Su, gıda, göç: Avrupa Birliği’nin geleceği karanlık!-Ergin Yıldızoğlu-
Küresel su krizi, gıda güvenliğini ve toplumsal istikrarı ciddi şekilde tehdit eden büyük bir sorun haline geliyor. Son raporlara göre küresel tatlı su talebi 2030 yılına kadar arzı yüzde 40 oranında aşacak, önümüzdeki 25 yıl içinde dünyanın gıda üretiminin yarısından fazlası, artan su kıtlığı nedeniyle risk altında (The Turning the tide, Mart 2023; The Economics of water, Ekim 2024) İklim değişikliği; kuraklıklar, seller ve ekosistemlerin yok olması gibi sorunları daha da kötüleştirirken özellikle Küresel Güney’deki birçok bölge su kıtlığı ile karşı karşıya. Bu durum, yaşanmaz hale gelen koşullar nedeniyle kitlesel göç hareketlerini tetikliyor. BM, Mülteciler Yüksek Komiseri Filippo Grandi, geçen yıl 114 milyon insanın savaş, şiddet ve zulüm nedeniyle yerinden edildiğini bildirdi. Bu sayı bu yıl sert bir artışla 130 milyon kişi olarak yenilendi.
Afrika, Ortadoğu ve Güney Asya, bu çevresel zorluklardan en fazla etkilenen bölgeler arasında yer alıyor ve bu bölgelerden gelen göçmenler, daha iyi yaşam koşulları aramak amacıyla yurtlarını terk ediyorlar. Özellikle Sahel ve diğer bazı Afrika bölgeleri, toprak ve su kaynaklarının tükenmesi nedeniyle milyonlarca insanı göçe zorlayan bölgeler olarak öne çıkıyor.
GÖÇMENLER VE FAŞİSTLER
Kapitalizmin yapısal krizi ile iklim krizinden, gelişmiş ülkelerde aşırı tüketimden kaynaklanan su ve gıda krizleri kesişmeye başlayınca, son 20 yılda, çevresel felaketlerden kaçan mülteciler ve göçmenler için Avrupa önemli bir sığınak oldu. Bu durum, sermayeye ucuz içgücü sağlarken Avrupa Birliği üye ülkelerinin bütçeleri üzerinde ve vatandaşlarının günlük yaşamları üzerine yeni siyasi, kültürel baskılar getirdi. Göçmen karşıtı ırkçı faşist partiler Avrupa siyasetinde giderek güçlenmeye başladılar. Almanya’daki Alternatif für Deutschland (AfD) ve Avusturya’nın Özgürlük Partisi (FPÖ) gibi aşırı sağ partiler, göç korkularını siyasette başarıyla kullanarak önemli kazanımlar elde ederek Avrupa’nın siyasi dinamiklerini değiştirmeye başladılar
(“Aşırı Sağın Seçim Kazanımları Avrupa’yı Nasıl Değiştiriyor?”, CFR, 15/10/ 2024) Su, gıda sıkıntısı çeken bölgelerden gelen göç hareketleri, Avrupa’da Avrupa Birliği karşıtlığı ve yabancı düşmanlığını körüklüyor. Aşırı sağ partiler, göçü ulusal egemenlik için bir tehdit olarak göstererek sınırların kapatılmasını ve daha sert sınır dışı politikalarının uygulanmasını savunuyorlar. Avusturya ve Almanya’da son seçimlerde kazanılan başarıların, Polonya Başbakanı Tusk’ın, “Atık göçmen almayacağız” açıklamasının gösterdiği gibi göç karşıtı platformlar, merkez partiler arasında bile yaygınlaşıyor (“Göçmen karşıtlığı ana akıma olmaya başladı”, Wall Street Journal, 14/10/24).
QUO VADİS AB?
Irkçı faşist partilerin AB siyaseti içinde artan etkisi, Avrupa Birliği’nin geleceğini tehdit ediyor. Göçmenlere yönelik insani yardım ve göç politikaları konusunda geleneksel AB duruşunu sarsmaya çalışan bu partiler, AB karşıtı bir duruş sergileyerek birliğin işleyişine zarar verebilecek adımlar atıyorlar.
Göç krizi devam ederken kuzeydeki zengin ülkeler, örneğin Almanya ve Fransa, daha fazla mülteci alımına karşı çıkarken İtalya ve Polonya gibi Güney ve Doğu Avrupa ülkeleri ise sert sınır kontrolleri uyguluyorlar. Bu durum, AB içinde derin bölünmelere neden oluyor ve ortak bir göç politikası geliştirilmesini zorlaştırıyor.
Özetle, küresel su krizi ve göç dalgası, Avrupa’daki siyasi manzarayı önemli ölçüde etkiliyor. İklim değişikliği devam ettikçe bu göç hareketlerinin artması bekleniyor. Bu sırada kapitalizm, göçün temel nedenlerini -örneğin çevresel bozulma ve su kıtlığı- ortadan kaldırmak için gereken kaynakları ayırmaya niyetli görünmüyor. Kapitalizm bu tutumunu koruyabilmek için faşist partilerin siyasi desteğine giderek daha fazla gereksinim duyuyor. 2025 AB seçimlerine doğru ilerlerken göç, iklim değişikliği ve faşist hareketlerin artan etkisi, Avrupa’nın geleceği üzerindeki en önemli tartışma konularından biri olmaya devam edecek. AB’nin bu krizlere vereceği yanıt, birliğin güçlü, işbirlikçi bir yapı olarak devam edip etmeyeceğini ya da ulusalcılık ve parçalanma ile karşı karşıya kalıp kalmayacağını belirleyecektir.
/././
Hâlâ bıçak sırtında -Ergin Yıldızoğlu-
ABD başkanlık seçimlerine bir haftadan az kaldı. Derin kutuplaşma aşılamadı. Sonuçların bıçak sırtında olduğunu ve “ertesi gün” ülkeyi büyük bir belirsizliğin beklediğini söylemek yanlış olmaz.
İKİ YAKLAŞIM
Seçim sonuçlarını öngörme çabalarında iki yaklaşım dikkat çekiyor. Birincisi ülke çapında ve delege sayısını belirlemek açısından kritik eyaletlerde kamuoyu yoklamaları. İkinci yöntemde siyaset bilimci Prof. Allan Lichtman anketlere değil, kendi ürettiği 13 göstergeye dayanarak karar veriyor. Lichtman, 1984 yılından bu yana tüm seçimlerin sonuçlarını bildiğini iddia ediyor. Örneğin 2016 yılında anketler Clinton’un kazanacağını söylerken Lichtman, Trump demiş ve haklı çıkmıştı.
Bütün anketleri bir araya toplayan “Project 538” sitesindeki grafiklere bakınca, Harris aday olduğundan bu yana “adayların popülaritesi”, Harris yüzde 51.3 Trump yüzde 48.5 olarak 1-2 puan dalgalanarak ve hep “hata aralığında” kalarak hiç değişmeden geliyor. Kısacası anket sonuçları belirgin bir farka işaret etmiyor. “Kazanma olasılığı” istatistikleri de aynı yönde. “Çıkartmaları olası delege sayısı” istatistiklerinin grafiği de yine geçen ağustostan bu yana Harris’i, 270’lerde, Trump’ı 260’larda gösteriyor ama sık sık aradaki fark tek haneli sayılara düşüyor.
Kısacası anketler “Biz bilemiyoruz” diyorlar. Prof. Lichtman’a göre de zaten anketler geriye doğru baktığı için, öngörüde bulunmak için güvenilmez yöntemlerdir.
Lichtman onun yerine kendi 13 göstergesini öneriyor:
1. İktidar partisi (İP), ara seçimlerde ABD Temsilciler Meclisi’nde iskemle sayısını artırdı;
2. İP, adayını sorunsuz belirlemiştir;
3. İP’nin adayı iktidardaki başkandır;
4. Önemli bir üçüncü parti veya bağımsız aday yoktur;
5. Seçim kampanyası sırasında, ekonomi durgunluk içinde değildir;
6. İktidar dönemi boyunca kişi başına reel yıllık ekonomik büyüme önceki iki dönemdeki ortalama büyümeye eşit veya daha yüksektir;
7. İP ulusal politikada önemli değişiklikler yapmıştır;
8. Dönem boyunca sürekli bir toplumsal huzursuzluk yaşanmamıştır;
9. Görevdeki yönetim büyük bir skandalla lekelenmemiştir;
10. Görevdeki yönetim dış veya askeri ilişkilerde büyük bir başarısızlık yaşamamıştır;
11. Görevdeki yönetim dış veya askeri ilişkilerde önemli bir başarı elde etmiştir;
12. İP’nin adayı karizmatik veya ulusal bir kahramandır;
13. Rakip parti adayı karizmatik veya ulusal bir kahraman değildir.
Lichtman bunlardan 7’si doğruysa iktidardaki, değilse muhalefetteki partinin adayı kazanacaktır diyor; bu yıl 2, 4, 5, 6, 7, 8, 9, 13 doğru olduğundan Harris’in kazanması gerekiyor.
NEDEN HÂLÂ TRUMP
Bunlar gerçekten ilginç, akla yakın göstergeler ama çoğunu ölçmek olanaklı değil: Kanaatlerle yetinmek durumundayız. Bence çok ilginç ve seçim sonrası olası gelişmelere ışık tutacak bir soru daha var. Trump’a ilişkin bütün bilinenlere, adamın zihinsel kapasiteleri her gün biraz daha gerilerken, konuşurken alenen hava kaçırmak, soru cevap seansının 45 dakikasını müzik ve dans ile geçirmek gibi garipliklere karşın, neden seçmen, daha da ilginci “kökten dinci seçmen” adama oy vermeye kararlı görünüyor?
The New York Times’ın, en büyük evanjelik kiliselerden birinin kurucusu, Hıristiyan milliyetçi (faşist) Charlie Kirk ile yaptığı söyleşi, su soruya mantıklı ama korkutucu bir cevap sunuyordu. Kirk, “Eğer Tanrı’yı seviyor, İncil’i okuyor ve kendinize Hıristiyan diyorsanız, Kamala Harris’e başkanlık için oy verebileceğinize inanmıyorum” dedikten sonra ekliyordu, “muhafazakârlar aslında Trump’a değil, o kazandığında bürokrasiye atanacak 5 bin siyasi kadro için veriyorlar. Aslında önemli olan Trump değil devlete getirecek olduğu kadrolar.”
Buradan, sanırım iki sonuç çıkarabiliriz:
Birincisi, eğer Trump seçilirse iktidara, artık zaten iyice, yaşlanmış, dengesizleşmiş bir Trump değil, yeni genç deneyimli bir faşist kadro gelmiş olacak.
İkincisi, plan bu olunca, eğer Trump kaybederse, bu planın mimarlarının sonuçları kabullenmesini beklememek gerekir. Bu mimarların temsilcileri, daha şimdiden, seçimlerin çalınma olasılığından söz etmeye, mektupla gelen oyların (bu oylarda hemen her zaman demokratlar çoğunlukta oluyor) sayımını yavaşlatmak hatta durdurmak için önlem almaya başladılar.
/././
Psikolojik savaş ve şok terapisi -Mehmet Ali Güller-
Son 22 yıllık siyasi pratiğin sonuçlarından ikisi şudur:
1) AKP 22 yıldır başarılı olduğu için değil, muhalefet başarısız olduğu için iktidarını sürdürebilmektedir: Erdoğan’ın karşıtlarını müttefik yaparak, onları birbiriyle çarpıştırarak, aynı müttefiki iki kez kullanarak iktidarını sürdürebilmesinin nedeni, Türkiye’nin muhalefet sorunudur.
2) AKP, ne söylüyorsa tersini yapan, ne yaparsa tersini söyleyen bir iktidardır: Erdoğanizm, “Atlantikçi, neoliberal sünni siyasal İslamcı” bir harekettir. Halkı yardıma muhtaç edip dinle avutarak, ülkeyi Atlantik projelerine eklemleyip “yerli ve milli propagandası” yaparak, büyük burjuvaziyi memnun edip “beyaz Türkler edebiyatı” yaparak, devlet olanaklarıyla kendi burjuvazisini semirtip halka “dava” için kemer sıktırarak bir “piramit” inşa etti.
SERSEMLETME OPERASYONU
22 yılın bu iki sonucunu, 1 Ekim’den bu yana yaşanan ve adeta planlı bir “şok terapisi” olarak uygulanan gelişmeler nedeniyle anımsattım.
Devlet Bahçeli 1 Ekim’de, daha üç gün önce kapatılmasını istediği, TBMM’den atılmasını savunduğu partiyle tokalaşarak muhalefete, 22 Ekim’de
de “Öcalan gelsin TBMM’de konuşsun” diyerek topluma “şok terapisi” başlattı.
Terapi, muhalefeti ve toplumu bir projeye kanalize etmek için; şoklu olması ise bunu ancak sersemleterek yapabileceği için. Nitekim öyle de oldu. DEM yöneticileri birden Bahçeli’de büyük siyasi olgunluk ve “devlet aklı” gördüler, CHP Genel Başkanı Özgür Özel ise bunun normalleşme hamlesinin bir yansıması olduğunu sandı. “Öcalan’ın TBMM’ye davet edilebilmesi” gibi en uçuk seviyeden uygulanan şok da toplumu önemli oranda sersemletti.
ERDOĞAN’IN CHP PLANI
İktidarın 30 Ekim’de CHP’li bir belediye başkanına PKK’li olduğu iddiasıyla operasyon düzenlemesi de yine muhalefeti hedef alan şok terapisiydi.
Önceki yazımda belirttim: Operasyon, öncelikle CHP’yi AKP-MHP planına zorlama, ikincil olarak da CHP’yi içeriden vurarak zayıflatma amaçlıydı.
Şok terapisiydi: İktidar bir yandan PKK’nin başını TBMM’ye çağırıyor ama bir yandan da muhalefetin bir belediye başkanını, PKK’lilerle irtibatı olduğu iddiasıyla tutukluyor!
İktidar bir yandan Ekrem İmamoğlu’nu uyduruk “ahmak davasıyla” siyasi yasaklı ilan etmeye çalışıyor, bir yandan da eski danışmanı olan belediye başkanını PKK’li diye tutukluyor. Neden? Çünkü Erdoğan, yeni anayasa ile yeniden aday olabildiğinde (!) dişine uygun bir cumhurbaşkanı adayının rakip olmasını istiyor. Çünkü Erdoğan İstanbul’da üç kez seçim kaybettiği İmamoğlu’yla yarışmak istemiyor.
Ve ne yazık ki Erdoğan CHP’deki üç başlılık nedeniyle, bu oyun planını uygulayabileceğini hesaplıyor.
ÖZEL’İN OYUN PLANI NE?
Başta da belirttik: Türkiye’nin asıl sorunu muhalefet sorunudur. Erdoğan’ın karşısına rakip diye MHP’li Ekmeleddin İhsanoğlu’nu çıkaran, Erdoğan’ın anayasaya aykırı üçüncü kez adaylığına “mağdur olmasın” diye itiraz etmeyen CHP, her şeye rağmen, AKP Türkiye’yi çöküşe götürdüğü için son yerel seçimden birinci parti çıktı.
Normalde 22 yılın ardından birinci parti olan CHP’nin hızla “erken seçim” için baskı kurması lazımdı. Özgür Özel tersini yaptı, iktidarla normalleşme süreci başlattı! Öyle ki iktidar göstere göstere bunun kendileri için “muhalefeti yumuşatma” süreci olduğunu ortaya koymasına rağmen, Özel bu tutumunu sürdürdü.
Erken seçim konusu, sonrasında CHP’de bir iç basınca dönüştüğünde bile Özel, yok gelecek sene, yok 2026’da diyerek konuyu sulandırdı.İşte buradayız: AKP’nin oyun planı açık, CHP tabanı bu nedenle asıl Özgür Özel’in oyun planını sorgulamalıdır!
NE YAPMAMALI?
CHP birinci parti olarak erken seçim baskısı kuracak mı?
CHP normalleşme yerine iktidarla birinci parti gibi mücadele edecek mi?
CHP binalardan çıkıp kitlelerle alanlarda mücadeleyi örgütleyecek mi? CHP Erdoğan-Bahçeli’nin “Öcalan açılımına” karşı çıkıp cumhuriyetçi bir cephe kuracak mı?
CHP AKP’nin yeni anasaya girişimine kategorik olarak karşı duracak mı? CHP, Erdoğan’ın CHP içini zayıflatma operasyonlarına karşı sağlam pozisyon alacak mı?
CHP üç başlı görüntüye son verecek mi: Başarısız Kılıçdaroğlu kendisini çare gibi sunmaktan vazgeçecek mi, İmamoğlu’nu siyasetten tasfiye operasyonuna Özel direnecek mi?
Bunlar daha taktik düzlemdeki sorunlardır, program ve strateji düzlemindekilere değinmiyoruz bile... Ki problemler de işte asıl oradan başlıyor.
/././
CHP’yi ‘plana’ zorlama operasyonu -Mehmet Ali Güller-
Erdoğan-Bahçeli’nin “Öcalan açılımı” başlattığı şartlarda, CHP’li Esenyurt Belediye Başkanı Prof. Dr. Ahmet Özer’in KCK’lilerle irtibatı iddiasıyla tutuklanmasının tek anlamı var: AKP-MHP ittifakı CHP’yi “plana” zorlamaya çalışıyor.
Zira CHP Genel Başkanı Özgür Özel, sürece genel çerçevede bir destek verse de “İş anayasa değişikliğine gelecekse biz orada yokuz” diyor.
Oysa Erdoğan’a asıl lazım olan yeni anayasadır. Kürt sorunu, açılım, çözüm süreci gibi başlıklar talidir, asıl konu Erdoğan’a sınırsız başkanlık yolu açacak yeni anayasadır.
CHP’nin komisyonlarına dahil olmadığı bir yeni anayasa sürecinden sonuç alınabilmesi olası değil. Erdoğan’ın istediği şu: CHP komisyona dahil olup sürece meşruiyet kazandırsın, sonra dilerse tabanı için “hayır” desin. “Nasılsa ondan sonraki süreç Kürtlerin oylarıyla yürütülür” diye düşünülüyor.
OPERASYON AYNI ZAMANDA İMAMOĞLU’NA
Esenyurt Belediye Başkanı Prof. Dr. Ahmet Özer’in 10 yıldır PKK/KCK’lilerle irtibatlı olduğu iddia ediliyor. Bu doğruysa devlet açısından durum vahimdir. Zira mesele Özer’in nasıl belediye başkanı adayı olabildiği ile sınırlı değildir, nasıl dekan ve rektör yardımcısı gibi üst düzey devlet memuru olabildiği de vardır.
Bu durumda ya “parti devleti mekanizmaları” zafiyet içindedir ya da “parti devleti mekanizmaları” sonraki süreçlere koz biriktirmektedir!
Zira yukarıda da belirttiğimiz gibi bu esas olarak bir “CHP’yi AKP-MHP planına zorlama operasyonudur” ama aynı zamanda CHP içini hedef alan, İmamoğlu’na karşı da bir operasyondur.
Zira savcılığa ek olarak MHP’li yetkililerin de dillendirdiği “belediyelerin Kandil’e peşkeş çekildiği” iddiası operasyonun merkezindedir ve hedefi de İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu’dur. Açık ki AKP-MHP ikilisi, plana zorlamada CHP içi dengeleri, cumhurbaşkanlığı yarışı gibi konuları da kullanmaktadır.
ERDOĞAN’IN PLANI
Bahçeli’nin “Öcalan’ın tecriti kalksın, umut hakkı verilsin, gelsin TBMM’de konuşsun” çağrısıyla süren “Öcalan açılımı”, daha önce de belirttiğimiz gibi esas olarak “Erdoğan’a sınırsız başkanlık yolu açma” açılımıdır; “Kürt sorunu”, “ABD-İsrail planını engelleme”, “bölgede yeni oyun kurma” şeklindeki propagandalar, bu esası örtme amaçlıdır.
Diğer yandan Erdoğan’ın bu netameli süreç için sahaya “siyaseten çaresiz” Bahçeli’yi sürdükten sonra bir süre net açıklama yapmaması, gerek AKP içinde, gerek Cumhur İttifakı saflarında farklı yorumlandı, “Erdoğan’ın sürece destek vermediği” şeklinde algılandı.
Oysa Bahçeli’nin risk alarak başlattığı süreç, Erdoğan’ın sürecidir, Erdoğan içindir. Nitekim Erdoğan, konunun tartışılması ve kamuoyunda normalleştirilmesi durumuna paralel olarak adım adım konuştu, konuşmaktadır. Son olarak Bahçeli’ye büyük övgülerle teşekkür ederek sürece desteğini daha açık şekilde ilan etmiştir.
BAŞKANLIK AÇILIMI
Mesele başkanlıktır, diğer her konu bu konuya endekslidir. Bahçeli’nin “ne Kandil ne Edirne, adres İmralı’dan DEM’e uzansın” diyerek muhatap belirlemesi, meselenin başkanlık olmasıyla ilgilidir.
Anımsayın: İmralı, yani Öcalan 2013’te “başkanlık sistemi”ne destek vereceğini açıklarken Edirne, yani Demirtaş 2015’te “Seni (Erdoğan’ı) başkan yaptırmayacağız” demişti.
Yine Erdoğan’ın 2022’de “Edirne’deki (Demirtaş) İmralı’ya (Öcalan’a) hesap verecek” demesi de aynı bağlamdadır.
Özetle konu dün de Erdoğan’ın başkanlığıydı, bugün de.
/././
DEM’e gülücükler -Öztin Akgüç-
Ülkedeki ekonomik, siyasal genel de toplumsal olayları irdelemek, çözüm yolu bulabilmek için, kapitalizm, emperyalizm, ABD’nin Büyük Ortadoğu Projesi (BOP) daha sonra yirmi dört ülkeyi, Kuzey Afrika ülkelerini kapsayacak şekilde genişletildiği projesini, aynı şekilde dikkate almak gerekir.
Kapitalizme ilişkin klasik ekonomik öngörü, nihai tahlil homo economicus (kişinin kendi öz çıkarlarını kollaması) firmanın kâr maksimizasyonu amacı, piyasalara giriş-çıkış serbestisi, piyasanın düzenleyici rolü (invisible hand) tüm bu varsayımları, kabullere karşın ekonomik durgunluktur. Sermaye birikimi, pazar genişlemediği sürece sermayenin marjinal kârlılığının giderek azalması, sıfıra doğru evrilmesi sonucu, kapitalizmin sonu durgunluk, karanlıktır.
Kapitalizm, varlığını sürdürebilmek için yayılmacı, diğer ülkeler üzerinde ekonomik hegemonya kurmak, emperyalist olmak zorundadır. ABD’nin BOP (GOP) projesine, ABD için yaşamsal önemi açısından bakmak gerekir.
Ortadoğu, bilinen petrol, doğalgaz rezervinin önemli bölümüne sahip olmasının yanı sıra coğrafi konumu, iç kıta arasında geçişi sağlaması, beş yüz milyonu aşkın nüfusu ile de önemli bir pazardır. Ortadoğu’da hegemonya kuran emperyal güç, rakiplerine karşı üstünlük de sağlar. Bölgedeki devletler, Osmanlı’nın dağılmasından, bölüşülmesinden doğan yapay, demokratik tam bağımsız olmayan, kolay hegemonya kurulabilecek devletlerdir.
Günümüzde ülkeler üzerinde hegemonya askeri güçle, işgal ilhak ile değil ülke içindeki işbirlikçilerle (komprador), görevlendirilen kuklalarla, vekâlet savaşları kurulmaktadır.
BOP (GOP) projesiyle Türkiye’ye önemli rol, işlev verilmiştir.Türkiye, kurulacak düzende bölgeye siyasal ve ekonomik açıdan örnek ülke olacaktır. Bu amaçla Erdoğan projenin eşbakanlığına atanmış, gerçekleştirmek için de Cumhur İttifakı’nın Türk-İslam sentezi mottosu altında nüvesi oluşturulmuştur. Öcalan, emperyal güçlerini haber alma örgütleri (CIA, Mossad) tarafından, şartlı, asılmama koşuluyla dolaylı şekilde kurnazca teslim edilmiştir.
Bu yolla;
1) Öcalan’a sığınma sağlanmış, yaşamı da güvence altına alınmış.
2) Dolaylı şekilde de olsa örgütle bağının sürdürülmesi sağlanmış.
3) Emperyal güçlerin elinde figür olarak da kalmıştır.
Teslimden önce baskı ile Suriye’den çıkartılan örgütle irtibata sekteye uğramış, Öcalan’a sığınacak yer aranırken bulunmuştur. Türkiye Öcalan’ı teslim almak, bir anlamda Türkiye’ye ilticasını korunma altına alınmasını sağlamaktır. TBMM açılış oturumunda, DEM ziyareti, el sıkışma ile başlayan Bahçeli açılımı, “Öcalan’ın tecridi kalksın, gelsin TBMM’de DEM Parti grubunda konuşsun örgütü lağvettiğini açıklasın. PKK silah teslimi yapsın, barış sağlansın” söylemiyle sunmuştur.
Bahçeli açılımı spontane kendiliğinden kişisel çıkış olarak görülemez. Arka planı, iç ve dış destekçileri vardır.
Özür dilerim, “Öcalan TBMM’de konuşarak önce lağvettiğini açıklayacak, silah bırakma talimatını verecek, terör bitecek, barış sağlanacak” siyasal mizah gibi geliyor. Sığınmacı Öcalan’ı teslim edenlere iade etmek akılcı olur.
Ortadoğu, emperyal güçlerin hegemonya sağlamak için bir mücadele, dolaş alanıdır. Çin, Rusya hatta AB, ABD’nin Ortadoğu’ya yerleşmesini istemez. İsrail ise ABD’nin bir uzantısı olarak görülmelidir. İsrail, Türkiye için bir tehdit oluşturuyorsa bile Türkiye’ye: Türkiye, birtakım kişisel hesap ve beklentilerle küçük düşürülmemelidir.
Türkiye, sınırlarını koruyarak, gerektiğinde tehdit edici bir güç olarak Ortadoğu kapışmasının dışında kalmalı, bağımsız, bağlantısız bir politika izlemeli, dost, müttefik söylemini de bir yana bırakmalıdır.
/././
Türkiye Dingo’nun ahırı değildir -Özdemir İnce-
Basından aktarıyorum:
“Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ve Almanya Başbakanı Olaf Scholz 19 Ekim’deki ikili görüşmenin ardından yaptıkları basın açıklamasında, Almanya gündemini meşgul eden Suriyeli göçmenlerin iade edilmesi konusundaki sorulara yanıt verdi. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, Almanya Başbakanı Olaf Scholz ile 19 Ekim’de İstanbul Dolmabahçe Sarayı’nda bir araya geldi. Görüşmenin ardından yapılan basın açıklamasında konuşan Erdoğan, Almanya’da suç işleyen Suriyeli sığınmacıların Türkiye’ye iade edileceği iddiaları ile ilgili soruya ‘Suriye’den ve Lübnan’dan gelen mültecilere her zaman kapılarımız açık olmuştur, şu anda da açıktır’ sözleriyle cevap verdi.”
Cumhurbaşkanı R.T. Erdoğan’ın sözlerini halk diline çevirecek olursak bunun anlamı ülkemizin, Türkiye’nin bir “Yol geçen hanı” ya da “Dingo’nun ahırı”na dönüştürmek olduğudur. “Milliyetçi” olup bir türlü “millici” olamayan MHP’nin genel başkanı Devlet Bahçeli ne diyecek acaba? R.T. Erdoğan ülkemizin kapılarını Suriye ve Lübnan’ın her türlü niteliksiz ayak takımına, çerçöpüne, katiline, hırsızına, uğursuzuna, uyuşturucu müptelasına ve tüccarına kapılarını ardına kadar açıyor... Bu ne aymazlık, bu ne sorumsuzluktur. Sanki ülkemizde bunların eksikliği var. Türkiye sanki kendisinin çiftliği. Ayıptır ve insanlık suçudur. Üstelik bu insanlara vatandaşlık da verilmekte. Ülkemizin vatandaşları, atalarının kanı pahasına vatandaş olma mutluluğuna ermiştir.
ABD VATANDAŞI NASIL OLUNUR?
Kuruluşundan bu yana her yıl büyük miktarda göç alan ABD’de bu olgu yasal olarak sağlam kazıklara bağlanmıştır: Sığınma talebinde bulunmaktan ABD vatandaşı olmaya kadar geçen süreç genellikle 6-8 yıl veya daha uzun sürebilir. Süreç boyunca yasal statüyü korumak icin dikkat edilmesi gereken önemli noktalar ve ek bilgiler şunlardır:
Sığınma talebi için gereklilikler: Kişinin ülkesine geri dönmesi durumunda ırk, din, milliyet, belirli bir sosyal gruba üyelik veya siyasi görüş nedeniyle zulme uğrama korkusunun olması gerekir. Başvuru formuna ek olarak zulüm korkusunu destekleyen kanıtlar (örneğin, tehdit mektupları, tıbbi raporlar, gazete haberleri) sunulmalıdır. Bu korkunun “iyi temellendirilmiş” olması, yani gerçek ve makul olması gerekir. Parmak izi ve fotoğraf alınması için biyometrik randevuya gidilmelidir.
Sığınma mülakatı veya mahkeme duruşması: Affirmative asylum (olumlu sığınma) başvuruları için bir sığınma görevlisiyle mülakat yapılır. Defensive asylum (savunma amaçlı sığınma) başvuruları için bir göçmenlik hâkimi önünde duruşma yapılır.
Çalışma izni: Sığınma başvurusundan 150 gün sonra çalışma izni için başvurulabilir. Çalışma izni genellikle başvurudan 30 gün sonra verilir (toplam 180 gün). Çalışma izni her yıl yenilenmelidir.
Seyahat kısıtlamaları: Sığınmacı statüsünü kaybetmemek için menşe ülkeye seyahat etmemek gerekir. Sığınma başvurusu onaylanana kadar ABD dışına seyahat edilmez.
Green Card süreci: Sığınma hakkı kazanıldıktan bir yıl sonra Green Card için başvurulabilir. Green Card beklerken dikkat edilmesi gerekenler: Suç işlemekten kaçınmak çok önemlidir. Ciddi suçlar Green Card alma şansını ortadan kaldırabilir.
Vatandaşlık süreci: Green Card alındıktan 5 yıl sonra vatandaşlık başvurusu yapılabilir. İngilizce dil yeterliliği ve ABD vatandaşlık testi geçilmelidir.
“İyi ahlaki karakter” gösterilmelidir (örneğin, vergi ödemeleri düzenli yapılmalı, suç kaydı olmamalıdır). Entegrasyon süreci: İngilizce dil kurslarına katılmak önemlidir. Amerikan kültürü ve toplumu hakkında bilgi edinmek için topluluk programlarına katılmak faydalı olabilir. Mesleki beceriler geliştirmek veya eğitim almak, iş bulma şansını artırabilir.
Daha başka koşullar da var ama bu kadarı yeter. Bilmem derdimi anlatabildim mi? /././
Laik Cumhuriyet sürekli devrimdir -Özdemir İnce-
Müslüman dünyası neredeyse 800 yıldır çağına ayak uyduramıyor. Suç kimde? Kendisinde mi yoksa onu beklemeyip durmadan ileri giden Müslüman olmayan dünyada mı? Hıristiyan dünyayı saymıyorum, Japonya ve Çin’i de saymıyorum, Hindistan bile Müslüman dünyasına birkaç tur bindirmiş durumda. Hıristiyan Latin Amerika gerçek demokrasiyi bulduğu gün tazı gibi ileri fırlayacak. Bu dediğim nasıl olacak? Bunu ekonomistler çok iyi biliyor. Benim bildiğim şu: Gerçek demokrasiyi buldukları gün her türlü emperyalizme karşı aşılanacaklar.
Güney Amerika örneğinde görüldüğü gibi sorunun kaynağı demokrasi. Demokrasiye engel ise teokrasi ve çağdışı despotik düzenler. Ancak Hıristiyan dünyasında Hıristiyancı ya da Hıristiyanlıkçı siyasal partiler yok. Hıristiyan Demokrat partilerin Hıristiyanlığı tabeladan başka bir şey değildir. Onlar da laik partilerdir. Çağdaş demokratik monarşiler de elbette var: İngiltere, İspanya, Hollanda, Danimarka, İsveç, Norveç... Onlar da laik partiler! Geriye atipik olarak Rusya kalıyor: Otoriter ama laik bir rejimi var. Laik olduğu için gelecekte demokrasiyi bulabilir.
Müslüman dünya ise laik değil, monarşik ve otoriter rejimlerle yönetiliyor. Müslüman mahallede monarşik (saltanatlı) düzenler yakın ya da uzak gelecekte iç ve dış itkilerle yıkılabilir ama yerlerine demokratik değil otoriter teokratik düzenler kurulur. Geriye teokrasilerin yıkılıp yerlerine demokratik düzenlerin kurulması kalıyor. Bu mümkün mü? Teokratik düzenin yerine laik düzen gelmeden demokrasi mümkün değil. Bu gerçekleşmedikçe Müslüman dünya ile Müslüman olmayan dünya arasındaki mevcut makas açısı giderek büyüyecek ve bu dünya giderek daha da geri kalacak ama paraya çevrilen doğal kaynaklar var oldukça bu toplumlar teknolojik ürünleri satın almayı sürdürecekler ama her gün çağcıl ve çağdaş dünya karşısında akıl ve ruh sağlıklarını yitirecekler. Çünkü bilim, özgür düşünce, sanatlar, özgür ve bağımsız birey kaynakları dumura uğramış, iğdiş edilmiş durumda. Bir de kadın ve çocukların içinde bulunduğu bataklık var ve olmayan insan hakları!
Müslüman dünyada, bir zamanlar, tek bir istisna vardı: Türkiye Cumhuriyeti! Bu istisnalık durum AKP’nin iktidara gelmesinden bu yana her gün toprak kaybetmekte. AKP iktidarda kaldığı sürede Cumhuriyet bu ayrıcalığını tamamen yitirebilir mi? Sanmam, çünkü laikliğin koruyucu DNA’sı Cumhuriyetin damarlarına, beyin hücrelerine yerleşmiş durumda. İslamcı partiler hükümet olsalar da dinin dogmalarını anayasaya yazamazlar. Böyle olduğu için de ele geçirdikleri her şeyin maddi ve manevi bakımdan ırzına geçiyorlar. Akılları başlarında değil ceplerinde, işkembe organlarında. Tıpkı öteki Müslüman ülkelerde olduğu gibi. Bizimkilerin hiç olmazsa nefisleri ölülere karşı uyanmıyor. Belki de şimdilik!
Ben Cumhuriyetin has ve turfanda ürünüyüm: 1943’te ilkokula başladım, liseyi 1956’da, yükseköğrenimi 1960 yılında bitirdim. Yükseköğrenimi kız erkek karışık yatılı okudum. Yemin ederim ki öğretmenlerin ilkokulda, ortaokulda, lisede kız ya da erkek öğrencilerin birine sarkıntılık ettiğini, bu nedenle hapse mahkûm edildiğini duymadım, mahkûm edildiğine tanık olmadım. Köy Enstitülerinin helalarında cenin bulunduğu kanıtlanmamış iftiralardır. Bu iftiraları atanlar günümüz tacizlerinin, ırz düşmanlarının atalarıdır. Bizim dönemimizde böyle rezillikler olmuyordu çünkü Cumhuriyet toplumu açık toplumdu, günümüzde olan sapkınlıkların gözünü oyardı.
İlk, orta ve lisede sıralara kızlarla oturdum. Bazen iki kızın arasına. Hepsi ana bir, baba bir kız kardeşlerim gibiydi. Yükseköğrenimde de Aysel adlı bir kardeşle birlikte oturduk. Birlikte Fransızca öğretmeni olduk. Diploma aldıktan sonra kurada ben Yozgat Lisesi’ni çektim, Aysel Sandıklı Ortaokulu’nu. “Sen nasılsa askere gideceksin yerlerimizi değişelim” dedi. Değiştik.
Cumhuriyetten önce kızlarımız 14-15 yaşına gelince evlendirilmek üzere okuldan alınırdı. Cumhuriyet bu geleneğe son vererek kızlarımızı özgürleştirdi. Kadın özgürleştikçe Cumhuriyet gürbüzleşti, temelleri toplumun beyin ve ruhunda daha da derinlere indi. Cumhuriyetimiz 1950’den sonra karşıdevrim partilerinin saldırısına uğradı ama saldırıya uğradıkça güçlendi.
Din dogmalarıyla yönetilen toplumlar gelecekte çağa uyumsuzlukları yüzünden, toptan çıldıracaklar. Üzerlerine çağımızın bilim bombaları düşecek. Türkiye ancak Cumhuriyet Devrimlerinin korucuyu zırhı sayesinde insanlık yolunda kendini koruyabilir.
/././
Yaş yetmiş -Özdemir İnce-
2010 yılında Destek Yayınevi tarafından yayımlanan Direnen Türkiye adlı kitabımı ben yazmamışım gibi yeniden okuyorum. İnsanda Gençlik Ne İşe Yarar (s.122) başlıklı yazı çok ilginç. Dönemin başbakanı Erdoğan, dönemin CHP lideri Baykal’a laf atmış:
22 Mart 2009 günü İstanbul’dan sonra Edirne’de miting konuşması yapan ve CHP lideri Baykal’a saldıran Başbakan Erdoğan, 70-80 yaşındaki insanların siyaset yapmaması gerektiğini belirterek şunları söylemiş: “Kalk akıl ver, danışmanlık yap, vakıfların başında ol. Yaşın 70 oldu 70. Hâlâ meydanda hakaret ediyorsun!” (Milliyet, 23.03.09)
26 Şubat 1954 doğumlu dönemin başbakanı R.T. Erdoğan o tarihte 45 yaşında, 1938 doğumlu rakibi Deniz Baykal ise 71 yaşında imiş. Baykal 26 yıl daha yaşlı.
Ben de 19.4.2009 tarihli Hürriyet gazetesinde şunları yazmışım: Baykal’ın verdiği aklı başında akılları elinin tersiyle iten başbakan, (yandaşlarına göre) Sultan ve Halife Recep Tayyip Erdoğan’a da aynı cevabı vereceğim:
“Gençlik sadece yatakta ve idmanda işe yarar! Ama ikisi de yetenek ve teknik ister!” Bu cümleyi, o tarihte “moruk” diyen İslamcı yazarlara yanıt verirken yazmıştım. Devamı şöyle: “Gençlerin büyük bir çoğunluğu cinsel gücü cinsel ilişki sayısına ve kadını hamile bırakma şansına bağlar. Cinsel gücün bunun ikisiyle de ilişkisi yoktur! Cinsel güç kadını karada, denizde, havada mutlu etme ve mutlu olma sanatıyla doğru orantılıdır! Cinsel güç, horozun tavuğa binip inme benzeri bir idman anlayışıyla ölçülmez.”
O yıllarda edebiyatta ve siyasette bir gençlik tapıncı vardı. 26 Şubat 1954 doğumlu sayın Erdoğan, Baykal’a “Yaşın yetmiş işin bitmiş!” dediği 2009 yılında 55 yaşındaymış.
Atalarımız “Büyük lokma ye büyük söz söyleme!” demişler ama dinleyen kim? 2009 yılında Deniz Baykal’ı “Yaşın yetmiş işin bitmiş” diye sarakaya alan R.T. Erdoğan da kaderin cilvesine bakın ki artık tamı tamına yetmiş yaşında. N’olacak şimdi? Deniz Baykal o sırada CHP’nin genel başkanı sıfatıyla muhalefet lideriydi. Oysa aynı yaşta olan Sayın R.T. Erdoğan bir Başyüce olarak Cumhurbaşkanlığı koltuğunda oturmakta.
Fiyaskoyla sona eren birinci açılım masalından sonra sanırım ikinci açılım masalı başlayacak. Bir türlü “milli” olamayan MHP’nin gözü kara genel başkanı devletlü Devlet Bahçeli “çocuk katili” sıfatıyla tanınan Abdullah Öcalan’ı, DEM’in grup toplantısında da olasa TBMM çatısı altında konuşmaya davet etmedi mi? Güya Abdullah Öcalan oraya gelip PKK’yi dağıttığını dünyaya ilan (!) edecekmiş. Acaba Abdullah Öcalan’dan bir söz mü aldı yoksa kendi kendine mi gelin güvey olmakta?
PKK ayrılık ve bağımsızlık, federasyon ya da özerk bölge isteklerinden vaz mı geçti? PKK’nin 23 Ekim 2024 Çarşamba günü TUSAŞ’a yaptığı saldırı da neyin nesi olmakta? Beş şehit ve ikisi ağır olmak üzere 19 yaralı var. Bunun üzerine, ikinci açılım masalını başlatan Devlet Bahçeli, “Hiçbir hain ve hasmane hesap tutmayacak” ifadesini kullanmış. Milli Savunma Bakanı Güler, saldırıda PKK’yi işaret etmiş. Saldırı TBMM’de kınanırken DEM partili Sezai Temelli bir “provokasyon” açıklaması yapmış.
Provokasyonu yapan kim, kim yapabilir? Yabancı güçler mi? Bence gerçek başka? Saldırı emrini Kandil verdi ve PKK’nin lideri olan Abdullah Öcalan’ın önderliğinin artık tartışmalı olduğunu işaret etti.
Artık 70 yaşında olan Erdoğan, PKK ile nasıl ve neyi müzakere edecek? Adamlar ayrı devlet, federasyon, özerklik, bunlar olmazsa en azından anadilde öğrenim hakkı isteyecekler? Anadilde öğrenim hakkı masum bir demokratik hak gibi görünebilir ama üniter bir ulus devlet olan Türkiye’de Türkçeden başka bir dil ile öğrenim yapılamaz. Sözün kısası Devlet Bahçeli ve dolayısıyla R.T. Erdoğan olmayacak duaya amin demekteler.
Sanki ülkede iç savaş varmış gibi durmadan “barış”tan söz eden DEM Partisi ne istiyor, bilmiyoruz. Uzlaşma görüşmelerinde en azından anadilde öğrenim hakkı isteyecek. Ama bu uluslararası hukuka göre mümkün değil. Şurası gerçek ki Kürt kökenli TC vatandaşları “eşit vatandaşlık hakları”ndan kesinlikle yararlanmıyor. Tasarlanan ikinci açılım masalında bu bile sağlansa, içtenlikle gerçekleşse büyük bir başarıdır. Barış ortamında bundan fazlası mümkün değil.
Bunları, “Türkiye’nin Sırat Köprüsü: Açılım Masalı” (Tekin Yayınları, 2015-2020) adlı çok önemli bir kitabın yazarı olarak yazıyorum. Ciddiye alınırsa yararlı olur.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder