13 Kasım 2024 Çarşamba

Birgün "KÖŞEBAŞI" + "GÜNDEM" -13 Kasım 2024-

Prof. Dr. Aziz Çelik’ten “verimlilik-ücret” gerçeği: Daron Acemoğlu’na itirazım var!-Aziz Çelik-

BirGün yazarı Prof. Dr. Aziz Çelik, Prof. Dr. Daron Acemoğlu’nun “Verimlilik artarsa ücretler de artar” şeklindeki görüşüne itiraz etti. “Verimlilik artışının reel ücretleri artırma potansiyeli olması başka şey verimlilik artışının güle oynaya ücretleri artıracağını sanmak başka şey” diyen Çelik, güçlü bir sosyal mücadele olmaz ve çalışanlar örgütsüz kalırsa ücretlerin artmayacağını, tersine düşebileceğini vurguladı. Çelik, Türkiye'de yıllar içinde verimliliğin artmasına rağmen ücretlerin düştüğünü gösteren grafikler paylaştı.

Emek üzerine yaptığı çalışmalarla bilinen BirGün yazarı Prof. Dr. Aziz Çelik, sosyal medyada hesabından, geçtiğimiz günlerde Nobel Ekonomi Ödülü alan Prof. Dr. Daron Acemoğlu’nun verimlilik ve ücretler arasında doğrudan ilişki kuran yaklaşımını eleştirdi.

“Daron Acemoğlu'na itirazım var!” diyen Aziz Çelik, “Daron Hoca özetle verimlilik artarsa ücretler de artar, işverenler daha mutlu bir şekilde ücretleri artırmayı kabul ederler, asıl mesele verimliliğin düşük olması demiş. Bu iddiaya itirazım var! Verimlilik artınca ücretlerin kendiliğinden yükseleceğini düşünmek bölüşüm ilişkilerinden habersiz olmak değilse nedir?” ifadelerini kullandı.

"BÖLÜŞÜM İLİŞKİLERİ DİKKATE ALINMALI"

Çelik, verimlilik artışının reel ücretleri artırma potansiyelinin doğrudan ücretlerin artması anlamına gelmeyeceğini işaret ederek şu değerlendirmeyi yaptı:

“Verimlilik artışının reel ücretleri artırma potansiyeli olması başka şey verimlilik artışının güle oynaya ücretleri artıracağını sanmak başka şey.  Verimlilik artsa bile güçlü bir sosyal mücadele ve sosyal politika yoksa, çalışanlar örgütsüz ise ücretler artmaz. Tersine düşebilir. Bölüşüm ilişkileri dikkate almayan, sosyal gerçeklerden ve emek-sermaye çelişkisinden söz etmeyen teknisizm maalesef sosyal gerçeklikten böyle kopuyor”.

ÖRNEKLERLE AÇIKLADI

Türkiye gerçeğinin Acemoğlu’nun anlattığının tersini söylediğini kaydeden Çelik, “Türkiye'de verimllilik artmasına rağmen reel ücretler düşüyor. SBB ve Sanayi Teknoloji Bakanlığı verilerine göre  çalışılan saat başına üretim (verimlilik) 2009'da 100 iken 2022 sonunda 160,3 olmuş” hatırlatmasında bulundu.

Çelik, geçen yıllara dair verileri şöyle aktardı:

“Bir diğer ifadeyle verimlilik yüzde 60'dan fazla artmış. İşçiler saat başına daha fazla üretmişler ancak reel birim ücret 2009'da 100'den 2002 sonuna 93,8'e düşmüş. Verimlilik ve ücret makası açılmış.  Verimlilik artışının ücretlere hiç yansıması olmadığı gibi ücretler reel olarak da düşmüş. Hatta 2021'in 4. çeyreğinde saat başına üretim 170,5'e çıkarken reel ücret 81,8'e gerilemiş.  Son 15 yıl ve 60 çeyrek boyunda ücretler sadece birkaç kez o da çok sınırlı olmak üzere reel olarak artabilmiş. Onun dışında ücretler hep reel olarak düşmüş.Bunun sonucunda işverenler daha çok kar etmiş. Bunun için son 20 yılın  İSO 500 Büyük şirket bölüşüm verilerine bakmak bile yeterli.”

“ÜCRET DÜŞÜKLÜĞÜNÜN NEDENİ BÖLÜŞÜM ADALETSİZLİĞİ”

Ücretlerin artması için sınıfsal mücadelenin yükselmesi gerektiğine işaret eden Çelik, paylaşımını şöyle noktaladı:

“O iş öyle olmuyor! Verimlilik artınca patronlar kendiliğinden ücretleri artırmıyor. Ücretleri artırmak için yoğun bir sosyal mücadele gerekiyor ve ona rağmen bile reel ücretler düşebiliyor.

Verimliliğin Türkiye'den yüksek olduğu ülkelerde de patronlar güle oynaya ücretleri artırmıyor. Ücret artışları etrafında yoğun bir sosyal-sınıfsal mücadele söz konusu oluyor.

Daron Hocanın söylediği klasik liberal reçetenin tekrarından ibaret:  Önce zenginleşelim sonra refah gelir!  Oysa Türkiye'de ve dünyada zenginlik artmasına rağmen bölüşümün bozulması bu tezi defalarca çürüttü.

Türkiye'de ücret düşüklüğün temel nedeni verimlilik değil bölüşüm adaletsizliğidir. Sendikaların zayıf olmasıdır. Devletin sosyal devlet vasfını iyice yitirmesidir.

Hükümet zaten ücretleri baskılamak için yeterince gerçek dışı iddia ortaya atıyor bunlara bir de "verimlilik düşük" iddiasını ekleyip mevcut ekonomi politikasının değirmenine su taşımamak lazım.”

                                                       /././

Atatürk’ün ardından İstanbul’da gerilimler -Şükrü Aslan-

Atatürk’ün ölümü, ülkenin politik manzarasında yeterince görünmeyen bazı gerilimlerin açığa çıkmasına da vesile olmuştu. Bunda en önemli etken 1937 yılı Eylül ayında görevden alınan İsmet İnönü’nün cumhurbaşkanı seçilmesiydi. Bu gerilimlerin en fazla yaşandığı şehirlerin başında ise İstanbul geliyordu.

Cumhuriyetin ilk yıllarında Atatürk’ün İstanbul ile ilişkilerinin mesafeli olduğunu gösteren pek çok işaret bulunmaktaydı. Bunun bir yansıması vilayet yöneticilerinin yoğun çabalarına karşın Atatürk’ün uzun zaman şehre gelmemesiydi. Nitekim Cumhuriyetin ilanından sonra ilk kez 1927 yılında İstanbul’a gelmişti. Bu ziyaretten sonra ‘mesafe’ kapanmış, özellikle ömrünün son yıllarını genelde bu şehirde geçirmişti. Yaz aylarında Florya Deniz Köşkü olmak üzere büyük ölçüde Dolmabahçe Sarayı’nda kalmış ve son nefesini de orada vermişti.

Atatürk’ün sonraki yıllarda artarak devam eden İstanbul ilgisini gösteren başka deneyimler de vardı. Hastalığı döneminde, Sultan Abdülaziz’in vaktiyle Alemdağ’da yaptırdığı bir köşkte kalmayı düşünmüş; İstanbul’daki günlerini orada geçirme arzusunda olduğunu söylemişti. Bunun üzerine, Başyaveri Hasan Rıza Soyak, Prof. Nihat Reşat Belger ve Vali Muhittin Bey, köşkü görmeye gitmişler, ancak harap halde buldukları mekanın onarımına dair planları (yine Atatürk’ün tercihiyle) gerçekleşememişti.

İstanbul, Atatürk’ün ölümünden sonra da çeşitli vak’alara tanıklık etmişti. İstanbul Belediye Mecmuası’na göre 10 Kasım 1938’de daha ölüm haberi alındığı an, İstanbul Üniversitesi Konferans Salonu’nda toplanan öğrenciler aralarından bir heyet seçerek Belediye Başkanı ve Vali Muhittin Bey’e göndermiş ve ‘Atatürk’ün öldüğü mekanın kapısında ağlamak için hazır olduklarını’ bildirmişlerdi. Zaten ölüm haberiyle birlikte şehirde eğlence mekanları tamamen kapanmış, sinemalar tabelalarını ve afişlerini indirmişlerdi.

11 Kasım’da İstanbul Belediye Reisliği bir merasim programı yayınlanmıştı. Buna göre 16 Kasım günü Atatürk’ün naaşı üç günlük yas boyunca ziyarete açılacak ve 19 Kasım’da Dolmabahçe Sarayında düzenlenecek törenle Ankara’ya uğurlanacaktı. Aynı gün ülkenin II. cumhurbaşkanı seçilen İsmet İnönü ve hükümet de Atatürk’ün cenaze töreninde herhangi bir sorun yaşanmaması için çeşitli tedbirler almışlardı. Zira kontrol edilemeyecek kalabalıkların oluşabileceği düşünülmüş ve cenaze törenine güvenlik kaygısı damga vurmuştu.

Nitekim 17 Kasım günü Atatürk’ün katafalkı önündeki geçit devam ederken binlerce insanın meydana getirdiği izdihamdan dolayı 11 kişi ezilmek suretiyle hayatını kaybetmişti. İki gün sonra gerçekleştirilen büyük bir törenle Atatürk’ün cenazesi Ankara’ya uğurlanırken yeniden izdiham yaşanmış ve bu yoğunlukta yaralanan iki kişi daha hastanede yaşamını yitirmişti. Böylece cenazeyle ilgili törenlerde ölü sayısı 13’e çıkmıştı.

∗∗

Asıl ilgi çekici hususlardan birisi ise tören vesilesiyle merkezi hükümet ile İstanbul vilayet yönetimi arasında yaşanan gerilimdi. Artık Cumhurbaşkanı İnönü idi ve yeni bir hükümet vardı. Önceki dönemde İnönü’ye açık ya da örtük tavır almış bürokratlar o kadar da güvende değillerdi. İstanbul vilayet yöneticileri de bu gruptaydı. Nitekim daha hadisenin sıcaklığı devam ederken İstanbul’da vilayet yöneticileri hakkında soruşturmalar açılmış, Mülkiye Müfettişleri İstanbul Emniyet Müdürü Salih Kılıç’ı sorgulamışlardı. Vali ve Belediye Başkanı Muhittin Bey de planlanan ziyaretlerde, kalabalığı öngören krokili bir program hazırlamadığı ve emniyet müdürünün de böyle bir program yapmasını sağlamadığı için suçlu bulunmuş ve hakkında ‘lüzum-u muhakeme’ kararı verilmişti. Bu soruşturmada İstanbul Emniyet Müdürü Salih Kılıç’a ceza verilmişti. Atatürk’ün özellikle güvenerek göreve getirdiği kamu yöneticilerine, ona karşı son görevlerini iyi yapamadıkları gibi bir gerekçeyle çeşitli cezalar verilirken, cenaze töreninde görev alan bazı memurlara hükümet tarafından takdirname verilmişti. Üstelik bu memurlar arasında, soruşturmada görevli olan yetkililer de vardı. Özetle Atatürk’ün ölümü, önceki yıllardan birikerek devreden politik gerilimler üzerinden yeni hesaplaşmaya vesile edilmişti.

                                                           /././

Yine olmadı -Kaan Sezyum-

Gel abi gel, bir çorba içelim şurada. Karnım aç. Artık hayatta kalmak bile çok para oldu. Belediyeden çorba içiyoruz, ona da şükür. Elden avuçtan bir şey gelmiyor. İş yok, eğitimliyim, üniversite bitirdim ama kim şey yapsın üniversiteliyi. Her yerde saçma sapan adamlar, onların yeğenleri, kuzenleri, eşleri, enişteleri, kayınçoları, baldızları, şoförleri, çaycıları… Adamlar adamları toplamış durmuş. Memurluk mümkün değil zaten. Belli bir şeye inanmıyorsan ya da tapmıyorsan ya da korkmuyorsan, seni yok sayıyorlar. Zaten yokuz. Biz halkız ve yokuz. Bunu ilk depremden sonra anlamıştım da o zaman hiç böyle bir şey gelmemişti başımıza. 99 senesinde gittim Adapazarı’na abi. İki dil biliyorum. Japon ekipler geldi, onlara İngilizce çeviri yapıyorum, enkazlara giriyor çıkıyoruz. Arama kurtarma ekibi adamlar. Ben de yanlarındayım, her yer ceset abi. O kadar insan kurtardık, bir o kadar daha kurtarabilirdik. Keşke biraz daha zamanımız olsaydı. Keşke ama olmadı. Adamlar ellerinden geleni yaptılar. Sonra da tası tarağı toplayıp memleketlerine döndüler. “Sizin bu depreme alışmanız lazım, evlerinizi sağlam yapmanız lazım. Yönetmelik yetmez sadece, o yönetmeliği denetlemek de gerekir” dediler, sonra gittiler. Bir iki kere yazıştık. Hatay depreminde mail attılar, “İyi misiniz?” diye. Nasıl iyi olalım. Hayattayız diye iyi mi olmamız gerekiyor. Yaşıyoruz enkazların içinde işte. Zaten o depremden sonra da “Yıllardır nasıl hiçbir önlem almadınız?” diye sordu adamlar. Ne diyeyim adamlara? Biz halkız, biz yokuz mu diyeydim. Üzüntüsünden intihar eder elin Japonu bu dediğimi duysa… “Ülkeniz, memleketiniz sizin için hiçbir şey yapmıyor mu? Hiç size bakmıyor mu başınızdakiler?” der valla. Ne diyeyim? Bilineni mi söyleyeyim. Evet abisi bakmıyor, umurlarında da değiliz mi diyeyim? Fakir fukara gibi sadakaya alıştırdılar bizi, bak şu ekmek, nimete laf olmaz ama dünyanın en kalitesiz ekmeğidir herhalde. Karbonhidratla beslenen çocuğun kafa çalışır mı abi? Bir bak şu sokağın haline bak! Kaç yerde kural ihlali görüyorsun? Al bak, şuradan çakarlı araç geliyor makas ata ata. Gördün mü? Şimdi bunu polise mi şikayet edelim? Kimi kime şikayet edelim abi? Sen okumuş adamsın sen söyle. Biz okuduk ama boşa okumuşuz, canımıza okundu abi. Bak trafik polisi arabası, U dönüşü yapıyor “U dönüşü yasak” tabelasının yanında.

Bak mesela sokağa bak! Her yer gri, iki tane gariban ağaç kalmış. Şuralar filan eskiden top sahasıydı. Baya bildiğin incir, erik, kiraz ağaçları vardı. Gölgesi serin, meyvesi leziz olurdu. Buyur şimdi ne var? Girişinde koruması olan gökdelen sitesi. İnsan gökdelenli sitede oturmak için milyon verir mi abi sen söyle? Zaten bugün milyon diyorum, yarın milyar olur. Son 4-5 yılda iyice bittik iyice. Bak 2020’de asgari ücret ne kadarmış diye merak ettim baktım. Bak 4 yıl önce, dört yazıyla! Asgari ücret brüt 3.577 Lira 50 kuruş, net 2.825 Lira 90 kuruşmuş. Allah razı olsun. Zaten Allah da olmasa başka ne kalacak? Allah razı olsun, Allah korusun, Allah affetsin. Bizim kimsemiz yok abi. Bize kimse bakmıyor, kimsenin de umurunda değiliz. Birazdan gelir yine bitmeyen konvoyuyla, yolu kapatırlar buradan geçer. Geçsin tabii ki ama artık da çok geç oldu. Sonsuza kadar hükümdarlık diye bir şey yok dünyanın hiçbir yerinde. Ha diyeceksin, “Biz herhangi bir yer miyiz?” değiliz tabii. Anadolu hayatın beşiği, Mezopotamya’nın komşusu, uygarlıklar merkezi, üzümün, zeytinin, şarabın, peynirin, zeytinyağının, envai çeşit yemişin, bitkinin, sebzenin doğduğu yaşadığı yeriz. Bir zamanlar Anadolu’da tabii. Şimdi betona gömdük her şeyimizi. Kalanları da yabancıya satıyoruz. Bak şu domates bile bizim üretimimiz değil. Ya tohumumuz kendi tohumumuz değil. Meydanlarda bağırdığı çağırdığı ülkelerle el eleyiz abi. Herkes her şeyi biliyor. Kimsenin umrunda değiliz abi. Sadece sayıyız, onda da 40, 50 bin olsak bile, hepimiz ölsek bile kimsenin taktığı yok bizi. Karıncadan bile değersiziz neredeyse abi. Bak şu benim kardeşin oğlu, et yiyemiyor, paraları yok. Çocuk 11 yaşına geldi, güdük kaldı. Kafası da pek çalışmıyor. Zaten çalışsa ayrı dert. Okul desen okul gibi okul yok. Eğitim sistemini iyice arap saçına çevirdiler. Arapların bile böyle saçı yoktur abi. Okumak istesen de zor, bak üniversiteleri ne hale getirdiler. Adlarını yazamayan adamlar ne işler yapıyor. Bakkalda kasaya koymayacağın adamlar milyonların geleceğine karar veriyor. Eş dost, akraba bi şey olamadık abi. Malı götüren götürdü. Biz de sona kaldık, sola kaldık. Ölsek de kurtulsak da demek istemiyorum ama bakıyorum, sokağa çıkıyorum, otobüse filan biniyorum da yaşamak bu değil be abi. Yaşayanlar da yaşıyor ama o da değil. Keşke hep birlikte yaşasaydık, en kötü ekmekten yeseydik ama çocuklarımız en azından güdük kalmasaydı. Bak bugün yarın aç bi gazete bak, bir iyi haber göremezsin. Yine bir yerde çocuklar ölür, bir yerde kadınlar öldürülür, geri kalanlar da zamanı gelince göçer gider abi. Aç bak ya. Bu gidenler, yitenler insan değil mi abi? Değil işte. Kimsenin zerre umurunda değiliz. Yaşasak da ölsek de bize bakan yok, sadece suratımıza söylenen dandik yalanlar var, yarınlar yok. Seni de tuttum, kusura bakma.

                                                               /././

“Üç hilal” tek Hilal’e mi karşı?-Berkant Gültekin-

Devlet Bahçeli’nin “terörün bittiğini” söylemesi için PKK lideri Abdullah Öcalan’ı iki kez Meclis’e çağırması ve buna rağmen üç DEM Partili belediyeye kayyum atanması, doğal olarak “Erdoğan ile Bahçeli arasında bir görüş ayrılığı mı var?” sorusunu gündeme getirdi. Öyle ya, görünürde biri el uzatıyor, diğeri yumruk savuruyordu.

Nitekim bu soruyu dün gazeteci Hilal Köylü, Meclis’teki grup konuşmasının bitiminde MHP lideri Bahçeli’ye sordu. Cevap “Hayır, yok” minvalinde olabilirdi ama Bahçeli bununla yetinmedi. Doğru bilgiyi muhatabından almak için kendisine mikrofon uzatan gazeteciyi, “Türkiye’yi tahrik etmek, yanlış bilgilerle ayrımcılığa sürüklemekle” suçladı. “Bundan vazgeç, geçemiyorsan mesleği bırak” dedi. Bu yaklaşım kısa bir süre sonra Meclis’ten geçmesi beklenen “Etki Ajanlığı”nın nasıl uygulanacağına dair de kamuoyuna somut bir fikir verdi.

Fakat soruya basın özgürlüğünü hiçe sayan bir tavırla cevap verse de Bahçeli işin siyasi boyutu itibariyle haksız sayılmaz! Buradan hareketle, sözlerinin tek muhatabı da Hilal Köylü olmayabilir. Bahçeli belki de bir süredir kendisiyle Erdoğan arasında bir çatlak olduğunu ve bunun erken seçime yol açacağını öne süren gazeteci kökenli AKP’li isimlere sesini duyurmayı istemiştir. Dolayısıyla Bahçeli’nin gazeteci Hilal Köylü’yü hedef alan çıkışını, sadece medyaya yönelik kaba bir muameleden ibaret görmemek gerekebilir.

***

“Erdoğan-Bahçeli çatışması” muhalif çevrelerde de tartışma konusu. Cumhur İttifakı’nın bir yol ayrımının eşiğinde olduğu, “süreç” meselesi nedeniyle ittifak içinde gerilimin tırmandığı dile getiriliyor. Elbette bu ittifak da siyasetteki diğer ittifaklar gibi bir çıkar birliğine dayanıyor ve günü geldiğinde dağılacak. Dolayısıyla ittifakı ezeli ve ebedi görmek anlamsız. Ancak ortaklardan biri Öcalan'ı Meclis’e çağırıp diğeri DEM Partili belediyelere kayyum atıyor diye de bu ittifakın çatırdayacağı düşünülmemeli. Bu da rejimi yüzeysel bir bakışla ele almak olur ve yanılgıya düşürür.

Ne Bahçeli Kürt sorununu (zaten sorunun varlığını kabul etmiyor) demokratik bir şekilde çözmek istiyor ne de Erdoğan onun herhangi bir ilerici açılımını baltalıyor. Öcalan için yapılan çağrının da belediyelere atanan kayyumların da temel hedefi, iktidarın devamlılığını sağlamak. Yönteme dair farklılıklar, büyük plan içindeki nüanslardan ibaret. Amaç en az bir dönem daha Erdoğan’ı seçtirmek, rejimi daimi kılmak. Bahçeli bunu bir önceki grup konuşmasında açık açık söyledi zaten.

Erdoğan’ın bir kez daha seçilebilmesinin yolu, siyasetin yeniden dizaynından geçiyor. 2017 referandumundan bu yana muhalefette oluşan doğal ittifak ve bu ittifakın her biri önemli potansiyele erişen muhtemel cumhurbaşkanı adayları, iktidar cenahında tehlike çanlarının hiç olmadığı kadar yüksek perdeden duyulmasını beraberinde getiriyor. Bu nedenle, mevcut ekonomik koşullarda tabanını genişletemeyeceğini de öngören rejim bloku, muhalefetin bütünlüğünü dağıtmak için kolları sıvadı.

Bahçeli, Kürt seçmenin DEM Parti’de konsolide olan kısmını AKP-MHP karşısındaki muhalefetle birlikte davranmaya mahkûm bırakmanın bu kez ölümcül sonuçlar doğurabileceğinin farkında. Bu yüzden 1 Ekim’den önce Erdoğan’ın yapacağı açılımlara engel olacağı iddia edilen MHP lideri, DEM Parti’yi, istenen çizgiye yaklaşacağı düşünülen Öcalan’ın arkasına hizalayıp anayasa değişikliği için ittifaka Kürt seçmen katkısı sağlamaya, bu yeni dizilimi mümkünse seçimlerde bir avantaja dönüştürmeye (birileri de bunu 100 yıl sonrasını düşünen “devlet aklı” olarak cilalamaya!) ve Erdoğan’ı da tekrar seçilmesinin şartı olarak bu formüle ikna etmeye çalışıyor.

Erdoğan ise muhalefeti ayrıştırmak için yığınağı başka yere yapıyor. Onun odak noktası CHP… CHP ve DEM Parti’nin yönetimindeki belediyelere kayyum atayıp muhalefet içindeki “terörle yan yana durma” tartışmalarını tetiklemek, böylece isimleri cumhurbaşkanı adaylığı için geçen Ekrem İmamoğlu ile Mansur Yavaş’ı zayıflatmak istiyor. Planın içinde İmamoğlu ve Yavaş’ı destekleyen tabanları birbirine çarpıştırıp zayıflatmanın yanı sıra, ulusalcıları İmamoğlu’ndan Kürtleri ve demokratları da Yavaş’tan uzaklaştırmak var.

Ahmet Özer’e düzenlenen operasyon ve Esenyurt’a atanan kayyum sonrası CHP ile DEM Parti’nin ortak tepkisinin “Aynı otobüste bindiler” sözleriyle hedef alınması da bu hedefin parçası. Dün Bahçeli’nin “DEM'in otobüsüne binen CHP Genel Başkanı, siyasi istikbalini PKK’ya devretmiştir” sözleriyle aynı yere yüklendiğini de ekleyelim. Erdoğan bu sırada Kürt seçmene de popülist bir dille seslenerek CHP’den gelecek ulusalcı tepkiler sonrası kendisini alternatif adres pozisyonuna getirmeyi amaçlıyor.

***

Gidilen yollar farklı olsa da son durak aynı. Cumhur İttifakı’nın bir zaman sonra yöntem konusunda ortaklaşması şaşırtıcı olmaz. Böylesine devletleşmiş, sisteme karakterini vermiş siyasi ittifaklar, kolay kolay taktik farklılıklardan dolayı dağılmaz. Anca politize olmuş örgütlü kitlelerin dipten yükselen birleşik ve sarsıcı muhalefeti bu tarz iktidar yapılarının iç dengelerini bozup çözülmelerine yol açabilir. Düzen bunu engellemek için de elinden geleni yapıyor.

Erdoğan 10 Kasım’da yaptığı konuşmada, “Şayet Gazi’nin ömrü ve sağlığı en azından bir 10 yıl daha ülkeyi yönetmeye el verseydi hiç şüphesiz 2. Cihan Harbi sonrası bambaşka bir Türkiye görecektik. Maalesef Gazi’nin vefatıyla bu fırsatı kaçırdık” dedi. Atatürk’ten övgüyle bahsetmesinin nedeni, ona olan hayranlığı değil, retorik etkiye olan ihtiyacı...

Erdoğan’ın aslında Atatürk’ün 10 yıl daha ülkeyi yönetmemiş olmasıyla bir derdi yok; hatta ideolojik açıdan düşünürsek bir yıl daha yönetmemesinden memnun olsa gerek. Erdoğan “Gazi ülkeyi yönetemedi ama şimdi ikinci bir fırsatımız var, ben bir 10 yıl daha ülkeyi yönetirsem bambaşka bir Türkiye görürüz” demek istiyor. İktidar ortaklarının attığı her adım, bunu mümkün kılmak için.

                                                              /././

İpotekli konut satışları yüzde 278,2 arttı

Türkiye İstatistik Kurumu, "Konut Satış İstatistikleri, Ekim 2024" verilerinin sonuçlarını açıkladı. Buna göre Türkiye genelinde konut satışları bir önceki yılın aynı ayına göre yüzde 76,1 oranında, ipotekli konut satışları da bir önceki yılın aynı ayına göre yüzde 278,2 oranında artış gösterdi.(https://www.birgun.net/haber/ipotekli-konut-satislari-yuzde-278-2-artti-575443)

                                                                  ***
Halkı yoksul bırakıp terbiye etmek istiyorlar -Havva Gümüşkaya-
                                        
Prof. Dr. Mustafa Durmuş
Enflasyon tahminlerinde gelecek yıla ilişkin beklentiler giderek kötüleşirken düşük ücret zammı baskısı artıyor. Prof. Dr. Durmuş, “Her geçen yılın diğerinden daha kötü olmasını önlemenin yolu örgütlü ve birlikte mücadeleden geçiyor” dedi.(https://www.birgun.net/haber/halki-yoksul-birakip-terbiye-etmek-istiyorlar-575390)
                                                             ***
CHP'li Öztürkmen belgeleriyle açıkladı: İki kaymakam iki skandal!

CHP Gaziantep Milletvekili Hasan Öztürkmen, kaymakam vekili Hasan Köksal'ın terfi etmeye hazırlanması ve Malatya Doğanşehir Kaymakamı Mehmet Kılıç'ın korumalarıyla birlikte köylüleri darp etmesini gündeme taşıdı. Öztürkmen, İçişleri Bakanlığı'nı görevini yapmaya davet etti.(https://www.birgun.net/haber/chp-li-ozturkmen-belgeleriyle-acikladi-iki-kaymakam-iki-skandal-575515)                               ***

Simge kurumu borca batırdılar -Mustafa Bildircin-

Cumhuriyet’in simge kurumları arasında yer alan ancak “zarar ettir, özelleştir” politikası ile elde kalan son arazileri de satılan Sümer Holding, batağa saplandı. Kurumun zararı, 2024 itibarıyla 116,3 milyon TL’ye ulaştı. Sümer Holding’e ait olan ve 2023 ile 2024 yıllarında satılan bazı taşınmazların satış bedelleri ve taşınmazın satıldığı şirketler ise şöyle sıralandı: * Mersin Tarsus’ta dört adet taşınmaz: 402 bin TL – Yunus Emre Yılmaz * Ankara Gölbaşı’nda bir adet taşınmaz: 2 milyon 920 bin TL - ALC Grup İnşaat * Ankara Çankaya’da üç adet taşınmaz: 90 milyon TL - Bilfen Eğitim Kurumları * Ankara Çankaya’da bir adet taşınmaz: 360 milyon TL – LÖSEV (https://www.birgun.net/haber/simge-kurumu-borca-batirdilar-575382)

                                                             ***
"Namaz kılmayan öldürülebilir" demişti: Savcılıktan tepki çeken karar

"Namaz kılmayan öldürülebilir" diyen ilahiyatçı Ebubekir Sifil ile "Namaz kılmayan ve oruç tutmayan sopalanabilir" diyen imam Halil Konakcı hakkında suç duyurusu yapılmasının ardından başlatılan soruşturmada ''kovuşturma yapılmasına yer olmadığına'' karar verildi.(https://www.birgun.net/haber/namaz-kilmayan-oldurulebilir-demisti-savciliktan-tepki-ceken-karar-575425)

                                                                  ***
(BİRGÜN)





Hiç yorum yok:

Yorum Gönder