"ABD için vaat edilen altın çağ" tüm dünyanın kâbusu olabilir-İbrahim Varlı-
Beklenen oldu, Amerikan emperyalizminin dümenine Trump geçti. Sürpriz değildi zira uzun bir süredir tekellerin, sermaye temsilcilerinin, petrol endüstrisinin, multi milyarder iş insanlarının Trump etrafında kümelenmişti. Bunların en ikonik figürü de Elon Musk’tı malum.
Finans kapitalin sınırsız desteğini arkasına alan Trump’ın “Amerika’yı yeniden şaha kaldıracağım” sözleri bu kesimlerin iştahını kabartıyordu. Zira Trump tıpkı “anarko kapitalist” aşırı sağcı Arjantin lideri Javier Milei gibi katıksız bir neo liberaldi ve kuralsız bir ekonomiyi savunuyordu.
Trump da henüz sonuçlar kesinleşmeden yaptığı zafer konuşmasında “Amerika'nın altın çağı olacak” diyerek bu kesimlere şu sözlerle teşekkür etti: “Öncelikle Amerika'yı öne koymayı başaracağız. Biz Amerika'yı yeniden büyük yapabiliriz. Asla sizin yüzünüzü kara çıkarmayacağım."
Silah tekelleri, petrol şirketleri en önemli destekçisiydi. İş dünyası Trump’ın birçok kanun ve düzenlemeyi geri çekmesini bekliyor, Trump da bunu anında deklare etti.
BİR SEÇİMDEN ÖTESİ…
Bu sadece bir Amerikan seçimi değildi. Dünyanın bir numaralı emperyalist gücünün başına kimin geçeceği, yer kürenin geri kalanını da yakından ilgilendiriyordu. Hali hazırda yer kürenin dört bir yanında 800’den fazla askeri üssü, yüz binlerce askeri bulunan Amerikan emperyalizminin başındaki figürün alacağı her türlü karar bütün bir jeopolitiği de etkileyecektir.
Trump’ın Ukrayna savaşı, İsrail’e yaklaşımı, Ortadoğu ve İran politikalarında alacağı kararlar mevcut çatışma dinamiklerinin seyri açısından belirleyici unsur olacak. Bu konulardaki kararlarının nasıl olacağına dair işaretleri seçim kampanyası boyunca kürsülerden açıkça deklare etti.
YENİ BİR GERİLİM DÖNEMİ
İran’a yönelik hasmane tutumunda bir değişiklik yok. Nükleer anlaşmayı çöpe atan Trump’ın, Tahran’a sıkıştırmak için her yolu deneyeceği şüphe götürmez. İsrail-Filistin ve Ukrayna savaşını bitirmeyi istediğini söylese de Tel Aviv’in kollanması, Moskova’nın sıkıştırılması da son bulmayacak.
Irak’tan, Suriye’den, Ortadoğu genelinden kısmi asker çekme girişimlerinde bulunacak olsa da yeni çatışma dinamiklerini harekete geçireceğinden kuşku yok.Biden’ın aksine Trump kendi döneminde savaş çıkartmasa da “dünya düzeni”ne soktuğu çomakla Ortadoğu’daki çatışmaların, İran ve Çin ile gerilimin asli mimarlarından.
Trump görevdeyken Çin ile sert bir ticaret savaşı başlatmıştı. Çin ve Tayvan konusunda tansiyonun yükseldiği bir dönemde Trump, Çin'e daha fazla odaklanması bekleniyor. Fiili bir savaş başlamasa da ticaret savaşı kaldığı yerden devam edecek.
POPÜLİST, OTORİTER LİDERLER DEVRİ
Uluslararası ilişkiler açısından müttefiklik ilişkileri, çok taraflı diplomatik ilişkiler Trump’ın umurunda değil. Trump’ın diplomasi anlayışı pazarlık üstüne kurulu.
Tüm bunların yanında Trump’ın seçilmesi aşırı sağcı, popülist muhafazakâr liderler kuşağı açısından daha büyük öneme haiz. Hindistan’da Modi, Arjantin’de Milei, Macaristan’da Orban gibi liderler Trump ile birlikte önemli bir müttefik kazandılar, moral motivasyonlarını artırdılar. Bu listeye Bolsonaro’dan Jr. Marcos ve Erdoğan’a pek çok ismi de eklemek gerek. Bolsonaro yeniden Brezilya sahnesine çıkmak için şimdiden ellerini ovuşturmaya başladı.
VE FAŞİZMİN KURUMSALLAŞMASI
Trump bu listedeki en tehlikeli başkanlardan. Trump'ın zaferi, Amerika Birleşik Devletleri ve dünyanın geri kalanı için tehlikeli bir yeni dönemin habercisi. Seçilmesi “ABD demokrasisi” açısından da bir felakete dönüşebilir. Düşmanlaştırıcı söylemi, kurumsal işleyişi ciddiye almaması, iç düşman yaratma sevdası, bürokrasiyi ele geçirip sistemi kökten kurgulamaya girişecek olması Amerika için ciddi bir mesele. Ve bu sadece ABD için değil, kendisini rol model alan diğer liderler nedeniyle, dünyanın geri kalanı için de benzer bir tehlike çanları çaldırıyor.
BİR KÖTÜ GİTTİ, BİR BAŞKA KÖTÜ GELDİ
Sağcı, popülist bir otokrat olan Trump her açıdan bilinmezliklerle dolu ve herkes için büyük bir tehlike. En çok da kendi ülkesi için. Fakat bir kez daha vurgulamakta yarar var; Trump kötü, ancak Biden yönetimi de iyi değildi. Bir kötü gitti, bir başka kötü geldi. "Amerika için vaat edilen altın çağ" tüm dünyanın kâbusu olabilir.
/././
Hepimizin evine giren aynı hırsız-Kaan Sezyum-
Bir hırsız dadandı mahalleye bir süredir. Evlerde sessiz bir isyan var. Mahalleli ne yapacağını da bilmiyor. Hırsız her gece başka bir eve giriyor, evden bir şeyler çalıp kaçıyor. Gün geliyor buzdolabından beyaz peyniri kaçırıyor, gün geliyor ertesi gün yenilsin diye alınmış takoz palamuta musallat oluyor, başka bir gün başka bir evde 70’ine merdiven dayamış Füsun Hanım’ın çeyizi için sakladığı altınlarına tebelleş oluyor. Amma ve lakin kimse hırsızı bulamıyor. Mahalleli gergin! Her gece “Ay bu akşam kime bir şey olacak?” tedirginliğiyle kafalarını yastığa koyuyor… Bazen eve de girmiyor bu hırsız. Bir gün baktık, bahçedeki zeytin ağaçlarını kökünden sökmüş kaçırmışlar. Artık insaf dedik yahu! Bin yıl yaşayan, yaşadıkça meyve veren ağaçtan ne istediniz? Cevabını bilemediğimiz sorular, bitmeyen sorunlar birbirini kovalaya kovalaya koşturup gidiyor… Mahallede her gün başka bir sıkıntı, başka bir dert varken bir de bu hırsızla uğraşmak için gariban vatandaş ne yapacaklarını şaşırmış durumda öyle kimsesiz, böyle çaresiz kalakalıyor…
Mahallenin girişinden birkaç evden oluşan bir gecekondu organizasyonu vardı. Zamanında imkanları yokken mahallelinin el vermesiyle, yardım etmesiyle, ekmeğini paylaşmasıyla buraya yerleşmiş, çoluk çocuk hayatta kalmaya, şehrin bir parçası olmaya çalışırlardı. Gün geldi, gün geçti bu çatısı brandadan, perdeleri okunmamış gazete kağıtlarından olan evlerin kapılarına lüks arabalar; Audiler, Mersedesler, yanarlı dönerli cipler gelmeye başladı. Evlerde yaşayanlar günden güne önce gecekondularına ruhsat aldı, sonra gecekonduların bulunduğu alanı, yandaki orman arazisini de içine alarak dikenli tellerle çevirdi, sonrasında da beyaz çoraplarının üzerine giydikleri kahverengi plastik terlikleri ile o lüks arabalara binmeye, sonra da ara sokaklarda görgüsüzce gazlamaya başladı. Mahalleli fakirleşirken, gecekondular günden güne havuzlu, özel güvenlikli villalara dönüşmeye başladı. Evlerde kalanlar ise çoluk çocuk, torun tombalak mahalleliye neden olduğu bilinmez bir hınç gütmeye başladı. Eskiden birlikte okula gittiğimiz, sınıfta elmamızı, mandalinamızı, kuru ekmeğimizi paylaştığımız çocuklar, şimdilerde trafikte lüks arabalarıyla yolumuzu kesip, ters yönden gazlayıp, bir de üzerine bize küfür kıyamet sözler etmeye başladı… Herkes hayret içinde duruma şaşırıp kalakaldı.
∗∗∗
Bir aralar “Bu iş böyle olmaz, bunun hesabını soralım bakalım, kim kimin evinde kime posta koyuyor” diyen bir yaşlı emmi vardı. Hayvanları çok severdi, kedisi köpeği eksik olmazdı. Bu emmi de bir dedi, iki dedi, üç dedi, sonra bir gün bir baktık, tası tarağı, bahçedeki horozu, tavuğu, kediyi, köpeği toplayıp mahallenin girişine taşınmış. Zaten yaşlıydı, zaman içinde iyice de yaşlandı ama işte tabiatla, doğayla iç içe yaşayan insanların ömürleri hep uzun sürer. Emminin eşi dostu kimsesi yoktu, tüm ailesi bahçesindeki canlılardı, yoğurt yemeği çok severdi. Hala da sağlığı yerinde Allah uzun ömürler versin ama işte yaşlılık böyle acımasız, biraz da kaçınılmaz bir olay. Emmi günden güne güçten düşmedi ama kafası iyice gitti, gittikçe bitti. Şimdi güvercin beslemeye başladı çatı katında. Güvercinler her yere pisliyor diye de geçtiğimiz gün kendi beslediği garibanları zehirledi… Tuzlu su akvaryumu alacakmış şimdi. Öyle dediler. Yaşlanmış, iyice aklı kafasını halay çekerek terk etmiş. Akıl gidince insan tersolaşıyor. Pamuk dede olacakken, çocukların alay ettiği, bahçesine girip eriğe, mandalinaya, incire daldıkları aksi bir bunağa dönüştü. Kedileri, köpekleri bile kendisinden ürker oldu. Güvercinler gördükleri yerde kafasına pislemek istiyormuş son dediğine göre ama onun da lafına inanası yok kimsenin. Ne dediği belli değil.
Mahalle iyice kalabalıklaştı. Yan mahallelerden gelenler oldu. Artık kim buralı, kim değil anlayamıyoruz. Ortak tek noktamız, toz, is, pas, kir, kömür ve rutubet kokusu. Zaten rutubet kokmayanlar artık aramızda yok. İmkanını bulan başka mahalleye taşındı, artık bayramdan bayrama geliyorlar. Bize başka yerlerden peynir, zeytin, çokonat getiriyorlar. Peynirin tadını unuttuk neredeyse. Alsak bile iki güne kalmıyor dolaptan çalınıyor. Neyse ki hala hayattayız. Tabii buna yaşamak denirse.
∗∗∗
Dün bir darbukacıyla, bir gırnatacı geçti mahallenin içinden şarkı söyleye söyleye. 9/8’lik bir ritim eşliğinde “Herkesin bildiği her şeyi bilmeye / Görmezden gelmek deniyor / Bak kocacım bak hele / Eniştem yine bir şey deniyor” diye diye geçtiler tozlu sokağımızdan. Biz de en iyi yaptığımız şeyi yaptık, parçanın 9/8 ölçüsüne “Şakşak şak şakşak” diye alkış tuttuk.
Bu yazıya başlamadan hemen önce, 90’lı yılların ortasında eski eşim Nursel’in tanıştırdığı, sizin de Peyk grubundan tanıyacağınız müzisyen arkadaşım İrfan’ın ölüm haberini aldım. Hayat çok acımasız, keşke biraz adil olsa da hikayelerdeki ve masallardaki dedelerden alıp, İrfan’a ve Nursel’e verseydi. İkisi de genç yaşta aramızdan ayrıldı gitti, arkalarında bizi, sizi ve sızı bıraktı.
/././Erdoğan’ın sorunu çözüm süreci-Berkant Gültekin-
CHP’li Esenyurt Belediyesi’nin ardından önceki gün DEM Parti’nin yönetimindeki Mardin, Batman ve Halfeti belediyelerine de kayyum atandı. Bir yandan kamuoyuna “süreç” tartıştıran iktidar böylece demokrasinin tabutuna üç kallavi çivi daha çaktı.
Herkesin aklında, “Bu nasıl bir süreç?” sorusu var. Bu tam da böyle bir “havuç-sopa” süreci ve AKP-MHP iktidarının karakteristik özellikleriyle gayet uyumlu. Bir kere adı kesinlikle “çözüm süreci” olamaz çünkü Öcalan’a Meclis’te konuşma teklifi yapan Bahçeli, “Kürt sorunu yoktur” diyor. Sorun yoksa, haliyle çözülecek bir mesele de yok.
Peki bu süreç ne için? Onu da bizzat Bahçeli söyledi; Erdoğan’ı yeniden, yani 4. defa seçtirebilmek için! Bahçeli dün açık açık şöyle dedi: “Eğer terör hayatımızdan sökülüp atılırsa, enflasyon canavarına darbe indirilirse, Türkiye istikrarın zirvesine çıkarsa Cumhurbaşkanımızın bir kez daha seçilmesi doğru bir tercih değil midir?”
Tersinden düşünürsek, aslında Bahçeli’nin sözleri şu an ülkeyi Erdoğan’ın yönetmemesi gerektiğine işaret ediyor. Zira Erdoğan terör sökülüp atıldığında, enflasyon canavarına darbe indirildiğinde, Türkiye istikrarın zirvesine çıktığında bir kez daha seçilmeyi hak edecekse, şu an o şartlar cari olmadığından ve bu sorunların sebebi de kendi yönetimi olduğundan, ülke için yanlış tercih demektir.
1 Ekim’den bu yana yapılan her şey, işte o Erdoğan’ı yeniden seçtirmek için yapılıyor. Bunun hangi yöntemle yapılmaya çalışacağını siyasetin dinamikleri gösterecek. Ancak şurası net ki Öcalan’a parlamento kapısının açılması da muhalefetin belediyelerine kayyumların atanması da bu hedefe ulaşmak için kullanılan enstrümanlar. İktidar, iki uç yöntemi de belli bir tempoda kullanarak sonuç almak istiyor.
Bahçeli dün, “belediye başkanlarının terör örgütüyle irtibat, iltisak ve illiyet bağları” olduğunu iddia ederek belediyelere yapılan kayyum atamalarına sahip çıktı. Yerine kayyum atanan Mardin Büyükşehir Belediye Başkanı Ahmet Türk’ten ise “Ciddi sağlık sorunları olan, yaşı kemale ermiş bulunan ve köklü bir aileye mensup olduğu da bilinen Kürt ağası Sayın Ahmet Türk” olarak bahsetti. Ahmet Türk aynı konuşmada hem “terörle irtibat ve iltisaklı” oldu hem de buna rağmen “sayın”… Hem “sağlık sorunları olan, yaşı kemale ermiş ve köklü bir ailenin mensubu” hem de “Kürt ağası”…
Bu sözler teknik bakımdan çelişkili olsa da “siyaseten” (Bahçeli’nin kelimeye yüklediği anlama referansla) bütünlüklü ve anlaşılır. AKP-MHP iktidarı tarafından belli başlı alt kırılımları olan bir plan işletiliyor. Öcalan’a yapılan çağrılar ve tarihi olaylar üzerinden Kürt seçmene popülist bir dille göz kırpılırken, eş zamanlı olarak eldeki sağ tabanı kaçırmamak için de “terörle mücadele”nin tavizsiz sürdüğü algısı diri tutuluyor. “Devlet aklı” bir cebi doldururken diğer cebin boşalmasını engellemek istiyor.
Rejim bu süreçte PKK’yi bir tarafa, Öcalan ve DEM Parti’yi ise diğer tarafa koyuyor. PKK’ye müsamaha göstermiyor ancak istenilen çağrıyı yapacak duruma gelirse Öcalan’a gösterilebileceğinin işaretini veriyor. Bu yüzden Bahçeli dün bir kez daha Öcalan çağrısını yineledi ve sözlerinin arkasında olduğunu vurguladı. İş hedeflenen noktaya taşınırsa, DEM Parti’den de Öcalan’ın çizdiği rotaya sadık kalıp siyaset yürütmesi beklenecek. Rejimin arzu ettiği denklem kurulamazsa, Mardin’de, Batman’da ve Halfeti de olanlar DEM’in başına gelmeye gelecek. İşte o yüzden bir elde havuç bir elde sopa tutuluyor.
Nereden mi belli? Bahçeli dün onu da net şekilde söyledi. Ahmet Türk hakkındaki sözlerinin devamını şöyle bağladı: “Ahmet Türk’ün istismar edilmesi, İmralı’yla DEM Parti arasına çomak sokma sinsilikleri, CHP’nin başını çektiği kara kampanyanın dış bağlantılı mahsulüdür.”
Tekrar edelim: “İmralı ile DEM Parti arasına çomak sokma sinsilikleri”… Yani rejim, DEM Parti’nin Öcalan ile arasına mesafe koymasına karşı çıkıyor. DEM Parti’nin Öcalan’a tabi olmasını savunuyor. Buna karşı çıkanları da “dış bağlantılı kara kampanya”nın parçası olmakla itham ediyor. Kulağa garip geliyor ama tam olarak süreç böyle yürütülüyor.
DEM Parti Eş Genel Başkanı Tuncer Bakırhan, dün Bahçeli’ye seslendi ve “Bize uzattığın eli biz tuttuk. Ama diğer elini ortağın parçaladı. Bize uzattığın elde sorun yok, diğer elini baltalayan ortağında sorun var. Madem bir çözüm istiyorsun, kayyum anlayışından vazgeç. Madem çözüm istiyorsun, önce tecridi kaldır. Madem çözüm istiyorsun, hukuka uygula” dedi.
Buradan anlıyoruz ki DEM Parti kapıyı tam olarak kapatmış değil ve Bahçeli ile Erdoğan'ı ayrı yerlere koyuyor. Hâlâ iktidarın bazı adımlar atması durumunda “çözümün” olabileceği pozisyonunda duruyor. Fakat işin ilginç tarafı, iktidar bloku “Kürt sorunu yoktur” diyor ve herhangi bir şekilde “çözüm”den bahsetmiyor. Muktedirler bu kelimeyi ağızlarına dahi almazken hem DEM Parti yöneticilerinin hem de sol içindeki bazı çevrelerin 1 Ekim’den bu yana “çözüm” vurgulu mesajlar vermesi, herhalde geçmiş tecrübelerden kaynaklanan bir yanılsama olsa gerek.
İktidarın niyeti basit. Kürt hareketine şunu soruyor: “Erdoğan bir daha seçilecek, siz bu işte var mısınız yok musunuz?” “Varsanız, gelin anlaşalım” diyor. Bu anlaşma “Kürt sorununun çözümü” gibi makro bir temaya sahip değil ancak Kürt hareketinin bazı taleplerini karşılayabilir. Taleplerin hangi seviyeye kadar karşılanabileceği de iktidar tarafından açıklıkla ifade ediliyor. Cumhur İttifakı, anlaşmaya varılırsa, Öcalan’ın “umut hakkı”ndan faydalandırılıp ev hapsine alınabileceğini içeren formülü gizleme gereği duymuyor.
Üçüncü kez görevden alınan Ahmet Türk, “Atanan kayyumlar bu iktidarın ne Kürt sorununu ne de demokrasi sorununu çözme niyeti olmadığını ortaya koyuyor” dedi. Siyaseten (Bu kez Bahçeli’nin kastettiği anlamda değil!) doğru tutum, bu sözlerle tutarlı bir pratikten çıkabilir. Rejime taviz veren, onu yenme hedefini ikincilleştiren, hatta rejime bizzat onun ürettiği ya da derinleştirdiği problemleri çözme kredisi tanıyan yaklaşımlar, dibe batan ülkenin ayağındaki ağırlığı artırmaktan başka hiçbir işe yaramayacaktır.
/././Ağızdaki bakla çıktı…-Fikri Sağlar-
Hani derler ya “sözün bittiği yerdeyiz!”
Şu an, işte tam da o yerdeyiz…
Bir yandan Türkiye’nin en hayati konusunda yani Kürt Sorununun çözümünden söz edilirken, kardeşlik, el uzatma, barış vs. gibi hamaset yapılıp, DEM Partisine mesajlar gönderilirken, diğer yandan Kürt gerçeğini inkâr etmekle kalmayan, halkın seçtiği belediye başkanlarını ne hukuka ne gerçeklere, ne de siyasi ahlaka sığmayan kayyum atamalarıyla, yeni bir tehlikeli oyunu başlatıldı!
Bu aşağılayan ve hileci durum, en hafif deyimle milleti aldatmaktır!
∗∗∗
MHP Genel Başkanı Bahçeli, tüm ezberleri bozan hatta partisinin kırmızı çizgilerini de silen bir öneride bulunmuş, “Abdullah Öcalan’ı Meclise davet ederek DEM Parti Grubunda PKK’nin dağılması talimatını “vermesini istemişti…
“Elini tesadüfen değil, düşünülerek uzattığını” sözlerine eklemişti…
Arkasında Cumhur İttifakın Başkanı Erdoğan, Bahçeli’yi överek sözlerini desteklediğini açıklamıştı… İyi niyetli olan demokrasi düşkünleri, bu sözleri yeni bir dönem olarak değerlendirdi. AKP yandaşı TV sözcüleri de yeni bir açılım müjdesi vermeye başladı…
∗∗∗
Sonra ne oldu?
Esenyurt Belediye Başkanı Ahmet Özer, görevden alındı ve yerine kayyum atandı! Bununla da yetinilmedi Mardin, Batman ve Halfeti DEM Partili Belediye Başkanları da görevden alınarak Kayyuma teslim edildi!
Söylenen tüm sözler, “barış ve Kürt Sorununu çözme umutları” birden yok oldu… Böylece İktidarın her zaman yaptığı gibi kötü niyeti saklamak adına, yalan ve riya politikasını kullandığı bir kez daha açığa çıktı…
TBMM’nin açılışında “el sıkmayla” başlatılan Kürt Sorunu çözümüyle ilgili çirkin oyun, bir kez daha iktidar ve ortaklarının, her konu da olduğu gibi bu konuda da siyasi çıkar adına yaptığını gösterdi…
∗∗∗
Yıllardır, yazı ve konuşmalarımda, AKP ve MHP’nin Kürt Sorununun çözümünde hiçbir zaman samimi olmadığını dile getirmiştim.
Farklı köken, dil, din ve mezhepten gelen yurttaşlarımız, eşit haklara sahip olarak refah ve güven içinde yaşamak istediklerini biliyorum.
Kürt Sorununun Türkiye Cumhuriyeti için hayati olduğunu da görüyorum...
Sadece ben değil, bin yıllık ortak yaşamda birbirileriyle kaynaşmış, aklı başında olan herkes, birlik ve beraberliğin ne denli önem taşıdığının farkında… Kürtlerin temel taleplerinin çözümü de zor değil.
Ama ülkeye ihanet içinde olan emperyalist işbirlikçiler, özellikle çözümü zorlaştırılarak, laik demokratik sosyal hukuk devletinin güçlenmesini engellemeye çalışıyorlar…
∗∗∗
Bahçeli, salı günü yaptığı grup toplantısında “önceki sözlerinin arkasında olduğunu” yineledi…
Yani “Öcalan gelsin konuşsun” düşüncesinde kararlı olduğunu tekrarladı!
Nasıl inanalım, neden güvenelim?
Sözlerinde samimi olsaydı, kayyum atamaları gerçekleşmezdi!
Erdoğan’ı yönlendiren, politik oyun kuruculuğu yapan ve her vesile Erdoğan’ın sitayişle destek verdiği Bahçeli, isteseydi kayyum atamalarına engel olurdu!
Ama olmadı!
Bir hafta önce Erdoğan’ın “Cumhur İttifakının barış için ne denli samimi olduğunu gösteren sözler söylemesine, Mardin Büyükşehir Belediye Başkanı Ahmet Türk’ü barış elçisi olarak övmesine rağmen, hemen arkasından, hem de sabaha karşı Görevden almasını nasıl yorumlamalıyız?
İletişim kazası olarak mı, iyi polis kötü polis düzmecesi mi, yoksa Ortadoğu’da Pentagon’un başlattığı yeni bir emperyal oyun olarak mı? değerlendirmeli!
∗∗∗
Bu sorulara her açıdan derin yorumlar yapılabilir!! Ancak, tek gerçek vardır ki o da, aylardır söylediğim konudur! Erdoğan bir dönem, hatta ölene kadar, Cumhurbaşkanlığını sürdürmek istiyor! Bu nedenle asıl isteği yeni bir Anayasa yapmak!
Erdoğan, Ülkenin gerçek gündemleri yerine koyduğu yapay gündemlerle toplumu şaşırtarak asıl amacına ulaşmaya çalışıyor!
∗∗∗
Nitekim yine Erdoğan’a sözcülük yapan Bahçeli salı günü,” asıl baklayı ağzından çıkardı!” Konuşmayı dinlediğimin akabinde TELE1 De asıl mesele belli oldu ve haklı çıktım demiştim…
Şimdi herkes baklayı gördü ve yorumlara başladı…
Bahçeli Dedi ki,” "Recep Tayyip Erdoğan güvencedir, milletin sevdalısıdır, tecrübesiyle, birikimiyle bize göre tek seçenektir. Bir kez daha seçilmesi doğal ve doğru bir tercihtir. Bu kapsamda lazım gelen anayasal düzenlemeyi yapmak önümüzdeki görevler arasında olacaktır!”
∗∗∗
Cumhur ittifakı, daha meclis açılmadan bu hesapları yapmıştı. Hüdapar ve Meclis Başkanına yaptırılan açıklamalarla, yeni anayasa için alt yapı oluşturuldu… Amaç; “Erdoğan’a yeni ve hatta ömür boyu yetkiler verilmesini sağlayan bir anayasa düzenlemektir!”
∗∗∗
Daha o zaman gerçek heveslerini görüp yorumlamıştım…
Benim için hiç sürpriz olmadı! Israrla Türkmenbaşı Niyazov’u anlatmam, Erdoğan’ın niyetinin anlaşılması içindi!
Şimdi sözün bittiği yerdeyiz. Aslında bilinen yerdeyiz!
∗∗∗
Bu gerçekler bilinmesine rağmen halkımız, devleti, çıkar ve rant adına yöneten “Gayri Milli” anlayışı neden hala başında tutuyor?
Yeterli muhalefet yapılamadığı için mi?
/././
Artık tereddüde bir yer kaldı mı?-Nurcan Bilge Gökdemir-
Muhalefet cephesinde büyük dağınıklık yaratan “açılım” oyununun amacı ortaya çıktı. “Erdoğan’a yeniden başkanlık yolunu açacak Anayasa değişikliği olduğu” bizzat Bahçeli tarafından itiraf edildi.
31 Mart yerel seçimlerinden yenilerek çıkan Cumhur İttifakı, “yeniden iktidar” şansını Meclis muhalefetini zayıflatarak sağlama stratejisinde şimdilik başarılı.
Yerel seçimlerde ilk kez ikinci parti konumuna gerileyen AKP, sonraki günlerde de oylarının artmadığını gördükçe ortağı MHP ile yeni bir planı sahneye koydu. Bu arada CHP Genel Başkanı Özgür Özel’in Türkiye’nin yaşadığı baskı ortamında fazla naif kalan normalleşme arayışı iktidara hayal bile edemeyeceği kadar elverişli bir ortamı sundu. Haziran ayı ortalarına kadar devam eden bu süreçte CHP, halkın kendisine “iktidar değiştirme” görevi verdiğini fark etmediği izlenimi yaratan bir politika izledi. Birinci parti olmanın, iktidarın en güçlü adayı olmak anlamına gelmediğini anlamadıkları yorumlarına haklılık kazandıracak şekilde “Gölge bakanların temaslarıyla bazı sorunların çözümü” gibi sınırlı kazanımlar büyük başarılar gibi sunuldu. Yerel seçimlerde CHP’ye gelen ve geleneksel CHP seçmeni olmayanların oylarının kalıcılaştırılması hevesiyle sürdürülen “yapıcı (!) muhalefet” iktidar karşıtı yurttaşlarda umutsuzluğa yol açtı.
“İktidarı değiştirme” hedefinden uzak görülen bu dönem sürerken CHP bir de “Halka söz verdik, desteklerini kötüye kullanmayacak, erken seçim demeyeceğiz” söylemiyle iktidara yaklaşık 2.5 yıllık bir süre de tanıdı.
KARARSIZLAR ARTTI
CHP bu dönemde “tematik” mitingler yaptı, Meclis’in tatile girmesinden yararlanarak seçim bölgelerine giden milletvekilleri yüz yüze temaslarla iktidara karşı tepkiyi örgütlemeye çalıştı. Ancak, iktidarın politikalarının yarattığı “yoksulluk, açlık, geleceksizlik” ile mücadele eden geniş toplum kesimlerinde, beklediği güçlü, sarsıcı, umut veren, değişiklik vadeden bir muhalefet ortaya konulmayınca “kararsızlık” hakim olmaya başladı. Bu da CHP’nin oylarında gerileme ve kararsızların oylarındaki artışlarda görüldü.
BAŞROL BAHÇELİ’DE
Buna karşın oylarının artmaması nedeniyle yeni stratejisini muhalefeti dağıtmak, muhalefet partilerini güçsüzleştirmek üzerine kuran iktidar, en vurucu darbeyi Devlet Bahçeli’ye başrolün verildiği yeni bir oyunla sahneye koydu.
Amacının Recep Tayyip Erdoğan’ı bir dönem daha Cumhurbaşkanı seçtirmek olduğu tartışmasız bir gerçek olan “Kürt kartı” açıldı. Ana teması “Barış” gibi hiç kimsenin “Hayır” diyemeyeceği bir sahte oyun sahneye konuldu. Bir önceki ve yaklaşık 8 bin kişinin ölümüyle sonuçlanan süreç hafızalarda taze iken despotik dinci AKP-MHP ortaklığının amacının barış olamayacağı çok ortada iken muhalefet, bir anda bu senaryonun tartışma alanı oldu. İlk anda, “Sabıkanız malum. Bu sizinle konuşulacak bir konu değil barış sizin olmadığınız bir iktidarda gerçekleşebilir” demek yerine muhalefet cephesi bu konuyu tartışmaya, birbirinin tam zıddı sayısız görüşü dillendirmeye başladı.
İktidar yerel seçim sonrası iktidar değişikliği hedefli rota tutturamayan ve bunun dağınıklığını yaşayan muhalefet partilerini böylelikle tartışmalı bir ortama sürükledi. Hem CHP hem Kürt siyaseti içlerine bu nedenle ekilen güvensizlik ve şüphe tohumları ile daha da zayıfladı, iktidar değişikliği amacından daha da uzaklaştı.
Başkanlık rejiminin kurumsallaştığı Anayasa değişikliği öncesi “Yetmez ama evet” diyerek AKP’nin ekmeğine yağ sürülmesi deneyimi daha hafızalarda taze iken Türkiye ikinci kez yeni bir oyunun kurbanı olma riski ile karşı karşıya kaldı.
İTİRAF GELDİ
Anayasa değişikliği amaçlı bir arayışın olduğu uyarılarına karşın kapıları kapatmayan ve iktidarın oyun sahasına sürüklenen muhalefet ve kanaat önderlerinin (!) artık tereddüde gerek duymamasını sağlayacak sözler yine Bahçeli’nin ağzından duyuldu. Bahçeli partisinin grup toplantısında başından çok belli olan amaçlarını şu sözlerle dillendirdi:
“Eğer enflasyon canavarına kesif bir darbe indirilirse Türkiye siyasi ve ekonomik istikrarın zirvesine çıkarsa Cumhurbaşkanımız Sayın Recep Tayyip Erdoğan’ın bir kez daha seçilmesi doğal ve doğru bir tercih değil midir? Ne yapacağız CHP'nin içinde dört yıl kala aday mı arayacağız?
Bu kapsamda lazım gelen anayasal düzenlemeyi yapmak önümüzdeki görevler arasında olmayacak mıdır? Devlette devamlılık, siyasette istikrar, Türkiye Yüzyılının inşası için Sayın Recep Tayyip Erdoğan güvencedir, milletin sevdalısıdır, tecrübesiyle ve birikimiyle bize göre tek seçenektir."
Muhalefetin iki güçlü partisi CHP ve DEM Parti bu sözler ve kayyum uygulamalarından sonra iktidardan gelen “Barış, demokratik Anayasa, Kürt sorununun çözümü, yumuşama” yalanlarına kanılmayacağını açıklıkla göstermeli. Meclis muhalefeti hiçbir bahane üretmeden artık rejime karşı itirazlarını dillendiren yurttaşların mücadelesi ile ortaklaşmanın yollarını aramalıdır.
Henüz ‘kayyum’ atanmadan önce, Ruşen Keleş hocamızla birlikte Esenyurt Belediyesi’ne bir konferans için davetliydik. Belediye Başkanı değerli meslektaşım Ahmet Özer’in çağrısıyla, 18 Ekim 2024 günü gerçekleşen ‘gençlik’ konulu etkinlik oldukça kalabalıktı. Etkinliğin soru cevap kısmında salondan gelen tüm soruların belediyenin çalışmalarıyla ilgili olması özellikle dikkatimi çekmişti. Böyle olunca sahnede olmadığı halde, tüm soruları Belediye Başkanı yanıtlamıştı. Belli ki ölçüsüz rant arayışlarıyla bir beton yığınına dönüştürülmüş kentte Ahmet Özer, daha bir kaç aylık görevinde, toplumsal alana etkili dokunuşlar yapmıştı. Oysa 2000’li yıllarda Esenyurt’ta ne yapılmışsa büyük ölçüde ‘rantla iltisaklıydı’. Bana kalırsa Belediye Başkanı’nın şimdi görevden alınması da yine büyük ölçüde ‘rantla iltisaklı’ olmalıydı. Bunu anlamak için belki de Esenyurt’u görmek bile yeterli olabilir.
∗∗∗
Geçtiğimiz hafta sonu ise Artvin’deydim. Gerçekten büyük heyecan ve sevinçle gittiğim bu kadim coğrafyadan yine mutlulukla ayrıldığımı belirtmeliyim. Borçka Demir Elma Festivali’ne katılmak, Dağlardan Denize Artvin kitabının yazarlarıyla ve Hopa Kent Hakkı Derneği ile buluşmak çok değerliydi. Bu seyahatim, Artvin’le Esenyurt arasında bir tür başka ‘iltisaklı’ hali görmeme de vesile oldu. Öyle ki, insan, Esenyurt’u gördüğü, Artvin’i de göremediği için üzülebilir. Artvin, beton bir şehir olarak Esenyurt’tan, muhteşem coğrafyasıyla farklıdır. Hatta bu coğrafya ülkenin en büyük miraslarından birisidir. Ne var ki tam da bu nedenle, Artvin de bambaşka ‘iltisak’ların konusudur. Dağları ve ormanlarında bazı kısımlar sanki bir vahşi güç tarafından kemirilmiş gibidir. Hatta görüntü tam olarak diş izlerinin fotoğrafına benzer. HES, baraj ve madenlerin olduğu yerlerde bu manzara daha nettir. Çoğu yerde barajlar ve HES’lerle suyun sesi de kesilmiştir. Gürül gürül sesleriyle izleyenleri derin huzur dünyalarına götüren nehir suları, musalla taşında duran bir cenazeye dönüşmüştür sanki.
∗∗∗
Bir sınır şehri olan Artvin’de dikkatimi çeken bir başka olgu en önemli ekonomik dinamik olarak, ‘sınır ötesi’ ülke ile geliştirilen ticaretti. Bunu gösteren en büyük kanıt ise her yerin bir tür ‘tır parkı’na dönüşmüş olmasıydı. Etrafa adeta serpiştirilmiş binlerce tır olduğu için, her yerde bunlarla karşılaşmak olağandı. Demekti ki şehir, sınırın öteki tarafı ile ‘iltisaklı’ydı ve bundan da herkes memnun görünüyordu. Bu kadar çok iltisak hallerine tanıklık edince, tam da türlü ‘iltisak’ iddialarıyla görevden alınan Esenyurt Belediye Başkanımıza takılı kaldı aklım. Daha iki hafta önce Esenyurtluların iki cümle konuşmak için etrafını çevirdiği Ahmet Özer şimdi türlü ‘iltisak’ iddialarıyla cezaevindeydi.
∗∗∗
Türkiye uzun zamandır güne yeni sürpriz haberlerle kalktığımız bir ülke olunca Artvin sonrası da bu rutin için yeni bir örnek oldu. Yine bir kadim şehir olan Mardin ve sözcüğün gerçek anlamında bir sanayi şehri olan Batman’ın belediye başkanları da Esenyurt’un başkanı ile bir ölçüde aynı muameleye maruz kalmışlardı. Bu rutin kararların görünür gerekçesi de ‘terörle iltisak’ idi. ‘İltisak’ın bu türü öyle sihirli bir sözcüktü ki, soru sorma ihtimal ve imkanını da en baştan kapatıyordu. Ama muhtevasını dinlediğinizde/okuduğunuzda sanki gündelik hayatın rutinlerinden söz eder gibiydi. Mesela tanıdık bir aileye cenazesi nedeniyle başsağlığı dilemek, bir yayını okumak, yorum yapmak, paylaşmak gibi vb. Tuhaf ama bunların her biri ‘terörle iltisak’ gibi bir torbanın içine konulmuş görünüyordu.
∗∗∗
Meslektaşımız Polonyalı sosyolog Zygmunt Bauman, küreselleşmeyle ilgili kitabında, bu yeni dünyanın en önemli özelliğinin bir tür ‘iltisak’ olduğunu yazmıştı. İktisadi gelişmeler, iletişim teknolojilerinin ulaştığı düzey dünyayı iyice küçültmüş ve bunun da etkisiyle yeni dünyada her şey birbiriyle bir tür ‘iltisaklı’ hale gelmişti. Yani küresel dünyada ‘iltisak’ kaçınılamaz bir özellikti. Şimdi haksız-hukuksuz olarak görevden alınan ve önceki örneklerde olduğu gibi yıllarını hapishanelerde geçirmeye mecbur edilmiş belediye başkanlarına yönelik ‘iltisak’ iddialarını düşününce aklıma şu soru geliyor: Sahi, kamu yöneticileri başta olmak üzere, bu tür ‘iltisak’lardan tümüyle muaf kimse var mı acaba?
/././
Türkiye net sıfır hedefine ulaşmak üzere!-Özgür Gürbüz-
Türkiye Paris Anlaşması’nı imzalarken, 2053 yılında net sıfır emisyon hedefine ulaşma hedefini de açıklamıştı. Belki inanmayacaksınız ama Türkiye bu hedefe, ‘biraz farklı bir yorumla’ 30 yıl önce ulaşmak üzere. AKP-MHP koalisyon hükümetini ve elbette bitmek tükenmez bilmeyen kararnameleriyle bu başarıya destek veren Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı da kutlamak gerek.
Net sıfır emisyon, atmosfere bıraktığınız sera gazı kadarını tutmak demek. Termik santraldan, araçlardan çıkan karbondioksiti tutmanın en kolay yolu da fidan dikmek. Ağaçlar fotosentez yoluyla karbondioksiti içlerine hapsedebiliyor, böylece gezegenin daha çok ısınmasına yol açacak seragazları atmosferde birikmiyor. Ülkeler net sıfır hesabı yaparken ellerindeki ormanları karbon tutan yutak alanlar olarak gösterip (aslında hepsinin yeni ağaçlandırılmış orman alanı olması isteniyor) hesaplamada eksi değer olarak kaydediyor. Basitçe söylersek, termik santraldan çıkan karbondioksiti tutacak kadar ormanınız varsa “net sıfır” oluyorsunuz.
Bizim net sıfır öykümüz ise biraz farklı. Güncel bir örnekle anlatalım. Çanakkale’nin Bayramiç ilçesine bağlı Hacıbekirler köyünde Cengiz Holding bir bakır madeni açmak istiyor. Cengiz Holding Kazdağları’nın bu önemli doğal alanında maden açması için alanın üzerindeki ağaçları kesmesi gerek. Madenin yakınında CVK Madencilik’e, Terziler köyünde Koza Altın’a ve Yukarışapçı köyünde Ciner Holding’e ait altın madeni projeleri de var. Bu şirketler hep birlikte Kazdağları’nı maden sahasına çevirip, Türkiye’nin temiz hava deposunu sıfırlamak istiyorlar.
∗∗∗
Çevreciler, Cengiz Holding’in madeni için bir milyon ağacın kesileceğini belirtiyor. Halbuki Türkiye’nin iddialı net sıfır emisyon hedefine ulaşması için bu ağaçların her birini koruması lazım. Cengiz Holding ise net sıfır hedefini, sıfır ağaç diye anlamış olacak ki itirazlara aldırmadan ağaç kesimine başladı.
Sadece ağaçlar sıfırlanmıyor, net olmak gerek. Cengiz’in maden işletme izin alanı ile Çevre Bakanlığı’nın onayladığı son ÇED (Çevre Etki Değerlendirme) raporundaki alan birbirini tutmuyor. Çevre ve Şehircilik Bakanlığı ile ÇED süreci de bu maden projesiyle sıfırlanıyor.
ÇED raporuna uygun olmayan işletme izni var ama maden ağaçları keserek çalıştırma yolunda ilerliyor. Cengiz Holding, Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı’na da sıfırlıyor.
Kazdağı Doğal ve Kültürel Varlıkları Koruma Derneği, 94 davacı ile madene karşı dava açmış. Dava Danıştay’da ama kepçeler, testereler sahada. Danıştay’ın yürütmeyi durdurma kararı geciktikçe geride kurtarılacak bir şey kalmayacak ancak Danıştay’dan da ses yok. Belli ki o da sıfırlanmış.
∗∗∗
Cengiz ve diğer şirketlere ait maden sahalarının etrafında insanlar yaşıyor, köyler var, tarım yapılıyor. Dinamitler patlayacak, toz toprak bölgeyi saracak, ormanda yaşayan binlerce canlı ölecek. Amaç insan hayatını, tarımı, yaban hayatı net bir şekilde sıfırlamak olmalı. Türkiye’nin Birleşmiş Milletler’e verdiği son sera gazı envanter raporundaki veriler de bunu gösteriyor.
2017 yılında Türkiye’deki ormanlar ve diğer yutak alanlar toplam 75 milyon ton seragazını tutma potansiyeline sahipti. Elimizdeki son veri olan 2021 yılına baktığımızda bu rakamın 41 milyon tona gerilediğini görüyoruz. Raporda da açıkça belirtildiği gibi, son üç yıldaki yoğun ağaç kesimi Türkiye’nin yutak alanlarının neredeyse yarısını götürmüş. Gizlenemeyecek korkunç bir kayıptan bahsediyoruz. Önümüzde Bakü’de yapılacak iklim konferansı (COP29) var. Umarım toplantıya Türkiye’den katılacak çevre örgütleri, konferansta tüm dünyaya Türkiye’nin bu başarısını Çanakkale örneği üzerinden anlatır.
Net sıfır emisyon hedefi hayal oldu ama net sıfır ağaç politikası neredeyse tutturulmak üzere. Bu gidişe bir dur demek için 9 Kasım Cumartesi günü Çanakkale Bayramiç’te olmak çok önemli. Sıfırı tüketmeden…
/././
Haydarpaşa ve Sirkeci’ye Millet Bahçesi olmaz-Özge Güneş-
2010 yılında çıkan yangının ardından kullanıma kapatılan Haydarpaşa Garı'nın geleceğine yönelik tehditler durmak bilmiyor. Son olarak Ağustos 2024'te yapılan bir protokol ile Haydarpaşa ve Sirkeci Gar alanları, 29 yıllığına Kültür ve Turizm Bakanlığı'na devredildi. Devir protokolü geçtiğimiz haftalarda basına yansımıştı. Buna göre garı devralan Kültür ve Turizm Bakanlığı, mevcut yapıları ve yeni inşa edilecek tesisleri alt kira sözleşmeleri aracılığıyla farklı tüzel kişiliklere kiralama yetkisine de sahip olacak. Ancak düzenleme sadece bununla sınırlı kalmıyor; Haydarpaşa Dayanışması’nın yıllardır sürdürdüğü mücadelenin merkezinde yer alan Haydarpaşa’nın Gar fonksiyonu, istasyon statüsüne indirgenerek ortadan kaldırılmak isteniyor.
Dahası, Mustafa Çakır'ın ifadesiyle:
“Düzenlemeler ile Sirkeci ve Haydarpaşa garlarının demiryolu işlevi gar statüsünden istasyon statüsüne çevriliyor. Protokole göre Haydarpaşa ve Sirkeci ana gar binalarının boşaltılmasına bağlı olarak TCDD tarafından yapılacak TCDD Bölge Binası’nın faliyete geçeceği süre içerisinde TCDD’nin ana binalarda yer alan faaliyetleri 550 kişilik geçici hizmet binasında yürütülecek. Buranın proje ve uygulama çalışmaları Kültür Varlıkları ve Müzeler Genel Müdürlüğü tarafından yürütülecek. Bölge binası bittiğinde TCDD, 550 kişilik geçici hizmet binasını da Kültür ve Turizm Bakanlığı’na bırakacak.”1
∗∗∗
Buradan anlaşılacağı üzere Gar statüsü elinden alınmasıyla birlikte binaların boşaltılarak faaliyetlerin taşınmasıyla mekan sahipsiz bırakılmak, emekçilerinden arındırılmak isteniyor. Birleşik Taşımacılık Çalışanları Sendikası (BTS) ve Mimarlar Odası, kira protokolünün iptali için dava açtı ancak dava sonuçlanması beklenmeden bir gelişme daha oldu. TCDD tarafından kiracılara “acele” damgalı yazılar gönderildi ve kiracılardan Kültür ve Turizm Bakanlığı ile yapılan devir protokolü kapsamında taşınmazların yeniden değerlendirileceği gerekçesiyle 7 gün içinde işyerlerini boşaltmaları istendi.
Yine geçtiğimiz günlerde Kültür ve Turizm Bakanı Mehmet Nuri Ersoy Haydarpaşa ve Sirkeci garlarının “Boğazın Birleştirici Gücü Gar-Kültür Sanat Projesi” kapsamında değerlendirileceğini belirtmiş: “Hem Haydarpaşa'da hem Sirkeci'de tren olacak, kültür ve sanat olacak, millet bahçesi olacak ama burada asla AVM ve otel olmayacak”. “AVM olmayacak” sözünü duyar duymaz aklıma Söğütlüçeşme İstasyonu’nun son hali geliyor haliyle... “AVM değil, yaşam alanı” olacak diyorlardı. Şimdilerde görenleri dehşete düşüren hantal yapı nur topu gibi bir kent suçu örneği teşkil ediyor.
∗∗∗
Neticede BTS ve Mimarlar Odası’nın; Haydarpaşa Dayanışması’nın da vurguladığı gibi bu protokolün bundan önceki projelerin tümü gibi garların demiryolu işlevini yitirmesini hedeflediği su götürmez. Bu işlev kaybının kentin tarihsel, kültürel ve toplumsal hafızası bakımından bir yitim olacağı da şüphesiz. Tüm bunların yanı sıra, Kadıköy’ün böylesi bir işlev değişimine ihtiyacı olmadığı; her iki garın da millet bahçesine veya Galataport ucubesinin birer benzerine ihtiyacı olmadığı, kentin her iki noktada da yeni bir turistik çekim merkezinin yükünü daha kaldıracak bir hali kalmadığı da ortada.
Son olarak her ölçekte yerel yöneticiler seçim adaylıkları sürecinde Haydarpaşa’nın Gar olarak kalması gerektiğini söyleyerek oy talep ediyorlar. Bu talep şüphesiz Kadıköy söz konusu olduğunda, semtin en acil ihtiyacına yanıt üretebilecekleri iddiasından kaynaklanıyor. Yani kamucu, ekolojik, toplumsal-kültürel-tarihsel hafızaya saygılı bir ulaşım sistemini Kadıköy’ün merkezine yeniden getirme ihtiyacına yanıt üretme iddiasını. Nitekim Kadıköy halkı da yıllardır bunu talep ediyor. Ellerinden alınan deniz ve demiryolu entegrasyonunun yeniden sağlanmasını istiyor. Vapurla geldikleri Kadıköy’den trenle evlerine ulaşabildikleri günlerin “nostaljik” olmaktan çıkması için mücadele ediyor. Her defasında değişen ancak özünde sermayeye peşkeş amacı taşıyan projeler mücadeleyi kırmıyor, bilakis körüklüyor.
1 https://www.cumhuriyet.com.tr/siyaset/haydarpasa-ve-sirkeci-garlarini-kiralama-protokolunde-dikkat-ceken-2258620
(BİRGÜN)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder