7 Ekim 2024 Pazartesi

soL "KÖŞEBAŞI" -7 Ekim 2024-

Küba ulusunun güncel sorunları karşısında bilim -Agustín Lage Dávila-

"Sosyalist devlet girişimini güçlendirme hedefi, yalnızca anlayış ve siyasi irade değil, aynı zamanda bilimsel düşünce ve yenilikçilik de gerektirir."

Küba ulusu ne etnik bir grup, ne özgün bir din, ne bir dil topluluğu, ne de bir işgal bölgesi değildir. Bugüne tarihsel belirlenimci süreçler (yasalar) ya da konjonktürle ulaşmadık. Bizler 200 yılı aşkın bir süredir fedakarlık, kahramanlık ve düşünceyle inşa edilmiş, egemenlik ve toplumsal adalet amacıyla birleşmiş bir ulusuz. Kültür, bilgiye ve bilgiyi (bilimi) oluşturabilme kapasitesine ulaşma 200 yılı aşkın bir süredir Küba ulusunun köklerinde yer almaktadır ve bu Félix Varela, José Martí ve Fidel Castro'nun düşüncelerinde sentezlenmiştir.

Bu tarihsel inşa, her zaman saldırılara ve güçlüklere karşı koymak zorunda kalmıştır. Küba ulusu tasarısı ve etik kökleri aynı olsa da tehditler ve zorluklar her an değişmiştir. Bilim alanında çalışan bizlerin, çabalarımızı günün büyük görevleriyle etkin bir şekilde uyumlu hale getirebilmemiz için bunları iyice anlamamız gerekir. Bunların bilim alanının ötesine geçtikleri doğrudur ama aynı zamanda bilimin, teknolojinin ve yeniliğin büyük bir bileşenini içerdikleri de doğrudur.

Bugün bizler çözülmesi gereken altı büyük zorlukla karşı karşıyayız:

  • Ekonomik ve endüstriyel zorluklar
  • Gıdayla ilgili zorluklar
  • Enerjiyle ilgili zorluklar
  • Demografi ve sağlıkla ilgili zorluklar
  • Kültür ve değerlerle ilgili zorluklar
  • Bilim, teknoloji ve inovasyon yönetimi

Bu kısa editör yazısında bunları derinlemesine tartışacak kadar yerimiz yok, ancak belki, okuyucunun, 2023 Küba Bilimler Akademisi Ödülüne layık görülen muazzam çeşitlilikteki projelerin, yapılması gerekenlerle nasıl bağlantılı olduğunu anlamasına yardımcı olabilecek bazı özellik ve eğilimlerinin altını çizebiliriz. 

Ekonomik ve endüstriyel zorluklar 

Dünya ekonomisi son yıllarda çok değişti; artık çok daha küresel (birbirine bağlı ekonomi) ve çok daha teknolojik (bilgi ekonomisi). Küba ekonomisinin “büyümesi” gerekiyor. Tasarruf etmek, verimli olmak ve iyi bir paylaşım yapmak yeterli değil. Küba’nın ihracatta ve küresel değer zincirlerine eklemlenmede ekonomik döngülerini tamamlayabilecek mal ve hizmetlerin üretiminde “büyüme”si gerekiyor. Bu aynı zamanda bilim, teknoloji ve inovasyon içeriği yüksek mal ve hizmetler anlamına geliyor. Bir ekonominin büyümesi (Y), yatırımlarla yaratılan sermayenin (K) ve işgücü miktarının (L), teknolojik değişimi temsil eden bir faktörle (F) çarpımının bir fonksiyonudur. Ekonomistler bu ilişkiyi Solow modeli olarak, (Y = F [K, L]) şeklinde bilirler. Bizim çok fazla yatırımımız yok ve işgücümüz bugün demografik bir baskı altında. Yaptığımız işin teknolojik yoğunluğu, denklemin içine taşıyabileceğimiz bir faktör. Bilim insanları ve teknoloji uzmanlarına düşen görev işte tam da bununla ilgilidir: Dördüncü sanayi devrimi (Endüstri 4.0) teknolojilerini kullanarak sanayileşmeyi ve bununla birlikte bilgi ve iletişimin yoğun kullanımını içeren bir görev. Bu yeni bir sanayileşme de demektir.

Gıdayla ilgili zorluklar

İhtiyaç duyduğumuz verimli büyüme kapsamında gıda üretimi, sadece önemli değil aynı zamanda acil bir görevdir. Ulusal egemenliğin bir parçasıdır. Gıda üretimindeki büyümenin, az sayıdaki kırsal işgücüyle, verimsiz topraklarla ve iklim değişikliğinin baskısı altında sağlanması gerekiyor. Bir kez daha elimizdeki teknolojiyi harekete geçirmek bizim elimizde. Ancak teknolojiyi sadece doğa bilimlerine ilişkin değil, aynı zamanda gıda üretim ve bölüşüm sisteminin toplumsal bileşenlerine de yanıt veren bir teknoloji olarak anlamak gerekiyor. Sadece hevesle ilerleme kaydedemeyiz, bizim yeni bilgilere de ihtiyacımız var. Bu da bilim insanları ve teknoloji uzmanları için bir başka görev demek oluyor.

Enerjiyle ilgili zorluklar

Dünyada sanayi ve ticareti yönlendiren şey enerjidir ve enerji yoksulluğu yalnızca Küba'nın değil, güney ülkelerinin de en önemli krizlerdendir. Dünya nüfusunun yüzde 80'inin yaşadığı sözde üçüncü dünya ülkeleri, enerjinin yalnızca yüzde 25'ini tüketiyor. Bunu zaten biliyorduk ama burada yeni sorunlar da var. 20. yüzyıl tarihinde ekonomik büyüme, fosil yakıt tüketimindeki artışla ilişkilendirilmiştir. Dünyada temel enerji tüketiminin yüzde 86'sı fosil yakıt kaynaklıdır. Güney'in ertelenmiş sanayileşmesi bu gidişatı tekrarlayamaz. Ancak bugün artık biliyoruz ki yenilenebilir enerjiler, Güney'in ekonomik kalkınmasının taleplerini karşılayacak kapasiteye sahip değildir. Bu sorun sadece teknoloji transferini değil, aynı zamanda enerji üretimi ve depolanmasında “yıkıcı” yenilikleri de gerektiriyor ki bu da ancak bilimsel araştırmalarla mümkün olabilir. Bilim insanları ve teknoloji uzmanları için bir başka görev daha…

Demografi ve sağlıkla ilgili zorluklar

Sosyal bilimlerinin rolünün belirleyici olduğu 21. Yüzyılda, Küba'nın kendine özgü koşullarında demografi ve sağlıkla ilgili zorluklar, sorunların nedenlerini ortaya çıkarma çabalarından başlayarak, her süreçte düşünce ve yenilik gerektiriyor. Küba'daki demografik değişim tersine dönmüş bir piramide (yaşlı insan sayısının gençlerden daha fazla sayıda olmasına) yol açmaktadır ve bunun önemli ve çeşitli sonuçları vardır. Bunlardan biri, tam da dünyada ilaç ve tıbbi bakım maliyetlerinin piyasa koşullarının baskısı altında yükseldiği bir dönemde, daha karmaşık ve daha uzun süreli tedaviler gerektiren bulaşıcı olmayan kronik hastalıkların (kanser, kardiyovasküler ve nörolojik hastalıklar, diyabet vb.) yaygınlaşması nedeniyle ortaya çıkan hastalık ve ölüm oranlarında meydana gelen değişikliktir. Bu değişim, bugünkü boyutuyla aynı zamanda yenidir. Bulaşıcı hastalıklar ve bebek ölümleri ile başarılı bir şekilde başa çıkmayı öğrendik, ancak şimdi yaşlanan bir nüfusta kronik hastalıkların artışına yanıt vermek için halk sağlığı ve sağlıkla ilgili endüstrilerde yeni stratejilere ihtiyacımız olacak. Bu hastalıklar büyük ölçüde yaşam tarzlarına bağlıdır ve yalnızca biyolojik bilimlere indirgenerek ele alınamazlar: Bunlar, sosyal bilimlerin katılımının artmasını gerektirmektedir. Burada da bilim, teknoloji ve inovasyon gerektiren, kendimize ait yollar inşa etmemiz gerekiyor. 

Kültür ve değerlere ilişkin zorluklar

Kültür ve değerlere yönelik tehdit yukarıda bahsedilen tüm sorunlarla kesişmekte ve onları daha da karmaşık hale getirmektedir. Bunlar; ne (Che'nin söylediği gibi) kapitalizmin körelmiş silahları, ne de dezenformasyon endüstrilerinin ve (oldukça anti-sosyal) sözde sosyal ağların bizi sürüklediği bayağılık, yalan haber, tarihsel çarpıtma tsunamileri, pasif bir naiflikle göğüslenemez. İlkel refleksleri ve bireyciliği kutsayan (kendiliğinden ve tasarlanmış) bu deformasyonlara meydan okuma görevinin, dünyayla çeşitlenerek artan ekonomik, siyasi, medyatik ve kültürel ilişkiler bağlamında üstlenilmesi gerekecektir ki bu da zenginleştirici olduğu kadar zorlayıcı olabilir. Tıpkı fosil yakıtlar ve sanayide olduğu gibi, 20. yüzyıl modelleri 21. yüzyılın zorlukları için artık yeterli değildir. Bu zorluklar o kadar hızlı büyümüştür ki, nasıl üstesinden gelineceği konusunda geçerli tarihsel referanslar bulmak artık mümkün değildir. Sosyal bilimcilerimiz, eğitimcilerimiz ve iletişimcilerimiz dışında kimsenin geliştiremeyeceği çok fazla yaratıcılık ve tarihsel köklerimizle çok sayıda bağın kurulmasını gerektirecektir.

Bilim, teknoloji ve inovasyon yönetimi

Küba'nın daha fazla bilime ihtiyacı var, hem de çok fazla, ancak “bilim tohumları ekmek” yeterli değil, bilimsel yaratıcılığı somut sorunların çözümüne de taşımamız gerekiyor. Bu yol sadece akademik kurumlar ve üniversitelerden değil, aynı zamanda başta devlete ait olanlar olmak üzere işletmelerden geçiyor. Ayrıca büyük bir yaratıcılıkla bilim, teknoloji ve inovasyon finansmanının yeni yollarını bulmak, bunları Küba iş dünyası ve dış dünya ile ilişkilendirmek, ihracatımızdaki yüksek ve orta teknolojik ürün ve hizmet bileşenlerini arttırmak zorundayız.

Bilim insanları ve üniversiteler, üretime dayalı dönüşüm sürecine daha doğrudan dahil olmalıdır. Bu görev yeni bileşenler ve yeni bağlamlar içermektedir. Sosyalizmin ekonomik temelinin dayandığı sosyalist devlet girişimini güçlendirme hedefi, yalnızca anlayış ve siyasi irade değil, aynı zamanda bilimsel düşünce ve yenilikçilik de gerektirir. Devlet tarafından halkın elinde tutulan merkezi mülkiyet ile merkezi olmayan ve esnek yönetimin etkin kombinasyonu, ekonomi bilimleri tarafından henüz kavramsal düzeyde bile çözülememiş bir sorundur. Bilim ve ekonomi arasında kullanışlı bir bağlantı aracı olması istenen yeni küçük ve orta ölçekli, teknoloji tabanlı devlet işletmelerini yönetmenin yollarını bulmak da ayrıca zorlu bir görev olacaktır. ACC 2023 ödüllerinin temelini oluşturan ve bazıları Anales dergisinin bu sayısında yer alan projelerde okuyucu, bu göreve doğa ve fen bilimleri, teknik bilimler, tarım ve balıkçılık bilimleri, biyomedikal bilimler, sosyal ve beşeri bilimler açısından nasıl yaklaştığımıza dair örnekler bulacaktır. José Martí'nin 1890 gibi erken bir tarihte bize söylediği gibi: “Akıl, eğer liderlik etmek istiyorsa, süvarilerin arasına girmek zorundadır”.

*Küba Bilimler Akademisi üyesi Agustín Lage Dávila, araştırmalarını Havana'daki BioCubaFarma'da yürütüyor.

Yazar: Agustín Lage Dávila 
Yayınlandığı Yer: Anales de la Academia de Ciencias de Cuba
Yayın Tarihi: 25.09.2024 
Çeviri: Derya Ünlü 

"Küba Gerçeği", 2023 Şubat ayında Türkiye Komünist Partisi'nin (TKP) girişimiyle başlatılan bir yayın. Küba'da siyaset, ekonomi, yaşam, kültür gibi konularda Kübalı yazarların ürettiği makalelerin çevirilerini yayımlayan Küba Gerçeği'nde çıkan makaleler, artık soL'da paylaşılacak.

                                                           /././

Siyonist şirketin bilançosu -Erdal Topparmak-

Bu Siyonist liderlerin çoğu dolar milyoneri/milyarderleridir ve savaşı sona erdirmemek için her türlü oyuna hazır oldukları çoktan ispatlamışlardır.

Siyonizm denen şirketin esas patronu emperyalizmdir. Siyonist liderlerse CEO ve yönetim kurulu üyeleridir. Siyonist liderler, Yahudi halkını İsrail kurulmadan önce bu yapılanmanın inşası için bir malzeme olarak görmüş, Nazi Soykırımı ve 2. Dünya Savaşı’ndan sonra Yahudilerin “özgür dünya” saflarında kalmaları ve “devrimciliğe bulaşmamaları” için onlardan bir ayrıcalıklı sınıf yaratmayı amaçlamıştır. Nazi Soykırımını Filistinlilerin etnik temizliği için bahane olarak kullanan bu Siyonist liderlerin çoğu dolar milyoneri/milyarderleridir ve savaşı sona erdirmemek için her türlü oyuna hazır olduklarını çoktan ispatlamışlardır.

Şirketin son bir yıllık bilançosuna göre İsrail,

* Yüzde 70'inden fazlası çocuk ve kadın olmak üzere yaklaşık 50 bin Filistinliyi katletti,

* 2 milyon kişiyi yerinden etti, 

* Yaklaşık 4 bin katliam yaptı,

* Filistin'i ekonomik sıkıntıya sokmak için yaklaşık 100 bin işçinin çalışma izinlerini dondurdu,

* Gazze’de 1,5 milyon insanı gıda güvenliğinden yoksun hale getirdi, 

* Ayda ortalama 20 gazeteciyi öldürdü,

* 100 Filistinli akademisyen ve araştırmacıyı katletti, 

* ve Filistinlilerin boşalttığı bölgelerde, savaş ortasında, bazıları “lüks-havuzlu” diye reklamı yapılan yeni İsrail yerleşimleri kurdu.

Prestijli tıp dergisi Lancet’e göre, doğrudan öldürülen her Filistinli için 4 Filistinli dolaylı yoldan öldü veya ölecek. Sonuçta savaş koşulları nedeniyle ölümlerin 186 bine, hatta daha fazlasına ulaşacağı tahmin ediliyor. Bu da, 7 Ekim 2023’ten önceki 2,3 milyonluk Filistin nüfusunun yüzde 8’inden fazlasına denk geliyor.

Yakıt ve elektrik yokluğu, altyapı hasarı, kanalizasyon sistemleri ve hijyen koşullarındaki bozulma, gıda güvenliği sorunları, hastanelerin kullanılmaz hale gelmesi, bulaşıcı hastalıklar, yardım ekiplerine yapılan saldırılar bu dolaylı ölümlerin nedenlerinden bazıları. İsrail ayrım yapmadan hastaneleri, okulları, camileri, kiliseleri, ekmek fırınlarını, BM binalarını ve kültür merkezlerini bombalıyor. Hiçbir bölgesel savaşta katledilen sağlıkçı, BM personeli, gazeteci sayısı bu düzeye ulaşmadı.

Gazzeli çocuklarda enfeksiyon riski 7 Ekim 2023 öncesine göre 23 kat arttı. Yaklaşık 20 yıl önce kökü kurutulmuş olan çocuk felci, savaş nedeniyle yeniden ortaya çıkmış durumda. Sokaklarda foseptik taşkınları olurken, İsrail ambargosu nedeniyle temizlik ürünleri bulunamıyor. BM Genel Sekreteri Antonio Guterres, çocuk felci aşılamasının yapılabilmesi için insani ateşkes talep etti: "Gazze'de savaş tüm vahşetiyle devam ederken aşılama kampanyası yapmak olanaksız".

Elbette Siyonizmin fütursuzluğu bundan ibaret değil. İsrail zindanlarında işkence, istismar ve tecavüzler oldukça yaygın. Siyonist şirketin çürümüşlüğünün önemli bir vukuatı da hapishanedeki erkek mahkumlardan birine yapılan toplu tecavüzdü. Kurban hastaneye barsak yırtılması, akciğer ve rektumda ciddi yaralanma ve kaburga kırıklarıyla yatırıldı. Suçlu askerlerin avukatı mahkuma tecavüzü nefs-i müdafa olarak savundu. Suçlular tutuklandı, ancak daha sonra bazı silahlı yerleşimciler tarafından hapisten kaçırıldılar, bu sırada görevli gardiyan ve polisler olayı seyretmekle yetindi.

Burada küçük bir parantez açalım. Zat-ı muhteremin adı Vladimir Jabotinsky. Bir Siyonist lider olarak 1. Dünya Savaşı’nda İngiltere’ye giderek Rusya’dan İngiltere’ye göç etmiş olan İngiliz Yahudilerini tehdit etti; İngiltere ile anlaştığını, kendi kurduğu Yahudi ordusuna katılarak Filistin cephesinde Osmanlı’ya karşı savaşmalarını, aksi halde İngiltere tarafından Çarlık Rusya’sına geri yollanacaklarını söyledi. Ancak, çoğunluğu devrimci olan bu Yahudiler savaşmayı kesinlikle reddederek hem Siyonizme, hem de İngiltere’ye geri adım attırdı. Bunun üzerine Jabotinsky Filistin Yahudilerinden Siyon Katır Birliği’ni kurup Filistin cephesine yolladı. Esas marifetiniyse Sovyet İç Savaşı sırasında gösterdi; İç Savaş boyunca yaklaşık 1600 pogromla 100 bin Yahudi'nin ölümüne neden olan Beyaz Terör ile işbirliği halinde Kızıl Ordu'ya karşı savaştı. Bu nedenle Yahudiler tarafından eleştirilince de şu cevabı verdi: “Öldüğümde mezar taşıma şöyle yazın: ‘Bu adam pogromcularla işbirliği yaptı’”.

İşte bu Vladimir Jabotinsky, günümüzde İsrail’in başında olan Likud Partisi’nin esas kurucusu olarak kabul edilmektedir. Siyonist liderler, sınıfsal konumları gereği halkları umursamayan elitist kararlar alırlar; emperyalizmle yek vücut olduklarından dolayı da ar damarına ihtiyaç duymazlar. Nitekim, Likud Partisi'nin milletvekillerinden Hanock Milwidsky, Filistinli mahkumlara tecavüz edilmesinin yanlış olmadığını savundu. Savaş suçlusu Netanyahu ise ABD Kongresi'nde yaptığı bir saatten az süren konuşması sırasında tam 58 kez ayakta alkışlandı. Süregelen vahşetin “medeniyet” ve “barbarlık” arasında bir mücadele olduğunu söyledi. Netanyahu’nun yalanları yaratıcılıktan oldukça yoksundu. Sovyet İç Savaşı devam ederken emperyalizmin itibarlı adamı Winston Churchill, devrimin üzerine çullanan 14 ülkeyi tekmili birden "medeniyet", devrimcileri de "barbar" olarak nitelemişti. Bundan 20 yıl sonra Naziler, Sovyetleri, Asyatik barbarlığın temsilcileri, kendilerini de medeniyetin hamileri olarak göreceklerdi. Netanyahu, kendini ve seslendiği örgütlü haydut güruhunu “medeniyet”, binanın dışında toplanan, aralarında Max Blumenthal ve Aaron Mate gibi Yahudi kökenli aydınların da yer aldığı 100 bin protestocuyu "İran ajanı" ve "kullanışlı aptal" ilan etti.

İsrail’in soykırımı, özellikle emperyalizmin iki başat ülkesinde, ABD ve İngiltere'de, güçlü bir anti-Siyonist ve Filistin yanlısı hareketin oluşmasına neden oldu. Bu hareketlerde çok sayıda genç Yahudi de ülkelerinin silah desteğiyle onbinlerce Filistinlinin katledilmesine karşı mücadeleye katıldı. ABD’nin 45 eyaletinde, 130 okul ve üniversiteden öğrenciler Gazze’deki soykırımın durdurulmasını, İsrailli firmalara yapılan yatırımlara ve İsrail’e silah satışına son verilmesini, İsrail'le akademik ve bilimsel işbirliğinin sonlandırılmasını talep etti. Jewish Voice for Peace şu açıklamayı yaptı: “İsrail bir yılda Filistin’e 70 binden fazla ABD yapımı füze fırlattı. İsrail ordusu, ABD işbirliği sayesinde Siyonizmin mutlak hedefine, yani Filistin halkının etnik olarak tamamen yok edilmesi amacına ulaşmak için çalışıyor.” Özgür dünyanın lider ülkesindeki protestolara katılan 3 bin kişi "ifade özgürlüğü" kapsamında tutuklandı. Filistin yanlısı söylemleri nedeniyle Muhlenberg Üniversitesi akademisyeni Yahudi kökenli Prof. Maura Finkelstein’ın işine son verildi, daimi kadrosu da iptal edildi. 

Aşağıdaki bir yıllık kısa kronolojik sıralamada da görüleceği gibi savaş boyunca işgal edilen bölgelere binlerce yeni yerleşim alanı yapıldı. Ancak, sonu gelmeyen savaşın iki önemli fonksiyonu daha var; birincisi tüm dünyada İsrail’e artan tepkiye paralel olarak anti-semitizmi körüklemek, böylece dünyadaki tüm Yahudilere bir şekilde Holokost’un tekrar edebileceğini düşündürerek İsrail’in onlar için gerektiğinde kurtarıcı olacağına inandırmak ve finansal desteklerini almaktır. Ayrıca, en basit şekliyle anlatmamız gerekirse, Kuzey Amerika’ya ilk yerleşen beyazlar, Amerikan yerlileriyle neden işbirliği yapmadıysa, Siyonizm var oldukça Yahudiler ve Arapların da bu haydut düzenini sonlandırmak için bir araya gelmeleri çok zor olacaktır. İsrail’deki Arap ve Yahudi halkları arasında çekişmenin sürekliliğini garanti alarak birlikte hareket etmelerine engel olmak, mali oligarkların güdümündeki Siyonist liderlerin çıkar düzeninin tüm aşırılıklara rağmen devam etmesini sağlayacaktır. İşte bu yüzden, hem İsrail, hem de dünya Yahudilerinin (ve tüm halkların) Filistin karşıtı prostestoları dikkate alınmalıdır. Bu hengame içinde tüm Yahudileri İsrail yanlısı gibi görmenin de sadece ve sadece anti-semitizmin yayılmasına ve Siyonizme yarayacağı aşikardır. 

7 Ekim 2023: Hamas füzelerine yanıt olarak güney ve orta İsrail'de ilk hava saldırısı sirenleri çalıştırıldı. Başkan Joe Biden, ABD'nin İsrail'e verdiği desteğin "sağlam ve sarsılmaz" olduğunu açıkladı.

9 Ekim 2023: Savunma Bakanı Yoav Gallant, Gazze Şeridi'ne elektriği kesecek, yiyecek ve yakıt girişini engelleyecek "topyekün" abluka uygulanacağını duyurdu ve şunu ekledi: "İnsan hayvanlarla savaşıyoruz ve buna göre hareket ediyoruz."

11 Ekim 2023: Gazze'deki tek elektrik santrali, İsrail'in ablukası nedeniyle yakıtı bitince faaliyetlerini durdurdu.

3 Kasım 2023: Kasım ayında keskin nişancılarla Filistin’deki çok sayıda okula ve hastaneye saldırı düzenlendi.

7 Kasım 2023: Savaşın başlamasından bu yana yaklaşık 1 milyar dolarlık rekor miktarda İsrail tahvili ABD’ye getirildi.

21 Kasım 2023: Dünya Sağlık Örgütü, Gazze’nin kuzeyindeki hastanelerin boşaltılacağını ve bu bölgede aktif hastane kalmayacağını bildirdi.

24 Aralık 2023: Netanyahu, Gazze’yi işgal ettiği için İsrail’in “çok ağır bedel” ödediğini söyledi.

12 Ocak 2024: BM Güvenlik Konseyi'nde konuşan BM insani yardım şefi Martin Griffits, kuzey Gazze'ye giden meslektaşlarının bölgeyi "Tam bir korku filmi: cesetler sokaklara öylece bırakılmış. Kıtlık içinde insanlar kamyonları durdurarak hayatta kalmalarını sağlayacak bir şey istiyorlar" şeklinde tarif ettiklerini söyledi.

9 Şubat 2024: UNRWA direktörü Philippe Lazzarini, İsrail’in Gazze’deki 1,1 milyon Filistinlinin gıdaya erişimini engellediğini bildirdi.

18 Şubat 2024: Netanyahu, “ne olursa olsun” Refah’ı işgal edeceğini açıkladı. Ayrıca, erken seçim için Tel Aviv ve Kudüs’te sokaklara dökülen binlerce protestocuyu göz ardı etti.  

7 Mart 2024: Bir İsrail yerleşim planlama yetkilisi, işgal edilen Batı Şeria’da illegal 3500 yeni yerleşim birimi için izin verdi. 

16 Mart 2024: Kızılhaç ve Kızılay Dernekleri Uluslararası Federasyonu’nun başkanı “Hastanelerin çaresiz biçimde işleyemez halde ve sağlık sisteminin çöküşün eşiğinde” olduğunu bildirdi. 

30 Nisan 2024: Filistin Sivil Savunma birimleri, Gazze Şeridi'nde 10 bin kayıp cesedin yıkıntılar altında kayıp olduğunu ve bölge salgın ve epidemilere neden olacağını açıkladı.

8 Mayıs 2024: İsrail, Hamas ile ateşkesi reddederek Refah’a saldırılara devam edeceğini söyledi. ABD, Refah’taki operasyonların sonlandırılması için İsrail’e silah gönderilmesini durdurdu.

25 Mayıs 2024: Filistin başbakanı Muhammed Mustafa’nın paylaştığı bir fotoğrafta, Gazze El Aksa Üniversitesi kütüphanesinde bir asker, arkasındaki kitaplık alevler içinde yandığı sırada kitap okurken görüldü. Başbakan, “İsrail’in Gazze Şeridi’ndeki tüm üniversiteleri hedef aldığını ve bazılarının tamamen yok edildiğini” bildirdi. 

8 Haziran 2024: İsrail'in 4 rehineyi kurtarmak için Refah’a düzenlediği saldırıda 274 Filistinli öldü, 600’ü yaralandı. Bu saldırıda İsrail ABD istibaratını kullandığını açıkladı. 
 
24 Temmuz 2024: Netanyahu Kongre’ye seslenmeden bir gün önce, yüzlerce Amerikan Yahudisi Capitol Hill'de toplanarak İsrail'e silah ambargosu talep etti. 

25 Temmuz 2024: Netanyahu Amerikan Kongresi’ne seslenirken 100 bin kişi tarafından protesto edildi. 

31 Ağustos 2024: Gazze Sağlık Bakanlığı binlerce Gazzeli çocuğa ilk defa çocuk felci aşısı yapıldığını bildirdi.

2 Eylül 2024: İsrail’in en büyük sendikası olan Histadrut ülke genelinde greve giderek, Gazze’de Hamas tarafından tutulan rehinelerin serbest bırakılması için ateşkes anlaşması talep etti. İş mahkemesi hakimliği grevin “siyasi doğası” nedeniyle durdurulmasını istemesinden birkaç sonra grev sonlandırıldı.

29 Eylül 2024: İsrail aynı gün içinde Yemen, Suriye ve Lübnan’a saldırı başlattı. Diğer yandan Netanyahu İran halkına şu ilginç açıklamayı yaptı: "Her geçen an, rejim sizi, soylu Pers halkını uçuruma daha da yaklaştırıyor. İranlıların büyük çoğunluğu, rejimlerinin kendileriyle en ufak bir ilgisi olmadığını biliyor. Eğer sizinle gerçekten ilgilenseydi, Orta Doğu'daki beyhude savaşlar için milyarlarca doları boşa harcamayı bırakırdı. Hayatınızı iyileştirmeye başlardı. Rejimin nükleer silahlara ve yabancı savaşlara harcadığı devasa paraların çocuklarınızın eğitimi, sağlık hizmetlerinin iyileştirilmesi, ülkenizin altyapısının, su ve kanalizasyon sistemlerinin inşasına yatırıldığını hayal edin. Bunu bir düşünün. Ama siz basit bir şeyi biliyorsunuz, İran'ın zalimleri, sizin geleceğinizle ilgilenmiyor. Ama siz ilgileniyorsunuz."

4 Ekim 2024: Hamaney, direniş mücadelesinin İsrail’i 70 yıl geriye götürdüğünü söyledi.  

Kaynaklar:

1) Lalkar; www.lalkar.org – Issues; November 2023 to September 2024

2) Counting the dead in Gaza: difficult but essential; Khatib, Rasha et al. The Lancet, Volume 404, Issue 10449, 237 – 238

3) Zionism in The Age of Dictators, A Reappraisal – Lenni Brenner, 1983 (Lawrance Hill & Company 520 Riverside Avenue Westport, Connecticut 06880 / ISBN 0-88208-163-2 Hc; 0-88208-164-0 Pb)

                                                               /././ 

Hizbullah’ın Tarihi (I): Suriye selefi karanlıktan nasıl kurtarıldı? -Ali Örnek-

"Laik ve güçlü İsrail" söyleminin yayıcıları, Hizbullah’ın "mezhepçiliğine" dair cephaneliği AKP’den temin ediyor. Oysa ki, bu söylemin tümüyle yalanlanabileceği bir örnek var: Suriye Savaşı…

Hizbullah lideri Hasan Nasrallah’ın 27 Eylül’de İsrail-ABD ortak operasyonuyla Beyrut’ta katledilmesinin ardından, İsrail ve ABD’nin yenilmezliği miti yeniden hortlatıldı.

“Güçlü olanın haklılığı” üzerine kurulu bir söylem, Türkiye’de tek başına etkili olamayacağından, söyleme ek olarak İsrail’in zaten İran destekli, Şii mezhepçiliği yapan ve Lübnan’ın diğer dini veya mezhebi kesimlerini baskı altına alan bir örgüte yani Hizbullah’a karşı mücadele verdiği yalanı da yaygınlaştırılmaya çalışılıyor.

İlginç bir şekilde, “laik ve güçlü İsrail” söyleminin yayıcıları, Lübnan Hizbullah’ının “mezhepçiliğine” dair cephaneliği ise AKP’den temin ediyor. Oysa ki, yakın tarihimize dönüp baktığımızda, bu söylemin tümüyle yalanlanabileceği bir örnek var: Suriye Savaşı…

Lübnan’ın başkenti Beyrut’ta, Zeytuna İskelesi’ndeki akşam yemeği sonrası Hamra’da kaldığım otele doğru yürüyorum, 2013 yazı… Yanımda savaş yüzünden Halep’teki evini terk edip, Beyrut’un Ermeni mahallesi Burç Hamud’daki akrabalarının yanına sığınmış bir arkadaşım var…

Birlikte Türkiye’yi kasıp kavuran Gezi Eylemleri’ni konuşuyoruz. Protestolarla ilgili uzun yorumlarımı ara ara kesip, neredeyse aksansız Türkçesiyle “Şimdi tamam da sence AKP gidecek mi gitmeyecek mi” diye soruyordu. Onun için AKP iktidarının yıkılması, Suriye’ye yönelik vekalet savaşının iflası anlamına geliyordu ve bu da özlediği Halep’ine dönüş demekti. Suriye Ermenilerinde ekseriyetle görebileceğiniz derin bir Hizbullah sempatisini gizlemeye gerek duymuyordu.

O dönem kişisel olarak sohbet ettiğim hemen hemen tüm Suriye Ermenileri, konu Suriye Savaşı’na geldiğinde aralarında daha önce sözleşmişler gibi üç aşağı beş yukarı benzer şeyleri dile getirirlerdi. Onlara göre, “Suriye’nin yegane dostu Hizbullah”tı. Israr ettikleri bir diğer husus ise, Hasan Nasrallah’ın çocukluğunu Burç Hamud’da geçirmiş olmasından hareketle onun esasında “Burç Hamud’un has evladı olduğu”ydu. İşte böyle bir sohbet esnasında, Beyrut’ta Hizbullah taraftarlarının oluşturduğu uzun bir konvoya denk geldik. Ellerinde Lübnan ve Hizbullah bayrakları ile kalabalık bir grup kadın, çocuk ve erkek, kornalara basarak ve araçlarından sarkmış bir halde sloganlar atarak şehirde zafer turu atıyordu. Hizbullah taraftarları, Suriye’nin Kuseyr kentinde kazanılan askeri zaferi kutluyordu.

'Suriye bok etti'

Kuseyr Muharebesi, 2013 baharında patlak verdiğinde tüm dünyanın dikkatini üzerine çekmişti. Zira Kuseyr Muharrebesi’ne kadar cihatçı gruplar kayda değer bir ilerleme kaydetmişlerdi ve cihatçı grupları destekleyen ülkelerin başkentlerinde Suriye Cumhurbaşkanı Beşar Esad’ın kaç günü kaldığına dair bir tahmin yarışı vardı. Bu günlerde Rusya henüz Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’ndeki Suriye karşıtı karar tasarılarının önünü kesen bir “veto”dan ibaretti…  Kuseyr bu açıdan, ibrenin yeniden Suriye’nin lehine dönmesini sağlayan bir dönüm noktası oldu.

Kuseyr’in diğer bir önemi ise Hizbullah’ın Suriye Savaşı’na ilk doğrudan müdahalesi olmasıdır. 25 Mayıs’ta, muharebe devam ederken Hizbullah lideri Hasan Nasrallah kameraların karşısına geçerek “2006’da olduğu gibi size zafer vadediyorum” sözleriyle savaşa müdahil olduklarını resmi olarak ilan etti. Hasan Nasrallah’ın bu konuşmasında İsrail’i yenilgiye uğrattıkları 2006 Savaşı’na atıf yapması sadece taraftarları için bir motivasyon aracı değildi. Zira Hizbullah, Suriye Savaşı'nda, 2006’da duvara toslayan İsrail planlarının bu kez cihatçıların eliyle denendiğini düşünüyordu.

Hasan Nasrallah’ın Suriye Savaşı boyunca yaptığı konuşmalarda birçok kez 2006 Savaşı’nda İsrail’in yenilgiye uğratılmasında Şam’ın kendilerine sağladığı silahların önemine vurgu yaptı. Gerçekten de Suriye özellikle tanksavar yardımıyla Litani Nehri’ni aşmaya çalışan İsrail zırhlılarının imha edilmesinde büyük bir paya sahipti.

2006 yılında, yani İsrail’in Lübnan’a yönelik saldırıları devam ederken, St Petersburg’ta düzenlenen G8 Zirvesi’nde açık mikrofonun azizliğine uğrayan dönemin ABD Başkanı George Bush, Irak Savaşı’ndaki suç ortağı İngiltere Başbakanı Tony Blair’e “Suriye’nin işleri bok ettiğinden” yakınıyordu. Suriye’nin Hizbullah’a desteğini kesmesi bu yüzden ilerleyen 2006 Savaşı sonrası ABD’nin ana gündemlerinden biri oldu.

2009-11 yılları arasında ABD yönetimi bu konuda ilerleme sağlayabilmek için Frederic Hoff’u görevlendirdi. Hoff, Şam’a şu talebi götürmüştü: “Hizbullah’a verilen desteği keserseniz, İsrail’in elindeki Golan’ı geri alabilirsiniz”. Bu mesaiye daha sonra Türkiye de ortak oldu ve Ankara-Şam yakınlaşmasının ana gündemlerinden biri de, Suriye’nin İsrail karşıtı “Direniş Ekseni”nden koparılmasıydı.

Öyle ki, dönemin Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu Şam’a son ziyaretinden hemen önce ABD’li mevkidaşı Hillary Clinton tarafından aranacak ve kendisinden “uluslararası kamuoyunun mesajını Beşar Esad’a iletmesi” istenecekti. O sırada İsrail-Suriye müzakerelerinin arabulucusu Hoff da Davutoğlu’nun yardımcısı Feridun Sinirlioğlu ile görüşmek için Ankara’daydı. Hoff daha sonra bir röportajında, ABD’nin 2011’de Suriye Savaşı başlayana kadar Esad’ın bu konuda adım atacağına dair umudu olduğunu söyleyecekti. İsrail gazetesi Haaretz de ikili görüşmelerle ilgili İsrail kaynaklarına dayanarak yaptığı haberde, Tel Aviv’in 2011 Mart’ında Suriye Savaşı patlak verince, Esad’ın sonunun yakın olduğuna kanaat getirerek Şam ile müzakereleri rafa kaldırdığını yazdı.

Hizbullah için alarm zilleri çalıyor

2012’ye kadar aslında Suriye Savaşı “Birkaç kasabadaki isyan” görüntüsündeydi. Ancak 2012 başından itibaren bu görüntü yok oldu, savaş hızla tüm Suriye şehirlerine yayıldı. Savaş, koordinasyon bakımından 4 cepheye ayrılabilir.

Birinci cephe, başta Katar, ABD ve Türkiye’nin koordine ettiği kuzey cephesiydi. Burası tüm Türkiye-Suriye sınırı boyunca, Humus’un kuzeyine kadar ulaşan bölgeyi kapsıyordu ve ana hedefi Suriye’nin kalbi olan Halep’in alınmasıydı. Cihatçılar bu cephede oldukça hızlı ilerledi. 2013 baharına kadar, Suriye ordusu Halep merkezinin batısında, ellerinde kalan son 5 mahallede kuşatmaya alındı. Ayrıca İdlib kırsalı tümüyle cihatçı grupların eline geçti.

İkinci cephe ise Suudi Arabistan ve  ABD koordinasyonuna sahip Şam’ın hemen doğusundan başlayan, Irak sınırına dek uzanan doğu cephesiydi. Doğu Suriye’deki aşiretler üzerinde nüfuza sahip Suudi Arabistan’ın da yoğun çabasıyla, cihatçı gruplar Suriye ordusu Palmira’dan çıkardı ve Deyr Ezzor kenti ablukaya alındı. Buradaki cihatçı gruplar ve destekçisi aşiretler daha sonra IŞİD’e biat edecek ve böylece IŞİD karanlığı Irak’tan Şam ve Halep’e uzanan bölgeye çökecekti.

Üçüncü cephe ise başkent Şam’daydı. Burası koordinasyon bakımından cihatçı grupların hamisi ülkelerin de zaman zaman birbirlerine girdikleri, zira kimsenin bir diğerinin etkisindeki gruba kaptırmak istemediği en mühim bölgeydi. Bir yanda Suudi destekli İslam Ordusu, diğer yanda Katar’ın desteklediği Nusra Cephesi ve Feylek-i Rahman… Bu gruplar Şam’ı üç yönden kuşatmaya almış ve çatışmalar merkezdeki Abbasiyin Meydanı’na kadar ulaşmıştı. Cihatçı gruplar bu bölgede bulunan Suriye ordusunun kritik hava savunma tesislerini de yok edecekti. Bugün İsrail uçaklarının Suriye hava sahasına sokularak bombardıman yapmasında cihatçı grupların bu çabalarının önemli bir rolü olduğu muhakkak.

Dördüncü mıntıka ise Şam’ın çeperinde bulunan Dera-Süveyda kırsalı ve Kalemun Bölgesi’ni içeriyordu. Ürdün’deki operasyon odasından koordine edilen bu bölgede İsrail oldukça aktif bir rol oynadı. Örneğin Golan Tepeleri’ndeki cihatçı gruplara İsrail’in silah sağladığı bölgedeki BM Barış Gücü raporlarına dahi girdi. Hatırlatmak gerekir ki, bu bölgedeki cihatçı grupların en önemlisi Yermük Şehitleri Tugayı’ydı. Bu tugay 2013 yılı sonrasında IŞİD’e biat etti. Ancak Suriye Ordusu ve Hizbullah bölgeyi geri alana kadar Yermük Şehitleri Tugayı İsrail’e tek bir saldırı dahi düzenlemedi. Dönemin İsrail Savunma Bakanı Moşe Yalon’un “IŞİD’i İran’a yeğlerim” sözünün arka planında bu işbirliği dönemi yatıyor. Şimdi aynı İsrail, varlığına kasteden bir cihatçı terörle mücadele ettiği iddiasında…

Hizbullah için alarm zillerini çaldıran ise Humus güneyinden başlayarak, başkent Şam’ın doğusuna doğru, Lübnan sınırı boyunca yay çizen Kalemun Cephesi’ydi. Cihatçılar 2012 kışında Kalemun Dağları’ndaki kasabaları ve geçitleri ele geçirdiler. 2013 baharında da Humus güneyi, Kuseyr’in de alınmasıyla tümüyle cihatçı grupların kontrolüne girdi. Yani 2013 baharının başında, cihatçı gruplar Lübnan-Suriye sınırını tümüyle ele geçirmeye ve Hizbullah’ın Şam ile bağlantısını kesmeye çok yaklaştılar. Bağlantı namına geride sadece Şam-Beyrut karayolu kalmıştı ki bu yol da düzenli olarak cihatçı grupların baskınlarına maruz kaldığından güvenli olmaktan çıkmıştı. Kuseyr ise İsrail sınırına uzanan stratejik Beka Vadisi’nin kuzey kapısı niteliğindeydi ve şimdi bu kapı da Hizbullah için kapanmıştı.

İkincisi ise, Kalemun Savaşları’na Lübnan’daki selefi gruplar aktif destek veriyordu. Hatta bir çok cephede, başlarını Lübnanlı Selefi şeyh Ahmed el-Esir’in çektiği Lübnanlı silahlı gruplar peyda oldu. Selefi gruplar Lübnan’ın kuzeyindeki Baalbek ve Arsal’de de otorite boşluğundan faydalanarak iktidarı fiilen ele geçirmek üzereydi. Cihatçı grupların Lübnan’da güçlenen varlığı sadece Hizbullah’a yönelik bir tehdit değildi, bu gruplar Suriye’de ele geçirdikleri yerlerde Hristiyan ve Alevileri yok etmek gibi kötü bir şöhrete sahipti ve 2000’li yıllara kadar dini, mezhebi veya etnik kimlikler üzerinden bir iç savaş yaşayan Lübnan’da kullandıkları söylem, eski fay hatlarını yeniden harekete geçirmişti. Örneğin Trablusşam’da Alevi mahallesi  Bab’ül Tebbane cihatçı gruplar tarafından kuşatıldı ve iki yıl boyunca mahalle halkı Hizbullah tarafından kurtarılana kadar ölüm kalım savaşı verdi. 

Suriye’deki toplumsal yıkım durduruldu

ABD liderliğindeki “Suriye’nin Dostları” adlı grubun, Suriye’yi Libya gibi iflas etmiş bir devlete dönüştürme ve Lübnan’ı İsrail işgaline dirençsiz hale getirme çabaları Suriye’nin toplumsal dokusunun da büyük ölçüde tahrip olmasına yol açtı.

Örneğin Kalemun bölgesi, esasında Suriye Hristiyanlığının kalbiydi. Aralarında İsa’nın konuştuğu dil olduğuna inanılan Aramice’nin konuşulduğu son kentlerden biri olan Malula’nın da bulunduğu bu bölgedeki kasabalar savaş öncesinde hatırı sayılır bir Arap-Ortadoks nüfusa ev sahipliği yapılıyordu. Ancak bölgeye giren cihatçılar yüzünden Suriye Hristiyanlığının kalbi yara aldı. On binlerce Suriyeli Hristiyan Beyrut’a veya Şam’a kaçarken, kiliseler yağmalandı bazıları tahrip edildi. Din adamları ya öldürüldü ya da fidye için kaçırıldı. Hizbullah ve Suriye ordusunun bu bölgeden cihatçıları çıkarmasıyla, bu tarihi toplumsal doku tümüyle yok olmaktan kurtuldu.

Hizbullah’ın müdahalesi Kalemun cephesi ile sınırlı kalmadı, Şam’ın güney banliyösü Deraya’nın alınması, Doğu Guta’nın cihatçı gruplardan arındırılması, Palmira antik kentinin IŞİD’den geri alınması gibi Suriye savaşının pek çok dönüm noktasında Hizbullah savaşçılarının yadsınamaz bir rolü oldu…

Hizbullah bu cephede, güneybatı Halep kırsalının alınmasında ve Halep’in kuzeydoğu kırsalında 3 yıl boyunca cihatçı grupların kuşatmasındaki Şii nüfusa sahip Nubbul ve Zehra’nın kurtarılmasında mühim bir rol oynadı. Halep’in tümüyle cihatçı gruplardan arındırıldığı Aralık 2016’da Hristiyan mahallesi Aziziye’de yapılan ilk kitlesel Noel ayininde bu nedenle Hizbullah bayrakları da yerini aldı.

Hizbullah ve İranlı güçlerin esas zaferi ise Rus hava gücünün desteğiyle 3 yıl boyunca önce Nusra Cephesi ve ÖSO’nun ardından IŞİD’in kuşatmasına direnen Deyr Ezzor kentindeki Suriye garnizonunun ve sivil halkın kurtarılmasıydı. Müttefik güçler Deyr Ezzor sonrası rotalarını güneye çevirdiler. IŞİD’in Suriye’deki son kaleleri Deyr Ezzor-Irak Sınırı arasında Fırat Nehri boyunca uzanıyordu.

Son olarak Aralık 2017’de Irak Sınırı’ndaki Elbukemal yine Hizbullah’ın desteğiyle Suriye ordusu tarafından geri alındı. Elbukemal zaferinin ardından bir kez daha ekrana çıkan Hasan Nasrallah, IŞİD’in “İslam Devleti Kalacak” sloganına nazire yaparak “Suriye’nin sağında solunda IŞİD’liler kalmış olabilir ama artık IŞİD’in devleti bitti” diyecekti. Elbukemal zaferi ayrıca, ABD’nin Cezire’deki YPG bölgesi ile Dera’daki cihatçı kontrol bölgesini birleştirme, Suriye’yi Irak’tan izole etme ve “Sahil” adı verilen Akdeniz sınırındaki bölgeye doğru daraltma planının da yenilgisiydi.

                                                                    /././

'Avrupa’nın kaderini değiştiren devlet: Alman Demokratik Cumhuriyeti' -Mehmet Erçetin-

“Avrupa’nın kaderini değiştiren devlet: Alman Demokratik Cumhuriyeti” başlıklı yeni kitabın yazarları Cemil Fuat Hendek ve Osman Çutsay ile hem kitap hem de ADC hakkında konuştuk.

7 Ekim 2024, takvimde Demokratik Alman Cumhuriyeti’nin (ADC) kuruluşunun 75. yılını işaretliyor. Avrupa’nın ortasında, çok kısa süre önce tarihin gördüğü en büyük savaşın merkez üssünde kurulan bu ülke, 41 yıllık ömrüne rağmen geriye önemli dersler bıraktı.

Alman toplumunun neredeyse tamamının hem Nazi ideolojisiyle zehirlendiği, hem de savaş sayesinde büyük bir yıkıma uğradığı karanlık yılların ardından bir grup kararlı Alman komünist, uzun süre sergiledikleri direnişin hakkını devrim ile verdi. Ancak kuruluşundan itibaren büyük iç ve dış zorluklarla karşı karşıya kalan bu sosyalist cumhuriyet için yeterli Türkçe materyal yazıldığını, tartışıldığını ve anlaşıldığını söylemek zor. Bu açıdan büyük bir boşluğu dolduracak “Avrupa’nın kaderini değiştiren devlet: Alman Demokratik Cumhuriyeti” başlıklı yeni kitabın yazarları Cemil Fuat Hendek ve Osman Çutsay ile hem kitap hem de ADC hakkında konuştuk.

Kitaptaki kronolojinin aksine ben sorulara kuruluştan itibaren başlayacağım. Alman toplumu için 1900’lerin başı ile 1950 arası bir pinpon mücadelesini andırıyor, birkaç yıl içerisinde değişen güç dengeleri, zıtlıklar, büyük kırılmalar... Bu gitgelli sürecin sınıfsal olarak taban tabana zıt iki ülkenin kurulmasıyla sönümlendiği söylenebilir mi?

OSMAN ÇUTSAY – Haklısınız, geçen yüzyılın ilk yarısında Alman tarihi son derece “zengin”, yani gitgellerle “malul” idi. Almanya, sınıflar savaşının “1000 derecede” kaynadığı bir coğrafya ve tarihti. Sosyalist teoride ve pratikte öncü dildi. Ekim Devrimi’ni yapanların da gözünün Almanya’da olduğunu, Alman Devrimi ile birlikte Rusya’daki kalkışmanın dünya devrimi yoluna gireceğini düşündüklerini biliyoruz. Olmayınca kendi yollarını kurduklarını da... Bu kararlılığı 1949 kadrolarının Almanya’da yinelediklerini düşünmek zorundayız: Beklediğiniz yardım gelmeyince, kendi olanaklarınızla ve eksikliklerinizle kendi sosyalizm yolunuzu kurarsınız. 

Yenilgiyle sönümlenen Alman Devrimi’nin öncesi ve sonrası, özellikle 1918-1923 acımasız derslerle doludur. Weimar Cumhuriyeti ve Nazi Almanyası da. Ama bu dönemin genç savaşçıları 1949’daki inadın sahipleridir. Hepsi Alman Devrimi’nin yenildiğini gördü ve sonra da Nazi Almanyası’ndaki ağır baskıya direndiler. Yenilgiyi kabul etmeyen kuşaktır. Alman Demokratik Cumhuriyeti’nin sosyalist bir bağımsız ülke olarak kurulmasından geri adım atmamaları, o inanılmaz gelgitlerin yaşandığı dönemin tüm darbeleri altında pişmiş olmalarına bağlanabilir.

Örnek: Alman Demokratik Cumhuriyeti’nin kurucu babalarını temsil eden Walter Ulbricht 1893 doğumludur, yani 1918’de 25 yaşındadır. Bir zihniyeti simgeliyordu. Bütün bu gitgelleri en derinden yaşamış bir kuşak olarak, 1949 yılında, yaşanan o tarihin bedelini burjuvaziye sosyalist bir iktidar kurarak ödetmekte kararlıydılar. Yoksa silineceklerinin farkındaydılar.

Almanya’da tarihin ters akan saatini doğru bir akışa ancak sosyalist kuruluşla çevirebileceklerini biliyorlardı. Çünkü aynı kararlılığın Alman burjuvazisi ve ona hizmet etmekle yükümlü siyasal kadrolarda da olduğunu acı bir biçimde öğrenmişlerdi. İyi niyetle, işte barışçı, demilitarize edilmiş, sanayisi kırpılmış, demokratik, antifaşist vs. bir Almanya’nın ham hayal olduğunu korkunç bedeller ödeyerek öğrenmişlerdi.

1949’dan sonra uzun süre kendi inatlarını ve ısrarlarını kabul ettirmek için uğraştılar. Böyle bakınca, bir sönümlenmeden değil, sınıf mücadelesinin yeni bir aşamasından ve iki rakip sınıf arasında en az yüzyılın ilk yarısındaki kadar sıcak bir temastan söz edilebilir. Alman Demokratik Cumhuriyeti, sermayenin karşısına daha derli toplu bir cephe olarak çıkmak için de gerekliydi. Sosyalist iktidarı bunun için çok önemsediler. Demek ki, şöyle: Yeni koşullarda çok daha kapsamlı bir muharebe yürütülüyordu 1949 sonrası süreçte. Sosyalist iktidardan taviz vermemeleri, Nazi Almanyası’na açılan o süreci bir daha yaşamamak için önemliydi. Böyle bakınca da bir sönümlenme yoktur. Sınıf mücadelesinin yeni biçimleri vardır ve bu da en az 1900-1949 dönemindeki kadar sert, fakat bir dünya sistemi olan “reel sosyalizm” sayesinde belki daha az gürültülü bir cephe savaşına karşılık geliyordu...

Alman Demokratik Cumhuriyeti, biliyoruz ki, Federal Almanya Cumhuriyeti’ne bir yanıttı. Bonn bir gerici adım atınca, Ulbricht ve yoldaşları sosyalist bir adım attılar. Ama hiç tereddüt etmediler. Moskova’daki “iyimserliğe” de bir yanıttı bu. Bence Moskova’yı da “eğittiler”.

Baştan itibaren Sovyetler’in iki Almanya projesine mesafeli yaklaştığını anlıyoruz. Ve sizin tespitiniz, "barışçıl, demokratik ancak kapitalist Almanya" projesine Alman komünistlerinin teslim olmadığı yönünde. ADC’nin ömrünün kısa olmasının, örneğin Küba gibi dayanamamasının sebebinin de bir ulusun ikiye bölünmesi olduğu söylenebilir mi?

OSMAN ÇUTSAY – Almanlık gerçekten büyük bir alana yayılmıştı, biliyoruz. Nazi Almanyası’nın çökmesinden sonra özellikle Doğu Avrupa’dan Federal Almanya topraklarına 14 milyon Alman “kaçtı”. Kaçanların ezici çoğunluğunun Nazi Almanyası’nın suçlarına bir biçimde bulaştığını düşünebiliriz. Bugün de Avusturya, İsviçre ve diğer çevre ülkelerdeki (Romanya ve Rusya dahil) Almanlık, bu yaygınlığın sonucudur. Ulusun bölünmüşlüğünden Avrupa halkları için bir ferahlık doğacağını biliyorlardı. Tabii ilk bakışta sermayenin bu “acıyı” sürekli deşerek karşıdevrim ateşini harlı tutacağının da farkındaydılar. Bence, ulusun iki zıt rejim arasında bölünmesinden devrimci bir enerji çıkarabileceklerine inandılar. Yani sosyalist cumhuriyetin, Almanlığı bir yeni felaketten böyle bir bölünmeyle uzak tutacağını düşünüyorlardı ADC’nin kurucu babaları. Mantıklı geliyor.

Ama asıl önemlisi şu: Sosyalist Almanya, o küçük devlet, Alman ulusunu insanlığın lanetli bir kavmi olmaktan kurtardı. Bunu, izlediği antifaşist politikayla yaptı. Nazi Almanyası’ndan miras alınan üst düzey bütün kadroların Bonn Cumhuriyeti’ne nasıl entegre edildiğini ilan eden yayınlarla yaptılar bunu. Almanlık adına insanlığa karşı işlenen suçlar o kadar büyüktü ki, bunun Alman toplumundan temizlenmesi için de sosyalist bir iktidar gerektiğini biliyorlardı. Sadece Sovyetler Birliği’nde öldürülen insanların sayısının bugün, dolaylı ölümlerle birlikte, 27 milyonluk o resmi rakamdan 2-3 kat daha fazla olduğunu tartışıyoruz. Rus tarihçilerin 43-47 milyon gibi rakamlar telaffuz ettiklerini Batılı tarihçiler de bildiriyorlar. Tarih böyle bir kıyım tanımamıştı. Yahudi soykırımından söz etmiyorum. Sovyetler Birliği’nde o ülke halklarına karşı işlenen cinayetlerin tarihte bir benzeri yoktur.

Sosyalist Alman cumhuriyeti, ADC, bu anlamda bir arınma operasyonuydu. Karşı tarafın “ulusumuz bölündü” propagandasıyla harekete geçmesi, ADC’deki genç kuşakların nasıl bir tarihin ürünü olduklarını unutmasıyla paralel gitmiştir. Kapitalizmin kültür endüstrisi, ulusun bölünmüşlüğünden değil, o ulusun işlediği cinayetlerin hesabının sorulmasından doğan huzursuzluğu kanırtarak başarıya ulaşmıştır. Ama bu bölünme gerçekleştirilmeseydi, 1933-1945 döneminde yaşananları öğrenemeyecektik.

Bu nokta, ADC’nin zayıf karnı mıydı? Belki. Kimlikçilik, liberal ve faşist formasyonlarıyla sermayenin en büyük silahıdır. Buna prim vererek sol bir sonuç almak mümkün değildir. Alman Demokratik Cumhuriyeti tüm Alman halkını birleştirmekte de kararlıydı. Bunu, onları sosyalistleştirerek yapacaklardı...

1962'de, DDR merkezli İngilizce bir dergi olan Demokratik Alman Raporu, eski Nazi partisi üyelerinin Federal Almanya Cumhuriyeti'nin büyükelçisi olarak çalıştığı ülkeleri listeleyen bir harita yayınladı. ADC'nin kuruluşuyla birlikte batılı emperyalist devletlere ve Federal Alman Cumhuriyeti'ne kaçan eski Nazi kadroları üniversitelerde, orduda ve şirketlerde etkili pozisyonlara atandı.

ADC’nin büyüklüğü ve imkânları FAC’nin yanına yaklaşamıyor. Buna rağmen ciddi bir sanayi başarısı var yatırıma dönük ürünlerde. Tüketim kültürünün bu başarıya rağmen ADC’yi zehirlemesinin sebebini, üretim stratejisinin sosyalizme ileri hedefler koyacak siyasi argümanlarla beslenmemesiyle ilişkilendirebilir miyiz? ADC’de eksik olan başlıca şey devrimci heyecan mıydı?

CEMİL FUAT HENDEK – ADC’nin kuruluşunun ne gibi zor koşullarda başladığını kısaca anlatmaya çalıştık. Başarı sadece sanayide değil birçok alanda. Tümü planlı ekonomiyle ve sosyalist kuruculuğun karalılığıyla gerçekleştirilebildi. Emperyalistlerin her yol ve yöntemle desteklediği karşıdevrimi adım adım örgütleyen ve işgale kapıları açanlar işte o nimetlerden yararlanarak yetişmiş bir kuşaktı. Kuruculuğun ilk döneminin ağır yükünü çekmiş neslin, işçi sınıfının çocuklarıydılar fakat işçi değildiler. Yazar, sanatçı, öğretmen, seçkin meslek sahibi bir çeşit aydın takımıydılar. Emperyalist propaganda önce onları esir aldı ve kararttı. Bazıları devletin ve partinin yönetici kademelerine dek yükselmiş kadrolardı. Polit Büroya dek yükselmiş, Merkez Komiteyi kandırmak üzere yanıltıcı raporlar hazırlayan bir hainler takımı yanı sıra Haberalma Dairesi’nde açıktan şaibeli faaliyetleri görmezden gelen bir takımın da varlığı söz konusu.

Öte yandan, yenilgiyi basitleştirerek tek bir nedene bağlamayı doğru bulmuyorum. Ortada bir dizi ciddi zafiyet olmasa, tabii ki böylesi bir çöküş olmazdı. İdeolojik zafiyeti burada başa yazabiliriz. Ancak tüm “günahı” Alman ideologlara yüklememek, o dönemde SBKP ve Sovyetler Birliği’nin başındaki Garbaçov adındaki hain ve takımının varlığını da unutmamak koşuluyla.

Bu arada kapitalist pazarla kurulan ilişkileri, Batılı bankalardan alınan kredileri de bir köşeye yazmak gerekir. Uzun süre ablukanın işe yaramadığını gören emperyalistlerin taktik değiştirip “yumuşayarak” kültürel, sanatsal, bilimsel alanlarda ilişkileri konferanslarla, konserlerle, seminerlerle sıkılaştırdıklarını böylece ADC içinde o toplumsal tabakaya etki alanlarını alabildiğine genişlettiklerini de not edelim. Ve tabii kiliseler! Her karşıdevrimci gruplaşmanın ya girişimcisi, ya taşıyıcısı ya da en aktiflerinden birinin papaz olduğuna bahse girebilirsiniz. O sıralarda ciddi bir trafik var iki taraf kiliseleri arasında. Para trafiği ise tek yönlü, batıdan doğuya doğru... Şimdi bütün bunları saydıktan sonra tüketim malları, ya da emperyalistlerin aşağılamak için kullandıkları muz-çikolata, kanımca zurnanın son deliğidir. Ve ADC planlı ekonomisiyle bunu da aşmanın yollarını arıyordu. Er geç bulacaktı da...

OSMAN ÇUTSAY – Saptamanız doğru: ADC’de eksik olan devrimci heyecandı. Karşı tarafın, yani Federal Almanya’nın ABD’nin büyük desteğiyle, Washington merkezli bir tür “Büyük Avrupa Projesi”nin eşbaşkanı olduğu ortaya çıkmıştı. Savaş tazminatlarının yüzde 98’ini üstlenmiş bu küçük sosyalist devletin tersine, ABD, kapitalist Almanya’ya, savaş boyunca biriktirdiği o korkunç fazlayı yığdı ve bir üretim patlaması yaşandı. Kore Savaşı ile birlikte ihracat patlaması gündeme geldi. Dolayısıyla Bonn Cumhuriyeti’nde bir tüketim patlaması da yaşandı. Bu patlamaları sosyalist cumhuriyetin aynen karşılaması ve öne geçmesi, rejimin niteliği gereği zaten mümkün değildi. Bu dengesizlikte, küçük cumhuriyetin elindeki tek silah devrimci heyecan olabilirdi.

Belki üst düzey kadrolarda ve başlarda bu vardı. Ama 1933-1945 döneminde inanılmaz bir vahşete destek vermiş Alman halkında istenen dönüşümü sağlamak zordu. Yine de denediklerini biliyoruz. Kültür endüstrisinin gücünü küçük gördüler. Tüketimi yücelten, insanı küçülten bu saldırıyı göğüslemekte “Doğu Berlin” başarılı olamadı. Dalgalı bir resim çıktı ortaya. Alman Demokratik Cumhuriyeti’nde inanılmaz başarılar ve yüksekliklerle, inanılmaz kolaycılıklar iç içe gelişti. Bu her alanda bir dengesizliğe karşılık geliyordu. Bunları bugün bakınca görmek kolay, ama gerçekleştirmenin ne kadar zor olduğunu da görmek gerekiyor.

İzlenen iktisat politikalarını besleyecek bir kültür devrimi ve yeni insan çıkışı gerçekleştirilemedi. Denemediklerini ise kimse söyleyemez. Bence emperyalizmin korkunç saldırısına 40 yıl direnmiş olmaları bile çok ama çok büyük bir başarıya karşılık geliyor.

Devrimcilik, yenilgilerden önce, yaratılmış başarıları çözümleme ve sürdürme inadıdır. Başarıları derinleştirme ısrarıdır. Yenilgileri öne çıkarmak, devrimci çıkışları anomali olarak damgalama sonucunu verir. Başarılarımızı çözümlerken Marx’ın Komün deneyimine bakışından hareket ediyoruz.

Trajedimize bir son vermek zorundayız. Dünya solunda sosyalist kuruluşlara, yenilgiyle sonuçlandıkları için adeta bir iğrenti ile yaklaşıldığını gözlüyoruz. Bunu tersine çevireceğiz. 40 yıllık bir Alman sosyalizmi, devletleşmiş bir irade, araştırmaların esas konusu olmalıdır. Gericilik, yenilgiyi ve dolayısıyla sosyalist devrimin gereksizliğini öne çıkaracaktır. Özellikle de solun içine sızmış liberal kanatlarıyla... Ama soru doğrudur: Kapitalizmin saldırısını göğüsleyememiş bir devlette, devrimci heyecanın eksik olmadığını iddia edemeyiz. Neden böyle olduğunu da irdelemek zorundayız yeni devrimler çağımız açılırken.

Bir yandan da popüler kültür malzemesi haline getirilen duvar meselesi var. Duvarın ADC’de ücretsiz eğitim alan kalifiye işçiler tarafından delindiğini, kapitalist tekellerin ADC’yi nitelikli eleman açısından yağmaladığını detaylıca açıklıyorsunuz. Peki tersine bir etki yaratılamadı mı, FAC’nin işsizleri, evsizleri, yoksulları için ADC bir seçenek olmuş veya bir etki yaratmış mıydı?

CEMİL FUAT HENDEK – Kalifiyeleri ver, işsiz yoksulları al… İlginç bir değiş tokuş olurdu doğrusu. Şaka bir yana, hiçbir yatırım yapmadığı, emek harcamadığı en nadide kadroları devşirip, merkeze getirerek hizmetinde çalıştırmak emperyalizmin genel karakteristiği değil mi? ADC’nin böylesi bir politikası yoktu, olamazdı. ADC’de yabancı kökenliler vardı tabii. Yunanistan içsavaşında yenilgiden sonra canlarını kurtamak için ülkelerini terk etmek zorunda kalan komünistlere yurt oldu ADC. O savaşta öksüz ve yetim kalan bin Yunanlı çocuğu evlat edindi o devlet. Devrimden sonra Kübalılar vardı. Tıp tahsil edip ülkelerine döndüler. Küba’da bilimsel harikalar yarattılar. Vietnamlılar vardı. Ülkelerinin yeniden kuruluşuna katkı koymak üzere mühendislik okudular. Henüz bağımsızlığını kazanmış Afrika ülkelerinden gelenler keza…

Burada unutulmaması gereken bir nokta var: Kapitalist Almanya’nın ADC’nin kalifiye elemanlarına göz dikmesinin tek nedeni işgücü gereksinimi değildi. O aynı zamanda bir sabotaj politikasıydı. Nitekim, ADC’yi işgal ettikten sonra doktorların, mühendislerin falan diplomalarını tanımadılar. Hepsini çöp yaptılar. 

1981 tarihli bu pul ABD işgaline karşı direnen Vietnam halkıyla dayanışmayı selamlıyor. Federal Alman Cumhuriyeti'nin posta servisleri, bu içerikte pulları içeren postaları taşımayı reddediyordu.

OSMAN ÇUTSAY – Batı Almanya’dan ADC’ye de yarım milyonu aşkın insanı kapsayan bir göç yaşandığını biliyoruz. Der Spiegel, bu rakamın 500 binin üzerinde olduğunu, ama tam rakamları bilinemediğini belirtiyor. Ancak, Bonn Cumhuriyeti ve ardılları bunu tam olarak bilmek istemiyordu tabii. Bir de şu var. Çok gençken yeni sosyalist cumhuriyete giden ve bizim kirli liberal sürüden iyi tanıdığımız, bazıları sonradan çeşitli renkleriyle sosyalizm düşmanlığına terfi etmiş “şöhretli aydınlar” da vardı. Wolf Biermann, Stefan Heym, Robert Havemann, Ralph Giordano, bir dönem Sol Parti başkanlığı falan yapmış Lothar Bisky gibi... FAC Başbakanı Angela Merkel’in anne ve babası da,  Merkelbebekken, batıdan doğuya göçmüştü. Bu ayrıntıları fazla “karıştırmayacaklarını” biliyoruz. 

Başlık ayrılan dikkat çekici noktalardan biri ADC’nin barışta ısrarı. Alman devletlerinin tarih boyunca bu konuda parlak bir karneye sahip olmadığını biliyoruz, ADC bu yönüyle de ayrışıyor. Peki İkinci Savaş’ta bu denli kayıp vermiş bir toplum acaba sosyalist cumhuriyetin kuruluşundan itibaren bu özelliğin farkında mıydı, ADC’nin bu yönüne kıymet veriyor muydu?

CEMİL FUAT HENDEK – Bakın şimdi, burada söz konusu olan, Avrupa’nın tam ortasında, istisnasız her dönemde, devlet yapısı ne olursa olsun, saldırgan, militarist bir oluşumun tüm olumsuz mirasını bertaraf etmek, 19’uncu yüzyıl sonlarında ve özellikle 20’nci yüzyılda yükselen işçi sınıfının marksist devrimci değerlerine de yaslanarak yepyeni, sosyalist karakterli bir ulus yaratmaktı kurucuların hedefi. Düşünün ki, Anayasa’sının giriş cümlesinde barış konusuna yer vermiş bir cumhuriyet vardı önümüzde. Ulusal marşında “biz en büyük ulusuz” demeyen, “Halklara elini uzat!” çağrısı yapan bir cumhuriyet. Kimsenin bilmediği bir şey söyleyeyim: Gümrükte girişi yasaklı mallar listesinin en başlarında çocuk oyuncakları da vardı. Oyuncak silah, askeri araç ve savaşı çağrıştıracak her türden oyuncak!

Öte yandan, ADC’nin bu duruşu, SSCB ve diğer sosyalist ülkelere karşı sorumluluğunun da bir parçasıydı.

ADC yurttaşları tabii ki, barışçıl bir devletin koruyucu kanatları altında yaşamanın rahatlığı içindeydiler. Öte yandan her an bunun bilincinde olduklarını söylemek gerçekliğe uymaz. Barışçıl bir cumhuriyette yaşamak doğal bir durumdu onlar için. Siz şu anda elinizdeki küçük parmağın değerini biliyor, bunu düşünüyor musunuz? Ben söyleyeyim, hayır. Ama bir kazayla kopsa, işte o zaman… O zaman o küçücük “şeyin” ne denli önemli olduğu bir anda bilincinize yükselecektir.

Sosyalizmin tüm değerlerinin bilincinde olan, o değerlerle yaşayan ve onu canla başla savunacak bir ulus yaratmanın ne denli zor ve nesiller boyu sürecek mücadele gerektiren bir iş olduğunu ADC deneyimiyle birlikte bir kez daha görmüş olduk.

Son olarak çözülme... Kitapta toplumsal alanların hemen hemen tamamında ADC’nin kazanımlarının ne olduğu ortaya konuyor, hatta ADC’de gündelik yaşama dair bile bir izlenim ediniyoruz. Karşıdevrim sonrasını sormak istiyorum. Bu kazanımlardan faydalanmış kuşaklar için yıkılıştan sonra sosyalizme dönük nasıl bir hatıra kaldı, bu hatıra toplumun gözünde bir nostaljiden mi ibaret yoksa politik anlamlar taşıyor mu?

CEMİL FUAT HENDEK – Bir kere, faşizme karşı mücadele eden, bazıları Kızılordu ile birlikte savaşarak yurtlarına dönen ve devrimi gerçekleştiren o kadrodan geriye artık hiç kimse kalmış değil.

Bir de gençler var, o yılları hiç bilmeyen. Bedava spor salonlarını, yüzme havuzlarını, spor klüplerini, bedava gençlik tiyatrolarını, gençlik evlerini, bolca kütüphaneleri yaşamamış olanlar ne bilsinler ki?

Karşıdevrim sırasında orta yaşta olanlar da emeklilik çağına girdiler. Bunların ne hissedip, ne düşündüğünü kesinlikle söyleyecek durumda değilim. Böylesi bir araştırma, inceleme yapmadım. 90-93 yıllarından bildiğim büyük bir şok yaşadılar. Ardından umutlandılar ve hızla hüsrana uğradılar.

İzninizle ben size sorayım: Milyonu aşkın insan birkaç ay içinde işyerleri kapatılıp, işsiz kalınca ne hissetmiş ve  düşünmüş olabilir?

Hani şu “Paraları var, ama zavallılar alacak mal bulamıyorlar” dedikleri milyonlarca insan, para birimlerinin birleştirilmesinin ertesi sabahında uyandıklarında, bankalarda birikmiş binlerce mark tasarruflarının pul olduğunu anladıklarında ne hissetmiş ve düşünmüş olabilirler?

Oturduğu dairenin kirası 80 ADC Markı’ndan 800 Alman Markı’na yükselen kiracılar ne hissetmiş, ne düşünmüş olabilirler acaba?

Diploması yırtılan, emeklilik hakları budanan milyonlarca insan ne hissetmiş ve düşünmüş olabilir?

Merak, heyecan ve umut dolu Batı’ya gelen sayısını bilemediğim kadınlar “eşit işe eşit ücret”ten bahsetmeye kalktıklarında birileri suratlarına gülünce ne hissetmiş ve düşünmüş olabilirler?

Tek başına çocuk yetiştirme telaşındaki sayısını bilemeyeceğim kadınlar çocuklarını bırakacak yuva bulamadıklarında, şans eseri bulabildikleri yuvalardan hiçbirinin tam gün olmadığını gördüklerinde, gereksindikleri yuvanın ise özel ve parasını ödeyemeyecekleri kadar pahalı olduğunu saptadıklarında ne hissetmiş ve düşünmüş olabilirler?

Eşit ücret mi dedik? Halen batı ve doğuda ücret eşitliğinin sağlanmaması karşısında o taraflarda yaşayanlar ne hissediyor ve düşünüyor olabilirler?

Gerçek olan şu: Hepsi eşittiler ADC’de. Fırsatta eşittiler. Tüm toplumsal hizmetlerden eşit yararlanıyorlardı. “Ama özgür değilsiniz. İstediğiniz gibi Batılı ülkelere gidemiyorsunuz” diye aldatıldılar. Şimdi hepsinin özgür olduğu söyleniyor. Ama eşit değiller. Eşit olmadıkları için özgürlükleri de eşit değil. Acaba ne hissediyor ve düşünüyor olabilirler?

Bunlara mikrofon uzatan bir medya olmadığı için yanıtı sizler düşünmek zorundasınız.

Geçenlerde bir kadının serzenişine rastladım internette. “Şimdi istediğim gibi konuşmakta özgürüm“ diye yazmış, “ama dinleyen yok“. Ne kadar hüzün verici değil mi?

                                                             /././

Hayat devrimci siyaseti çağırıyor -Gamze Yücesan Özdemir-

Emekçiler solun söylemlerinde neden kendilerini görünmez hissediyorlar? Cevabı açık, hakim sınıflar sol söylemin içerisine liberalizmi zerk etmeyi başardılar.

Bugün ülkede yaşanan toplumsal eşitsizliği, yokluğu ve yarınsızlığı görmek için sokakta bir iki adım atmak ya da bir kere metroya binmek yeterli. Toplumsal eşitsizliği derinden ve şiddetle deneyimleyen milyonlar varsa bu deneyimlerin acı bilgisine sahip olan milyonlar da var. Bu yaşanılanların dönüştürücü, eyleme geçirici olması için ne gerekiyor? Açıktır ki, hayat devrimci siyaseti çağırıyor. Hayat sefalete, eşitsizliğe, yokluğa ve yarınsızlığa karşı işçileri, kendi deyişleriyle “bizim gibileri”, onların çalışma ve yaşam koşullarını, onların özlem ve dertlerini siyasal alana taşıyacak sese, söze, mücadeleye çağırıyor. Devrimci siyasetin dün olduğu gibi bugün için de anlamı emeğin toplumun kurucu unsuru olarak siyasetin merkezine yerleşmesi, emekçilerin taleplerinin siyasette temsil edilmesi ve emeğin toplumun dayanışmacı potansiyellerini oluşturmasıdır.

İşçiler, emekçiler, “bizim gibiler.” İşçilerin arasındayken, eğitimde ya da sahada, çok sık duyduğum bir cümle var: “Sol bizi görmezden geliyor, bizim gibilerden söz etmiyor.” Emekçinin gözünde solun anlamının değişmesini daha iyi ne anlatabilir? Bununla da sınırlı değil. Arada şöyle serzenişte bulunanlar da oluyor, “Asıl bizi savunmasını solculardan beklerdik.” Emekçiler solun söylemlerinde neden kendilerini görünmez hissediyorlar? Cevabı açık, hakim sınıflar sol söylemin içerisine liberalizmi zerk etmeyi başardılar. Ortaya sol liberal de denilen bir söylem çıktı. Avrupa’da ve Türkiye’de aynı anda medyada, akademide solun temsili olarak bunlar öne çıkartıldı. Bu söylem, “etnisiteler, kimlikler, kültürler”e indirgediği siyaseti farklılıkların bir arada yaşamasına ve kapitalizmin içine hapsetti, dolayısıyla işçilerden, onların gerçek dertlerinden uzaklaştı. Daha doğrusu işçilerden ve onların gerçek dertlerinden kurtulmanın yollarından biri olarak bu söylemsel strateji öne çıkartıldı. Bu uzaklaşma hem dünyada hem de ülkemizde işçileri kendi sorunlarıyla daha çok ilgilendiklerini düşündükleri sağ siyasetin, neofaşist siyasetin farklı tonlarına yöneltti. 

Diğer yandan bu topraklarda uzun bir yolculuğu olan sosyalistler son on yıllarda kendilerini daha çekingen ve mütereddit hissettiler. Bir kısmı solun yeni standartlarına uymadığını düşündüğü için sessizleşti. Bir diğer kısmı direnen, onurlu ve inatçı bir varoluşu tercih etti. Ama bu varoluşun daha öteye taşınmasının yolu neoliberalizmin hegemonyası altında açılamıyordu. Bugün neoliberal dünyanın, küreselleşen dünyanın, finansın dünyasının sonu gözükmektedir. Kapitalizmin içinde bulunduğu kriz yapısaldır ve çok derindir. Kapitalizmin yenilgileri gerçektir ve devam edecektir. Sosyalistlerin bu ülke emekçilerinin taleplerinin, özlemlerinin ve dertlerinin taşıyıcıları olması günü gelmiştir. Hayat, bu topraklarda geçim ve yaşam derdinde olan milyonlarca emekçinin siyasetin merkezine alınmasını ve sosyalistlerin sınıfla birlikte hareket etmesini çağırıyor. 

İşçilerin, emekçilerin sözü. İşçiler yalnızca görülmediklerini söylemiyorlar ayrıca dertlerinin, gündelik hayatta karşılaştıkları sorunların solun sözünde yer almadığını da dile getiriyorlar. Diğer bir deyişle, gündelik hayatın sınıf karakteri bugün sol iddiasında olanların sözünde yer almıyor. Sol iddiasında olanlar, siyasal iktidarın ya da sağın diline ve sorularına cevap yetiştirmeye çalışıyor ve tepki veriyor. Sağın gündemi günlerce tartışılıyor. Dolayısıyla, “sol” kendi sözünü, kendi dilini yaratmak yerine sağa cevap yetiştiriyor. Aslolan sosyalistlerin kendi dilini kurmasıdır, sağın diline kendini hapsetmemesidir. Bugün sosyalistlerin sözü, sokaktaki insanlar için yaşamı sürdürebilmenin tek makul ve tek akla yatkın biçimidir. Sosyalistler nasıl bir ülke, nasıl bir çalışma yaşamı, nasıl bir gelecek sözünü yani işçilerin sözünü söylemeli ve tekrar söylemelidir. Sözü hiç bulanıklaştırmadan, olabildiğince net ve olabildiğince açık. 

Eşitlik. Toplumun azınlığı inanılmaz bir şatafat içinde yaşarken, yedikleri önlerinde yemedikleri arkalarındayken, işçiler ve emekçiler, fırsat eşitsizliklerini bırakın, gelir dağılımı eşitsizliklerinin azaltılmasını bile düşleyemez haldeler. Şu anda yaşadıklarından başka bir seçenekleri yokmuş gibi düşünüyorlar. İşçiler arasındayken şunu duyuyorum, “Bize iki seçenek sunuluyor, ‘ya açlıktan öleceksiniz, ya da çalışırken öleceksiniz’, yani ölmek ya da ölmek.” Eşitlik çağrısı, sosyal yurttaşlık çağrısıdır, yani devlet iktidarının piyasanın yıkıcı etkileri karşısında işçi sınıfı için kullanılması çağrısıdır. Yurttaşın çalışma hakkı, sağlık hakkı, eğitim hakkı, barınma hakkı… Değer üretiminin artacağını vurgulamanın, değeri üretenlerin bu süreçte söz sahibi olacağının bu yolla yoksulluğun ve işsizliğin ortadan kalkacağının duyulmasına ihtiyaç var. Bu toprakların çocukları olan sosyalistlerin halkçı ve kamucu sesine her zamankinden çok ihtiyaç var. 

Dayanışma. Dayanışma basit bir terim değildir, duyumsanmadan anlaşılmaz. Bu terimin tam karşılığını işçilerin arasındayken deneyimlersiniz. Tüm neoliberal düzen bunu yıkmaya odaklanır. İşçilerin yerini, hayatını, çalışma koşullarını değiştirirler, bu duygu silinip gitsin diye. Umutlarını yitirsinler isterler, yalıtırlar. İşçiler eğer kendilerini bireyciliğin, iş bitiriciliğin, tüketiciliğin kıskacında ana akım düşüncelere göre tanımlarlarsa bir sınıf olarak davranma becerilerini yitirirler. Eğer korkuyorlarsa, kendilerini tehlikede hissediyorlarsa, umutlarını yitiriyorlarsa, dayanışmayı da reddederler. Bugün ihtiyaç duyulan dayanışmadır. Çünkü dayanışma onların birbiriyle bağ kurabilmesidir, onlarla bağ kurabilmektir, hislerde ortaklaşabilmektir. Onlar yaşamın ve açlığın sert koşullarında çırpınırken, ancak birlikte yaşamanın ve dayanışmanın koşullarında güçlenebilirler. 

En basit anlamıyla “var olma”, kar uğruna yaşamları hiçe sayan toplumsal yapıda “hayatta olma”, “hayatta kalma” zemini dayanışma için önemli bir başlangıç noktasıdır. Geçim sıkıntısını daha derinden hissedenlere elini uzatma, evinde çorba kaynamayanlarla yan yana olma, hastalara çare bulma, eğitimde olanların yanında olma… Dayanışmayı bu topraklarda varedenler, işçilerin sesini ve taleplerini taşıyabilen sosyalistler olmuştur. Dünyayı kendi gözleriyle, dayanışmayla görebilmek sınıfın kendi özsaygısını ve direnme pratiklerini güçlendirecektir. Bugün ülke bir yangın yerine dönmüşken dayanışma yalnız “nefes alma” alanları değil, yangını söndürecek iradeyi de üretecek, örgütleyecek olandır. 

Hayat devrimci siyaseti çağırıyor. Hayatta en kötü şey insanın doğduğu topraklara yabancılaşmasıdır. Biz bu ülkeyi, onu ilmek ilmek alınteriyle örmüş emekçileri, uğruna kendini adamış devrimcileri, sosyalistleri, uğruna mücadele etmiş aydınları, ülkeyi terk etmemiş gençlerinden dolayı seviyoruz. Biz bu ülkeye, hayata ve devrime inanıyoruz.

                                                               /././

Denge ve istikrar bozulmasın!-Engin Solakoğlu-

6 Ekim 2023 yıkılması ve bir daha ihya edilmemesi gereken adaletsiz, lanetli bir mazidir. Böyle bir düzeni hedef alan ve yıkılması için tek bir taş atan bile insanlık için iyi bir şey yapmış demektir.

Hayat gariptir. An gelir, yıllarca yağmur ve güneş kadar olağan bulduğunuz bazı kavramları veya sözcük öbeklerini duyduğunuzda irkildiğinizi fark edersiniz. Bu çoğu zaman sizin kabahatiniz ya da yanlışınız değildir. Zaman içinde o kavramlar ve sözcüklerle öylesine sık karşılaşmış, onların alabildiğine kirletildiğini ve saptırıldığını görmüşsünüzdür ki, bir nevi “istiap haddi”niz dolmuş, bir kez daha yinelenmelerine tahammül edemez hale gelmişsinizdir.

Denge kendi başına olumlu bir sözcüktür. Beğendiğimiz bir kişi için “dengeli adam, dengeli kadın” terimini kullanır, halinden tavrından davranışlarından hoşlanmadığımız birisi için ise “dengesiz” sıfatını sarf ederiz.

Günlük yaşantımızda kullandığımız bu sözcüklerden belirli ve daha teknik alanlarda kavramlar türetiriz. Dengeli bütçenin anlamı harcama ve gelir kalemlerinin birbirini karşıladığıdır örneğin. Aktüeryal denge dediğimizde kastettiğimiz bir sosyal güvenlik sistemine olan girişlerin (sigorta primleri vs), o sistemin harcamalarına denk düşmesidir.

Bizim konumuz olan “jeopolitik denge” geleneksel olarak dünyadaki siyasi denklemde bir anomali bulunmaması, “istikrar” ise o dengenin devam etme  hali olarak kullanılır. Oysa hayatın gerçekleri kimi zaman başka bir hikâye anlatır.

Bir kere, denge hali başlı başına olumlu bir durum ifade etmeyebilir. Yine kendi alanımızdan gidersek, iki kutuplu sistemin bir döneminde sıkça karşımıza çıkan “dehşet dengesi” terimini anımsayabiliriz. Dehşet dengesi, ABD ve SSCB’nin birbirlerini ve bütün dünyayı yok edebilecek kadar nükleer silah kapasitesi geliştirmiş olması sebebiyle çatışmaları belirli bir noktanın ötesine taşımamalarını açıklamak için yaratılmış bir deyimdir. Bir yanıyla olumlu da görülse, özü itibariyle dünyadaki yaşam bakımından ölümcül bir tehdidin bulunduğunu hatırlatır.

Güncele gelelim. Bundan bir yıl kadar önce Hamas ve onunla hareket eden Filistinli direniş örgütlerinin 7 Ekim saldırısı jeopolitik denge bakımından ne ifade eder?

Meseleye bir kimyager soğukluğuyla baktığınızda olumsuz ifadeler kullanmakta güçlük çekmezsiniz. En özet deyişle, böylesi bir bakış açısına göre, bu saldırı İsrail’e Filistin halkını ezmek, yok etmek, direnişi ortadan kaldırmak için bahane teşkil etmiştir. 7 Ekim saldırısı “jeopolitik denge”yi bozmuştur. Öyle ki, İsrail salt Filistin halkına değil, bugün direniş ekseni olarak adlandırılan güçlerin bulunduğu her yere saldırılar başlatmış ve sürdürmektedir. Bir anlamda cin lambadan çıkmıştır.

Dünyaya hâkim kılınmaya çalışılan ve bu arada Türkiye’de yutturulması için yoğun çaba gösterilen bu anlayışa göre, 7 Ekim’den sonra Yemen’deki Husiler’in Babülmendep Boğazı’nı dünya deniz ticareti bakımından mayınlı bir araziye çevirmeleri, Hizbullah’ın İsrail’in kuzey sınırlarındaki yerleşim bölgelerini yaşanmaz hale getirmeleri, İran’ın önce Nisan ayında, sonra da geçen hafta gerçekleştirdiği füze saldırıları, Irak’taki Kataip güçlerinin bölgedeki ABD üslerini vurmaları gibi gelişmelerin tamamı “istikrarı bozucu”, “jeopolitik denge”yi sarsan gelişmelerdir.

Bu sözde analizlerde bol keseden kullanılan jeopolitik denge ve istikrar gibi kavramların ne ifade ettiklerine dikkatle bakmadığımız, bunların kimler tarafından ve hangi amaçlarla yinelendiklerini gözden kaçırdığımız takdirde bu yaklaşımların pençesine düşmek ve kandırılmış geniş kitlelerle birlikte aynı ezberleri tekrarlamak veya tekrarlanan bu herzelere kafa sallamak kaçınılmaz hale gelir. Oysa halka yalan söylemek kadar, sürekli yalan söylenen halkları kestirmeden aşağılamak da suçtur.

İşimiz bilgiçlik yapmak değil, bilinçli olarak unutturulanları elimizden geldiğince anımsatmak, ABD, NATO ve İsrail bağlantılı sermayenin ucuz aparatları yoluyla yaydığı sisi dağıtmaktır. Mareşali, ordinaryusu toplanıp haritalar önünde tutma eylemini gerçekleştirebildikleri bütün uzuvlarıyla istedikleri sayıda çubuğu da sallasalar aşağıda sıralanan olguların tersini iddia edemezler.

7 Ekim 2023’ten bu yana bozulan, sarsılan nedir? O tarihte hangi jeolipotik denge, hangi istikrar bozulmuştur? 6 Ekim 2023’te İsrail, Filistin ve genel olarak Ortadoğu’daki manzara nasıldı?

Bilenler için tekrar olacak ama Filistin halkının dramı 7 Ekim 2023’te ve Gazze’de başlamamıştır. Tarihte kimi zaman ilk bakışta çok haklı görünen gerekçelerle yapılmış büyük yanlışlıklara rastlanır. İsrail’in kuruluşunun böyle bir yanlışlık olduğunun artık anlaşılması gerekmektedir. İsrail, dünya tarihinin en acımasız soykırımına maruz kalmış bir halkın Batı’nın, bir başka deyişle küresel sermaye düzeninin gecikmiş bir sömürgecilik projesine alet edilmesinin sonucuna verilen addır. Büyük bir acı üzerine kurulmuş ve giderek büyüyen acılara yol açmıştır.

Çok bilmişlerin jeopolitik denge veya istikrar diye adlandırdığı şey, İsrail’in bütün bir bölgeyi ABD çıkarları doğrultusunda hakimiyet altına almasından başka bir şey değildir.

6 Ekim 2023’te İsrail, Kudüs’te Filistinlileri yerlerinden etmekte, mallarına el koymakta, ibadet haklarını engellemekte ve göçe zorlamaktadır. 6 Ekim 2023 tarihi itibariyle, İsrail ordusu ve teşvik ettiği yasadışı sömürgecilerden başka bir şey olmayan bir yerleşimci güruhu Filistinlileri tam bir cezasızlıkla öldürebildiği gibi, topraklarına ve su kaynaklarına el koymakta, ürünlerini tarlalarda tahrip etmekte, kuyularını betonlamakta ve zeytin ağaçlarını sökmektedir. 6 Ekim 2023 tarihi itibariyle Gazze, Batı Şeria ve Kudüs sakini olan binlerce Filistinli sudan gerekçelerle ve “idari tutuklama” denen bir mekanizma kullanılarak İsrail zindanlarında ömür tüketmektedir. 6 Ekim 2023 günü ve çok daha öncesinde Gazze dünyanın en büyük ve en yoksul açık hava hapishanesi olarak tanımlanmaktadır.

6 Ekim 2023 tarihinde Ortadoğu’nun meşruiyeti görünüşte kutsal, kurgusal bir varlıktan gerçekte Washington’dan kaynaklanan monarşileri ABD Başkanı Trump’ın damadı Kushner’in imzasını taşıyan İbrahim Anlaşmalarının ruhuna uygun bir şekilde İsrail’le “normalleşmenin” planlarını yapmaktadır.

6 Ekim 2023 tarihinde İsrail kafasına estiği zaman Lübnan’a havadan, denizden ve kimi zaman da karadan saldırılar düzenlemektedir. Böyle bir gerçek orta yerde durduğu için Lübnan-İsrail sınırında 1978 yılından beri, yani neredeyse yarım yüzyıldır BM Lübnan Geçici Barış Gücü (UNIFIL) görev yapmaktadır.

6 Ekim 2023’te Yemen Suudi Arabistan ve BAE gibi garabetlerin yıllardır Batı’dan aldıkları silahları sivil halk üzerinde serbestçe denedikleri ama yine de boyun eğdiremedikleri, halkı yetersiz beslenme ve salgın hastalıklarla boğuşan bir ülkedir.

6 Ekim 2023 itibariyle İsrail neredeyse haftada bir Suriye’yi bombalamakta, İran’a yönelik içeride ve dışarıda siyasi suikastlar düzenlemektedir. Aynı İsrail Suriye’yi parçalamak için kullanılan kafa kesici cihatçıları ve etnik milliyetçileri doğrudan ve dolaylı yollarla beslemekte, onlar da İsrail’e zarar verecek her türlü eylemden kaçınmaktadır.

6 Ekim 2023’te Türkiye sermayesi enerji sektörü başta olmak üzere İsrail’le yoğun bir işbirliği içindedir. O sermayenin uzantısı olan iktidar ise, düzenli aralıklarla hakaret ettiği İsrail yöneticilerini resmî törenlerle ağırlamakta, bir yandan da “Kudüs” diye sızlanmaktadır.

Bu liste uzar gider. İşin özeti 6 Ekim 2023 tarihindeki “jeopolitik denge” ve “istikrar”ın Ortadoğu bakımından özeti budur. 
Denge ve istikrar, uluslararası sistemin dar bir zengin toplamın daha da zenginleşmesi ve hesapsızca genişlemesine göz yumması, Yemenli, Filistinli, Lübnanlı çocukların acımasızca katledilmelerinin serbest bırakılması anlamına geldiği noktada ezilen haklar bakımından meşru bir hedef haline gelmiş demektir.

Böylesi bir “jeopolitik denge” ve “istikrar” önünde secde edilecek bir kutsal öküz değildir. Bütün dünyada değişen ölçeklerde bir enayi silkeleme mekanizması olan borsalar düşecek diye veya sizin ülkenizde göçmen işçi emeği sömüren patronlar ihracat yoluyla daha da semirsinler diye korunması gereken bir kale de değildir.

6 Ekim 2023 özlemle hatırlayacağımız, geri dönmek isteyeceğimiz bir tür “Asr-ı saadet” hiç değildir.

6 Ekim 2023 yıkılması ve bir daha ihya edilmemesi gereken adaletsiz ve lanetli bir mazidir.

Böyle bir düzeni hedef alan ve yıkılması için tek bir taş atan bile insanlık için iyi bir şey yapmış demektir. Asıl mesele yıkılması gereken yıkılırken onun yerine inşa edilecek yeni denge ve istikrarın eşitlik, özgürlük ve kardeşlik ilkeleri üzerine oturtulmasıdır.

Jeopolitik denge ve istikrar sözcükleri işte o zaman bir anlam ifade edeceklerdir.

                                                               /././ 

Batılı gazeteciler yayın kuruluşlarının sahtekarlığını ifşa ediyor: İsrail yanlılığını anlattılar -soL-

CNN ve BBC'de çalışan gazeteciler, bu yayın kuruluşlarının 7 Ekim'den bu yana nasıl bilinçli şekilde İsrail yanlısı politika izlediklerini aktardı.

Batı basınının Gazze'deki savaşta izlediği İsrail yanlısı politika, çalışanları tarafından bir bir afişe ediliyor. 

Dünyaca bilinen iki haber ağı olan ABD'li CNN ve İngiliz BBC için Gazze savaşını haberleştiren on gazeteci, 7 Ekim'den itibaren bu haber merkezlerinin iç işleyişini ifşa ederek, haberlerde İsrail yanlısı önyargı, sistematik çifte standartlar ve gazetecilik ilkelerinin sık sık ihlal edildiğini anlattı.

El Cezire'nin Dinleme Postası programında konuşan gazeteciler, üst düzey haber merkezi yetkililerini İsrailli yetkilileri sorumlu tutmamakla ve İsrail vahşetlerini önemsiz göstermek için haberciliğe müdahale etmekle suçladılar.

"Batı Medyasının Merceğinin Arkasında: Gazze'nin Başarısızlığı" adlı belgeselde konuşan gazetecilerin anlattığına göre, bir olayda, CNN'de personel üyelerinin önceden uyarılarına rağmen sahte İsrail propagandası yayınlandı.

CNN'de çalışan Adam rumuzlu gazeteci, 7 Ekim'den önce ağın gazetecilik uygulamalarına "yürekten" güvendiğini söyledi. Adam, Gazze'deki savaştan sonra, kuruma olan güveninin nasıl sarsıldığını şöyle anlattı: 

Ancak 7 Ekim'den sonra, İsrail anlatısını destekleyen haber satırlarının ne kadar kolay çıktığını gördüğümde gerçekten sarsıldım. CNN'in sert bir şekilde baskı yapmaktan mutluluk duyduğu zamanlar oldu. Ancak genel olarak, ne yazık ki nerede durduğumuz çok açık. Ve bu tamamen gerçekle ilgili değil.

'CNN için utanç verici bir an'

CNN Uluslararası Diplomatik Editörü Nic Robertson, geçtiğimiz Kasım ayında, Gazze'nin bombalanan El Rantisi Çocuk Hastanesi'ni ziyaret etmek için İsrail ordusuyla birlikte hareket etmişti.

Robertson, içeri girdiğinde, askeri sözcü Daniel Hagari, Hamas'ın hastaneyi İsrailli esirleri saklamak için kullandığına dair kanıt bulduğunu iddia etti.

Hagari, Robertson'a Arapça yazılmış, duvarda bulunan bir belgeyi gösterdi ve bunun esirleri gözeten Hamas üyelerinin bir listesi olduğunu iddia etti.

Adam, söz konusu yayını CNN için "utanç verici bir an" olarak hatırladı.

Bunun kesinlikle bir Hamas listesi olmadığını vurgulayan Adam, "Bu bir takvimdi ve haftanın günleri Arapça yazılmıştı. Ancak Nic Robertson'dan çıkan rapor İsrail'in iddiasını yuttu" diye vurguladı.

Daha da kötüsü, İsrail iddiası CNN görüntüleri yayınlanmadan önce sosyal medyada Arapça konuşanlar tarafından çürütülmüştü. Birden fazla CNN gazetecisine ve dahili bir WhatsApp sohbetine göre, iddianın yanlışlığına ilişkin Filistinli bir yapımcı, Robertson da dahil olmak üzere meslektaşlarını uyardı. Ancak Roberton, bu uyarıyı görmezden geldi. 

Rapor televizyonda yayınlandıktan sonra, çalışanların başka bir yapımcının raporun çevrimiçi olarak yayınlanmadan önce yanlışı düzeltmeye çalıştığını söylediğini aktaran Adam, "Bunun durdurulması için bir şans vardı. Ancak Nic kararlıydı ve yayınlandı. Çok deneyimli bir muhabir. Eğer kendi meslektaşlarınızdan çok İsrail hükümetine güveniyorsanız, o zaman en azından bileğinize bir tokat atılması gerekir çünkü haberciliğiniz İsrail operasyonuna kılıf uydurmuştur” dedi.

Sonrasında Hamas'ın El Rantisi hastanesinde İsrailli esir tutulduğuna dair hiçbir kanıt ortaya çıkmadı.

'İsraillilerden onay almadıkça yapmayın'

Adam, ayrıca CNN gazetecilerinin “İsraillilerden onay almadıkları sürece Gazze'deki hava saldırılarını hava saldırısı olarak adlandıramadıkları” bir dönem olduğunu söyledi.

Adam, “Başka hiçbir yerde bunu yapmazdık. Ruslara Kiev'deki bir hastaneyi bombalayıp bombalamadıklarını sorma ihtiyacına tahammül dahi edilmezdi” diye konuştu.

Adam, ayrıca son zamanlarda, Gazze'deki sağlık görevlileri İsrail saldırılarının 40 binden fazla insanı öldürdüğünü duyurduğunda, CNN Genel Yayın Yönetmeni Mike McCarthy'nin ekibine “katliamları Hamas'a bağlamalarını ve onları sorumlu tutmalarını” emrettiğini aktardı.

CNN sunucusu Becky Anderson, Ağustos ayındaki bir haber programında, "Gazze sağlık bakanlığı, savaşı tetikleyen 7 Ekim'deki İsrail'deki Hamas katliamından bu yana 40 binden fazla Filistinlinin öldürüldüğünü söylüyor" diye haber sunmuş ve CNN'in bu sayıyı doğrulayamayacağını iddia etmişti.

BBC'deki çifte standart

Eski bir BBC çalışanı olan Sara rumuzlu gazeteci de, İngiliz yayın kuruluşunu konuklarla röportaj yaparken çifte standart uygulamakla suçladı.

BBC'de artık bir geleceği olmadığını belirten Sara, bunun bir nedeninin "yöneticilerin editöryal önyargıyla ilgili endişeleri ele alma konusundaki isteksizliği" olduğunun altını çizdi.

7 Ekim'den sonraki günlerde BBC, yapımcıların potansiyel röportajcıları çevrimiçi platformlarda yayına alabilmek amacıyla bir dahili grup sohbeti kurdu.

Grup içindeki konukların yönetim tarafından incelemeye alındığını kaydeden Sara, "İncelenenler çoğunlukla Filistin tarafındaki konuklardı. Filistinliler, Siyonist kelimesini kullandıkları için işaretleniyorlardı, ki bu asla işaretlenecek bir şey değil" ifadelerini kullandı. İsrailli konuklarınsa "ara sıra" incelendiğini söyleyen Sara, "Ancak olup bitenlerde bir denge yoktu. Konuştuğumuz İsrailli sözcülere, çok az itirazla istediklerini söylemeleri için bolca serbestlik tanındı" dedi.

Örneğin, İsrailli siyasetçi Idan Roll, 17 Ekim'de BBC sunucusu Maryam Moshiri'ye Hamas'ın güney İsrail'e düzenlediği saldırı sırasında "bebeklerin yakıldığını" ve "bebeklerin kafalarından vurulduğunu" iddia etmişti. Bu iddialara dair İsrail tarafı hiçbir zaman kanıt sunmadı. Moshiri de bu iddiayı hiç sorgulamadı veya araştırmadı.

BBC'nin taze icraatı: Batı Şeria'daki katliamın başlığını 'Hamas' diye değiştirdi

BBC, henüz iki gün önce, çalışanlarının dile getirdiği endişeleri tasdikleyen bir işe imza attı.

İsrail'in iki gün önce Batı Şeria'da yaptığı katliamı haberleştiren yayın kuruluşu, başlığı ilk olarak "İsrail hava saldırısı Batı Şeria'da 18 kişiyi öldürdü" şeklinde yayınladı.

Başlık kısa bir süre sonra, İsrail'in katliamı yerine Hamas komutanının ölümü öne çıkarılarak değiştirildi. Haberin yeni başlığı "İsrail saldırısı işgal altındaki Batı Şeria'da Hamas komutanını öldürdü" oldu.

BBC'nin başlığının ilk haliyle son hali.

Batı medyasında çalışan gazeteciler tepkilerini artırdı

Geçtiğimiz yıl, deneyimli gazeteciler, önde gelen Batılı medya kuruluşlarına Filistinlilerin acılarını küçümsediğine ve İsrail yanlısı bir önyargı sürdürdüğüne dönük suçlamalarını artırmıştı.

The New York Times ve BBC'deki az sayıda gazeteci vicdanlarını öne sürerek kamuoyuna istifa ettiklerini duyurmuştu. Diğer gazeteciler, kampanyalar ve iç toplantılarla medyadaki işleyişi içeriden değiştirmeye çalışmıştı.

(soL)


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder