2025 bütçesi üzerine(I) -Erkan Aydoğanoğlu-
Yaklaşık iki ay sürmesi beklenen 2025 yılı merkezi yönetim bütçe görüşmeleri başladı. Önümüzdeki yıl bütçeyi oluşturacak kaynakların toplumun hangi kesimlerinden ne kadar toplanacağının ve bütçe harcamaları üzerinden hangi alanlara ne kadar kaynak aktarılacağının belirlendiği merkezi yönetim bütçesi, her yönüyle tek adam rejiminin karakterini yansıtıyor. 2025 bütçe tasarısına bakıldığında, bugüne kadar hazırlanan ve bütün yükü halkın sırtına yıkan en zor bütçelerden biri karşımıza çıkıyor.
Türkiye ekonomisinin tamamen sıcak paraya ve borçlanmaya dayalı yapısının bugün geldiği nokta herkesin malumu. Şöyle ki, resmi olarak tek adam rejimine resmi olarak geçilen 2018’de 1 trilyon 180 milyar lira olan toplam kamu borcu, sadece son altı yıl içinde 7 kattan fazla artarak, 30 Eylül 2024 itibarıyla, 8 trilyon 650 milyar liraya çıkmış. Sadece son altı yıl içinde yaşananlar, ekonominin büyük bir çöküş içinde olduğunu gösteriyor.
2025 bütçesi, alt sınıflardan üst sınıflara yapılan gelir transferinin somut örneklerini rakamsal verilerle net bir şekilde ortaya koyuyor. Özellikle dolaylı vergiler, özel sektör teşvikleri ve kamu kaynaklarının dağılımı üzerinden vergilendirme politikaları ve kamu harcamalarının dağılımı incelendiğinde sınıflar arasındaki adaletsiz gelir transferi bütün açıklığıyla görülebiliyor.
Türkiye’de benimsenen vergi politikalarının ağırlıklı olarak dolaylı vergilere dayalı yapısı, geniş halk kitleleri üzerinde daha fazla maliyet yaratıyor. Nitekim 2025 bütçesinde dolaylı vergilerin toplam vergi gelirlerindeki payı yüzde 70 seviyelerine dayanmış durumda. Dolaylı vergilerin (KDV ve ÖTV gibi) artışı, gelir dağılımındaki adaletsizlikleri daha da derinleştiren bir etki yaratıyor. Tüketim üzerinden alınan vergiler, ücretli emekçiler başta olmak üzere toplumun düşük gelirli kesimlerini daha fazla etkilerken, doğrudan vergiler (gelir ve kurumlar vergisi) genellikle yüksek gelir gruplarını hedef alıyor.
2025 yılı için toplam vergi gelirleri 11.1 trilyon lira olarak hedeflenmiş. Toplam bütçe gelirlerinin (12.8 trilyon lira) yüzde 87’sini oluşturan vergi gelirleri hedefi, hükümetin 2025 enflasyon hedefinin çok üzerinde. Bu veri, yüksek enflasyon ve hayat pahalılığı sorununun 2025’te de ülke gündemini belirleyeceği anlamına geliyor. Öte yandan, 2025 bütçesinde ‘vergi harcaması’ adı altında, büyük bölümü sermaye lehine olmak üzere, toplamda 3 trilyon liranın üzerinde bir gelirden vazgeçilmesi planlandığını da belirtelim.
Bütçeye en büyük katkı sağlayan doğrudan vergi kalemi olan ve büyük bölümü ücretli emekçilerden alınan gelir vergisinin, vergi gelirleri içindeki payı yüzde 19 (2.13 trilyon lira). Şirketlerin kârlılığı üzerinden alınan ve ekonomideki işletmelerin kâr artışı beklentisiyle ilişkili olan kurumlar vergisinin oranı yüzde 15 (1.64 trilyon lira). Tüketim üzerinden alınan ve halkın harcamaları üzerinde ciddi bir yük oluşturan katma değer vergisi (KDV) yüzde 32 (3.6 trilyon lira); özel tüketim vergisi (ÖTV) ise yüzde 19 (2.12 trilyon lira). Diğer vergi kalemlerinin oranı yüzde 15 (1.65 trilyon lira).
2025’te ortalama bir ailenin aylık vergi yükü ortalama 43 bin TL olarak hesaplanıyor. Bu ağır yük, tüketim kalıplarına ve gelir seviyelerine göre farklılık gösterse de özellikle tüketim vergilerindeki artışlar, düşük ve orta gelirli ailelerin harcanabilir gelirini 2025 yılında bu yıla kıyasla önemli ölçüde azaltacak. İşçiler ve kamu emekçilerinin gelirleri ile giderleri arasındaki makas açılmaya devam edecek.
Bütçenin diğer önemli bir kısmı faiz ödemelerine ayrılmış durumda. 1 trilyon 950 milyar liralık faiz gideri, kamusal hizmetler yerine sermayedarların borçlarına ödenecek. Bu rakam, sosyal yardım ve desteklere ayrılan 651 milyar liralık bütçenin neredeyse üç katı. 2025’te faiz giderlerine ayrılan yüksek pay, 1 trilyon 930 milyar liralık bütçe açığı ile birlikte düşünüldüğünde, kamusal hizmetlerinde ciddi kaynak daralması anlamına geliyor. Bu durumun eğitim, sağlık ve sosyal güvenlik hizmetlerinden yeterince yararlanamayan emekçiler için ağır sonuçlar doğurması kaçınılmaz. /././
2025 Bütçesi üzerine(II) -Erkan Aydoğanoğlu-
2025 Yılı Merkezi Yönetim Bütçe Kanunu teklifi, TBMM Plan ve Bütçe Komisyonunda görüşülmeye başlandı. Komisyon görüşmelerinin 29 Kasım’a kadar sürecek ve aralık ayı başında Meclis Genel Kuruluna gelecek.
Ücretleri ve kamu harcamalarını sınırlamayı merkezine alan Erdoğan-Şimşek programı uygulanmaya başladığından bu yana ekonomik göstergelerde hissedilir bir düzelme olmadı. İktidarın ülke ekonomisinin gidişatına ilişkin gerçek dışı iddia ve söylemleri ile halkın, emekçilerin giderek ağırlaşan ekonomik sorunları arasındaki makas açılmaya devam ediyor.
Asgari ücret ve memur maaş artışlarının enflasyonun altında belirlenmesi için nabız yoklamaya erkenden başladılar. Her fırsatta “İşçimizi, emekçimizi enflasyona ezdirmeyeceğiz” söyleminde bulunanlar 2025 yılında ücretleri daha sert bir şekilde baskılamak için ücret artışlarının resmi enflasyonun bile altında belirlenmesi için hazırlık yapıyorlar.
2025’te bütçe giderlerinin 14 trilyon 731 milyar, bütçe gelirlerinin 12 trilyon 800 milyar lira olması, bütçe açığının ise 1 trilyon 931 milyar lira olarak gerçekleşmesi öngörülüyor. Buna göre bütçe açığının milli gelire oranı yüzde 3.1 olarak gerçekleşecek. 2025 Merkezi Bütçe Kanunu teklifine göre önümüzdeki yıl bütçe gelirlerinin 1 trilyon 950 milyar lirası (yüzde 15’i) doğrudan faiz harcamalarına gidecek. Döviz kurlarında olağan dışı artış olması halinde ödenecek faiz miktarı daha da artacak.
Türkiye’de yıllardır vergi yükünün büyük bölümünü yoksul halk, emekçiler sırtlıyor. Kamu gelirleri içinde önemli bir yer tutan vergi gelirlerinin ana kaynağı 2025’te yine ücretli emekçiler olacak. 2025’te yıl içinde toplanacak vergi gelirlerinin yüzde 52’sinin sadece KDV ve ÖTV’den karşılanması hedefleniyor. Ancak vergi gelirleri hedeflerinde yaşanması muhtemel sapmalar sonrasında 2025 yılı içinde temel tüketim ürünlerinde yeni vergi artışları gündeme gelebilir.
İktidarın yıllardır ekonomik krizin bütün yükünü emekçilerin, dar gelirlilerin sırtına yüklemeleri yetmiyormuş gibi, önümüzdeki yıl yüksek oranlı vergi artışları ve faiz harcamaları öngörülüyor. 2025 yılında vergi gelirlerinin 2024’e göre en az yüzde 68 oranında artarak 7.5 trilyon liradan 11.1 trilyon liraya çıkması hedefleniyor. Aynı dönemde faiz harcamaları yüzde 64 artışla 1.25 trilyon liradan 1.95 trilyon liraya çıkacak. Sadece söz konusu iki kalem bile bütçe yükünün büyük bölümünün yine halkın sırtına yıkılacağını ve bütçe hedeflerinin yoksul halkı vuracağını gösteriyor.
Kamu özel iş birliği (KÖİ) olarak bilinen projelerin bütçeye olan yükü 2025’te büyüyerek artmaya devam edecek. 2017 yılından 2024 yılı sonuna kadar 187.5 milyar lira ‘garanti ödeme’ yapılmış. 2025 yılında bütçeden KÖİ projeleri çerçevesinde köprüler, otoyollar ve Avrasya Tüneli ile yap-kirala-devret modeliyle yaptırılan şehir hastanelerine toplam 202.3 milyar lira ödenmesi öngörülüyor. Önümüzdeki üç yılda ödenecek garanti ödeme tutarının ise en az 678 milyar lira olması bekleniyor.
AKP tek başına iktidara gelmeden önce, 2002 yılında, merkezi yönetim bütçesinden genel kamu hizmetlerine ayrılan pay yüzde 42 iken, aradan geçen zaman için merkezi bütçelerden kamu hizmetlerine ayrılan pay yıllar istikrarlı şekilde azaldı ve 2024 itibarıyla yüzde 25.7’ye kadar geriledi. Söz konusu gerilemede kamu hizmetlerinde (özellikle eğitim ve sağlıkta) yaşanan ticarileştirme ve özelleştirme uygulamalarının büyük payı var. Öyle ki son yıllarda kamu hizmetlerinin yarısından fazlasını oluşturan bu iki alanda yaşanan ticarileştirme ve özelleştirme pratikleri, kamu finansmanının azaltılmasını, özel finansmanın ve halkın cebinden yaptığı harcamaların artırılmasını hedefliyor.
2025 bütçesinde belli başlı hizmet alanlarının (eğitim, sağlık, savunma ve din hizmetleri) analizini haftaya yapacağız.
/././
İnsanca yaşayacakları bir asgari ücret için işçiler kendi ölçütlerini koymalı!-İhsan Çaralan-
Cumhuriyet’in 101. yılı kutlamaları vesilesiyle kameralar karşısına çıkan Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, bir aydan beri tartışılan Kürt sorunu, ama “Kürt sorunu yoktur” iddiaları, etrafında “Teröre son verme” üstüne hamasi vaatleri yineledikten sonra ekonomiyle ilgili sorunlara geldi.
“Ekonomik durumun son 6 yılda milletin hayatında yol açtığı zorlukların farkında olduklarını” söyleyen Erdoğan sözlerini “Türkiye Yüzyılı olarak adlandırdığımız, aydınlık yarınlara kavuşmak için önümüzde aşmamız gereken az sayıda engel, çözmemiz gereken az sayıda sorun kaldı” diyerek sürdürdü. Erdoğan-Şimşek programının uygulamaya sokulmasından beri “Önümüzde az sayıda engel kaldı” diyen Erdoğan “Biraz daha sabır” isteğini yineledi.
Burada dikkat çeken Erdoğan’ın “Başka ülkelerde de enflasyon var”, “Etrafımızda savaş var”, “pandemi”… gibi bahaneleri sıralamadan yaşanan “zorlukların” sorumluğunu muhalefete, Gezi eylemlerine yüklemeden, CHP’nin tek parti dönemini suçlamadan kabul etmesiydi. Dahası Erdoğan böylece bahsettiği “6 yıllık zor dönem”in tamamının “Türkiye’yi uçuracak” denilerek büyük vaatlerle getirilen “Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi” adını verdikleri tek adam rejimi dönemi olduğunu da itiraf etmiş oldu!
EVRENSEL ASGARİ ÜCRETİ NEDEN SIKÇA GÜNDEME GETİRİYOR?
29 Ekim günü gazetemiz, Erdoğan’ın “6 yıllık zor dönemi” devam ettirme amacıyla TÜİK enflasyonu bile yüzde 50 dolayında oluğu koşullarda asgari ücret ve emekliler başta olmak üzere ücret ve maşlara yüzde 25 bir üst sınır getirilmek istenmesine karşı “Yüzde 25’e hayır!” manşetiyle çıktı.
Manşetin dayanağı 126 akademisyenin yaptığı ve gazetemizin 29 Ekim tarihli sayısında ayrıntılarıyla verilen açıklamalarıydı. Bu başlık altında bir yandan iktidarın ücret ve maaşların “hedeflenen enflasyon”a endekslenmesine hayır denirken öte yandan da emekçiler ücret ve maaşların belirlenmesinde fiilen taraf olmak, “İnsanca yaşanacak bir asgari ücret” (Ki, bu yoksulluk sınırının altında olmayan bir ücret demektir) için mücadeleye çağrılıyordu.
Evet gazetemiz asgari ücret ve emekli maaşlarıyla ilgili tartışmaları sıkça manşete kadar çekiyor. Çünkü asgari ücret hem tüm emeği ile geçinenlerin ücretlerinin ve maaşlarının belirlenmesinde etkili, hem de bugün işçilerin yüzde 45’i doğrudan asgari ücretle çalışıyor. Bu yüzden asgari ücretin ne kadar olacağı en azından yerel seçimden beri patron ve patron örgütleri, bakanlıklar, Merkez Bankası (MB) gibi iktidar kurumları tarafından da tartışılmaktadır.
ASGARİ ÜCRETİ SERMAYE ÇEVRELERİ VE İKTİDAR, SENDİKALARDAN DAHA ÇOK KONUŞUYOR
Dahası asgari ücretin ne olacağı, sadece içeride değil Londra ve Washington’da uluslararası finans temsilcileriyle yapılan toplantılarda da Bakan Şimşek ve MB Başkanı Karahan tarafından gündem edilmekte ve asgari ücretin yüzde 25’in üstünde olmayacağına dair sözler verilmektedir. IMF bile asgari ücretteki artışın yüzde 25’te kalmasını olumlu bulduğunu açıklamıştır.
Tabii burada “Öyleyse Asgari Ücret Tespit Komisyonu (AÜTK) ne için toplanacaktır?” sorusu akla gelmektedir. Eğer asgari ücretli işçiler başta olmak üzere sendikalar, patron ve iktidar temsilcilerinin çoğunlukta olduğu AÜTK’ye işçilerin taleplerine yaklaşan bir zam kararı alması için baskı uygulamazsa AÜTK geçmiş yıllarda olduğundan bile daha fazla bir orta oyununa dönüşecek, patronların ve uluslararası tekellerin isteği doğrultusunda asgari ücret zammının yüzde 25 dolayında tutulması için her yol denenecektir.
Bu yüzden diyebiliriz ki, asgari ücret ve genel olarak ücret ve maaşlara zamların yüzde 25 dolayında tutulması etrafındaki tartışma içeride TÜSİAD’dan TOBB’ye medyadan siyasi parti ve çevrelere, Londra ve Washington’daki uluslararası sermayenin temsilcilerine, onların baş organizasyonu IMF’ye kadar her platformda tartışılmaktadır.
Dolayısıyla asgari ücretli işçiler başta olmak üzere tüm emeğini satarak geçinenleri ilgilendiren “İnsanca yaşanacak bir ücret ve maaş” konusu en az emekçiler tarafından konuşulmaktadır. Özellikle de sendikalar bilerek ve isteyerek kendilerini ve işçileri bu tartışmanın dışında tutmaya çalışmaktadırlar.
ASGARİ ÜCRETE ZAM İÇİN ÖLÇÜT NE OLMALI?
Sorun asgari ücret olunca Osmanlı’da oyun bitmiyor!
Geçmiş yıllarda gündeme gelen “bölgesel (çoklu) asgari ücret” uygulamasının, böylece asgari ücretlileri bölme oyununun gündeme gelmesi de beklenmez değil.
Yaşadığı sıkışmışlık nedeniyle yüzde 25’lik artışı kabul ettirmesi zor görünen iktidarın hem asgari ücretlileri bölmek hem de gündemi sapıtmak için “bölgesel asgari ücreti” gündeme getirmesine karşı da bir tutum alınması elbette önemli olacak. Nitekim yaz aylarından beri zaman zaman İstanbul, İzmir, Antalya, Kocaeli gibi illerle Van, Bingöl, Çorum, Bilecik… gibi illerde enflasyonun aynı olmadığı tartışılmaktadır. Asgari ücretin miktarı tartışmaya açıldığında asgari ücretin bölgesel olarak belirlenmesinin “Daha adil olacağı”, dolasıyla bölgesel olarak belirlenmesinin gündeme getirilebileceğini söylemek abartı olmaz.
Asgari ücretin tespitinde AÜTK’deki tartışmaların bir orta oyununa dönüşmüş olması eleştirileri bile artık olup biteni karşılamamaktadır. Çünkü asgari ücrete zam şimdiden yerli ve uluslararası sermayenin temsilcileri tarafından “yüzde 25 civarı” olarak belirlenmiştir! Eğer sendikalar gerektiği gibi karşı çıkmazsa TİS’ler de tamamen anlamsızlaşacaktır. Çünkü bu “yüzde 25” TİS’lerde de sendikaların omuzunun üstüne asılmış bir “Demokles Kılıcı”dır!
Sermayenin bu saldırısının püskürtülmesinin tek gerçekçi yolu ise asgari ücrete yapılacak zammın ölçütü; “Gerçekleşen enflasyon mu”, “Beklenen enflasyon mu”, “Sermaye sahiplerinin gönlünden geçen, IMF’nin hoşuna gidecek bir yüzde mi” karmaşıklığına son verecek olan bir ölçüttür! Ki, o ölçüt de asgari ücretlilerin ve asgari ücretten dolaylı olarak etkilenecek tüm emekçilerin, sermayenin dayattığı ölçütleri reddederek, talepleri etrafında birleşerek, insanca yaşayacakları bir asgari ücret (Bu yoksulluk sınırının üstünde bir ücrettir) için mücadele eden bir hatta geçmesidir!Ötesi lafügüzaftır! /././
‘Etki ajanı yasası’ ve Bergama köylüleri için kaynatılan cadı kazanı -Özer Akdemir-
18 Ekim Cuma günü TBMM Adalet Komisyonunda kabul edilen 23 maddelik “Noterlik Kanunu” başlıklı torba kanundaki bir madde uzun yıllardır zaten son derece kötü bir süreçten geçen basın özgürlüğüne yeni bir darbe olarak yorumlanıyor. Türk Ceza Kanunu’nun (TCK) 16. maddesinde yapılmak istenen değişiklik geçtiğimiz yasama yılında da gündeme getirilmiş, “etki ajanlığı yasası” olarak nitelenen düzenleme tepkilerin ardından geri çekilmişti. “Bir ülkenin, bir başka ülkedeki insanların, görüş, tavır, duygu ve davranışlarını etkilemek için savaşa başvurmaksızın propaganda yöntemleriyle, planlı bir görüş ve bilgi iletiminde bulunma faaliyeti” olarak tanımlanan “etki ajanlığı”na karşı yasa maddesinde yapılan değişiklikte “Devlet güvenliği veya iç ve dış siyasal yararları aleyhine yabancı bir devlet veya organizasyonun stratejik çıkarları veya talimatı doğrultusunda suç işleyenler hakkında 3 yıldan 7 yıla kadar hapis cezası verilmesi” öngörülüyor. Bu cezalar savaş ya da askeri hareketlilik sırasında 8 ila 12 yıla kadar çıkabiliyor.
TCK’nin “devlet sırlarına karşı suçlar ve casusluk” bölümüne eklenecek madde aralarında Basın Konseyi, Türkiye Gazeteciler Sendikası, Türkiye Gazeteciler Cemiyeti, DİSK/Basın-İş gibi basın meslek örgütleri tarafından “Gazetecilik faaliyetlerini hukuki belirsizliklerle suç unsuru haline getirecek” bir düzenleme olarak değerlendirildi. Ortak bildiride bu kaygı şöyle ifade edildi; “Etki ajanlığı” kavramının Ceza Kanunu’na eklenmesi, basın özgürlüğünü ciddi bir tehdit altına sokan bir adım olup, “iç ve dış siyasal yararlar aleyhine”, “yabancı organizasyon” ve “savaş etkinliği” ifadelerinin getirdiği muğlaklık, bu düzenlemenin her türlü gazetecilik faaliyeti üzerinde baskı oluşturma potansiyeli taşıdığına işaret etmektedir. Bu düzenleme, gazetecilerin mesleklerini icra ederken her an “etki ajanı” olarak damgalanma riski ile karşı karşıya kalacakları bir ortam yaratacaktır."
CADI AVI YASASI
Yasal düzenlemenin gerekçesinde yer alan “Devletin güvenliği ve siyasal yararları aleyhine suç işleme” ifadeleri örneğin enerji sektörünün çevresel etkilerine dair bir haberin devletin ‘siyasal yararları’na (ne demekse?) aykırı denilerek bu yasa kapsamında suç olarak nitelenebilecek. Mesela Cengiz Holdingin Kaz Dağı'nda altın bakır madenciliği için kesmeyi planladığı 1 milyon ağaç haberi ve bu doğa katliamına karşı verilen ekolojik mücadele ülkenin siyasal yararı ve ekonomik çıkarlarını sekteye uğratmaya yönelik bir “etki ajanlığı” faaliyeti olarak nitelenebilir. Nereden mi biliyoruz; Geçmişte tam da böyle yapıldı çünkü...
Bergama köylülerinin altın madenine karşı mücadelesi tam da bugün tartışılan "etki ajanlığı" yasasındaki gibi “Almanya yararına legal casusluk” diye karalanmış, ortaya konan psikolojik savaş taktikleri sonrası sönümlendirilmişti.
Ülke içinde ve dışında büyük sempati toplayan, çevre duyarlılığının antiemperyalist bir çizgiye doğru evrildiği köylü hareketinin o günkü sürecine dair 8 Aralık 2002 tarihinde Evrensel’de yazdığımız “Efendiydi casus oldu!” başlıklı haber topraklarını uluslararası altın tekellerine karşı korumaya çalışan Ege köylülerinin nasıl bir anda “Dış güçlerin maşası, legal casus, etki ajanlarının yönlendirdiği kandırılmış kitleler” olarak ötekileştirildiğini anlatıyordu.
HER ŞEYİ BAŞLATAN KİTAP
“Her şey Dr. Necip Hablemitoğlu adlı bir öğretim üyesinin yazdığı kitabın ardından başladı” cümlesiyle başlayan haberde mahkeme kararıyla kapatılan altın madeninin yeniden açılması için kurgulanan oyuna ışık tutuluyordu. Tam bu süreçte piyasaya çıkan Hablemitoğlu’nun “Alman Vakıfları ve Bergama Dosyası” adlı kitabının Bergama köylülerinin mücadelesine karşı bir kampanyanın en önemli aracı haline getirildiğine değinilen haberden bir bölümü alalım; “Parlamento ayağını DSP Milletvekilleri Erol Al ve Hasan Özgöbek’in oluşturduğu, basında ise Doğan Medya Grubu, Milliyet ve özellikle Fikret Bila’nın başını çektiği büyük bir propaganda eşliğinde başlatılan kampanyanın en son ayağı ise Hablemitoğlu’nun kitabı oldu. Kamuoyu birkaç hafta içerisinde altın madeni ile ilgili tam bir yalan-yanlış bilgi bombardımanına tutuldu. Bu kampanyanın ana argümanları şunlardı: ‘Ülkemizde 6 bin 500 ton altın rezervi var. Her yıl milyonlarca dolarlık altın satın alıyoruz. Bu altının önemli bir kısmı da Almanya’dan alınıyor. Almanya, Türkiye’deki altın madenciliğinin gelişiminin önemli ihraç kalemlerinden birisine indirilmiş darbe olarak değerlendiriyor. Bunu önlemek için de Türkiye’de faaliyet gösteren Alman vakıflarını kullanarak ülkede altın madenciliğine karşı özellikle çevrecilerin ve köylülerin mücadelelerini destekliyor, kışkırtıyor. Bergama’daki altın madenine karşı köylülerin yıllardır sürdürdüğü mücadelede bir çevre ve gıda örgütü olan Alman Fian Vakfı tarafından desteklendi. Bergama’daki mücadelenin önde gelen isimleri Oktay Konyar, Eski Belediye Başkanı Sefa Taşkın, Avukat Senih Özay, Birsel Lemke gibi isimler Almanların yararına olan faaliyetler içinde yer aldılar. Almanya’nın yararına etki ajanlığı-legal casusluk yaptılar...’ Hablemitoğlu'nun kitabı bu iddialar üzerine kuruldu.”
Şimdi AKP sıralarının Alpay Özalan’dan sonra en ateşli ‘militan vekil’lerinden olan, o günlerin ulusalcı /AKP karşıtı televizyoncusu Hulki Cevizoğlu programında geniş geniş işledi bu iddiaları. Zamanın ‘ünlü’ DGM Savcısı Nuh Mete Yüksel, günümüzde de sıkça rastlanan bir seks kaseti komplosu ile görevinden alınmadan hemen önce aralarında Bergama köylü hareketinin önderlerinin ve Alman Fian Vakfı yöneticilerinin de bulunduğu 15 kişi hakkında “Almanya yararına legal casusluk” davası açtı.
SUİKAST VE CASUSLUK DAVASININ SONU
Hakkında casusluk davası açılanlardan Bergama Eski Belediye Başkanı Sefa Taşkın iddialarla ilgili “Mahkeme kararlarıyla insana, çevreye zarar vermiş bir olay hakkında insanları, kamuyu bilgilendirmek benim görevim. Görevimi yapmakla suçlanıyorum!..” diyordu. Bergama Köylülerinin Sözcüsü Oktay Konyar “Bu bir köylü hareketi olmasaydı eğer Güneydoğu’daki gibi bu halkı bir örgüte bağlayarak perişan edeceklerdi. Çünkü bakış açılarımız aşağı yukarı aynı. Emperyalizme karşı duruş biçimimiz aynı” diye ilginç bir benzetme yapıyordu. Yine legal casuslukla suçlanan Bergama Köylülerinin Avukatı Senih Özay ise “Biz bu savcıdan mahkeme kararlarına uymayanlar hakkında soruşturma açmasını bekliyoruz. Onunla ilgili dava açması gerekirken bir şey değişiyor ve size Alman ajanlığı suçlamasıyla dava açılıyor. Mahkemede iddianameyi paramparça edeceğiz” diyerek öfkesini saklamıyordu.
Özay bu söylediklerini yapamadı. Çünkü bizim bu haberden 10 gün sonra, ‘Almanya yararına legal casusluk’ davasının Ankara DGM’deki ilk duruşmasından 8 gün önce Hablemitoğlu 18 Aralık 2002 tarihinde, akşam üzeri evinin önünde bir suikast sonucu öldürüldü! Suikast hâlâ “faili meçhul!” Casusluk davası da bir iki ay içerisinde apar topar kapatılarak tüm sanıklar beraat ettirildi.
“Etki ajanlığı” terimini ilk kullanan Necip Hablemitoğlu bu söylemini daha çok geçtiğimiz günlerde ABD'de yaşamını yitiren Fethullah Gülen Cemaatine karşı yazdığı makalelerde ileri sürse de Bergama köylü hareketine karşı kaynatılan cadı kazanında da kullandı. Şimdi aynı cadı kazanı bu sefer “devletin siyasal yararları” kılıfı ile tekrar, bu sefer basın ve tüm muhalefet güçleri için kaynatılmak isteniyor.
/././
Sorun yoksa, telaş niye?-A.Cihan Soylu-
Tartışmaların boyutu, yaygınlığı ve gördüğü ilgi, etrafında yoğunlaştıkları sorun ve sorunların önemi, boyutu ve ciddiyetinden bağımsız değil. Türk milliyetçiliğinin ırkçı temsilcileri birbirlerine ip atıp parti amblemli asma sembolleri üzerinden birbirine veryansın ediyorlarsa, boşa küfürleşmiyorlar! Burjuva politikası iktidardaki temsilcileriyle muhalefette yer alanlarının hemen tümünü, önceliklerinin sıralamasında birbirlerinden ayırmakla birlikte tümünü sıkıntıya sokacak, açmazlara sürükleyecek çeşitli sorun yumaklarıyla yüz yüzedir. Erdoğan’ı bir hayli zamandan beri, bölgedeki gelişmeler odaklı açıklama, öneri, tehdit karışımı konuşmalar yapmaya zorlayan iç ve dış olaylar; istikrarsızlıkları derinleştirmiş, başlıca emperyalist devletlerle bölge düzeyinde güç olan ya da olma hedefiyle hareket eden devletlerin yöneticileri, gerginlik, çatışma ve savaş politikalarındaki yoğunlaşmaya işaret eden pratikleri artırmışlardır.
Bu ilişkiler kapsamında, burjuva devletlerinin -en güçlüleri başta olmak üzere- birbirlerinin “açıklarından yararlanma”; sorunlu alanlar ve konular üzerinde yoğunlaşarak istismar etme ve mümkünse eğer, rakiplerle bölge gücü olma iddiasında olanları güçten düşürecek iç-dış sorunları yıkıcı tarzda kullanma politikası izlemeleri sadece anlaşılır değil görülebilir durumdadır da!
Bir hayli zamandır “Türkiye Yüzyılı!” hikayeleriyle halk kitlelerini pasif yedek yığın durumunda tutmaya çalışan Erdoğan-Bahçeli yönetimi, demek oluyor ki “Durup dururken yeni bir politikaya yönelmiş” değildi! İçeride son genel ve yerel seçimlerin açık hale getirdiği bir güç yitimi vardı. Ekonomik sorunlar giderek ağırlaşmaktaydı. Baskı, yasak ve saldırı politikaları çok büyük yıkılmaların yanı sıra yaygın tepki birikimine de yol açmıştı. Önemli toplumsal sorunlardan biri olarak Kürt sorunu kapsamında ve dolayısıyla gelişen olaylar, “Terörü yok etme” gerekçeli saldırı politikası ve bölgede izlenen yayılmacı askeri harekatlar sonucu karşı karşıya gelinen sorunlar giderek ağırlaşmış ve baş edilemez hale gelmişti. Irak, Suriye, Libya politikaları ve özellikle de Suriye’nin yıkılmasından pay alma hedefli izlenen IŞİD destekçisi, ABD -İsrail iş birlikçisi politika, Rojava’da “Özerk Kürt yönetimi”nin ABD’nin desteği ve korumasında oluşmasına yol açmıştı ki bunun başlıca sorumlusunun da Erdoğan yönetimi olduğunu söyleyenler az değildi. Bir NATO ülkesi olarak Türkiye’yi yönetenlerin ABD-AB ve İsrail ile iş birliğini sürdürmesi ve fakat Kürt sorunu nedeniyle bu güçlerle zıt politika önceliklerine sahip olması en önemli açmazları arasındaydı. Bölgede sürmekte olan savaşlar karşısında izlenen politika tutarsız ve riyakarcaydı. İsrail ile ticari (askeri olarak kullanılabilir malzeme dahil) ilişkiler devam ediyordu ve o, Filistin, Suriye ve Lübnan’da saldırıları sürdürüyor, İran’a karşı ABD ve İngiltere başta olmak üzere emperyalistlerin desteğinde saldırgan ve savaş kışkırtıcı bir politikada ısrar ediyordu. İsrail ve ABD’nin Irak Kürdistan Federe Devleti’yle sıkı ilişkileri vardı ve Suriye’de de bir Kürt oluşumu bir tür “devletleşmektey”di! Koşullar Türkiye Kürt hareketini terörle özdeş gösterip tüm unsurlarıyla karşıya almanın Türk devlet yönetiminin aleyhine gelişmelere güç veren bir işlev gördüğünü artan şekilde açığa çıkarmaktaydı. Suriye Kürt oluşumu ise çözümsüzlüğün bir diğer etkeni ve sorunuydu.
Bunlar ve başkaca birçok etken, Bahçeli’nin “el uzatma” tutumuyla ortaya çıkmasına yol açtı. Erdoğan-Bahçeli yönetimi hem uzun süredir sürdürdüğü ve yönetiminin devamını anayasal bir güvenceye kavuşturma girişimlerinde ileri adım atabilme olasılık ve olanağının yanı sıra, bölgede sürmekte olan savaş nedeniyle dış etken ve müdahalelerin arma olasılığını da hesaba katarak Öcalan’a “Gel çağrı yap, terör örgütünü dağıttığını söyle, biz de sana kolaylıklar sağlayalım” söylemiyle yol almaya yöneltti. Sürekli düşman olarak gösterdiği DEM Parti yöneticileriyle önce Mecliste ‘tokalaşan’ Bahçeli’nin bir süre sonra ‘daha ileri bir adım atarak’, DEM Parti ve A. Öcalan’ı “parti grubu”nda bir araya getirmeyi “göze alacak” çağrıda bulunması, devlet üst bürokrasisinin karşı karşıya olduğu ülke içi ve dışı sorun yığınağıyla bağlıydı ve bu tutum ve çağrıların “teröre karşı savaş konsepti”nin yeni biçim ve önceliklerini içerdiği de saklı-gizli değildi. Bahçeli, parti tabanında ve Türk ırkçılığı politikasında ısrarlı olanlar arasında görülen tepkileri de gözeterek ilk açıklamasının birkaç gün sonrasında “Türkiye Cumhuriyeti’nin bir Kürt sorunu yoktur. …Var olan sorun bölücü terör sorunudur, kaldı ki bu ihanetin kökü muhakkak surette kazınacaktır” derken bunu bir kez daha açık etti.
Onlarca ve onlarca politikacı, sosyolog, emekli general ve amiral, gazeteci yazar tarafından hemen tüm televizyon kanallarıyla gazetelerde iki haftadır tartışılan Bahçeli’nin çağrısı, çağrının beklenilmeyen bir yerden gelmesi gerekçesiyle de daha fazla ilgi gördü. Şaşıranlar çoktu. Siyonist yönetimle askeri anlaşmaların altındaki imzalarda Erbakan’ın da adının olduğunu unutanlar, Bahçeli’nin “Terör örgütünün başı gelsin DEM grubunda konuşsun. Örgütünü dağıttığını ilan etsin!” yönündeki açıklaması karşısında en çok şaşıranlardı.
DEM Parti yöneticileriyle A. Öcalan’ın ise bu çağrıya olumlu yönde yaklaştıkları açıklandı. Ancak tam da “Uzun süredir zaten Apo ile görüşülüyordu, iş belirli bir aşamaya gelmişti, bu tokalaşma ve çağrı, ‘yumuşama-normalleşme’ açıklamalarıyla birlikte, Kürt sorununun özellikle İsrail ve ABD tarafından Türkiye’nin aleyhine istismarını önlemek için ‘Türk devlet aklı’nın yeni bir manevrayla harekete geçmesinden bağımsız değildir” dendiği bir zamanda, TUSAŞ’a saldırı düzenlendi. Farklı politikaları benimsemelerine rağmen çok sayıdaki parti, örgüt ve kişi bu saldırıyı provokatif bir girişim olarak nitelendi. Kürt sorununun ulusal tam hak eşitliği, ‘eşit haklara sahip yurttaşlık’ temel alınarak çözülmesini savunan Kürt politik hareketinin sözcüleri de saldırıyı kınadılar.
Erdoğan-Bahçeli yönetimi ciddi sorunlarla yüz yüzedir ve bu sorunları temelli olarak aşma olanaksızlığını görerek kısmi ve kimileri yönünden de palyatif önlemlerle yol alarak desteğini artırmaya ve iktidarını sürdürmeye çalışmaktadır. Yapılan çağrı sorunun çözümünü değil terör olarak gösterilen PKK politikası ve varlığının “bitirilmesi”ni önceleyip içeriyor. Bu 'çağrı’nın, muhatabının davranışıyla bağlı olarak DEM’in “terörist” gösterilmesi yönünde kullanılması olasılığı da güçlüdür. Buna rağmen Bahçeli’nin açıklaması ve Özgür Özel’in Kürtlerin de eşit haklara sahip yurttaşlar olup Türk burjuva devletine sahip çıkmaları anlamına gelen açıklamalarına gösterilen tepki ve bu partilerin destek kaybını gösteren veriler, şoven milliyetçi inkar ve baskı politikasının yarattığı tahribatın büyüklüğünü de bir kez daha gösterdi.
Kürt sorununun, işçi ve emekçi kitlelerinin burjuva emperyalist ve siyonist istismarları da boşa çıkaracak bir çözümü, sadece Türkiye Kürt hareketinin ‘ana ekseni’yle dış istismara karşı uyanık oluşunu gerektirmiyor. Türk ve diğer ulusal kökenlerden halk kitlelerinin şovenist politikaların yol açtığı yıkımı görerek emperyalist-siyonist politikalara ve ülkeyi yönetenlerin iş birlikçi olduğu denli yayılmacı da olan politikalarına karşı mücadele etmeleri, Kürt ulusal kimliği ve Kürt dili üzerindeki baskıyı reddetmeleri, bu sorun bağlamındaki en önemli gerekliliktir.
Bütün bunlardan sonra başlıktaki soruya gelirsek, evet çözümsüz bırakılarak her türden istismara açık hale getirilen Kürt sorunu gibi bir sorun olmasaydı, Bahçeli, Erdoğan ve sermayenin diğer temsilcilerinin “ulusal çıkarlar-devletin bekası” türü lafazanlıkla böylesine telaşa kapılmalarına gerek kalmazdı. İstismar tehdidi ise ancak sorunun tam hak eşitliği temelinde halklar yararına çözümünün kabullenmesiyle bertaraf edilebilir.
/././
Erdoğan’ın Mevlana vurgusunun hikmeti ne olabilir?-Fatih Polat-
Cumhurbaşkanı Erdoğan, MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli’nin Öcalan ile ilgili açıklamalarını içeren çıkışına dair, AKP genişletilmiş il başkanları toplantısında 'tarihi fırsat penceresi’ ifadelerini kullandıktan sonra, ilk geniş açıklamayı cumhuriyetin 101. yılına özel Beştepe’deki “29 Ekim Özel” programında yaptı: “Cumhur İttifakı ortağımızın öncülüğünde son dönemde ortaya konan yaklaşımların bu geniş arka plan ışığında ön yargısız olarak değerlendirilmesinin daha faydalı olacağı kanaatindeyiz. Bu yaklaşım kadim devlet aklının, binlerce yıldan süzülüp gelen irfanının gereğidir. Hazreti Mevlana'nın ifadesiyle, yeni şeyler söylememiz gereken, sorunları görmezden gelen değil, kararlı irade ortaya koyup çözmemiz gereken bir iklime girdik.”
Erdoğan, partisinin dünkü grup toplantısında da, Bahçeli’ye teşekkür ederek desteğini övgü dolu sözlerle yinelerken, “Ve bu cumhuriyet Tür'kün olduğu kadar elbette Kürt'ün de cumhuriyetidir” vurgusu da yaptı.
Bu açıklamalar, CHP Genel Başkanı Özel'in, “Bahçeli’yi sözcü kılma, ne diyorsan sen söyle” çağrısına da bir yanıttır.
Bu açıklamaları, iktidarın sevmediği bir isim olan Suriye Demokratik Güçlerinin (SDG) Komutanı Mazlum Kobani’nin Fransız AFP haber ajansına yaptığı, "Şu anda bizimle Türkler arasında siyasi ve askeri diyaloğa başlamak için ara buluculuk yapılıyor" açıklamasıyla birlikte okumakta fayda var. Kobani’nin ABD merkezli Associated Press (AP) haber ajansına salı akşamı yaptığı açıklamada, Türkiye'nin saldırıları dahil olmak üzere Suriye'deki karmaşık çatışmalar ağına diplomatik çözümler bulunması için ABD ve uluslararası güçlere çağrı yaptığını ekleyelim.
Erdoğan’ın, Rusya’da katıldığı BRICS zirvesi dönüşünde yaptığı “Sayın Putin’e, Beşar Esad’ın bizim çağrımıza vereceği cevabın temini noktasında bir adım atması çağrımız oldu. Sayın Putin, Esad’a bu adımı atması için herhangi bir çağrıda bulunur mu? Onu da zamana bırakıyoruz” sözleri de aynı paketin içinde değerlendirilmeli.
Suriye Arap Haber Ajansının (SANA), 24 Ekim tarihli, “Türk işgal uçaklarının Amuda Elektrik İstasyonu’nu hedef alması sonucu büyük hasar meydana geldi ve santral hizmet dışı kaldı.” şeklindeki haberi de gözlerden kaçmasın.
“Kent uzlaşısı” ile yönetime gelen CHP'li Esenyurt Belediye Başkanı Ahmet Özer’in sabah saatlerinde "PKK/KCK soruşturması" gerekçesiyle gözaltına alınması da dün itibariyle son sıcak gelişme oldu. İktidar medyasında, özellikle de Sabah gazetesinde Özer ile ilgili daha seçim öncesinden başlayan, kazanmasından sonra da devam eden haberler, masada duran operasyon seçeneğinin habercisiydi.
Tüm bu haber yığınını sadeleştirerek çıkanları sıralayalım:
1) Türkiye iktidar/devlet, ilk şekillenme aşamasından itibaren açık operasyonal tutum aldığı Suriye’nin kuzeyindeki Kürt iradesine karşı, İsrail’in ABD desteğiyle Gazze’den sonra İran’ın direniş mevzilerini hedef alan saldırılarıyla ortaya çıkan yeni tabloda tüm tuşlara birlikte basıyor.
2) Her fırsatta Rojava’daki Kürt oluşumunun etkisini ve iradesini zayıflatacak operasyonlar yapmak bunun birinci ayağı. Son olarak, TUSAŞ saldırısı bunun için elverişli bir gerekçe sayıldı.
3) İktidar/devlet, ABD ve Rusya ile ilişkilerini de, bu stratejiyle bağlantılı kuruyor. Rusya’dan Suriye-Türkiye ilişkilerinde kolaylaştırıcı olmasını istemek aynı stratejinin bir parçası.
4) Ancak Suriye, Türkiye’nin Suriye sınırları içindeki operasyonlarının süreklilik kazanmasından rahatsız. Öte yandan Şam’ın bu operasyonlara karşı çıkarken, bir yandan kuzey Suriye’deki Kürtleri kendi planına kazanmak için bu tepkinin bir değer taşıyacağını, diğer yandan da, Türkiye’nin bu operasyonlarının Kürtleri kendi politikasına doğru iteceğini varsaydığını tahmin etmek zor değil.
5) Erdoğan/devlet bu gerçeğin farkında olarak, bir yandan Esad ile ilişkileri “normalleştirme”yi gündemde tutarken, diğer yandan da operasyonlarına devam ediyor.
6) Türkiye’nin, Irak’tan sonra, sınırındaki Suriye’de de bir Kürt yönetiminin oluşmasının uzun vadede oluşturabileceği riskleri erkenden bertaraf etmek üzerine kurulu operasyonları için önü sonsuz açık değil. Bölge Kürtlerinin direnci yanında, ABD’nin Suriye’deki çıkarları buna engel.
7) Devlet Bahçeli üzerinden uzatılan devlet eli ve Erdoğan’ın konuşmasındaki “Mevlana'nın ifadesiyle, yeni şeyler söylememiz gereken, sorunları görmezden gelen değil, kararlı irade ortaya koyup çözmemiz gereken bir iklime girdik” sözleri burada anlam kazanıyor.
8) Kullanılan söylemler kartların yüksekten açıldığını gösterse de, devlet cenahı, şu anki bölgesel dengeler içinde PKK’ye tamamen silah bıraktırma ve Rojava’daki Kürt yönetimine tüm taleplerini kabul ettirmeye muktedir olamayacağını hesap etmiş olmalıdır.
9) Zor ve diyalog, önceki süreçte, devletin iki enstrümanı olarak çalışmıştı. Kamuoyuna 1 Ekim’den sonra yansıyan, ancak hazırlığının önceden yapıldığı anlaşılan yeni süreçte ise bu ikili yöntemin, zor unsuru daha baskın. Erdoğan’ın dünkü açıklamaları ve Esenyurt Belediye Başkanı Özer’in gözaltına alınması da bunun bir göstergesi. Tüm bunlarla birlikte, yakın bir zamanda, iktidarın anayasa değişikliği bakımından destek imkanlarını artırmak ve Rojava açısından beklentilerine karşılık bulmak için diyalog tarafında bazı adımlarına tanıklık edebiliriz.
10) Kürt tarafı da bu yeni faslın konjonktürel mecburiyetlerden ve Cumhur İttifakı’nın içerideki ihtiyaçlarından gündeme geldiği tespitini yaparak, adımlarını temkinli atıyor. Ayrıca herkes biliyor ki, Erdoğan’ın Mevlana dediği yerde bir olumlu hikmetten ziyade, imkansız bir Şems aşkı ihtimali her zaman vardır.
/././
Putin’e ‘Esad’ ricası ve Kürt sorununun çözümü -Yusuf Karadaş-
Cumhurbaşkanı Erdoğan, geçen hafta Rusya’da katıldığı BRICS zirvesi dönüşünde Suriye ile ‘normalleşme’ ve Kürt sorununun çözümüyle ilgili dikkat çekici açıklamalar yaptı. Zirve dönüşü gazetecilere açıklamalarda bulunan Erdoğan, Rusya Lideri Putin ile görüşmesiyle ilgili olarak “Sayın Putin’e, Beşar Esad’ın bizim çağrımıza vereceği cevabın temini noktasında bir adım atması çağrımız oldu. Sayın Putin, Esad’a bu adımı atması için herhangi bir çağrıda bulunur mu? Onu da zamana bırakıyoruz” değerlendirmesi yaptı.
Suriye ile ‘normalleşme’ tartışmasıyla bağlantılı olarak TUSAŞ saldırısının Rojava üzerinden gerçekleştiği iddiasını gündeme getiren Erdoğan, “Bunun kaynağı Suriye mi, Suriye… O zaman oradaki kaynak neyse biz orada gereğini, dün akşam yaptığımız gibi yaparız” diyerek Rojava’ya yönelik operasyonların devam edeceği mesajını da verdi.
Erdoğan’ın açıklamalarında öne çıkan bir diğer nokta da “Bölgedeki terör örgütlerinin ABD’nin çıkarları ve İsrail’in güvenliği için kullanıldığı” vurgusunu yapmasıydı.
Bu açıklamalar, Erdoğan iktidarının Suriye’deki Esad yönetimi ile siyasi ilişki ve iş birliğini geliştirmeye neden bu kadar istekli olduğunu ortaya koymakla kalmıyor, Kürt sorununun çözümünden ne anladığını da gösteriyor.
Birinci olarak, Erdoğan’ın hem Esad’ın adım atması için Putin’den ricada bulunması hem de Putin’in böylesi bir çağrı yapıp yapmayacağını görmek için beklemek gerektiğini söylemesi aslında iktidarının Suriye’deki pozisyonunu da açıklıyor. Bu açıklama, ‘Astana süreci’ olarak tanımlanan Türkiye’nin Rusya ile iş birliğine yöneldiği 2016’dan bu yana Suriye sahasında hangi aktörün belirleyici olduğu sorusunun yanıtını veriyor.
Bilindiği gibi Esad, siyasi ilişkilerin yeniden kurulması için Türkiye’nin Suriye’de işgal ettiği topraklardan çekilmesini (en azından çekilme konusunda bir takvim belirlenmesini) ve cihatçı gruplara verilen desteğin son bulmasını istiyor.
Ancak Erdoğan, bu talebe “Suriye’nin toprağında gözümüz yok” gibi genel bir ifade ile yanıt vermekle kalmıyor, “terör” deyince de aklına binlerce savaş suçu işleyen İdlib’deki El Kaide devamcısı HTŞ ya da kendi himayesindeki cihatçı gruplar değil, Rojava’daki Kürt özerk yönetimi geliyor. Dolayısıyla son açıklamaları, Erdoğan’ın Suriye ile ‘normalleşme’ derken anladığı şeyin Rojava’da Kürtlere karşı iş birliği yapmak ve özerk yönetimi ortadan kaldırmaktan ibaret olduğunu bir kez daha gösterdi.
İktidar ve medyası Rojava’ya yönelik saldırganlığa dayanak oluşturmak için eldeki bilgi ve belgeler aksini söylediği halde TUSAŞ saldırısını gerçekleştiren PKK’lilerin Suriye’den geldiği yönünde bir propaganda yapıyor. Zaten TUSAŞ saldırısının hemen ardından Rojava’ya yönelik hava bombardımanının başlatılması da Erdoğan iktidarının bu saldırılar için fırsat kolladığını gösteriyordu.
MHP Lideri Bahçeli, katıldığı Ziya Gökalp Sempozyumunda “Türk ile Kürtlerin birbirini sevmesi farzdır” derken Erdoğan iktidarı Kürtlere olan derin sevgisini Rojava’ya yağdırdığı bombalarla gösteriyordu!
Rojava özerk yönetimi TUSAŞ saldırısı ile hiçbir ilgilerinin bulunmadığını açıklarken Türkiye’nin dört gün boyunca devam eden bombardımanı sonucu 15’i sivil 17 kişi yaşamını yitirdi ve yüz binlerce insanın en temel ihtiyaçlarını karşıladığı sağlık ve eğitim merkezleri, tahıl depoları, elektrik, su, gaz ve petrol tesisleri büyük hasar gördü.
Burada Erdoğan’ın Suriye Demokratik Güçlerini (SDG) işaret ederek “Amerika’nın bölgedeki terör örgütlerini kendi çıkarları ve İsrail’in güvenliği için kullandığı” sözlerine de açıklık getirmek gerekiyor.
ABD emperyalizminin bölgedeki bütün ilişkilerini kendi çıkarları ve İsrail’in güvenliği için kullandığına şüphe yok. Ama o zaman Erdoğan’a sormak gerekiyor: ABD ve İsrail’in bölgesel çıkarları temelinde direniş eksenini parçalamak için 2011’de yanına cihatçı grupları alarak Suriye’ye müdahalenin öncülüğüne soyunan Kürtler miydi? Suriye rejiminin devrilmesine karşı mücadele ettiği için Lübnan Hizbullah’ına “Hizbülşeytan” deyip ona karşı İsrail ile birlikte ortak cephe kuran kimdi?
Dahası bugün Filistin davasını savunur görünürken bile İsrail’in en büyük destekçisi ABD-NATO’ya karşı en küçük bir adım dahi atmayan ve sadece tepkilerden korktuğu için İsrail ile ticareti gizli biçimler altında sürdürmeye devam edenlerin ABD ve İsrail’e karşı söyledikleri sözlerin hiçbir inandırıcılığı bulunmuyor. Açıktır ki Erdoğan’ın derdi ABD ve İsrail değil; aksine hizmette kusur etmediği bu güçlerin Kürtlere karşı saldırganlık konusunda kendisine beklediği desteği vermemesidir. Yoksa iş Türk askerinin İdlib’deki HTŞ’ye kalkan yapılması ve Suriye’de cihatçı gruplarla birlikte sürdürülen işgale gelince ABD ve İsrail, bu konuda Erdoğan iktidarına desteklerinin tam olduğunu her fırsatta tekrarlıyorlar.
Suriye’deki Esad yönetimi de bu gerçeği görüyor ve siyasi ilişkilerin yeniden kurulması için Erdoğan iktidarından İdlib’deki HTŞ ve işgal altında tutulan bölgeler konusunda adım atılmasını istiyor. Öte yandan 13 yılını geride bırakan savaşta ülkesi büyük bir yıkıma uğramışken ve bölgesel savaş tehdidinin böylesine arttığı bir dönemde Esad yönetiminin zaten siyasi diyalog kurabildiği Kürtlerle savaşa girişmesini beklemenin en azından bugün için gerçekçi bir senaryo olmadığı ortadadır.
Ancak Türkiye’deki iktidarın da Rojava’ya müdahale konusundaki ısrarının arka planında bölgesel gelişmeler ve bu gelişmelere bağlı olarak Kürt sorununda almak istediği pozisyon bulunuyor.
2013-15 yılları arasında devam eden ‘çözüm süreci’nin çıkmaza girmesinin ve Erdoğan’ın masayı devirmesinin en önemli nedenlerinden biri de “Düştü, düşecek” dediği Kobanê’nin düşmemesi, yani Rojava’daki Kürt özerk yönetiminin ortadan kaldırılamamasıydı. Çünkü Erdoğan iktidarı, Rojava’daki özerk yönetimini ülke içinde Kürtlere kendi çözümünü dayatabilmenin önündeki en önemli engel olarak görüyordu. Bu durumu iktidarın o dönem müzakereden sorumlu Başbakan Yardımcısı Yalçın Akdoğan, “tahayyül” olarak tanımladığı Rojava’daki Kürt özerk yönetiminin “Çözüm sürecinde Kürtleri tatminsiz ve şımarık hale getirdiği” sözleriyle ifade ediyordu.
Bugün İsrail’in ABD-NATO desteğinde Gazze’den başlayıp Lübnan ve Suriye’ye yayılan saldırganlığının daha kapsamlı bir savaşa dönüşüp bölgesel dengeleri değiştirici bir rol oynaması ihtimali az değil. Erdoğan iktidarı bu savaş ve gerilimi, kendi bölgesel pozisyonunu güçlendirmenin ve yayılmacı emellerini gerçekleştirmenin bir fırsatına dönüştürmek istiyor. Ancak bunun için önce kendi ‘zayıf karnı’ olan Kürt sorununu bu politikanın önünde bir engel olmaktan çıkarması gerekiyor. Buradaki ‘özerklik statüsü’nü ülke içinde Kürtlere kendi çözümünü dayatmanın ve onları kendi politikalarına yedeklemenin önünde büyük bir engel olarak gördüğü için de Rojava ile yatıp kalkıyor. Rojava’ya karşı yeni operasyon ve işgal için kah Putin’in kah ABD’nin kapısını çalıyor.
Son günlerde Bahçeli ve Erdoğan’ın açıklamaları üzerinden Kürt sorununun çözümü yönünde bir beklenti yaratmaya çalışan iktidarın bölgede barışa ve ülke içinde demokratik çözüme mesafesini görmek için Rojava’ya yönelik politikalarına bakmak yeter! /././
Almanya Rusya’ya karşı karargah oluyor -Yücel Özdemir-
Nasıl ki, Federal Almanya Cumhuriyeti Soğuk Savaş yıllarında kapitalist emperyalist ülkelerin Sovyetler Birliğine karşı sürdürdükleri mücadelede ön cephede yer aldıysa, bugünkü Almanya da hızla Rusya’ya karşı oluşturulan cephenin merkez ülkesi, ana karargahı olmaya doğru ilerliyor.
Hafta başında Almanya ile Rusya arasında yeni bir gerilime vesile olan Rostock’taki yeni NATO komuta merkezinin açılışı bunun işaretlerden biri. Resmi adı “Commander Task Force Baltic” (CTF Baltic) olan bu yeni komuta merkezi Alman basını tarafından haklı olarak “NATO komuta merkezi” olarak duyuruldu.
Baltık denizinden gelecek “Rus tehlikesine karşı” etkili mücadele ve koordineyi sağlamak üzere kurulan donanma komuta merkezinde Almanya, Danimarka, Estonya, Finlandiya, Fransa, Büyük Britanya, İtalya, Letonya, Litvanya, Hollanda, Polonya ve İsveç askerleri görev yapacak. Rutin durumlarda 60, operasyon durumlarında 240’a kadar askerin yer alacağı komuta merkezinin komutanlığını beş yıl boyunca Almanya üstlenecek. Sonra da Polonya ve İsveç’e devredecek.
Rusya, Kalingrad kentinin Baltık ile sınır olması nedeniyle Baltık Denizi’nde donanma gücü bulundurma hakkına sahip.
12 NATO üyesi Avrupa ülkesinin Almanya liderliğinde kurduğu CTF Baltic’in en tartışmalı yanı ise kurulduğu yer olan Rostock. Burası, eskiden, yani iki Almanya birleşmeden önce Demokratik Almanya Cumhuriyetinin (DDR) bir şehriydi.
Almanya’nın Moskova Büyükelçisi Alexander Graf Lambsdorff’u salı günü Dışişleri Bakanlığına çağıran Rusya, CTF Baltic’in merkezinin Rostock’ta olmasına tepki gösterdi. Gerekçe olarak da eylül 1990'da Federal Almanya Cumhuriyeti ve DDR’nin yanı sıra Sovyetler Birliği, Fransa, İngiltere ve ABD arasında imzalanan “2+4 Anlaşması”nı gösterdi. Anlaşmanın 5. maddesinin 3. bendinde “SSCB silahlı kuvvetlerinin DDR’den çekilmesinden sonra yabancı silahlı kuvvetler, nükleer silahlar ya da bunların taşıyıcıları Almanya’nın bu bölgesinde konuşlandırılmayacak ve nakledilmeyecektir” deniyor.
Yani, eskiden DDR’nin sınırı olan bölgede Alman askerlerinin dışında yabancı askerlerinin konuşlandırılmayacağı “2+4 Anlaşması”nın altına imza atanlar tarafından garanti edilmiş. Koşullar değiştiği için Almanya fiili olarak anlaşmayı ihlal ediyor. Moskova’dan gelen tepkiler üzerinde Rostock’taki donanma merkezinin açılışını yapan Almanya Savunma Bakanı Boris Pistorius, “CTF Baltic yeni bir NATO karargahı değil, NATO birliklerinin konuşlanmadığı ulusal bir karargah. Dolayısıyla 2+4 Antlaşmasının ihlali söz konusu değildir. Almanya NATO ile iş birliği yapıyor ve bu doğal bir durum” dedi.
Karargahın NATO tarafından planlanıp planlanmadığı, Almanya’ya bu konuda açık ya da gizli bir görev verip vermediği artık önemli değil. Çünkü asıl belirleyici olan kurulan merkezde Baltık Denizi’ne sınırı olan ya da olmayan NATO ülkelerinden gelen “yabancı askerlerin” Rostock’ta bulunması. Anlaşmada gerçekten de eskiden DDR olan bölgede yabancı askerlerin konuşlandırılmayacağı yazıyor. Bu nedenle söz konusu olan NATO’dan ziyade yabancı askerlerdir.
Merkezin temel görevi Baltık Denizi’nde Rus donanmasına karşı ortak komutayı koordine etmek. Bunu gizleyen de yok. NATO, daha Ukrayna savaşı çıkmadan, Rusya’yı düşman ilan ettiği için, NATO üyesi ülkelerin bu temelde bir araya gelerek birlikte hareket etmesi de sıradan bir durum olarak yansıtılıyor.
NATO’nun SSCB’nin etki alanları olan Doğu Avrupa’ya genişlemeyeceği de güvence altına alınmıştı. Ancak NATO, zamanla bunu fiili olarak ihlal ederek pek çok Doğu Avrupa ülkesini bünyesine kattı. Aldıklarıyla yetinmeyerek, Ukrayna’yı da bünyesine dahil etmeye çalışınca bugünkü savaşa zemin hazırlandı.
İçinden geçtiğimiz süreçte ‘Soğuk Savaş’tan sonra kurulan yeni nizam her alanda çatırdamaya başladığı için, güçlü olanlar, eskiden imzalanan anlaşmaların kendilerini sınırlandırdığından hareket ederek yollarında devam etmek istiyorlar. Bu elbette gerilim ve büyük savaş tehlikesini arttıracaktır.
CTF Baltic ile Baltık Denizi’nde Rus donanmasına karşı NATO’nun askeri kapasitesini arttıran Almanya, yine bu hafta İngiltere ile de stratejik önemde askeri iş birliğini derinleştirmeyi amaçlayan “Trinity House Anlaşması”nı imzaladı.
Bütün bunlara, Ukrayna savaşıyla “Tabuları yıkacak” şekilde askeri harcamaların arttırılması, dış politikada militarist söylemlerin sıradanlaşması, silah üretim kapasitesini arttırması da eklendiğinde, Avrupa’nın en büyük ekonomisine sahip Almanya’nın aynı zamanda askeri olarak da Rusya’ya karşı en büyük güç olma isteği yolunda ilerlediği görülüyor. Avrupa’nın diğer ülkelerini de peşine takarak, “büyük birader” ABD olmadığı durumlarda askeri olarak Avrupa’ya liderlik yapmanın hesabı içinde olduğunu gösteriyor.
Ekonomideki daralma ve durgunlukla birlikte Almanya’nın askeri olarak daha saldırgan bir dış politika izlemesi kaçınılmaz. Sadece bu hafta içinde olanlara baktığımızda Alman sermayesi ve hükümetinin halkın güvenliğini tehlikeye atacak hamleler yaptığı net. Bu militarist hamlelere karşı, tarihte yaşananların da tecrübesiyle güçlü bir mücadeleye ihtiyaç var.
/././
(Evrensel)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder