İktidarın "Savaş vergisi" barış ve güvenliği sağlar mı?-Yusuf Karadaş-
İktidar, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın “İsrail’in gözünü vatan topraklarımıza diktiği” açıklaması üzerinden yarattığı tehdit algısını halkın sırtına yeni vergiler yıkmak için bir fırsata dönüştürmek istiyor. AKP, yeni vergilerle Savunma Sanayi Destekleme Fonuna (SSDF) 70-80 milyar TL ek gelir sağlamak amacıyla hazırladığı yasa teklifini Meclise sundu. Bu yasa teklifi, alkollü içki ve tütün mamulleri, şans oyunları ve akaryakıt başta olmak üzere daha önce SSDF’ye kaynak aktarmak amacıyla konulan vergilerin yanı sıra araç ve gayrimenkul alım-satımı, noter işlemleri, kredi kartları, dron ve saatlerden alınacak ÖTV’ye kadar birçok yeni verginin getirilmesini amaçlıyor.
NATO, İsrail saldırganlığının en büyük destekçisi ve Türkiye, NATO’nun Ortadoğu’ya açılan kapısı iken Erdoğan’ın “İsrail’in gözünü ülkemize diktiği” açıklamasının arkasında yatan politik hesaplara dair çokça şey söylendi. Yapılan birçok değerlendirmede Erdoğan’ın yarattığı bu yeni tehdit algısı üzerinden muhalefeti etkisizleştirmek; açlık, yoksulluk ve işsizlikle karşı karşıya olan geniş emekçi halk kesimlerinin de tepkisini yatıştırmak istediği vurgulandı. Ama şimdi iktidar, bu tespitlerin de ötesine geçerek tehdit algısını zaten ciddi bir ekonomik darboğazla karşı karşıya olan halkın sırtına yeni vergiler yüklemek için kullanmaya çalışıyor. Bu kadarı da olmaz dedirten bu yeni vergi soygunu akıllara AKP’nin o ünlü sloganını getiriyor: Onlar konuşur, AKP yapar!
AKP Grup Başkanı Abdullah Güler, SSDF’ye aktarılmak gerekçesiyle yeni vergiler getiren yasa teklifini “Coğrafyamızdaki sıcak gelişmeler karşısında savunma sanayimizi daha güçlü hale getirmek”le açıklayarak Erdoğan’ın İsrail tehdidi açıklamasını tekrarlıyor. Devamında ise “Sınırımızda terör koridoru kurma çabaları bitmiş değil” diyerek bu tehdit algısına Kürt sorununu da eklemeyi unutmuyor.
Halkın tepkisi sonrasında alınan “yasak” kararına rağmen İsrail ile ticaret başka biçimler altında sürdürülüp Doğu Akdeniz’de İsrail’e yönelmesi muhtemel tehditlere karşı ABD ile ortak deniz tatbikatı yapan Erdoğan iktidarının İsrail tehdidinden söz etmesi büyük bir aldatmacadan başka bir şey değil. Zaten Mecliste yapılan “kapalı oturum” sonrasında CHP Lideri Özgür Özel de iktidarın bu tehdide dair somut hiçbir şey söylemediğini belirtmişti. İsrail Cumhurbaşkanı Herzog da Erdoğan’a cevaben yaptığı açıklamada “Türkiye’ye yönelik herhangi bir planlarının olmadığını” açıklamıştı.
Ama AKP Grup Başkanı Güler’in açıklaması üzerinden burada Kürt sorunu için ayrı bir parantez açmak gerekiyor. Yarısından fazlası AKP-Erdoğan iktidarı döneminde olmak üzere bu ülke son 40 yılda Kürt sorunu konusunda uygulanan politikaların bedelini çok ağır biçimde ödüyor. Genelkurmay tarafından “Düşük yoğunluklu savaş” olarak tanımlanan Kürt sorunu kaynaklı çatışmalarda yaklaşık 50 bin kişi yaşamını yitirdi ve yüz milyarlarca dolarlık kaynak harcandı. Cumhurbaşkanı Erdoğan daha 2013’te bu savaş politikaları için harcanan paranın 300 milyar dolar olduğunu söylemişti. Bazı araştırmalar bu rakamın çok daha fazla olduğunu ortaya koyuyor.
Peki, sonuç?
Bugün Irak ve Suriye’de askeri operasyonlar peşinde koşup buralarda yeni askeri üsler kuran iktidar, “çözüm” adına harcanan milyar dolarlara yenilerini ekliyor. Üstelik bu politika çözümsüzlüğü derinleştirip Türkiye’yi daha geniş bir coğrafyada sorunun muhatabı haline getiriyor ve emperyalistlerin de bu sorunu kullanmasına alan açıyor.
İktidar, Türk halkını milliyetçi politikalar üzerinden yedeklemek için bu politikayı bir “beka” meselesi gibi gösteriyor. Oysa bu politikanın arka planında Türk burjuvazisinin Kürt coğrafyasındaki kaynakları, başka bir deyişle Kürdistan pazarı üzerindeki egemenliğini paylaşmak istememesi ve bu sorunu bölgedeki yayılmacı emellerinin bir aracı olarak kullanması gerçeği yatıyor.
Kürt sorununun eşit haklar temelinde demokratik barışçıl çözümü mümkünken egemenlerin ısrarla uyguladığı bu politikanın faturasını daha fazla ölüm ve daha fazla yoksulluk olarak Türk ve Kürt halkları ödüyor.
Burada bazı muhalefet partilerinin bu yeni yasa teklifine itirazlarının “Oluşacak kaynağın nerede kullanılacağı” ile sınırlı olmasına da değinmek gerekiyor. Çünkü bu yönlü itirazlarda bulunanlar sanki oluşacak kaynak SSDF’ye kullanılsa ortada bir sorun yokmuş ya da olmayacakmış gibi yaklaşım ortaya koyuyor.
Savunma Sanayi Müsteşarlığı ve ona bağlı Savunma Sanayi Destekleme Fonu, Türkiye’nin neoliberal kapitalist sisteme entegre edilmesi amacıyla gerçekleştirilen 12 Eylül 1980 darbesinin ardından 1985’te kurulmuştu. Amaç, “Savunma sanayisinin geliştirilmesi ve Türk Silahlı Kuvvetlerinin modernizasyonunun sağlanması”, yani Türkiye’nin NATO içindeki yükümlülüklerini daha iyi yapabilir hale gelmesiydi.
Bu fonda biriken kaynaklar üzerinden 1988-1999 yılları arasında Türkiye’nin askeri harcamaları (Savunma-silah sanayii alanında yapılan yatırımların ve silah ithalatı) 4.3 kat artmıştı ki, bu hızlı artışın temel motivasyonu Kürt sorununu savaş ve şiddet yöntemleriyle çözme politikasıydı.
Ancak Türkiye’nin askeri yatırım ve harcamalarında asıl dönüşüm 2016’daki darbe girişimi sonrasında Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’ne (başkanlık/tek adam rejimine) geçişi sonrasında yaşandı. Bu dönemde Savunma Sanayi Müsteşarlığı, Savunma Sanayi Başkanlığına dönüştürüldü ve Erdoğan’a bağlandı. O günden bugüne Erdoğan askeri sanayi alanındaki hızlı büyüme ve “yerli ve milli silahlar” ile övünüyor.
Öte yandan Rusya’dan S-400 hava savunma sisteminin alınması sonrasında yaşananlar, NATO üyesi Türkiye’nin askeri-savunma sanayi alanında hangi güçlere ve nasıl bağımlı olduğunu ortaya koyuyordu. Türkiye’nin karşı karşıya olduğu tehditler gerekçe gösterilerek ve iki buçuk milyar dolar harcanarak Rusya’dan alınan S-400’ler, ABD ve NATO yaptırımları nedeniyle 2019’dan beri hangarlarda bekletiliyor. Üstelik ABD, bu nedenle Türkiye’yi F-35 yeni nesil savaş uçakları projesinden çıkarıp CAATSA yaptırımlarına da dahil etmişti. Bu nedenle Erdoğan iktidarı şimdi bu S-400’lerden kurtulmanın yollarını arıyor.
Demek ki, “Savunma sanayisini güçlendirme” adına uygulanan politikalar, bir yandan Kürt sorunu ve öte yandan Suriye ve Irak’tan Libya’ya kadarki yayılmacı emeller nedeniyle Türkiye’yi yeni tehditlerle karşı karşıya bırakmakla kalmıyor, ABD emperyalizmine ve NATO’ya bağımlığını da arttırıyor.
Üstelik Erdoğan iktidarı da bugün NATO’nun koyduğu üye ülkelerin gayrisafi yurt içi hasılasının (GSYH) en az yüzde 2’sini savunma-silah harcamaları için kullanması kuralını uygulayan ülkelerden biri olmakla övünüyor.
Ama aynı iktidar, açlık sınırının bile yarısına yakın bir maaşla geçinmeye çalışan emeklilere zam konusu açılınca “mali disiplin”den söz ediyor, emeklilere yapılan son zammın 30 milyar liraya mal olduğu üzerinden gürültü koparıyor. Şimdi de SSDF’ye aktarılmak üzere emeklilere yapılan bu zammın iki buçuk-üç katı kadar ek vergi istiyor.
Sonuç ortadadır: Yeni tehdit algısı üzerinden zaten ciddi bir geçim sıkıntısı içindeki emekçilere “Savunma sanayiyi güçlendirme” adı altında yeni vergiler yüklemek isteyen iktidar, uyguladığı savaşçı-yayılmacı politikalarla ülke halklarının karşı karşıya kaldığı tehdidin asıl kaynağı konumunda bulunuyor.
Bu nedenle gündeme getirilen yeni vergiler ülkenin güvenliğinin sağlanmasına değil ama iktidarın kader birliği yaptığı silah tekellerinin kârlarının katlanmasına hizmet edecektir. Buna karşı ülkede yaşayan halkların kendi gelecekleri için yapabilecekleri en büyük yatırım; Kürt sorununun demokratik çözümü ve bölgede cihatçı çetelerle birlikte sürdürülen yayılmacı emellere karşı barış için mücadeleyi büyütmek olacaktır. /././
Barışa kapı açmak mı, süreci yönetmek mi?-Fatih Polat-
“Önce 'demokratik açılım' dedik olmadı. 'Milli birlik ve kardeşlik' dedik olmadı. En sonunda 'çözüm süreci' dedik yine istismar edildi, yine olmadı. Artık bunların hepsi bir kenara. Çözüm sürecini de ne dedik 'buzdolabına koyduk'. Şimdi operasyonlar dönemi. Ne olacak bu operasyonlar döneminde? Bu iş bitecek."
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın sekiz yıl önceki bu açıklamasının ardından, MHP Genel Başkanı Bahçeli’nin, Meclisin açılışında DEM Parti eş genel başkanları ile tokalaşıp, “Yeni bir döneme giriyoruz, Dünyada barışı isterken kendi ülkemizde barışı sağlamak lazım” ifadelerini kullandığı, Erdoğan’ın da bu çıkışın bir Cumhur İttifakı politikası olduğunu teyit ettiği bir süreçteyiz. Erdoğan’ın, önceki gün uçakta gazetecilere yaptığı açıklamalar da aynı minvaldeydi: “Biz sayın Bahçeli'nin ortaya koyduğu tavrı ülkemizin demokrasi mücadelesi için olumlu ve anlamlı buluyoruz. Türkiye’de terör yöntemleri ile bir yere varılamayacağı çok nettir. Bölgemizdeki gelişmelere bakıldığında, ülkemizdeki huzur ve barış iklimini tahkim etmek herkes için en hayırlısıdır.”
Bahçeli ve Erdoğan’ın üslupları, HDP’nin tutuklu eski eş genel başkanları, belediye başkanları ve çok sayıda siyasetçiye uygulanan muameleden, süren operasyonlara kadar tüm baskı pratiklerinin arkasında duran bir tonda. DEM Parti’ye de “Terörle arana mesafe koy” deniliyor.
‘Çözüm süreci’ denilen süreç, Erdoğan’ın, “Geçmişte yapılan hataları yok saymak büyük devletlere asla yakışmaz. Büyük devlet, güçlü devlet kendisi ile yüzleşerek, hatalarını ve günahlarını masaya yatırarak geleceğe yürüme güvenine sahip millet ve devlettir” sözleriyle başlamıştı.
Bu yönüyle, “Yeni bir çözüm süreci başladı” diyebilmenin henüz uzağındayız. Ancak, nereye varacağı bir dizi değişkene bağlı olsa da, Cumhur İttifakının yeni bir pozisyon aldığı yadsınamaz. DEM Parti yöneticileri de, söylenenlere kıymet verdiklerini belirtmekle birlikte somut adım ihtiyacına vurgu yaptılar.
Bu çıkışın zamanlaması bakımından, içeriye ve dışarıya dair iki temel eksenin altını çizebiliriz. İçeriye ilişkin kısmına dair, Bahçeli aksini iddia etse de, yeni anayasa sürecinde destek ihtiyacı duymaları bu adımın bir yerinde duruyor olmalıdır. Yine, Cumhur İttifakını oyun kurucu rolüyle güçlendirip, muhalefet saflarını zayıflatma stratejisi devam ediyor.
Dışarıyla ilgili kısmı bakımından ise, Mümtaz’er Türköne’nin vurguları dikkat çekiciydi: “İran başta olmak üzere bölgenin bütün önemli aktörleri oyundan düştü. Hesaplar doğru yapılıyor. Türkiye, ayakta kalan diğer aktör Mısır’la ilişkilerini tam zamanında düzeltti. Şimdi krizden doğan fırsatları, sonbahar meyveleri gibi toplayacak. Bu yorum, Gazze’de dökülen on binlerce masumun kanı kurumamışken size çok zalimce gelebilir. Garipsemeyin. Yüksek strateji insan hayatını dikkate almaz. Devlet dediğimiz, damarlarında buz gibi soğuk kanın dolaştığı ejderhadan bahsediyoruz. Kısaca altüst olan dengelerden sonra Türkiye mevzi kazanmak için boşluk dolduracak. Vites büyütürken onu yere çivileyen Kürt sorununu da yönetmek zorunda. Çözüm sürecini başlatmak, çok yönlü bölgesel stratejinin önemli ayaklarından ve doğru zamanda doğru hamlelerden biri olacak.”
Bu vurguların İran’la ilgili kısmı abartılı olsa da, devlet aklını ve Cumhur İttifakını harekete geçiren bölgesel gerekçelerin aşağı yukarı Türköne’nin zikrettiği minvalde olduğu görülüyor. Değişen bölgesel dengeler içinde Kürt dinamiğini, daha güçlü başta ittifakların çekim alanında durarak sorun olma halinden çıkararak kontrol altına alma isteği temel motivasyon olarak gözüküyor.
Bu konuda, Cuma Çiçek’in, sürecin sunduğu imkanları anlamaya çalışmak ve ona uygun taktikler üretebilmek üzerine kurulu soğukkanlı yazısı gerçekçiydi.
CHP’ye yakın bazı isimlerin, ‘AKP-MHP-DEM ittifakı kuruluyor’ iddiasına varacak kadar yüzeysel değerlendirmeleri ise süreci kavramaktan uzaktır.
Konunun çok fazla boyutu var. Bu, giriş yazısı olsun.
/././
Biden Almanya ziyaretini sınırladı, Ukrayna’da savaş devam edecek -Yücel Özdemir-
Biden ertelediği Almanya ziyaretini sınırlı bir şekilde gerçekleştirecek. Ukrayna’nın ziyaretten beklentileri karşılanmadı. Zelenskiy yönetimi savaşın halkın sırtındaki ekonomik yükünü ağırlaştırdı.
ABD Başkanı Joe Biden’ın 10 Ekim’de başlayacağı Almanya ziyaretine ve Rammstein’daki ABD askeri üssünde 50 ülkenin lideriyle yapmayı planladığı “Ukrayna Destek Grubu” toplantısına önemli bir rol biçilmişti. Ancak Biden ülkesindeki doğal afetleri gerekçe göstererek ziyaretini son anda iptal etti ve beklentiler yerine gelmedi.
Biden’ın iptal ettiği Almanya ziyaretini 18 Ekim’de gerçekleştireceği açıklandı. Alman basınının, hükümete yakın kaynaklara dayandırarak verdiği haberlere göre, ziyaretin kapsamı oldukça sınırlandırılmış durumda. Buna göre Rammstein’deki Ukrayna toplantısı da yapılmayacak.
Cuma günü Berlin’e gelmesi beklenen Biden, Almanya Cumhurbaşkanı Frank-Walter Steinmeier ve Başbakan Olaf Scholz ile görüşme yapacak.
Ziyaret kapsamında Steinmeier’in Biden’a Alman-Amerikan dostluğuna yaptığı hizmetlerden ötürü Federal Almanya Cumhuriyeti Liyakat Nişanı’nın özel seviyesi olan Büyük Haç’ı vermesi planlanıyor. Biden’ın aynı gün Almanya’dan ayrılması bekleniyor. Bu kısa ziyaretin özellikle Ukrayna savaşında bir değişikliğe yol açması beklenmiyor. Biden’ın diğer ülkelerin liderleriyle bir araya gelip Ukrayna konusunu gündem yapmaması da bunun işareti olarak değerlendiriliyor.
ZELENSKİY’NİN DERDİ DAHA FAZLA SİLAH
Biden geçtiğimiz hafta ziyaretini iptal ettikten sonra Ukrayna Devlet Başkanı Volodimir Zelenskiy, Diyalog Grubu’nda sunmayı planladığı “Zafer Planı”nı Londra, Paris, Berlin ve Vatikan’ı ziyaret ederek liderlere sundu.
Zelenskiy görüştüğü Batılı destekçilerine modern savunma teknolojilerini ülkesinin kullanımına sunmaları çağrısında bulundu. Rusya’nın içeriden vurularak müzakere masasına oturtulması propagandasını yapmaya devam ediyor. Zelenskiy, cumartesi günü yayımladığı günlük video mesajında, Ukrayna’nın Batı’da olmayan üretim kapasitelerine sahip olduğunu söyledi. Hedefi ülkenin batısında askeri üretimi artırmak. Zelenskiy, mesajında Fransa ile insansız hava aracı üretmek konusunda olumlu görüşme yaptığını açıkladı.
UKRAYNA’DA SAVAŞMAK İSTEMEYENLERİN SAYISI ARTIYOR
Zelenskiy daha fazla silah temin etmenin çabasını verirken cepheden ise olumsuz haberler geliyor. Rusya Donbass bölgesinde ilerlemeye ve yeni mevziler kazanmaya devam ederken, Ukrayna’nın ele geçirdiği Kursk bölgesinde Rusya’nın harekete geçmeye başladığı ifade ediliyor.
Ağırlaşan koşullar ve kışın da yaklaşmasıyla Ukrayna ordusunda firar edenlerin sayısı da hızla artıyor. 2022’de Ukrayna’da cepheye hiç gitmeyen veya cepheden kaçan yaklaşık 9 bin kişiye karşı dava açılmıştı. Bu rakam 2023 ‘de 24 bine, bu yıl ise yıl sonuna gelinmeden 51 bine çıktı. Bu savaşmak istemeyenlerin sayısının sürekli arttığını gösteriyor. Cepheye gönderecek asker sayısında zorluk çeken hükümet askere alma yaşını daha da düşürmeyi planlıyor.
SAVAŞ VERGİSİ YÜZDE 1,5’TEN YÜZDE 5’E ÇIKARILDI
Bu arada savaşın faturası her türlü Ukrayna halkının sırtına yıkılmış durumda. Ukrayna Parlamentosu geçtiğimiz perşembe günü savaşın başlamasından hemen sonra gelir vergisinden alınmaya başlanan yüzde 1,5’lik “askeri harcama” vergisini yüzde 5’e çıkardı. Buna ek olarak, banka kartları üzerinden alınan vergiler geriye dönük olarak yüzde 25’ten yüzde 50’ye yükseltilecek. Diğer finans kuruluşları için ise vergiler yüzde 18’den yüzde 25’e çıkarılacak. Bu vergilerle toplam 12 milyar dolarlık bir savaş gelirinin elde edilmesi planlanıyor.
Özellikle vergilerdeki artışın halk arasında önemli rahatsızlıklara yol açtığı ifade ediliyor. “German Foreing Policy”e göre, Zelenskiy’nin partisinden Milletvekili Oleksiy Movchan halkın tepkisi için, "Nefret edileceğiz ama başka seçeneğimiz yok" ifadesini kullandı.
Gelişmeler, Biden’ın Berlin’e yapacağı ziyaret öncesinde Batı cephesinde Ukrayna savaşının bitirilmesine dair yeni bir adımın olmadığını gösteriyor. Ukrayna içinde ise yaklaşan soğuk kış aylarının da etkisiyle halk arasında ve ordu içinde Zelenskiy’nin ısrarla sürdürmek istediği savaşa karşı tepki önceki dönemlere göre yükseliyor.
/././
Kapadokya'da balon turizminin görünmeyen yüzü ve balon emekçileri -Özer Akdemir-
UNESCO’nun Türkiye’deki Dünya Kültür Miras Listesinde yer alan yörelerinden Kapadokya’da, özellikle Göreme Vadisi’nde güneş henüz doğmadan onlarca balon gökyüzüne havalanır. Her biri sepetine 25-35 kişiyi bindirerek havalanan balonlardakiler Erciyes Dağı tarafından doğacak güneşi görmek için sabahın alacakaranlığında yola düşerler. Balona binenlerin çoğunluğu Kapadokya ve çevresindeki otellerde konaklayan dünyanın değişik ülkelerinden gelen turistlerdir. İçlerinde Türkiye vatandaşı çok azdır çünkü Türkiye’de bu balonlara binmek demek bir emekli aylığını balon şirketlerine ödemek anlamına gelir. Her gün değişmekle birlikte 350-400 avroya ulaşabiliyor balona biniş ücretleri.
Yine de Türkiye vatandaşları balonların gökyüzünde bir renk cümbüşü olarak süzülmesini seyretmek için araçlarıyla akın akın balonları izleyebilecekleri vadilere gelirler. Sabahın köründe, çoğunlukla özel araçlarıyla ya da kaldıkları otellerin ayarladığı otobüs, minibüs seferleriyle yollara düşerler. Gökyüzünde onlarca balon, aşağıda onları izlemek için gelenlerin içine doluştuğu yüzlerce otomobil, otobüs, minibüs, ATV; Göreme, Ortahisar, Avanos arasındaki toprak yollara henüz gün doğmadan doluşurlar. Büyük kentlerin sabah-akşam trafiğine benzeyen bir trafik oluşur bu vadilerin içindeki toprak yollarda. Bu kadar araç-insan trafiğinin yol açtığı toz, gürültü, keşmekeşlik kaplar her yanı. Güneş doğup, balonlar birer ikişer vadilere inene kadar, özellikle şimdi “aşk vadisi” adı verilen Bağlıtepe, balonları izlemek için gelenlerle dolar taşar. Son balonlar inip sadece uzakta, Avanos’a doğru Boz Tepe’nin üzerinde eğitim uçuşu yapan birkaç balon kaldığında siğim siğim gökyüzüne yükselen tozlar da yere iner. Etrafta tek tük kalan üzüm asmalarının, ceviz, kayısı, elma ağaçlarının yapraklarına çöker. Hâlâ vadinin derinliklerinde ya da binlerce insanın dolup taştığı Bağlıdere’nin bir köşesinde kalmış bostanlardaki domateslerin, kavunların üstüne siner. Kapadokya’nın kadim canlılarının sesleri bu saatten sonra duyulmaya başlar. Bülbüllerin, tarla kuşlarının, serçelerin ötüşleri, peribacalarına gölgesi vuran kızıl şahinler, vadilerin içlerinden gelen kişneme sesleri ile Kapadokya yeniden “Güzel atlar ülkesi” olur... Gerçek Kapadokya budur...
Tüm bu balon hengamesi içinde en az göze çarpanlar balonları uçuş öncesi hazırlayan, onları uçuran ve indikten sonraki işlerini yapan balon emekçileridir. Onlardan birisi ile bir günlerini, çalışma koşullarını, şartlarını ve sıkıntılarını konuştuk. Adını ve onun tanınmasına yol açacak diğer bilgileri gizleyerek sizlere aktaracağım bu görüşmemizi. Çünkü “Eğer sizinle konuştuğumu öğrenirlerse beni hemen işten atarlar” dedi. Ne sendika, ne onları koruyacak bir iş hukuku ne de başka bir güvenceleri var. Tam da bu nedenlerle zor koşullarda, asgari ücreti bile bulmayan ücretlerle çalışıyor balon emekçileri...
HİÇ BALONA BİNEMEYEN BALON İŞÇİLERİ
Görüştüğüm balon işçisi yıllardır bu sektörde çalışan birisi ancak hiç balona binmemiş. Çikolatanın ham maddesi olan kakaoyu üreten ama çikolata tadını bilmeyen Afrikalı işçiler geldi aklıma böyle söyleyince. Yine de sepette boş yer kaldığında bazen işçileri de aldıkları oluyormuş balona. Günde sadece 2.5 saat çalıştıklarını, bu anlamda bakıldığında işin çok kolaymış gibi göründüğünü söylüyor ama geçinebilmek için günün kalan kısmında da çalışmak durumunda kaldıklarını aktarıyor. Açlık sınırının bile epey altında kalan asgari ücretle geçinmek, özellikle Kapadokya gibi turistik, pahalı bir yerde pek mümkün değil. Buna karşın balon şirketlerinin, bütün giderlerini (işçi, araç, vergi vs.) bir, bilemedin iki günde çıkardığını söylüyor balon işçisi.
UÇUŞ HAZIRLIKLARI
Şu sözlerle anlatıyor yaptığı işi ve çalışma koşullarını; “Sabaha karşı başlarız güne. Yazın en erken saat 02.30’da orada oluyoruz. Hazırlığımızı yapıyoruz, tüplere azot basıyoruz, bir bardak çay-kahve ile kahvaltı arasında işleri halledip araziye çıkıyoruz. Sabah ezanı gibi balonlar açılır, sepet yere indirilir. Sonra yan yatırılır, çelik telleri sepete bağlanır. Fan yardımıyla şişirilir. Pilot ateşliyerek uçar hale getirir. Balon inince toplar, araçla ofise geçer, tüpleri gazla doldururuz. Varsa mıntıka temizliği yapılır, sonra herkes evine gider. Dört ya da beş saat sürüyor toplam iş. Bazı firmalar çalışanlarına kıyafet, ayakkabı vs. gibi ihtiyaçlarını alıyorlar, ama bazıları ise bunlara hiç yanaşmıyorlar. Kışın birçok firma elamanına sahip çıkmıyor, bahara kadar yarı maaşa indirenler var ancak çoğunlukla işten çıkarılıp baharda tekrar alınıyoruz.”
Hava koşullarının balonların uçuşu için belirleyici olduğunu anlatıyor; “Önceleri, balonların kalkışları için rüzgar ölçümü falan yapılmazdı. Çok nadir şartlarda balon iptal ediliyordu. Birkaç talihsiz kazadan sonra 10 km rüzgar hızı sınır olarak belirlendi. Üstü oldu mu uçuşlar iptal oluyor ancak arada bu kural da hiçe sayılıyor. Para insan sağlığından daha önemli ne de olsa!”
BALON ARABAYA ÇARPTI DİYE TÜM EKİBİ İŞTEN ÇIKARDILAR
Yaptıkları işi “Basit ama tehlikeli ve son derece dikkat gerektiren bir iş” olarak tanımlıyor. Tam o günlerde haberlere de yansıyan bir kazayı anlatıyor; “Balon iniş sırasında bir arabaya çarptı. O balonun ekibini işten çıkarmışlar, tutamadınız balonu diye. Halbuki pilotları ‘İniyorum’ demiş. Başka ekip de yardıma geliyor ancak o hızda, rüzgar olunca sepeti arabaya çarpmaktan kurtaramıyorlar. Fatura ekibe kesilmiş. Sendika şart, hakkımızı savunacak birilerinin olması şart kesinlikle!"
"TÜRKİYE VATANDAŞI ANCAK BAKMAYA GELİYOR"
Bilet fiyatlarının bazen karaborsaya düştüğünü söylüyor balon işçisi. Talebin yoğun olduğu zamanlarda biletler 400 avroya ulaşabiliyormuş. Bizim kendisiyle konuştuğumuz dönemde de bilet fiyatları 350 avro kadardı. “Türk vatandaşının binmesi mümkün değil, zaten çok nadir görüyoruz. Ancak bakmaya geliyorlar. Çoğunlukla Hintli ve Uzakdoğulu, Çinliler var balona binenler arasında. Ona keza İspanyol, Latin Amerikalılar da var. Her gün üç yüzün üzerinde balon havalanıyor. Tabii alınan paralara da bakınca çok ciddi miktarda döviz akıyor ülkeye. Binlerce kişi ekmek yiyor. Ayrıca balon işçiliği binlerce kişinin ikinci işi!” diye anlatıyor.
"BÜLBÜL SESİNİ TİLKİ SESİNİ DUYMAZ OLDUK"
İşin bir başka boyutu ise balonların kalkışı ve uçuşu sırasında yaşanan yoğunluk, keşmekeşlik, kaos ortamı... Şöyle anlatıyor gördüklerini; “Bülbülün ötüşünü, tilkiyi, tavşanı görmez, duymaz olduk. Kaçamayıp, ortaya çıkan da eziliyor zaten. Ben görmedim ama sepetin peribacasına çarptığı, şapkasını düşürdüğü kazalar da oldu. Tabii bir şekilde kapatılıyor bunlar.”
Kapodokya’da balon turizmi son yıllarda en kazançlı turizm kapısı olma yolunda. Birkaç saatlik hazırlık ve yarım saat-kırk dakikalık uçuş için çok ciddi ücretler alınıyor. Öte yandan genellikle turistlerin binebildiği balon uçuşları ve onları izlemeye gelen çoğunluğu Türkiye vatandaşlarının yol açtığı trafik, gürültü, toz, kaos ve kazalar Kapadokya’nın o eşsiz doğasına, 23 milyon yılı bulan peribacalarına, canlı yaşamına büyük zararlar da veriyor. Keza balon uçuşunda çalışan işçilerin de çok ciddi sorunları var.
Bölgede görüştüğümüz kişiler tüm bu sorunların çözümünün, Kapadokya'nın korunmasının öncelikli olarak burasını bir ticarethane gibi görme anlayışından vazgeçmekle mümkün olacağını söylüyorlar.
(Evrensel)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder