Özal’dan Erdoğan’a proje kardeşliği -Oğuz Oyan-
Batı emperyalizminin ana damarları olan ülkeler ABD, AB başta olmak üzere büyük Avrupa güçleri; onların ekonomik, askerî ve ideolojik örgütleri olarak IMF’si, Dünya Bankası, OECD’si, NATO’su ve etkileri zayıf olmayan türlü iç ve dış sermaye kuruluşları bu tablodan hiç eksik olmaz. Bunlar iktidarlara hatta düzen içi muhalefete ayar verme merkezleridir.
Aslında Özal’dan Erdoğan’a veya ANAP’tan AKP’ye ifadeleri yetersiz kalır. Dış güçler ve sermaye hep devrededir. Batı emperyalizminin ana damarları olan ülkeler ABD, AB başta olmak üzere büyük Avrupa güçleri; onların ekonomik, askerî ve ideolojik örgütleri olarak IMF’si, Dünya Bankası, OECD’si, NATO’su ve etkileri zayıf olmayan türlü iç ve dış sermaye kuruluşları bu tablodan hiç eksik olmaz. Bunlar iktidarlara hatta düzen içi muhalefete ayar verme merkezleridir. Dolayısıyla dönemler arasında aktarılan miras, egemen sistemin dış ve iç sermaye odaklarının uygun bulduklarıdır. Projelerin bir dönemden diğerine devamlılığı bu bakımdan hiç şaşırtıcı olmaz. AKP’nin Özal hayranlığı veya onu kendi tarihi gelişim çizgisi içine yerleştirmesi bu anlamda pek yerindedir. Eski ANAP’lıların bazılarının bugünkü AKP anlayışlarıyla ters düşmesi bunu değiştirmez.
EKONOMİK DÖNÜŞTÜRME PROJELERİ
Aslında 1980’lerde yarım kalan ekonomik programlar 2000’li yıllarda bazı bakımlardan daha köşeli bir biçimde yeniden gündeme gelmiştir. Yalnızca özelleştirmelerin kapsam ve hızına bakmak bile bunu doğrular.
1980’ler aslında Türkiye’nin sınai altyapısı hazırlanmadan dışa açılma projesi olarak büyük bir dönüştürme ve bağımlılaştırma hamlesidir. Önemli adımlar atılmıştır. Ancak özelleştirmeler istendiği gibi hızlanamamış, hukuki itiraz süreçleri, Danıştay’ın ve AYM’nin iptalleri ve büyük sermayenin KİT’leri devralmaya 1990’lar sonuna kadar hazır olmaması gibi nedenlerle kamu-özel sermaye transferleri kaplumbağa hızında ilerlemiştir.
2000’lerde uygulanan IMF-DB programının birinci önceliği işte bu süreci hızlandırmaktır. Ecevit hükümeti Aralık 1999’da IMF’ye verilen kapsamlı (iki kitap hacminde) Niyet Mektubu’yla bu programa angaje olmuş, özelleştirmeler ise AKP döneminde hızlanmıştır. Özelleştirmeler için olduğu kadar tarım ve finansal sistemin dönüştürülmesi için de siyasi zemin oluşturulmuş, 1999’da açıklanan Post-Washington uzlaşısının erken uygulama örneklerinden biri Türkiye olmuştur. IMF/DB programı 2008’de sona erdikten sonra bile AKP bu programa 2015’e kadar sadık kalabilmiştir.
ORTADOĞU’YA MÜDAHALE PROJELERİ
Dış politikadaki fikri devamlılık da dikkat çekicidir. 1989’dan 2015’e kadar üç kez Kürt açılımı denenmiştir. Halen dördüncü girişimin başlangıcındayız.
Birinci örnek malum, Özal’ın “bir koyup üç alma” açgözlülüğüyle formüle ettiği, I. Körfez Savaşında Türk Silahlı Kuvvetleri’nin ABD himayesinde Kuzey Irak’a müdahale etmesi ve Musul ve Kerkük’ün ilhak edilmesidir. Bunun kaçınılmaz bir sonucu olarak, gerekirse bir Türkiye-Kürdistan konfederasyonu kurulması “tavizini” veya fırsatçılığını da içermektedir. Batı emperyalizmi ve İsrail, Türkiye’nin bu maceracı politikasını, kendi güdümleri altında bir büyük Kürdistan kurulması ve böylece İran ve Suriye’nin de parçalanması bağlamında, kışkırtıcı konumdadırlar. Arkasında yerli sermaye çevrelerinin bir bölümünden gelen ciddi destekler olmuştur. Bu politika, o zamanki Genelkurmay Başkanı Necip Torumtay’ın istifası ve siyasal ve toplumsal muhalefetin tepkisi nedeniyle uygulamaya konulamamıştır.
İkinci örnek ise Özal’ın Ortadoğu politikasının AKP tarafından ilk tevarüs edildiği tarih olan 2003 başlarında yaşanmıştır. ABD’nin II. Körfez Savaşının (daha doğrusu Irak’ın ABD tarafından işgalinin) hemen arifesindedir. ABD Irak’a kuzeyden (yani Türkiye’nin güneydoğusundan) da bir cephe açmak ve askerî güçlerini Türkiye’ye yığmak istemektedir. Türkiye’de siyasi koşullar da hazırlanmış, 2002 sonbaharı itibariyle Ecevit koalisyonu nihai olarak yıkılıp yerine AKP’nin tek partili hükümeti kurulmuştur. ABD, Türkiye topraklarını kullanma karşılığı olarak Türkiye’ye 8,5 milyar dolar bağış veya onun yerine 32 milyar dolar kredi sağlamayı önermiştir. Erdoğan henüz milletvekili ve başbakan olamamıştır (Mart 2003’te Siirt seçimlerinin yenilenmesiyle olabilecektir) ama AKP Hükümeti adına ABD’de temaslar yapmaktadır! Her zamanki “pazarlıkçı” kimliğiyle burada daha fazla bağış veya kredi koparmaya çalışacaktır. Başkan Bush’un “at pazarlığı” diye küçümsediği ve reddettiği pazarlık budur. Ama sonuçta asıl ret oyu TBMM’den gelecek, 1 Mart 2003 savaş tezkeresi küçük bir oy farkıyla Meclis’ten geçmeyecektir.
Kabul edilseydi, ABD Türkiye’nin güneydoğusuna 60 bini aşan bir askerî birlik ve teçhizatını yığacak (bir bölümü 1 Mart öncesinde sevk edilmişti bile!), ABD askerleri kendi mahkemelerinde yargılanacak ve topraklarımızdan ne zaman çıkacakları belirsiz bırakılacaktı! AKP tekrar Musul-Kerkük hayalleri kurarken, ülkenin güneydoğusunun geleceği belirsizleşecekti.
Gerçi bu “açılım” döneminde Erdoğan ABD’nin Büyük Ortadoğu Projesi’nin sözde “eşbaşkanı” sıfatını kullanma merakını sürdürecek, “çuval geçirme” olayına rağmen ABD odaklarına “süpürmeyin kullanın” mesajlarını iletecek, 1 Mart Tezkeresi yerine yan yollardan (Meclis’ten ek tezkereler geçirerek) ABD ordusuna lojistik desteklerini esirgemeyecek, 2003 sonbaharında Dışişleri Bakanı Babacan’ın imzasıyla 1 milyar dolar bağış karşılığında Türkiye’den Kuzey Irak’a hiçbir müdahale olmayacağı teminatını veren bir “satış anlaşmasını” kabul edebilecektir (ama ana muhalefetin bastırmasıyla bu sözleşme yürürlüğe giremeyecektir).
Üçüncü örnek, AKP’nin Suriye’ye 2011 sonrasındaki müdahaleleridir. Bu mezhepçi ve pro-emperyalist müdahalelerin çeşitli aşamaları olmuştur ama işgal ve oradaki cihatçı siyasi/askerî yapılanmaların desteklenmesi halen sürdürülmektedir. Musul-Kerkük olmadı bari Halep’e Şam’a girelim politikasının iflası ise Rusya’nın 2015’te Esad’a yardıma koşmasıyladır. Keza ABD’nin Suriye’ye girmesi, bir PYD-YPG siyasi/askerî oluşumuna desteğinde el yükseltmesi de aynı tarihten itibarendir. Erdoğan/AKP, İsrail ve ABD emperyalizmine en büyük desteği, Suriye politikaları üzerinden vermiştir.
Suriye müdahalesiyle eş-anlı olarak içerde sahneye konulan Kürt açılımı, o zamana kadarkilerden çok daha ileriye götürülecektir. Başlangıçta PYD lideri Salih Müslim üzerinden Suriye Kürt güçleriyle birlikte Esad Hükümetine karşı kuzeyden bir savaş cephesi açılmasını da içerecek ama bu kabul görmeyince, PYD-YPG ilişkileri gelgitli olacaktır. Ancak 2011-2015 dönemini kapsayan, Öcalan’ın baş müdahil olduğu yol haritasına göre Oslo’dan başlayıp Dolmabahçe toplantısında sona eren uzun “açılım” sürecinde iktidar temsilcileri ile görünürde HDP arasında pazarlıklar yapılacak, Güneydoğu’dan giren silah bırakmış temsilî PKK güçleri çadır mahkemelerinde temsilî bir yargılamayla aklanarak “barış süreci” kutlanacaktır. Sürecin siyaseten aleyhine işlediğini gören AKP sonunda masayı devirince süreç tıkanacaktır.
CUMHUR İTTİFAKININ ÖCALAN AÇILIMI
Dördüncü örnek, 2024’ün Ekim sonlarında iktidarın yeniden Öcalan’ı parlatma ve Türk-Kürt kardeşliği üzerinden yeni oyunlar kurmasıyla sahnelenmektedir. Bunun arkasında her zamanki gibi dış ve iç nedenlerin çakışması bulunmaktadır. Gerçi bu defa iktidar bloğunun iç siyasi sıkışmışlığı daha ön planda gözükmektedir. Şunlar sayılabilir:
■ AKP/Erdoğan iktidarının ömrünü (sınırsız) uzatacak bir anayasa değişikliğinin Meclis’ten geçmesini sağlamak.
■ Muhalefetin yeni “açılım” ekseninin de yardımıyla bölünmesini sağlamak veya hızlandırmak. Özellikle CHP-DEM iş birliğinin önünü tıkamak.
■ Yerel seçimlerden birinci parti olarak çıkan CHP’nin içini hem buradan hem CB adaylaşması üzerinden karıştırmak (Bunda başarılı olmadığı söylenemez). Bu arada bazı belediyelere kayyım atanmasını kolaylaştırmak. Esenyurt operasyonunun aslında bu açılım tezgâhıyla birlikte tasarlandığına hiç kuşku yoktur. Böylece AKP kendi tabanına “terörle hem pazarlık hem mücadele yaptığını” kanıtlamış olmaktadır.
■ Kandil’i ve kısmen DEM’i dışlayıp Öcalan üzerinden bir Kürt açılımı kurgulayarak DEM’i de kısmen etkisizleştirmek. Böylece Kürt tabanının bir bölümünü kendine çekebilmek.
■ İç cepheyi güçlendirmek tezviratı üzerinden AKP’nin teslimiyetçi, ilkesiz, mezhepçi, maceracı, militarist ve pro-emperyalist Ortadoğu politikasını meşrulaştırmak ve tartışılmaz kılmak.
Bu oyunları bozmanın birinci koşulu, AKP’nin “açılım” ve anayasayı değiştirme girişimlerine kategorik bir ret yanıtı vermekten başlamaktadır.
/././
Bir gün siz de ‘ajan’ olabilirsiniz -Gözde Bedeloğlu-
Kamuoyunda ‘sansür yasası’ olarak bilinen ‘Dezenformasyon ile Mücadele Yasası’ Ekim 2022’de AKP ve MHP oylarıyla Meclis’te kabul edilmiş ve yasalaşmıştı. Üzerinde en çok tartışılan 29. Madde’ye göre, ‘halkı yanıltıcı bilgiyi alenen yayma’ ve ‘endişe, korku veya panik yaratma, ülkenin iç ve dış güvenliğini kamu düzenini ve kamu barışını bozmaya yönelik yayın’ yapanlara 1 yıldan 3 yıla kadar hapis cezası verilecekti. CHP, yasada yer alan maddenin iptali için Anayasa Mahkemesi’ne (AYM) başvurmuş ve mahkeme talebi oy çokluğu ile reddederek ‘sansür yasasının’ Anayasa’ya uygun olduğuna hükmetmişti. Aralarında eski AYM Başkanı Zühtü Arslan’ın da bulunduğu 6 üye düzenlemenin iptalinden yana ve aralarında bugünkü AYM Başkanı Kadir Özkaya’nın da bulunduğu 8 üye ‘Dezenformasyon Yasası’nın iptal talebinin reddinden yana oy kullandı.
***
Basın meslek örgütleri ve hukukçular bu yasa kapsamında suç oluşturabilecek gerçeğe aykırı bilginin nasıl ve hangi makam tarafından tahlil edileceğinin belirsiz olduğunu vurgulamış ve bu makamın tarafsızlığının sorgulanacağına dikkat çekmişti. Eski AYM Başkanı Zühtü Arslan da yazdığı karşı oy gerekçesinde bu belirsizliğe değinmiş ve şöyle demişti: “Dava konusu kuralda somut, belirli ve öngörülebilir olan neredeyse tek husus vardır, o da öngörülen hapis cezasının bir yıldan üç yıla kadar olmasıdır. Bunun dışında suçun unsurları ve aranan sâik tamamen soyut, yoruma ve subjektif değerlendirmelere açık mahiyettedir.” Hatalı bir haberin düzeltilebilmesi hali hazırda tekzip yoluyla mümkünken iktidarın yeni yasal düzenleme ile tercihi 3 yıla kadar hapis cezası olmuştu. Türkiye Gazeteciler Sendikası’nın (TGS) verilerine göre, 2022-2023 arası en az 33 gazeteci hakkında soruşturma açılmış, 6 gazeteci gözaltına alınmış ve 4 gazeteci tutuklanıp serbest bırakılmıştı.
***
Haber alma hakkı, ifade özgürlüğü ve basın özgürlüğü alanlarında faaliyet yürüten bir sivil toplum kuruluşu olan Medya ve Hukuk Çalışmaları Derneği (MLSA) başta gazeteciler olmak üzere mesleki faaliyetleri sebebiyle yargılanan kişilere hukuki destek veriyor. Her ay yayınladıkları dava izleme listesinin 2024 Ekim ayı raporuna göre 219 öğrenci, 171 aktivist, 88 gazeteci, 29 avukat olmak üzere 517 kişi yargılandı. Davalarda en sık yöneltilen suçlamalar ‘toplantı ve gösteri yürüyüşü kanununa muhalefet’ ile ‘silahlı terör örgütüne üyelik’ oldu. Sanıklar aleyhine sunulan deliller arasında en çok kullanılan delil türü ise sosyal medya paylaşımları. Bunu haber veya köşe yazıları izledi. Aktivistler veya öğrenciler katıldıkları eylemler nedeniyle yargılandı. Gazetecilerin, meslektaşlarına yönelik operasyonları protesto etmeleri de suç sayıldı. 2023 Nisan ayında, Diyarbakır’da evleri basılarak gözaltına alınan onlarca gazeteciye yönelik operasyonu protesto etmek için Kadıköy’de toplanan gazeteciler Eylem Nazlıer, Serpil Ünal, Yadigar Aygün, Pınar Gayıp, Zeynep Kuray ve Esra Soybir hakkında açılan davada mahkeme herbirine 5'er ay hapis cezası verdi.
***
Bu ayın dava takvimi, 12 Kasım tarihi de bana ait olmak üzere, yine gazeteci yargılamalarıyla dolu. Tartışmalı dezenformasyon yasası iki yıldır yürürlükte. Bununla birlikte sosyal medya paylaşımları ve sokak röportajları art arda soruşturma ve cezalandırma konusu olmaya devam ediyor. Türkiye geçen yılı, Sınır Tanımayan Gazeteciler Dünya Basın Özgürlüğü Endeksi’e göre 165’inci sırada tamamladı. Her yıl istikrarlı bir geriye gidiş söz konusu. Bununla yetinmeyip, sansürde ve baskıcı uygulamalarda hız kesmeyen iktidar, daha önce gündeme getirdiği ‘etki ajanlığı’ düzenlemesini yeniden çekmeceden çıkardı. Tıpkı dezenformasyon yasasında olduğu gibi belirsiz tanımlamalarla gazetecilik faaliyetlerini suç unsuru haline getirecek olan ‘etki ajanlığı’ düzenlemesi geçtiğimiz mayıs ayında 9’uncu Yargı Paketi taslağında yer almış ama tepkiler üzerine geri çekilmişti.
***
Bu kez farklı bir torba yasa teklifi kapsamında bir kez daha karşımızda ve önümüzdeki günlerde mecliste görüşülecek. Yasa, hem ifade özgürlüğüne bir büyük darbe daha indiriyor hem de sivil toplum örgütleri ve ülke dışından hibe alan bağımsız medya kuruluşlarının ‘ajanlıkla’ suçlanmasının önünü açıyor. Benzer bir yasa 2015'te Putin’in talebiyle Rusya’da da geçirilmiş ve muhalefet üzerindeki baskı artmıştı. Rusya’nın izinden giden Gürcistan hükümeti de on binlerce insanın protestosuna rağmen aynı yasayla toplumsal muhalefet üzerindeki kontrolünü güçlendirmek istiyor. Ağır vergiler altında ezilen, yoksulluğun en derinine gömülmüş, sabaha hangi çürümüş kurumdaki skandalla uyanacağını bilemeyen bir halkın sesinin, fikrinin ‘ajanlık’ suçlamasıyla kesilmek istenmesi şaşırtmıyor. Tıpkı, iktidarın altından kalkamadığı sorunlar büyüdükçe baskıcı tavrını artırması gibi… Bu yasa, halkı bilgilendirmek gibi kamusal bir görevi icra eden gazetecilere ayarlı değil sadece; canı yanan, hakkı yenen herkes için.
/././
Barış da gelecek bolluk da.Yersen!-Yaşar Aydın-
Erdoğan, Bahçeli ve Çakıcı’nın barış getireceğine, Şimşek’in bolluk bereket yaratacağına inanan kalmadı. Hâlâ rejimin sınırları içinde muhalefet etme ısrarı, çöken rejime dayanak olmaktan başka bir anlam taşımaz.
Köhnemiş, her taraftan dökülen, boğazına kadar pisliğe batmış rejim nelere kadir, neleri başaracak güçteymiş de haberimiz yokmuş. Alaattin Çakıcı ve Devlet Bahçeli kol kola ülkeye barışı getirirken aynı anda da Mehmet Şimşek, batılı patronlarının yol göstericiliğinde ülke insanını refah ve zenginlik içinde yaşatacakmış. Ve tüm bunlar büyük reis Erdoğan’ın talimatlarıyla hayat buluyormuş.
Saray’ın bir odasından kerameti kendinden menkul Mehmet Uçum konuşur, Numan Kurtulmuş tüm baskı ve anti demokratik uygulamalarda imzası yokmuş gibi demokrasi kahramanlığına soyunur, o birine teşekkür eder, diğeri herkesle tokalaşır ve el birliğiyle her sorun hızla çözüme kavuşur. Ne güzel bir ülke, nasıl da yaşanılası ve özenilesi değil mi?
Oysa gerçeğin böyle olmadığını ülke olarak biliyor ve yaşıyoruz. İçinde yaşadığımız coğrafya 6 yaşında kız çocukların vahşice öldürüldüğü, kadınların cehennemi yaşadığı, belediye başkanlarının şafak operasyonlarında gözaltına alındığı, çalışanları üç kuruş maaşa açlık sınırında çalıştırıldığı, itiraz edenin kapıya konulduğu bir ülke. Yetmez, emeklinin ucuz ekmek sıralarında ömür geçirdiği, hastanelerin, okulların rant çeteleri ile dolduğu bir ülke. Mafyanın itibar gördüğü, aydının, okumuşun terörist sayıldığı bir ülke. Daha sayalım mı, biliyorsunuz liste çok uzun.
Türkiye’nin içine sürüklendiği bu karanlığın en önemli nedenlerinden birinin 16 Nisan 2017’de gerçekleşen referandum sonrası oluşan Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi olduğunu da mutlaka söylemeliyiz. Adım adım inşa edilen bir kötülük rejiminden bahsediyoruz. Tam da o yüzdendir ki “rejimin yıkılması-değiştirilmesi” meselesini önüne koymayan muhalefet anlayışının yol alma şansı yok. Bu çizginin dışında kalan muhalefet aklı, en nihayetinde iktidarın değirmenine su taşımaktan başka bir anlam taşımaz.
Muhalefet partileri ve güçleri her şeyden önce bu konuda bir anlaşma sağlamak durumunda.
ÜLKENİN YARISI HER KOŞULDA HAZIR
Aşağıda son 7 yıl içinde yapılan seçimlere bazı iller üzerinden bakarak rakamları değerlendirmeye çalışacağız. Bu rakamlar aynı zamanda toplumsal muhalefetin ya da ülkenin yarısından fazlasının isimlerden ve partilerden bağımsız aldığı tutum konusunda bize ipuçları verecek.
Bursa ile başlayalım.
Bursa’da 17 Nisan 2017 Anaysa Referandumu’nda “Hayır” oyu 868 bin 778, 14 Mayıs 2023 seçimlerinde Kılıçdaroğlu’nun oyu 859 bin 707 ve 31 Mart 2024 yerel seçiminde başkan seçilen Bozbey’in aldığı oy 860 bin 490 olarak gerçekleşmişti.
İki büyük şehre daha bakalım ve devam edelim.
Manisa; Referandumda “Hayır” oyu 496 bin 622, Kılıçdaroğlu’nun aldığı oy 458 bin 205 iken 31 Mart’ta Ferdi Zeyrek 507 bin 560 oy aldı.
İstanbul; “Hayır” oyu 4 milyon 728 bin 318, Kılıçdaroğlu 4 Milyon 928 bin 772, son seçimde İmamoğlu da 4 milyon 432 bin 864 oy aldı.
Referandum sonrası yapılan seçimlerde adayların ve partilerin durumuna göre oylarda küçük de olsa farklılık görebilirsiniz. Bu fark, geçen cumhurbaşkanlığı seçiminde Sinan Oğan faktörü ya da yerel seçimde DEM ile İYİ Parti’nin durumundan bağımsız değil. Oylar bunlarla birlikte dikkate alındığında muhalefet partileri için 6-7 yıldır seçim tablosunun çok değişmediğini söylemek mümkün. Bu illerin ayrıntılarını ve daha farklı ileri internet sitemizde görebilirsiniz diyelim ve biz devam edelim.
İşin esası her türlü baskı ve zorbalığa rağmen ülkenin yarısı bir yolunu bulup Erdoğan’ın lideri olduğu rejime direnmeye devam ediyor olmasıdır. Bu blok kaybettiği seçimler dahil her zaman sağlam durdu.
SAĞCILAŞMAK YA DA NORMALLEŞMEK Mİ?
Siyasi partiler ve liderlerinden bağımsız olarak tablo şu: Ülkenin en az yarısı hiçbir koşulda bu rejimle birlikte yaşamak istemiyor. Yine farklı seçim sonuçlarına batığımızda hayatından memnun olmayanları ve arayış içinde olanların oranı yüzde 60-70 arasında bir yerde. Ülkenin yüzde 30’u çeşitli gerekçelerle her koşulda rejimi oluşturan partileri destekliyor.
Kemal Kılıçdaroğlu’nun sağa ve sağ partilere yatık siyaseti de Özel’in normalleşme gayretleri de hatta Kürt hareketinin Erdoğan’dan bir türlü kopamayan durumu da gösteriyor ki Meclis’te siyaset yapan partiler bu rakamı tersten okuyor. Onlara göre geri kalan yüzde 50’ye seslenmenin tek yolu var: Onlara benzemek ya da onların oy verdikleri isimlerle iyi geçinmek.
Oysa görmedikleri bir şey var. Toplumun çok önemli bölümü ülkeyi kalın duvarla çevrili hapishaneye dönüştüren ve hastalık yayan rejimden kurtulmanın yolunu arıyor. Muhalefet partileri ise rejimi aşmaya çalışan bu toplumsal kesimleri ısrarla duvarın içinde ikna etmeye çalışıyor. Hatta bununla yetinmeyip çoktan yola çıkanları bile geri çağırıyor.
Oysa “Neden 16 Nisan Referandumu’nu aşan bir kampanya yapamıyoruz” ya da “Konuşmalarımızın en çok alkış alan kısmı neden her zaman rejimi karşımıza aldığımızda oluyor” diye kendilerine sorsalar mesele aydınlanacak. Bunun için muhalefet partileri değişmek, değiştirmek ve yeniden kurmak isteyenlere pranga takmak yerine önce kendi prangalarından kurtulmayı denemeli.
AYAKTA DURMAKTA BİLE ZORLANIYORLAR
Esenyurt vakası da gösterdi ki Erdoğan ve rejimle iyi geçinerek gidilebilecek bir yol yok. Yine son anketlere de yansıdığı kadarıyla bu muhalefet tarzıyla ulaşılacak menzilin de sınırlarına gelindi.
Rejimin tel tel döküldüğü bir zaman diliminde hala muhalefet konuşuluyorsa bunun arkasında yatan neden halkın talepleriyle partilerin siyasetleri arasında makasın bir türlü kapanmamasından başka bir şey değil.
Bırakın yeni bir şey kurmayı yürürken bile birbirlerine yaslanmak zorunda olan liderlerin kurduğu, her seçimde yeni ortakla hayatta kalabilen bir rejimden bahsediyoruz. Şimdi çaresizlikten her tarafa saldırıyor, her şeyi söylüyorlar. Akıllarına ne gelirse, barış, İslam kardeşliği, kalkınma, büyüme, düşük enflasyon. Hepsi yalan dolan.
Bu saatten sonra yapılacak şey zor bela yürüyen kötülükler rejimine değnek uzatmak değil onu devirmek olmalı.
Halk 16 Nisan 2017 Referandumu’nda bu kötülükler rejimini belki durduramamış olabilir. Ama şimdi devirmeye çok hazır. Sorun şu ki muhalefet partileri buna hazır mı?
/././
AKP: Yavaş gelişen felaket -Selçuk Candansayar-
Deprem, sel, fırtına gibi doğa olaylarına ya da kitlesel katliamlar, savaş gibi insan eliyle ortaya çıkan felaketlere maruz kalan insanların ruhlarının nasıl örselendiğini biliyoruz. Bu tip felaketlerin en temel özelliği aniden ya da çok kısa süre içinde başlamaları. Çoğu zamanda beklenmedik bir anda ortaya çıkmaları.
Evet, deprem bölgesinde yaşayan, yerleşim yerinin fay hattında olduğunu bilen biri için bile deprem anı yine de beklenmediktir. Gar Katliamı gibi kitlesel katliamlarda bu beklenmedik anda olma hali daha da açıktır. Süregiden bir savaşta bombardıman anı da benzer özelliktedir. Böylesi ani felaketlerde insanlar iç içe geçmiş evrensel tepkiler verirler. Şok ve inkar dönemi dehşete kapılma, şaşkınlık, inanamama, ne yapacağını bilememe halidir. Ardından yas, çökkünlük, suçluluk, kimi zaman öfke, isyan dönemleri gelişir. Sonrasında felaket anı geçer ve insanlar derin örselenmeler ve inanç değişiklikleriyle hayatlarına devam etmeye çalışırlar.
Bu tür felaketler başlar ve biter. Mutlaka maruz kalanlarda olumlu olumsuz bir değişime neden olurlar. Felaket öncesi ile felaket sonrası dünyaya bakış, anlamlandırma, hayat ve insanlarla ilgili inanç ve yargılarda değişim olur. Depremden sonra ne ben eski bendim ne de dünya eski dünyaydı, diyenlerin yaşadığı hal budur.
Özellikle son 15 yıldır bilimciler ikinci bir felaket tipi üzerine çalışıyorlar: Yavaş gelişen felaket! Bu tip felaketler herhangi bir anda etkisi somut olarak ölçülemeyen ama zamana yayılmış, sinsi gelişen durumlar olarak tanımlanıyor. Üzerinde en çok çalışılan konular iklim krizi, kuraklık ve göç. İklim bilimcilerin tüm uyarılarına karşın insanlar iklim krizini, küresel ısındırmayı gündelik hayatlarında somut olarak deneyimleyemiyorlar. Beklenmedik seller, kimi yaz aylarının olağandışı sıcak geçmesi gibi durumsal krizler olduğunda küresel ısındırma sorunu gündeme gelebiliyor. Ama kısa süreli tartışmalar ve felaket senaryolarından söz edilse bile hayat görünürde bir değişim olmadan sürüyor.
ÇARESİZLİK DÜŞÜNCESİ
Yavaş gelişen felaketlerin en önemli özelliği tekil bireyler bu olumsuz değişimi hissetseler bile ellerinden bir şey gelemeyeceğini düşünmeleri. Evet, bir şeyler oluyor ve olup bitenlerin sonu iyi olmayacağa benziyor ama ben tek başıma ne yapabilirim ki, çaresizliği. Örneğin küresel ısındırmaya karşı bireylere, “plastik poşet kullanımınızı azaltın, çöplerinizi ayrıştırın, elektrikli otomobil alın” dışında bir öneri getirilmiyor. İnsanlar bu önerileri yerine getirdiklerinde ya üstlerine düşeni yaptıkları yanılsamasına kapılıyorlar ya da haklı olarak bunları yapmanın hiç bir faydası olmayacağını bildiklerinden yapmıyorlar.
İşte bu bireysel çaresizlik hissi yavaş gelişen felaketlerin birey üzerindeki etkilerini daha da katmerlendiriyor. Bir yandan felaket sinsice dünyayı değiştiriyor aynı anda bireyler bu değişen dünyanın koşullarına çaresizce uyum sağlayarak hayatta kalmaya çalışıyorlar. Çaresizlik kaynaklı uyum çabaları felaketi değişmez bir gerçeklik olarak kabul etmeye zorluyor. Başlangıçta uyum çabaları gündelik hayatı yaşama biçimini pek de etkilemiyor gibi görünüyor. Hani market alışverişinde bez poşet kullanmak çok da soruna neden olmuyor, dahası bir şey yapabiliyorum hissini de besliyor.
Süreç içinde gelişen felaketin her bir dönemde neden olduğu biriken olumsuz etkilerine uyum sağlarken başlangıç anından çok farklı bir gündelik hayat pratiği ortaya çıkmış oluyor. Haftada en az bir kere arkadaşlarla meyhaneye giderken, önceleri aman fotoğraf çekerken içkiler görünmesinle başlıyor, sonunda kamusal alanda içki içilmeyen bir hayat tarzına erişiliyor.
12 EYLÜL DARBESİ
Yavaş gelişen felaketlerin süreç içinde birikerek neden olduğu en önemli etki bireysel hayat pratiği, kimlik ve aidiyet hislerindeki değişim. Çaresizlikle örülü bir kimlik kaybı hissi ve bir topluluğun bileşeni olduğu, bir yere ve o yerin insanlarına bağlı olduğu hisleri.
Şimdi başlığa dönebiliriz. 12 Eylül Darbesi ile başlayan ve 2002’de AKP’nin iktidara gelmesiyle devam eden yavaş gelişen bir felaket yaşıyor bu ülke. Şimdilerde neredeyse kimse bir toplum olduğumuzu, her birimizin bu toplumun bir parçası olduğumuzu hissedemiyor. Yola çıkılan Türkiye ile içinde yaşadığımız Türkiye sanki iki farklı ülke gibi oldu ve bu değişim boyunca insanlara sadece “bana oy ver, gerisine karışma” dendi. Son yirmi beş yılda AKP karşıtı muhalefetin topluma verdiği tek mesaj bana oy ver, yeter oldu. Bu yüzden oy vermek de plastik poşet meselesine döndü insanlar için.
Felaketin daha da derinleşmesinin önüne geçmenin tek yolu insanlara hep birlikte olursak değiştirebileceğimiz umudunu verecek bir siyasal pratik inşa etmek. Ali mi Veli mi bizi kurtarıra, isimlere ve partilere değil, örgütlenmiş bir halkın isyanının ateşini yakabilmeye ihtiyaç var.
/././
Seçimler ve ABD ekonomisi -Hayri Kozanoğlu-
Derin bir kutuplaşmaya sürüklenen ABD’de ekonomik büyümeden payını alamayan halk, yeni başkanı seçmek için oy kullandı. Cumhuriyetçi aday Trump’ın bütçe açığını derinleştirecek ekonomik vaatleri bulunuyor. Demokratların adayı Harris’in ise sermaye yanlısı ekonomi politikasının emekçilere vaatleri oldukça sınırlı.
ABD başkanlık seçimleri büyük bir heyecanla bekleniyor. Her ne kadar Kamala Harris’in daha fazla oy toplayacağı tahmin edilse de, ülkedeki garip seçim sistemi gereği, sonucu Seçici Kurul’un oyları belirleyeceği için gözler 7 kritik eyalete çevrilmiş durumda. “Salıncak eyaletler” adı verilen, oy dengelerinin her an değişebileceği bu seçim bölgelerinde ise, Donald Trump bir adım önde görünüyor. Özellikle daha fazla delegeye sahip Pennsylvania sonuçlarının son sözü söyleme olasılığının yüksek olduğu değerlendiriliyor.
Küresel ölçekten bakılırsa, ABD’nin 2. Dünya Savaşı sonrası elde ettiği hegemonyanın kapitalist dünyanın lideri konumunu korumakta güçlük çektiği, Çin ile büyük bir rekabet içine girdiği görülüyor. Her iki aday da Çin’in hızlı yükselişinin önünü kesme, ABD’nin öteden beri savunucusu olduğu serbest ticaret politikalarını ihlal etme pahasına, ithalatta korumacı önlemler uygulama noktasında buluşuyor. İsrail’in Filistin halkına yönelik soykırım politikalarına arka çıkmak, İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu’nun Siyonist hükümetinin bölgedeki saldırganlığına göz yummak konusunda da önemli bir fark göze çarpmıyor. Harris’in zaman zaman İsrail’i itidale davet eden, barışın önemine dikkat çeken silik demeçleriyle, Trump’ın daha şahin tutumu son tahlilde önemli bir fark yaratmıyor.
Ancak Harris’in seçmen tabanında barış yanlısı, üniversitelerde Gazze protestolarına katılmış bulunan veya Arap/Müslüman kimliği nedeniyle bu konudaki duyarlılığı ön plana çıkanların ağırlığı çok daha fazla olduğu için, bu kesimlerin protesto amaçlı sandığa gitmeme veya Yeşil Parti adayına yönelme eğiliminin ibreyi Trump lehine çevirme olasılığı üzerinde de duruluyor.
ABD’DEKİ DERİN KUTUPLAŞMA
Öteden beri seçim süreçlerine ilgisizliği bilinen Amerikan halkının 2016’da Trump’ın devreye girmesiyle politikleşmesi dikkat çekiyor. Ülkenin “kültürel eksende” bir kutuplaşmaya doğru sürüklendiği gözlemleniyor. Cumhuriyetçi seçmen; göçmen ve mülteci karşıtlığı, asayişin sağlanamadığı gerekçesiyle silahlanma talebi, küresel iklim değişikliği inkarcılığı, kürtaj hakkına muhalefet, Covid sürecinde aşı karşıtlığı şeklinde açığa çıkan bilim ve Aydınlanma’ya tepki, komplo teorilerine prim verme, LGBTQ düşmanlığı, cinsiyetçilik gibi reaksiyoner temalara rağbet ediyor. Yaşamda karşılaştığı tüm ekonomik ve toplumsal sorunların sorumluluğunu “ötekileştirdiği” kesimlere yüklüyor.
Demokrat Parti ise, bu propagandalara prim vermeyen, yaşam tarzı anlamında liberal, eğitim düzeyi yüksek seçmenlere “kimlik” politikaları temelinde hitap ediyor. Bu anlamda Kamala Harris’in kadın, beyaz olmayan, iyi eğitimli, göçmen ebeveynlerden diye sıralanabilecek kimlik kodları, onu Trump’ın karşısında doğal bir seçenek haline getirdi. Gelgelelim emek ekseninden bakılınca, Demokrat Parti’ye belirgin bir yönelim göze çarpmıyor.
Trump’a ilişkin mutlaka olumlu bir farklılık aranacak olursa, Ukrayna Savaşı’nı bitirmek konusundaki vaatleri akla geliyor. Öteden beri NATO’ya şüpheyle yaklaşması, Avrupa’daki bir savaşa kaynak ayırma konusundaki isteksizliği, çatışmayı körükleme yerine müzakere masasına oturulması doğrultusunda tavır almasını getirebilir. Rusya’nın da savaştan yıpranması, Trump’ın emlak komisyonculuğu döneminde Putin’in yakın çevresindeki oligarklara New York’ta çok sayıda lüks konut pazarlamasından kaynaklanan kadim ahbaplık da belki barış yolunda olumlu bir rol oynayabilir.
EKONOMİNİN MEVCUT DURUMU
İsterseniz bu noktadan sonra iki adayın ekonomi politikalarına odaklanalım. Geçtiğimiz hafta The Economist dergisi “Dünyanın Kıskandığı Ülke” başlıklı, ABD ekonomisini göklere çıkaran bir ek yayımladı. 90’lardaki Avrupa ve Japonya karşısında Amerika’nın geride kalacağı korkusunun boş çıktığı, diğer gelişmiş ülkeler arasında sivrildiği vurgulandı.
Her ne kadar, 1990’da %21 olan ABD’nin küresel ekonomideki ağırlığı bugün %16’ya gerilese de, aynı yıl G-7 ekonomileri toplam üretimin %40’ını gerçekleştirirken, bu oranın bugün %50’ye çıktığının altı çiziliyor. Şu anda kişi başına gelir ABD’de Avrupa’nın ve Kanada’nın %40, Japonya’nın %60 üzerinde seyrediyor. Çin’in de piyasa ölçütleriyle bugünlerde ABD’yi yakalaması beklenirken, bu öngörünün gerçekleşmediği, Çin’in 2021’de Amerika’nın %75’ine ulaşan GSYH’sinin bugün %65’ine kadar gerilediği hatırlatılıyor. ABD’nin üretkenliğinde bir yavaşlama gözlense de, hala Avro Bölgesi, Britanya ve Japonya’nın önünde yer aldığına dikkat çekiliyor.
Washington’un başarı hanesine yazılan unsurlar olarak, ABD’nin dev teknoloji şirketlerinin kârlılığı, kaya gazı ve petrolü çıkartmaktaki başarısı nedeniyle dünyanın bir numaralı enerji üreticisi haline gelmesi, doların dünyanın rezerv parası statüsünü biraz aşınmaya karşın koruması tek tek sıralanıyor.
Genel ekonomik verilere bir göz atarsak; ABD ekonomisinin %2,5 büyüme hızı, %4,1 işsizlik oranlarıyla istikrarlı bir performans sergilediğini söyleyebiliriz. Yüksek faiz ortamında en azından şu ana kadar korkulanın başa gelmediği, keskin bir durgunluk yaşanmadan enflasyonun en son %2,1’e kadar gerilediği görülüyor. Buradan yola çıkarak, halkın ekonominin gidişatından memnun olması, 4 yıldan beri iktidarda bulunan Demokrat Parti’nin başkan adayı Harris’e yönelmesi beklenebilirdi. Ancak ortalama yurttaşın durumu böyle pozitif algılamadığı, son anketlerde deneklerin %62’sinin ekonomiyi “ne iyi ne de kötü” bulmasından ortaya çıkıyor. Bu yaygın hoşnutsuzluğun nedenlerini Marksist iktisatçı Michael Roberts blogunda şöyle açıklıyor: “ABD’deki refah görüntüsü daha çok borsaların yükselişinden, finansal varlıkların değerlenmesinden kaynaklanıyor. Ortalama Amerikalı bu şenliğe katılamıyor. Zengin bir borsa portföyüne sahip varlıklılar ise, ‘refah etkisi’ adı verilen ‘zenginleşiyorum’ duygusuyla daha fazla harcama yapıyor, mal ve hizmet talebini canlı tutuyor.” Pandemi sonrası fiyatlar %20 yükselmişken; enflasyon sepetinde yer almayan, fakat ABD’de ev edinmek isteyenlerin en önemli masraf kapısını oluşturan ipotekli konut faizleri keskin bir şekilde artmış bulunuyor. ABD’de en zengin %1’lik kesim kişisel gelirlerin %21’ine el koyarken, ülkedeki toplam servetin de %35’inin sahibi konumunda. Bu oran ilk %10 için %71’e çıkarken, dipteki %50’nin servetteki payı sadece %10’da kalıyor. Düşük manşet işsizlik oranlarının ayrıntılarına inildiğinde; istihdamdaki artışın büyük ölçüde kısmi zamanlı işler ve hükümette açılan kadrolardan kaynaklandığı anlaşılıyor. İki yakasını bir araya getirmek için ikinci bir işte çalışanların sayısı da yükseliyor. Bu insanlar yaşam standartlarını bunca yorgunluk pahasına koruyabilseler de, yaşam memnuniyetleri artmıyor.
∗∗∗
TRUMP’IN EKONOMİK ANLAYIŞI
Bu ekonomik koşullar çerçevesinde şimdi de iki adayın ekonomi politikası önerilerine yoğunlaşalım. Öncelikle, 2020 seçimlerinde Trump, kripto paralara savaş açıp Bitcoin’i “doların egemenliğini sarsmak için ortaya çıkarılmış bir sahtekârlık” diye nitelerken; 2024’te Bitcoin mitingleri düzenliyor, bunun “insanlığın yarattığı bir mucize” olduğunu dile getiriyor; işi, “yüksek IQ’lu” kişilerin parasını buraya yatırdığını söylemeye vardırıyor. Göreve gelir gelmez tüm ürünlere ayrımsız %10 gümrük vergisi uygulayacağını, Çin’den yapılacak ithalat için bu oranın %60’a yükseleceğini ilan ediyor. Peterson Enstitüsü’nün hesaplamalarına göre, böyle bir uygulama, alt gelir grubundaki %50’nin vergi sonrası ücretlerini %3,5 aşağı çekerken, ortalama ailelere ise %2,7 veya 1700 dolar kayıp yaşatacak. Buna karşın, kişisel gelir vergisini sıfırlayacak, kurumlar vergisini %9’a düşürecek. Tüm araştırmalar eğer bu uçuk fikirler hayata geçerse, bütçe gelirlerinin üçte bir azalacağını, bütçe açıklarının patlayacağını gösteriyor. Trump’ın 2016’da başlayan görev süresinde açtığı ticaret savaşı, ABD’nin Çin’den ithalatını sadece %3 azaltırken, ihracatını %8 düşürmüştü. Çin’den kaynaklanan boşluğu ise Vietnam gibi ülkeler doldurmuş, dış ticaret açığı kapanacağına daha da yükselmiş, imalat sanayisinde vadedilen istihdam artışları ise sağlanamamıştı. Trump 11 milyon kaçak göçmeni sınır edeceğini de söylüyor. Böyle bir politikanın insani boyutları, uygulanabilirliği bir yana, eğer gerçekleşirse dahi, bu ölçüde bir işgücü deposunun kaybının ekonomik büyümeye ağır darbe vuracağını görebilmek için uzman olmak gerekmiyor.
HARRİS’İN ÜRKEK EKONOMİK VAATLERİ
Kamala Harris,Donald Trump’ın 1,8 milyar dolarını geride bırakarak seçim kampanyası için sermaye çevrelerinden 2,2 milyar dolar rekor bağış toplamış bulunuyor. Haliyle ekonomi politikası önerileri bu çerçevede, sermaye yanlısı, emek kesimlerine sınırlı vaatleri aşmayan bir bileşimde şekilleniyor. Örneğin Harris, Trump’ın kurumlar vergisini %35’ten %21’e indirmesi karşısında eski düzeyine döndürmeyi değil, ancak %28’e çıkarmayı planlıyor. Joe Biden sermaye kazançları vergisini %23,8’den %44,6’ya yükseltmeyi gündemine alırken, Harris bu oranı %33’e çekeceğini açıklıyor. Kamala Harris bahşişler konusunda Trump’ın izinden giderek aynı şekilde vergi dışı bırakmaya söz verdi.
SERMAYEDEN YANA
Ekonomi programında, ilk kez ev sahibi olacaklara peşinatı ödemek için 25 bin dolar yardım ve her yeni doğacak bebek başına 6 bin dolar vergi indirimi yer aldı. Ancak genel hatlarıyla bakıldığında Harris’in de ne ülkedeki gelir ve servet dağılımını daha adil hale getirmek ne de Biden yönetiminin ötesine geçerek küresel iklim değişikliğine karşı köklü bir yeşil dönüşüm planı veya sanayileşme stratejisi bulunuyor.
∗∗∗
SEÇİMLERDE NE YAPMALI?
Günün sonunda bana, “Eğer bir ABD yurttaşı olsaydın seçimlerde nasıl bir tutum takınırdın?” diye sorulsa cevabım şöyle olurdu: Oyumu Filistin konusunda net bir tavır alan, emek yanlısı ve ekolojik bir programı bulunan, Yeşiller Partisi adayı Jill Stein’a verirdim. Ancak yine de; yer yer faşist eğilimleri ortaya çıkan, kazanması halinde tüm dünyadaki aşırı sağı cesaretlendirmesi beklenen, cinsiyet ayrımcısı, zorba Trump karşısında yine de bir kadın, Marksist iktisatçı bir babanın kızı, Asya ve Karayipler’e uzanan etnik kökeni yüzünden ırkçı beyaz Amerikalıların karalamalarına uğrayan Kamala’nın kazanmasını isterdim.
/././
Bir yargı hikâyesi: Sosyal medya olmasa serbest gezecek tacizcilerin 30 yıl hapsi istendi!
Beyoğlu’nda 23 Eylül'de bir kadına sokak ortasında cinsel saldırıda bulunan, ifadelerinin ardından serbest bırakılan ancak sosyal medya kullanıcılarının tepkisiyle tutuklanan Semir Tarhan ve Ömer Konu hakkında iddianame hazırlandı. Konu ve Tarhan hakkında "kişiyi hürriyetinden yoksun kılma" ve "nitelikli cinsel saldırı" suçlarından 30'ar yıla kadar hapis cezası istendi.
İstanbul'da, sokakta yürüdüğü sırada önünü kestikleri kadına cinsel saldırıda bulunan, tepkilerin ardından tutuklanarak cezaevine gönderilen Semir Tarhan ve Ömer Konu hakkında hapis istemiyle iddianame hazırlandı.
İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığınca hazırlanan iddianamede, 23 Eylül'de Beyoğlu'nda gece kulübünden 04.00 sıralarında evine gitmek için çıkan İ. A'nın Semir Tarhan ve Ömer Konu tarafından yolunun kesildiği, kadının omuzuna dokunan bu kişilerden kurtulmak için yürümeye devam ettiği anlatıldı.
"İYİ NİYETLE DOKUNMUŞ"
Kadını köşede sıkıştırmaya çalışan sanıklardan Ömer Konu'nun etrafı kontrol ettiği, diğer sanık Semir Tarhan'ın da müştekiyi cinsel saldırıya maruz bıraktığı aktarılan iddianamede, olayı gören çevredekilerin müdahalesiyle sanıkların uzaklaştırıldığı kaydedildi.
İddianamede, Konu ve Tarhan'ın "alkolün etkisinde ve kendisini bilemeyecek şekilde" evine gittiği sırada yolunu kestikleri kadının hem hürriyetini kısıtladıkları hem de cinsel saldırıda bulundukları aktarıldı.
İddianamede ifadesine yer verilen sanık Ömer Konu, "müştekiye iyi niyetli dokunmuş olabileceğini" savunurken sanık Semir Tarhan ise yaptığı eylem nedeniyle pişman olduğunu söyledi.
10 YILDAN 30 YILA KADAR HAPİS TALEBİ
Konu ve Tarhan'ın "beden veya ruh bakımından kendini savunamayacak durumda bulunan kişiye karşı kişiyi hürriyetinden yoksun kılma" ve "nitelikli cinsel saldırı" suçlarından 10 yıl 6'şar aydan 30'ar yıla kadar hapisle cezalandırılmaları istenen iddianame, gönderildiği İstanbul Asliye Ceza Mahkemesince kabul edildi.
Sanıklar hakkında açılan davanın ilk duruşması, önümüzdeki günlerde yapılacak.
***
Semir Tarhan ve Ömer Konu'nun, sokakta yürüyen İ.A'ya cinsel saldırıda bulunduğu belirlenmişti. Saldırıya maruz bırakılan İ.A. da polislerle yapılan görüşmede, yaşadığı cinsel saldırıyı anlatmıştı.
TEPKİLERİN ARDINDAN YENİDEN GÖZALTINA ALINDILAR
Ardından Semir Tarhan ve Ömer Konu gözaltına alınmıştı. İki şahıs, emniyetteki işlemlerinin ardından kadının şikayetçi olmaması gerekçesiyle serbest bırakılmıştı.
Şahısların serbest bırakılması kamuoyunun tepkisine neden olmuştu. Yurttaşlar, sosyal medya hesaplarından olaya sert tepki göstermişti. Tepkilerin ardından savcılık, iki şahıs hakkında gözaltı kararı vermişti.
DOSYALARI KABARIK!
Gözaltına alınann şahıslar, ifadeleri sonrası "cinsel saldırı" ve "kişiyi hürriyetinden yoksun bırakma" suçlarından tutuklanmaları talebiyle İstanbul Nöbetçi Sulh Ceza Hakimliğine sevk edilmişti. Faillerin üzerlerine atılı suçlardan tutuklanmalarına karar verilmişti.
Semir Tarhan ve Ömer Konu'nun "cinsel saldırı", "kasten yaralama", "mukavemet", "gasp" ve "otomobilden hırsızlık" gibi suçlara karıştıkları tespit edilmişti.
(BİRGÜN)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder