yönelik geçmişte defalarca yaşatılan ayrımcı devlet politikalarının açık itirafıdır. Seçim vaatlerini 35 plaka numarasına atıfla 35 vaat ile belirledikten sonra seçim kaybıyla birlikte bütçe, bakanlık onayı, kredi izinleri gibi konularda üvey evlat muamelesi yapılmasına alışığız ancak bu sorunlardan kaynaklı çözümsüzlükleri henüz 1 yılını tamamlamamış yerel yöneticilere fatura etmek ahlak, ilke ve saygı sorunudur. Açıkça halkı aldatmaktır. “Bırakın insanları balıklar dahi nefes alamıyor. İş bilmezlikleri artık kendi kadrolarını bile bıktırıyor.” cümleleriyle daha da ileriye taşınan ithamlar karşısında İzmir Büyükşehir Belediye Başkanımız Cemil Tugay; uzun yıllardır birikmiş olan kirliliğe ilişkin çözüm önerisi ortaya koymayan bakanlık ve devlet yöneticilerine çağrı yaptığında temsil ettiği kentin ihtiyaçlarını görmezden gelen İzmir milletvekilleri de peş peşe başkana yükleniyor. Gülünç ve çok acı.
İklim krizinin artan deniz kirliliğiyle birlikte etkili olduğu balık ölümleri gibi geçtiğimiz yıl da Foça’da hayatımızda görmediğimiz irilikte denizanaları deniz yüzeyini kaplamıştı. Marmara denizinde yaşanan müsilaj benzeri bu olumsuz gelişmeleri önlemek için yerelde iktidarda olduğu illerde destek ve kaynak ayıran bir devlet düşünülemez. İklim krizine bağlı su ısısında olağanüstü artışlara eşlik eden faktörlerle birlikte istilacı bir tür organizma olan alg patlamaları gerçekleştiğinde bunun sorumluluğunu salt belediyeye yüklemek en hafif tabirle fırsatçılıktır. Kirli atıklara önlem almayan, gerekli denetim ve yaptırımları takip etmeyen, yerelle iş birliği içinde çözüm geliştirmeyen bu anlayışın İstanbul’a ihanetini itiraf ettikten sonra yeni inşaat saldırı alanı İzmir oldu. Kontrolsüz gökdelen inşaatlarıyla özellikle Bayraklı’da teşvik edilen yandaş müteahhit firmalar, Aliağa’ya söküme davet çıkarılan şilepler, kontrolsüz balık çiftlikleri, nehirlere, göllere yapılan müdahaleler, ağaç kıyımları deniz kirliliğinde etkisiz diyebilir misiniz?
Körfez için oluşturulan bilim kurulunun 15 maddelik İzmir Körfezi Acil ve Kısa Vadeli Eylem Planı’nın karar tutanağına bakıldığında Çevre Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakan Yardımcısının da imzasıyla işaret edilen Büyükşehir Belediyesi sorumluluk alanında yer alan görevler belediye tarafından yerine getirilirken bakanlığın atması gereken adımların oyalamayla zamana bırakıldığı görülüyor. Gediz nehrinin körfeze akıttığı kirlilik ile ilgili gündeme hiç yer verilmezken organize sanayi bölgelerinde, sanayi tesislerinde, Askeri tersanede, Alsancak limanına gelen gemilerin ve sintine suların etkilerini denetleyecek, önleyecek adımlara da değinilmeyişi dikkat çekici. ÇED onayı 2016 yılında verilen sirkülasyon ve navigasyon kanalı için çalışmaların 2021 de yine bakanlık tarafından imar planlarının askıya alınarak onay süreci ertelenmiş gözüküyor. Buna rağmen bu proje de karar tutanağında önemsiz ve atıl bırakılmış. Tüm süreçleri tamamlanmış bu ve benzer projelere onay vermeyip onay alanların finans süreçlerini tıkarken başkanı suçlamak temiz siyaset anlayışına uymaz ve yurttaşları yanıltan bu eksikler hak ihlali doğurduğu gibi geleceği ve insan sağlığını tehdit eder. Sirkülasyonu artırmak için 14 kilometre uzunluğunda bir kanal açılması için yetkinin Çevre Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı'nda olması da konuya ilişkin sorumlulukların nasıl ilerletileceği konusunun ivedilikle kamuoyuyla paylaşılmasına muhtaç.
Elbette körfez Cemil Tugay’ın göreve gelmesiyle birlikte bir anda kirlenmiş değil. Önceki dönemlerde benzer ihmaller, atılamayan adımlar, sürdürülmesi gereken çalışmalarda aksaklıklara bağlı olarak gelişmişken konunun önceki ve mevcut tüm muhataplarının çıkışları siyasi avantaj odaklıdır. Eksik de varsa yine önemle çözüm üretecek yapıcı tutuma ihtiyaç vardır. Bu hangi partiden olursa olsun herkesin açık sorumluluğudur.
Sonuç olarak 27 Kasım'da İzmir Körfezi temizliği için İzmir Büyükşehir Belediyesi bilimsel ve kapsamlı bir çalıştay hazırlığında. Atılacak adımların önünü açmak, sorumluluktan kaçmamak da bakanlığın görevi. Gerçekleri paylaşmak ve takip de hepimizin görevi.
/././
Söz verildi, neden mülakat kaldırılmadı?-Feray Aytekin Aydoğan-
Belirsizliklerle geçen 538 gün… Ataması yapılmayan öğretmenler 538 gün boyunca atanmayı beklerken beş gün önce sonuçların gece açıklanacağı duyuruldu. Sonuçların açıklanması ile mülakatın adaletsizliği bir kez daha kanıtlandı. Aylarca süren bekleyiş, bin bir umut paramparça edildi. Mülakat denilen adaletsizlik aygıtı sonucu KPSS’de ilk 20 bine giren çok sayıda öğretmenin umutları ellerinden alındı.
Genel seçim öncesi söz verildi. Neden mülakat kaldırılmadı?
Yaşanılan süreci bir kez daha hatırlayalım. Genel seçim öncesi siyasetin ana gündemlerinden biri mülakat meselesiydi. Artık mülakatın eşit, adil, objektif kriterlere dayanmadığını, siyasal kadrolaşma aracı olduğunu dağ, taş, tüm memleket biliyordu. Eğitim, gençlerin gelecek yaşantısını değiştirmek için tek umuttu ve mülakat ile yılların emeği ellerinden alınıyordu. Seçmen tercihi ne olursa olsun herkes tarafından mülakatın kaldırılması ortaklaşılan bir mesele haline gelmişti. Mülakat savunusu ciddi oy kaybı demekti.
Erdoğan’ın “Kamuya işe alımları, mülakatı kaldırarak gençlerimizin sınavlardaki başarı sıralamasına göre yapacağız” cümlesi ile genel seçim öncesi kamuda atama bekleyen tüm gençlere bir söz verildi. Seçim sonrası atılan her adım, yapılan her açıklama ise bu söz hiç verilmemiş gibi ilerledi.
∗∗∗
2023-2024 eğitim öğretim yılında yalnızca 71 ilde ücretli öğretmen sayısı 66 bin 780’di. Norm kadro ihtiyacı ise 69 ilde 91 bin 484’tü. Geçtiğimiz yıl içerisinde 23 bin öğretmen emekli oldu. En az yüz bin öğretmen ataması zorunluluk iken yalnızca 20 bin öğretmen ataması yapılacağı açıklandı. Kamusal bir hizmet olan eğitimi bin bir zorlukla sürdürmeye çalışan, yoksulluk, açlık sınırı altında çalıştırılan ve atama bekleyen tüm öğretmenler “kamu tarafından fonlandırılmakla” suçlandı. Eğitimin temel bir hak ve bir kamu hizmeti olduğunun unutulduğu ve unutturulmaya çalışıldığı yılları yaşıyorduk çünkü.
Bakan değişimi ile yapılan ilk açıklamalardan biri mülakata devam edileceği oldu. Öğretmenler aylarca KPSS puanlarına yakın puan verileceği, yuvarlama yapılacağı, adaletli davranılacağı gibi gerekçeler yaratılarak oyalandı, mülakat meşrulaştırılmaya, tepkiler sönümlendirilmeye çalışıldı. Atama, mülakat sonuçlarının açıklanmasının uzama süreci için yargı kararları gerekçe gösterildi.
Ve bir gün “yanlışlıkla sızan” mülakat sonuçları ortaya çıktı. Mülakat komisyonlarının verdiği puanlar arası fark mülakat adaletsizliğinin açık kanıtı oldu. Hangi komisyon, hangi objektif kriterlerle bu puanları vermişti? Bu sorunun akılcı, bilimsel hiçbir açıklaması yoktu ve sonuçta bu ve benzer sorulara ilişkin bir açıklama da yapılamadı, yapılmadı.
Mülakat sonuçları ve atama takvimi açıklaması ile eş zamanlı yapılan açıklama bugüne kadar bakanlığın yaptığı tüm açıklamaların yine kendi açıklamaları ile çürütülmesi oldu. Mülakat puan adaletsizliği gün gibi açıktı. Yargı kararı gerekçe gösterilerek bugüne kadar açıklanmayan sonuçlar yargı kararı beklenmeden açıklanmıştı. Adayların KPSS puanlarının, mülakat puanlarının, mülakat öncesi ve sonrası sıralamalarının açıklanmaması mülakat adaletsizliğinin gizlenmeye çalışılmasının açık göstergesi oldu.
∗∗∗
Bakan dün “Tek bir torpil, kayırma olmaksızın mülakatları tamamladık. Elleri, avuçları boş kaldı arkadaşlarımızın duygularını istismar ediyorlar” dedi. Binlerce öğretmenin emeğini, duygularını, umutlarını aylardır istismar edenler; kamusal sorumluluklarını yerine getirme uyarısı yapanları, sonuçların açıklanmasından sonra yüzlerce atama bekleyen öğretmenin emeklerinin, umutlarının nasıl çalındığını paylaştıkları açıklamalarıistismar nedeni olarak ilan etti.
Mülakat ile emekleri çalınan öğretmenler sonuçların açıklanması sonrasında İstanbul İl Milli Eğitim önündeydi. Bir kez daha emeklerine, mesleklerine, liyakate sahip çıkacakları çağrısını yaptılar.
Geçtiğimiz hafta yedi yıldır atama bekleyen bir öğretmen arkadaşımız daha yaşamına son verdi. Geleceğe dair bir umut kırıntısı bırakılmayan öğretmenler ülkesi yaratılmaya çalışılıyor. Mülakat ile akademi ile öğretmenlik mesleği, atama bekleyen binlerce öğretmenin mesleğine, öğrencilerine kavuşma hayali hedefte.
Emek vererek, çalışarak bir gelecek yaratabilirim umudu yok ediliyor. Yok edilen liyakat, yok edilen adalet, yok edilen emek vererek bir gelecek var etmeye çalışan tüm gençlerin umudu.
Yaşatılan tüm haksızlığa, adaletsizliğe rağmen meslektaşlarım mesleklerine sahip çıkma kararlılığından vazgeçmiyor. Bu kararlılık mutlaka kazanacak.
Cumhuriyet’i sadece doğum gününde hatırlamak -Berkant Gültekin-
Cumhuriyet’in 101. yaşı dün tüm ülkede yurttaşlar tarafından coşku ve heyecanla kutlandı.
Dünya Savaşı sonrası emperyalist işgale direnilerek kazanılan bağımsızlık, Mustafa Kemal liderliğindeki siyasi hareketin monarşi ve hilafeti kaldırıp yerine laik, demokratik ve çağdaş karakterdeki bir cumhuriyet rejimini ilan etmesiyle taçlanmıştı.
Aradan geçen bir asrı uzun uzun anlatmaya gerek yok. BirGün’de bunu defalarca yazdık zira. Kısaca ve basitçe şu söylenebilir; Türkiye, bir cumhuriyet rejimine sahipti ancak gerçek anlamda demokratik ve özgür bir ülke olamadı.
Emperyalizmin güdümündeki sağ iktidarların elinde, devlet yönetiminde gerici, faşizan; toplumsal ve ekonomik zeminde ise gencinden yaşlısına halkını yoksullaştırıp sermaye sınıfını zengin eden, eşitsiz ve adaletsiz bir memleket oldu. Bu düzen tepe noktasına AKP iktidarında ulaştı.
Bugün Cumhuriyet’e dair konuşulması gereken, bizzat sahiplenenler nezdinde onun nostaljik bir olguymuş gibi kabul edilmesi durumu olabilir. Cumhuriyet felsefesinin içinde yaşanmıyor, sanki tarihteki bir an yâd ediliyor.
Öte yandan 1923’te kurulan Cumhuriyet’in, demokratik anlamda geliştirilip güçlendirilmesi bir yana, hiç değişmeden 2024’e kadar yaşadığı görüşü hiç azımsanmayacak kadar yaygın bir kanaat. Bırakalım 1900’lü yılları, 2002’den bu yana devam eden dönemde yaşananlar bile gözardı ediliyor. Muhalif siyasi aktörler dahi, sanki şimdi kazanılacak, yeniden kurmak için mücadele edilecek bir cumhuriyet yokmuşçasına konuşuyor.
Cumhuriyet’in sadece doğum günlerinde hatırlanması da bu yaklaşımın bir uzantısı. 29 Ekim’den 29 Ekim’e Cumhuriyet’in kuruluş yıldönümünü kutlamak için meydanlara davet edilen yurttaşlar, hayatın geri kalanında aynı Cumhuriyet’in kendilerine verdiği hak ve özgürlüklere ne kadar da uzak ve yabancı…
Geleneksel aile evlerinde sadece misafir geldiğinde üstündeki örtüler kaldırılıp oturmaya hazır hale getirilen koltukları kullanır gibi yaşıyoruz Cumhuriyet’i. Cumhuriyet, halkla var olan, özgür yurttaşla ve örgütlü toplumla yaşayan bir rejimdir halbuki. Cumhuriyet hesap sorma, sorgulama rejimidir aynı zamanda. Halkın olan biteni uzaktan izlediği, sahne dışına itildiği bir rejim cumhuriyet değildir.
Gerçekten demokratik bir cumhuriyetin yurttaşları, seçim günü sandığa gidip oy kullanmaktan daha fazlasını yapabilmeliler. Hayatlarını altüst eden bir iktidara ve onun tüm unsurlarına karşı direnebilmeli, sokak sokak mücadeleyi yükseltebilmeli, siyasetin hangi mecradan akacağını ve önceliklerinin ne olacağını tayin edebilmeliler örneğin…
Fabrikalarda, iş yerlerinde, çalışma alanlarında örgütlenebilmeli, alın terlerini ve bilgi-birikimlerini sömürmek için organize olan sermaye sınıfına karşı emeklerinin değerini, sosyal haklarını savunabilmeliler. Tabii “terör faaliyeti” yürütüyorlarmış gibi anayasal haklarını kullanmaktan men edilmemeliler en başta.
Bir 29 Ekim daha geride kaldı. Bugün de Cumhuriyet’in yurttaşlarıyız ve bu ülkenin gerçek sahipleriyiz. Tarihimiz de gösterdi ki bir cumhuriyet, felsefesi gereği anca sol değerlerle daha sağlam hale gelebilir.
O yüzden Cumhuriyet ideali, sadece doğum gününü kutlayacağımız bir mirastan çok daha fazlasıdır. Şimdi bu memlekete yeniden ayağa kaldıracağımız, karnını özgürlükle, demokrasiyle ve emeğin hakkını alacağı adil bir düzenle doyuracağımız bir cumhuriyet gerek.
/././
Ne Cumhuriyet ama… Dünyanın başka bir yerinde olsa ilelebet ilerleyecek bir sistem neden bizde pek de ilerleyemedi, hatta son yıllarda ısrarla ve kasıtla geriye doğru sendeledi. -Mi acaba sevgili BirGün okuru?
Ben bu durumu bir sendeleyiş değil, başlangıç ayarlarına doğru kutlu bir ilerleyiş olarak görüyorum. Tabii ki bu şaheserin mimarı, benim kadar da sizsiniz... Başkanına laf söylemek kolay!
***
Beni tanımıyorsunuz belki de. Şimdi biraz kendimden bahsedeceğim. Aslında bunu sizlere bir meydandan, ona buna, kurumlara, ilime, matematiğe ayar vererek anlatmam daha doğru olurdu, çünkü fazla okumam yazmam yok.
Sevmiyorum… Bilim, ilim deseniz o da yok. Fikirlerim dogmalarımdan ve hırslarımdan ibaret. Kendimden başka kimseyi düşünmem, zaten genelde başkalarını pek düşünmem, hal böyle olunca insanın kendine vakit ayırması daha kolay oluyor. Bir insanı sevmemekle başlıyor her şey... Bu dünyaya bir kere geliyoruz. Her ne kadar sağa ya da sola kendimi “inançlı” gibi paketlesem de, cenazelerde elimde kutsal kitap vaazlar versem de, kendimden, bencilliğimden başka hiçbir şey beni tarif etmeye yetmez. Çoğuları hitabetimin, liderlik vasfımın, karizmamın, çevremde yarattığım korkunun da etkisiyle bana saygı duysa da ben pek bir şeye saygı duymam kendimden başka. Çünkü bu dünyada tek hakiki mürşit benim için güçtür. Bakın bir halterci gibi düşünün, ama her gün sikleti yükseliyor, haliyle kaldırdığı ağırlık artıyor, daha da güçleniyor… Her gün daha ağırına hazırlıyorum çevremdekiler. Bir nokta geliyor artık, sporun da kurallarını ben yazar oluyorum. Bir ağırlığı kaldıramadım mı? Hemen diyorum ki “Allah affetsin”... Hop yine rekora koşuyorum. Çünkü güçlüyüm ve güce tapıyorum. Çünkü tek gerçeklik var şu adaletsizliği kendi yarattığım dünyamda, o da gücü olanın her şeye imkanı olması. Ne kadar güç, o kadar imkan. Ne kadar güç, o kadar iktidar, ne kadar iktidar, o kadar güç. O yüzden beni siz var ettiniz ama zamanla da kendimi geliştirdim. Şimdi doğruya doğru. Süreç içinde bana inandınız, beni desteklediniz ama hep bir şeyi gözden kaçırdınız. O da benim değişimim. Mağdurken, mağdur eden konumuna gelsem bile beni böyle bir şeye mecbur bıraktığınız için yine mağdur oldum. Dün dediğimi, bugün yalanladım. Ama siz de her dediğime inandınız. Yani neden inandınız, onu da bilemiyorum. Allah sizden razı olsun. Beni buralara kadar getirdiğinize göre çok çaresiz ya da çok öfkeli olmanız lazımdı... Neyse ki süreç içinde içinizdeki öfkeye de ulaştım. Öfkenizi yöneteceğiniz düşmanlar yarattım. Bir yandan düşmanları gösterirken, diğer yandan da iyi bir illüzyonist gibi diğer elimle masadaki her şeyin yerini değiştirdim. Ne istediysem öyle yaptım yıllar boyunca… Bazen düşünüyorum -tabii ki kendi kendime, çünkü kendimden başkasını pek dinlemem. Ha dinlersem de sadece benden daha güçlülere boyun eğerim. Bir dediklerini iki etmem, o da ayrı. Çünkü mutlak güç için hayatta ve ayakta kalmak gerekmektedir. Bunu çok iyi biliyorum-... Ne diyordum? Hah evet, bazen düşünüyorum da bunca zaman boyunca ne dediysem inandınız. Bazen kendi dediklerime ben de inanmıyorum ama sırf sizler için, sizleri mutlu etmek için haykırıyorum en yüksek perdeden. Çünkü biliyorum ki korku sebep, saygı sonuçtur. Sizlere sevmeseniz de saygı duymanız gerektiğini öğrettim. Ne desem inandınız, ne desem alkışladınız. Hala hayretler içindeyim. Bazı günler kendi kendime kaldığımda “Şimdi ne yapsam?” diye de düşünmüyor değilim ama ne yapsam oluyor zaten, düşünmeme gerek yok. Zaten düşünmeyi, akıl yürütmeyi de çok kendime yakıştıramıyorum. Kendimi daha çok içgüdüsel, doğal, samimi ve yürekten hitap eden güçlü bir birey olarak görüyorum. Bazen dünya çapında bir isim olduğumu fark ediyorum. Dünyayı pek tanımasam da insanları tanıyorum. İnsanları elinize aldıktan sonra dünya zaten sizin oluyor.
***
Bir gün buralardan göçüp gideceğim. Eğer sizlere telkin ettiğim gibi öteki bir dünya da araya tanıdık sokacağız, illa ki bir yolunu buluruz o alemin de. Bu güne kadar yolumuzu bulduğumuz gibi.
Akşam Ankara Büyükşehir Belediyesi’nin Ebru Gündeş konserine gideceğim. Çünkü bugüne kadar ilmek ilmek dokuduğum her şeyin müzikli bir kutlaması gibi olacak. Siz eğleneceksiniz, hak etmeyenler yine kazanacak. Hem de sizin cebinizden.
Bir sonraki sene daha güzel olacak sanıyorsanız, aynen bu şekilde inanmaya devam edin. Bana birkaç ay verin bakın bu ülke nasıl şahlanacak, nasıl kanatlanacak? Tüm dünya bizi kıskanıyor, bunu sakın unutmayın. Almanya Şengen vizesine yapacağınız itirazları da askıya almış ama olsun. Orada yaşayan milyonlarca vatandaşımız var, onlara havale ediyorum buradan Almanya’yı. Şimdi Almanya düşünsün. Her şeyi de biz mi düşüneceğiz?
Sizlere çok uzaktan, bana kadar adaletin taa beşiğinden el sallıyorum.
/././
Google nükleerci mi oldu?-Özgür Gürbüz-
Haftalardır nükleer lobinin yeni bir pazarlama atağına maruz kalıyoruz. Microsoft, Amazon ve Google gibi teknoloji devlerinin yapay zekâ nedeniyle artan elektrik talebinin bir bölümünü nükleer enerjiden sağlayacağı haberlerini okuyoruz. Etkili bir halkla ilişkiler kampanyası çünkü teknoloji ve bilimle ilgilenenlerin örnek aldıkları şirketlerin nükleer enerjiye ilgisi nükleer enerji karşıtlığını çürütmede önemli rol oynayabilir. Ekonomi gazeteleri çoktan bu haberleri köpürte köpürte verdi bile. Türkiye’de yabancı basından alıntılar görmeye başladık. Peki, gerçekte neler oluyor?
Ukrayna-Rusya savaşıyla birlikte başta ABD, Fransa ve Birleşik Krallık’ın olduğu Batı ülkeleri Rusya’nın enerji kaynaklı gelirlerini ve bu yolla ülkeler üzerinde kurduğu hâkimiyeti kırmak için harekete geçti. Öyle ki çevre örgütleri bile bu boykot çağrılarına alet edildi. İsrail söz konusu olunca aynı örgütlerden bir başka boykot kampanyası çıkmadı tabii. Önce Rusya’nın gaz satışına darbe vurdular. Sonra ABD, Avrupa’yı kendi gazıyla ihya etti ve böylece yepyeni bir pazara da kavuştu. Özetle ABD bir taşla iki kutu* vurdu.
Ardından sıra nükleere geldi. Uzun süredir bu alanda bizim de yakından tanıdığımız Rus devlet şirketi Rosatom tek başına at koşturuyordu. Çin dışında neredeyse dünyadaki tüm ihaleleri alıyor, eski Doğu Bloku ülkelerindeki Rus yapımı reaktörler de dâhil olmak üzere bütün bu tesislere nükleer yakıt sağlıyordu. Ukrayna bile nükleer santrallarının yakıtını Rusya’dan almak zorundaydı. ABD ve müttefikleri bu oyunu bozmak için önce Westinghouse daha sonra da Fransız Framatom ile Rus tipi nükleer reaktörlere yakıt üretmeye başladılar. Yavaş yavaş nükleer yakıtta Rusya’ya bağımlılığı azaltmaya çalışıyorlar. Framatome üç gün önce Macaristan’ın Rus yapımı reaktörleri için anlaşma imzaladı örneğin. 2027 ilk yakıtın teslim tarihi.
∗∗∗
Bu sürecin son adımı da Rusya’nın nükleer santral satışını durdurmak. ABD yetkilileri aylardır Avrupa’da ülke ülke gezip küçük modüler reaktör satmaya çalışıyorlar. Türkiye de bu ziyaretlerden sıkça nasibini alıyor ve hükümet de oltadaki bu yemi yutmuşa benziyor. Neden küçük nükleer? Çünkü büyük nükleer santrallar güneş ve rüzgâr gibi yenilenebilir enerji santrallarıyla maliyet konusunda rekabet edemedi. En iyi teklifleri sunan Rusya’nın verdiği fiyatlar bile Akkuyu örneğinde görüldüğü gibi güneş ve rüzgârdan 3-4 kat daha pahalı. Aynı elektriği daha pahalıya almak için garip sebepleriniz olmalı. O yüzden de nükleer pazarlamacıların yeni bir slogana ihtiyacı vardı. Ortada kocaman bir soru var haliyle. Küçük nükleer reaktörler, ölçek ekonomisinin aksine daha ucuz olabilir mi?
Bir yıl önce ABD’li Nuscale şirketinin küçük modüler reaktör projesinin yatma nedeni tam da buydu. 6 adet 77 megavatlık reaktörlerinin 2021’de bir kilovatsaat elektriği 5,8 sente (ABD Doları) üreteceği iddia edildi. İki yıl sonra, hadi yap denildiğinde, bu maliyetin 12 sentlere dayandığı (devlet destekleriyle 8,9) görüldü. İnşaatla beraber muhtemelen daha da artacaktı. Bu yüzden de küçük nükleer projesi kağıt üstünde kaldı. Bugün dünyaya nükleer santral pazarlamak isteyen Fransa’da yapımı 17 yıldır süren ve milyarlarca avro zarar eden sadece bir reaktör var. ABD de ise yapımı süren bir reaktör bile yok. Buna rağmen herkese nükleer öneriyorlar.
∗∗∗
Gelelim teknoloji devlerine. Microsoft’un yeniden çalıştırılması için 20 yıllık anlaşma yaptığı Üç Mil Adası reaktörü dünyanın ilk büyük nükleer kazasına ev sahipliği yapmış santral sahasında ve 2019 yılında kâr etmediği için kapatılmıştı. Bill Gates’in yeniden açılması için anlaşma yaptığı reaktörün gücü sadece 835 megavat. Aşağı yukarı bizdeki bir termik santral kadar. Google’ın nükleer yatırımı 500 megavat, Yatağan termik santralından küçük. Amazon’un anlaşması 320 megavat için. Yatağan’ın yarısı kadar. Eğer siz nükleer enerjinin geri geldiğini bu üç örneğe bakarak iddia ediyorsanız işiniz hayli zor. Ancak, hepsini toplasanız Türkiye’nin bir yılda kurduğu güneş enerjisi gücünden az olan bu rakam, dünya kamuoyunu etkilemeyi başardı, ABD de muhtemelen bu niyetle firmaları arka arkaya bu anlaşmaları yapmaya ikna etti. Böylece önümüze, çalışan bir örneği olmayan, maliyeti, güvenliği, atık sorunu çözülmemiş küçük modüler reaktör efsanesi kondu. Satıcıların işi kolaylaştı. İşte bütün hikâye bu. Bakalım hangi ülkeler bu tuzağa düşmeyecek.
Yapay zekânın enerji talebi konusunda da atlanan birçok unsur var. O da bir başka yazının konusu olsun.
* Kötü örnek oluşturduğu için bir taşla iki kutu diyorum, yanlışlıkla yazılmadı.
/././
Erdoğan riskli yolu Bahçeli’ye yürütüyor -Nurcan Bilge Gökdemir-
CHP Lideri Özgür Özel, iktidarın Kürt açılımı ile amacının otoriter rejimi kalıcılaştıracak bir Anayasa değişikliği olduğunu bildirerek, “Biz bunda yokuz” dedi. Özel, Erdoğan’ın değerlendirme amaçlı başlangıçtaki riskli yolu Bahçeli’ye yürüttüğüne de dikkati çekti.
CHP Genel Başkanı Özgür Özel, aralarında BirGün’ün de bulunduğu gazetecilerle bir sohbet toplantısında bir araya gelerek sorularını yanıtladı.
“Kürt sorunu yoktur” diyen MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli’ye, “Kürt sorunu yoktur dersen yarım asır geri götürürsün” yanıtı veren Özel, “diktatoryal-otokrat” olarak isimlendirdiği açılım sürecine ilişkin iktidarla bir uzlaşma içinde olmalarının mümkün olmadığını vurguladı. Özel, bir Anayasa değişikliği ile otoriter tek adam rejimini kalıcılaştırmak olduğunu gördüklerini de ifade ederken “Uzlaşmamız mümkün değil, iş Anayasa değişikliğine gelecekse biz orada yokuz” dedi.
Özel’in gazetecilerin gündeme ilişkin sorularına verdiği yanıtlar ana başlıklarıyla şöyle:
KÜRT SORUNU VAR
Kürt sorunu diye bir sorun olduğunu Devlet Bahçeli ve onu ne derse ayakta alkışlayan grubu dışında herkes kabul ediyor. Türkiye bunu Özal döneminde 40 yıl önce aştı, iyi de yaptı. Ben daha Bahçeli konuşmadan da söyledim, biz bütün Kürtlerin sorununu çözmek ve bütün Kürtlerin kendisini eşit hissettikleri bir Türkiye istiyor, bunun için de demokrasi vaat ediyoruz.
Kürt sorunu yoktur demek, meseleyi yarım asır geriye götürmek demektir. Öyle yapıldığı dönemlerde terör ortaya çıktı. Kürt sorunu vardır, çözelim yerine, Kürt sorunu yoktur dersen, Abdullah Öcalan’ı salarsın, adı PKK ya da başka bir terör odağı ortaya çıkar. Bu doğru bir şey değil.
Türkiye’de birçok insan Kürt sorunu var, diyor. Bahçeli, hayır yok diyor. Bunu demekle sorun ortadan kalkmaz. Bu yüzden açılım dedikleri şey, demokratik değil aksine diktatoryal-otokrat bir açılım yapıyorlar. Adı süreçse demokratik değil dayatmacı bir süreç. Sürecin bu haliyle uzlaşmamız mümkün değil. Sorun var mı yok mu diyenlerin sokağa çıkıp Kürtlerle konuşması lazım.
KOMİSYON ÖNERİSİ
Çatışmalı süreçler, terör sorunu bütün dünyada nasıl çözülüyorsa öyle bir yöntemi izlemek ve onun dört temel unsuru şeffaflık, karşılıklı güven artırıcı adımlar, birbirine tutamayacağı sözler vermemek ve verilen sözleri tutmak, olmazsa olmazı toplumsal mutabakat. Şehit aileleri ve gazilerin yüzlerine bakamayacağımız bir çözüme razı olamayız.
Meclis’te yürümeli bu iş. Sivil toplum dahil edilmeli. Meclis odaklı bu süreci yürüttük, Meclis dedi ki ‘Çözdük Kürtlerin taleplerini”. Kürtler de dedi ki ‘Tamam’, o zaman Türkiye çok büyük bir kazanım elde etmiş oluruz.
Devlet Bey’in dediği yöntemde büyük riskler olduğu gibi dünyada bir süreci böyle çözen ülke yok. Çözemezsin. Sorunun varlığını kabul etmeden nasıl çözüm üreteceksin.
Erdoğan’ın Anayasa yaptığı gibi Kürt sorununu çözemezsiniz. Bir parti getirecek dayatacak, “Budur” diyecek! O nedenle diyoruz ki Meclis toplansın veya görevlendirmeler yapsın, bir toplumsal mutabakatı hep beraber arayalım. Çünkü Özgür Özel’in önerilerine AK Parti ve MHP, bazı önerilerine DEM’in ya da İYİ Parti’nin itirazları olacaktır. Olmazları konuşarak masaya oturulmaz. Bu nedenle bu komisyon kurulduğunda meselenin özüne yönelik herkes önerilerini söyler. Belki ilk önce “Kürt sorunu nedir?” diye geniş bir çalışma yapar Meclis. Var mıdır, yok mudur? Bu da bir yöntem.
Devlet Bey Meclis’e gelsin desin ki, “Bir komisyon kuralım, Kürt sorunu var mı yok mu ona bakalım”. Kürtlere sorulacak. “Yok” diyorsa Abdullah Öcalan’ı neden salıyor. Onun demesi ile yok oluyorsa “Bebek katili” dediği kişiyi neden salıyor ve ev hapsine alıyor…Terör neden var, Sorun olmadan terör olur mu?
NABIZ YOKLUYOR
Erdoğan konuşmadan suya yazı yazıyor gibiyiz. Yüzde 90 ihtimalle Bahçeli’ye bunları söylettiriyor. Bahçeli verilen görevi yapıyor. Çünkü kendi söylese MHP’den itirazlar gelebilir, milliyetçi tabandan gelebilir. Bahçeli bunları bir söylesin, hatta en ileriden söylesin toplumda ne olacak bitecek bakalım, ölçtürelim, biçtirelim… Çünkü Erdoğan’ın pratiğinde şu var, Habur görüntüleri toplumda infial yarattıktan sonra geri vites yapmıştı. Bir de yüzde 10 rezervim var; Bir diğer ihtimal olarak da Erdoğan’ın SETA’nın Kürt seçmen tamamen koptu diye bir raporu var. AK Parti Kürtlerin bir, bazı yerlerde ikinci partisiyken, şu anda AK Parti ile Kürtler gönül bağını kopardı, Kürt milletvekilleri rahatsız falan gibi şeylerden sonra, Erdoğan’ın, bu bilgi değil ama sezgi olarak söylüyorum ‘Ben Kürtlerle ilgili bazı adımlar atmak ve onları yeniden kazanmak için yeni bir süreç tarif etmeyi düşünüyorum sizin de bu konuda olumlu katkınızı bekliyorum demesi ve Bahçeli’nin de kendi yöntemiyle “Al sana katkı” deyip, aslında süreci işin içinden çıkılmayacak bir şekle soktuğuyla ilgili de bir yüzde 10’luk bir rezervim var.
Ama diğer yanı şöyle, bunlar bu işi birlikte pişirdiler, Öcalan’la da anlaştılar, şimdi de riskli yolu Bahçeli’ye yürütüyorlar. Bu işlerin ilk başı biraz risklidir. Riskli yolu Devlet Bey katediyor. İlk duygusal tepkiler veya oluşacak reaksiyonlardan sonra Tayyip Bey takip edecek veya çok reaksiyon varsa belki de vazgeçecek. Devlet Bey’in siyaset alanını riske edip, kendilerini güvenli alanda ölçme değerlendirmeyle takip ediyor olabilirler.
MAFYA DESTEĞİ
(Alaattin Çakıcı ve Kürşat Yılmaz’ın desteği) Bahçeli’ye kendisini güçlü hissettirdiler. Çağırdı, arkamda durun, bize bir güç verin, dedi. Yani MHP’nin içine düştüğü hazin durumu, sürüklendiği noktayı gösteriyor” dedi.
***
NOTLAR
YENİ BİR “YETMEZ AMA EVET” RİSKİ
CHP Genel Başkanı Özel'e MHP lideri Bahçeli’nin, “Öcalan Meclis’e gelsin konuşsun” diyerek aynı zamanda her hafta kendi grubuna seslendiği kürsüye davetiyle süren bu gelişmeler konusunda partisinin tavrının ne olacağı sorgulandı. İktidarın Kürt sorununa çözüm arama maskeli arayışlarının “Yetmez ama evet” diye nitelenen isabetsiz siyasi tercihi bir kez daha kullanma amacı taşıyıp taşımadığı de bu sorulara eklendi.
“Yeniden gündeme gelen anayasa değişikliği ile yeni bir rejim değişikliği kurgusu mu var? Özel şöyle:
“Son seçim ve anayasa değişikliğinde de deneyimledik. Vesayet altında bir Meclis, vesayet altında bir yargı var. Meclis’te bir parti Anayasa Mahkemesi kapatılsın diyor. Anayasaya en aykırı mesele bu. En çok milletvekili olan parti AYM kararlarına, uluslararası anlaşmalara uymuyor. Anayasa yapmak daha özgür bir sürecin işidir. Burada yapılacak anayasanın bir öncekinden de kötü olacağı endişesi var. Eğer anayasa yapacaksak mevcut anayasaya tam uyum isteriz, bunu göremiyoruz. İktidar cenahında “Bir yolunu bulalım anayasayı değiştirelim” var ama neyi değiştireceksiniz? Kuvvetli ihtimal rejimi kalıcılaştırmak için bir şeyler isteyecekler. Neden onlarla bunu konuşalım ve otoriter rejimi kalıcılaştıralım.”
Bu yanıt anamuhalefet partisi liderinin iktidarın bir kez daha sahnelemek istediği oyunu gördüğünü gösteriyor. Kuşkusuz "Yokuz" demek önemli. Ama karşılarında becerileri zayıflasa da oyunu kendi alanına çekince hala etkili olabilen Erdoğan var. CHP'nin "Normalleşme" diyerek muhalefet kapasitesini zayıflattı. İktidar bu sayede yerel seçim hasarını gidermek için fırsat yakaladı. CHP yönetimi “normalleşeme” vakasını atlatamadan ikinci bir tereddüt yaşaması partiyi sıkıntıya sokar.
Erdoğan-Bahçeli ikilisinin yeniden sahnelemeye çalıştığı bu oyuna "Yetmez ama evet" tayfasından destek gelme ihtimali düşünüldüğünde yapılması gerekenin "Bu rejime olmaz” demek ve bunu örgütlemek en akılca politika olur.
/././
Cumhuriyet ve medeniyet -Şükrü Aslan-
Modernleşme sürecinde siyasal literatürün en fazla başvurulan iki kavramı Cumhuriyet ve medeniyet olmuştu. Cumhuriyet, geleneksel siyasal rejimlerin alternatifi olarak, modernleştirici araçlarla inşa edilmişti. Çünkü arzu edilen radikal dönüşümler ancak Cumhuriyet rejimiyle mümkün olabilirdi. Tanım, içerik ve uygulama yönünden farklılıklarına karşın, ulus devletlerin siyasal rejim tercihi bu nedenle genellikle Cumhuriyet lehine idi. Türkiye’de Cumhuriyetin ilanı-inşası da bu eğilimin bir örneğiydi.
Modern siyasal rejimlerin diğer önemli kavramı ‘medeniyet’ idi. Batı ülkelerinde ortak düşünce ve geçmişe işaret eden ‘civilization’ (uygarlık) ile temelde aynı anlama sahipti. Civilization kök anlamını ‘yurttaş’ demek olan ‘civitas’dan almıştı. ‘Yurttaş’, antik Yunan sitelerinde erkek ve zengin bir şehirli grubun statüsüydü. Sözcüğün doğudaki karşılığı olan ‘medeniyet’ de anlamını Arapça şehir demek olan ‘Medine’den almıştı. Yani uygar ya da medeni olan aslında şehirliydi. ‘Kırsal’ ve ‘köylü’lerin küçümsenmesine yol açan siyasal düşünce de buradan beslenmişti. Bu, ‘modern’ zihniyet, henüz inşa edilmekte olan sosyalist düşünceyi de etkilemişti. O kadar ki köylüler, marksist teorinin ilk döneminde değil, birer köylü ülkesi olan Rusya ve Çin devrimleri sürecinde, işçi sınıfının ittifak edebileceği bir güç olarak kabul görmüştü.
Modern siyasal rejimlerin inşasında hep birlikte anılan ‘Cumhuriyet’ ve ‘medeniyet’, kapitalist devletlerin, gittikleri her yeri daha ileriye taşıdığını iddia eden söylemlerin resmi dili olmuştu. Bu özelliğiyle büyük ölçüde modern devletlerin baskıcı siyasal pratiklerinin bir örtüsü gibiydi. Görünüşe göre modern rejimler, gittikleri yerlere ‘medeniyet’ ya da ‘uygarlık’ götürüyor ve ortaçağın geleneksel düzenlerini çözüyorlardı. Zaten ‘geri kalmış’ ve/veya ilkel bu düzenlerin yerine ‘bilime’ ve ‘akla’ dayalı yeni siyasal ve toplumsal düzenler kuruyorlardı.
Geleneksel hayatın yerine inşa edilen bu ‘medeni’ ya da ‘uygar’ toplum iddiası referansını aydınlanmadan almıştı. Aydınlanmanın anahtar kelimesi de ‘akıl’ idi. Aklın kuruluşu, tıpkı modernin kuruluşu gibi geleneksel alanın alternatifiydi ve hatta ona karşı kurulmuştu. 18 yüzyıl Fransız aydınlarının yazılarından başlayarak bu eğilim Avrupa’daki ‘aydınlanmacılar’ için bir düşünsel toplanma imkanı sağlamıştı. Onlardan biri olan Alman filozofu Kant, 18. yüzyılda ‘aklı’ aydınlanmanın merkezine taşıyan makaleler yazmıştı. Dini hayatın itibar kaybetmesi de bu sürecin neticesiydi. Bir türlü tam olarak gelemeyen ‘laiklik’ de buradan çıkmıştı zaten.
Ne var ki sadece 20. yüzyıl boyunca modern devlet politikalarının ürünleri/neticeleri içinde herhalde en dikkat çekeni ölçüsüz kitlesel kıyımlardı. O kadar ki bir yüzyıl içinde 197 milyon insan, ulus devletler eliyle gerçekleştirilen katliamlarda ve savaşlarda hayatını kaybetmişti. Dünyanın tanıklık ettiği iki büyük dünya savaşı bu dönemin ürünüydü. Ayrıca milyonlarca insan köylerini ve şehirlerini terketmek zorunda bırakılmıştı. Bütün tarih içinde bu büyüklükte bir kıyım ve yerinden edilme, başka hiç bir dönemde olmamıştı. Kulağa hoş gelen bütün diğer kavramlar gibi Cumhuriyet ve ‘medeniyetin’ öteki yüzünde böyle de bir deneyim vardı.
Bugün insanlık, Cumhuriyet ve medeniyetin en azından iki yüzyıllık deneyiminin bilgisine sahiptir. Dolayısıyla modern bir rejim olarak cumhuriyetin, Fransız aydınlanmasından gelen bu tarihsel geçmişini sorgulamak bir insani ödevdir. Bunu yapmak adeta belleklerimize yerleşen ve kulaklarımıza hoş gelen ‘devrim’, ‘ilerleme’, ‘kalkınma’, ‘medeni toplum yaratma’, ‘çağdaş uygarlık düzeyini yakalama’ gibi söylemlerin sonuçlarını yeniden analiz etmek için büyük bir önem taşıyor. Bir spor takımı taraftarı ya da karşıtı olmaya benzer köşeli tutum ve söylemlerden daha fazla bir şey demektir bu. Dolayısıyla ‘muhafazakar’ ve ‘seküler’ olmaktan öte bir yaklaşımı gerektiriyor. Aslında böyle bir eleştirel okumaya tüm canlılar için yeni bir siyasal-sosyal düzen ve imkan sunabilmek için de büyük ihtiyaç bulunuyor. Özetle ‘Cumhuriyet’ ve ‘medeniyet’ söyleminin her bir deneyimine, genel yüceltici ya da aşağılayıcı söyleme kurban etmeden kendi bağlamı içinde yeniden bakmanın zamanıdır. /././
(Birgün)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder