Hoş geliyorsun faşizm…-Mustafa Yalçıner-
Bir önemli ve zor dönülür adım daha attı AKP-MHP iktidarı.
Önce Bahçeli sahne almış, Mecliste DEM Parti sıralarına gidip elini uzatmış ve “barış eli” demişti. İstediği tam teslimiyetti. Adalete güvenecek ve “Yatacaksınız” diyordu. Ne kadar ceza keserlerse o kadar “içeride” kalmayı kabullenecek ve hiçbir şey istemeyeceklerdi. “Terörle pazarlık olmaz”dı. “Kürtler kardeş”ti ama aynı zamanda “terörist”ti. Çünkü “eşit hak” isteyen bizzat Kürtlerdi. Bahçeli el çabukluğuyla Kürtlerle örneğin Öcalan’ı karıştırıyor ya da eşitliyordu. Oysa Kürtleri temsilen mücadele edenler istek ya da talepleri formüle etmiş olsalar bile talepler sadece onların değil Kürtlerindi. Hak eşitliği isteyen Kürtlerdi. Ne bir eksik ne bir fazla Türklerinki kadar hak istiyorlardı. Eşit sayılmak, eşit olmaktı muratları.
Şimdi yarım da olsa eşitleniyorlar gibi görünüyor. Ama olumlu da değil, olumsuzda eşitleniyorlar.
Eskiden sadece Kürt illerinde, Kürt partilerinin kazandıkları belediyelere kayyım atanırdı. Şimdi Türk illerindeki belediyelere de kayyımlar atanıyor artık. Gerçi hâlâ bir yarımlıktan söz edilmelidir. Bir Türk ili olan İstanbul Esenyurt’ta görevinden alınarak yerine kayyım atanan belediye başkanı da “kent uzlaşısı” çerçevesinde seçilen bir Kürt’tür çünkü.
Yine de eşitlenme yoluna girilmektedir. Eskiden Diyarbakır’la, Batman’la, Şırnak ve Hakkâri’yle… sınırlı uygulanan seçilmişin atanmışla değiştirilmesi uygulaması İstanbul’a ulaşmıştır. Ve herhalde herkes görüp bilmektedir ki sırada İstanbul Büyükşehir Belediyesi ve Başkanı İmamoğlu vardır. Hakkında çoktandır açılmış bir dava yoluyla görevden alınma hazırlığı yapılmaktadır ve aylar ve yıllar öncesinden hedefe konmuştur.
Kayyım uygulaması özellikle hukukçularca ama doğal ki siyasetçe de tartışılıyor. Fazla söze gerek yok, bu uygulama ne kadar var idiyse ve ne onun da kadarı kalmışsa, halk iradesinin hiçe sayılmasıdır. Kayyımla seçme-seçilme hak ve özgürlüğü ayaklar altındadır. Ortaya konan sandıkla halk seçmekte, ardından 2,5 milyon mühürsüz/sahte oyla tek adam olmuş kişinin tamamen siyasal kararıyla yerine bir başkası konmaktadır. Bunun burjuva karakterli olsa bile demokrasiyle bir ilgisi kurulamaz. Halk seçecek, beğenmeyen tek adam, “Hayır sen doğrusunu bilmiyorsun” deyip değiştirecek! Buna da halk iradesinin üstünlüğü ve demokrasi denecek!
Acil olarak toplanan Türkiye Belediyeler Birliğinin Başkanı İmamoğlu tarafından okunan açıklamasında doğru söylenmektedir: “Demokrasi yok ediliyor”! Zaten Anayasa uygulanmayarak, yargı tamamen yürütmenin hizmetine sokulup onun sözünden çıkmaz/çıkamaz kılınarak, çıkmaya çalışan hakimler sürülerek… yok edilmeye başlanmıştı. Şimdi kalan kırıntıları yok ediliyor. Faşizm eşiği aşılmaktadır.
Kayyım atamalarının bahanesi olarak gösterilenler de baştan aşağı saçmadır. Yok 10 yıl önce şu denmiş de yok yıllar önce şu yapılmış da… Yıllardır aklınız neredeydi? Ve 10 yıl önce siz şimdi 'FETÖ' dediklerinizle el ele koyun koyunaydınız!
Ve haydi diyelim ki bir “suç” işlenmiştir. Görevden alma için, bu “suç”un belediye faaliyetleriyle ilgili olması şarttır. Yasa böyledir. Ve bu tür suçları, çok sayıda milyarlarca liralık yolsuzluk ve usulsüzlüklerle iktidar belediyeleri ve en başta kayyım olarak atananlar işlemiş ama kimse tek laf etmemiştir.
Ve yine yasa, “suç” işleyenin yerine kayyım atanmasını değil, yenisinin belediye meclislerince seçilmesini öngörmektedir.
Kayyım uygulaması bir kez daha göstermektedir ki bu iktidarın ne Anayasa taktığı var ne yasa! Bunun anlamı yasa dışı bir zemin üzerinde yürümekte olduğudur. İşine gelen neyse onu yapmanın adıysa demokrasi değildir.
Anlaşılan, sıkışmış durumdaki iktidar Bahçeli’nin çağrısı doğrultusunda görüşmeler yürütmüş ancak umulan tam elde edilemeyerek saldırıya geçilmiştir. Üstelik, bir adım ileri atıp CHP’yi de hedefe koyarak ilerlemektedir! İktidara Öcalan’la görüşmeler yürütmek dahil her şey serbesttir ama DEM Parti ile konuşması bile suç sayılarak iç tartışmaları körüklenip CHP bölünmek ve elde ettiği seçmen desteği törpülenmek istenmektedir. Saflarından gelen L. Savaş, T. Özcan ve M. Yavaş’ınki gibi aşırı milliyetçi sesler yok değildir ama CHP şimdilik dik duruyor görünmektedir.
/././
İktidar kayyımı muhalefeti ezmenin koçbaşına dönüştürüyor -İhsan Çaralan-
30 Ekim’den beri Esenyurt Belediyesinin Başkanı Ahmet Özer’in tutuklanması ve yerine kayyım atanmasıyla ne olup bittiğini anlamaya çalışan Türkiye’nin halkları 4 Kasım gününe; Mardin’de Ahmet Türk’ün, Batman’da Gülistan Sönük’ün, Halfeti’de Mehmet Karayılan’ın görevlerinden alınıp yerlerine kayyım atandığı haberiyle başladı.
Aslında Esenyurt Belediyesi üstünden yapılan operasyon sürpriz sayılmazdı. Tersine Bahçeli’nin uzattığı elin anlamını doğru yorumlayanlar Esenyurt Belediyesinde yapılan hamlenin sadece İmamoğlu’nun tasfiyesi, sadece Esenyurt’un rantı, hatta sadece İstanbul Büyükşehir Belediyesini ele geçirilmek olmadığının, ama tek adam rejimine geçilmesinden beri Erdoğan-Bahçeli ittifakının muhalefeti ezme ve iktidar alternatifi olmaktan çıkarma planının parçası oluğunun farkındaydılar. Bu yüzden de Bahçeli’nin 1 Ekim’de TBMM’deki DEM sıralarına gidip uzattığı el önceki gün iktidarın kayyım atamasını yapan içişleri bakanının eline dönüştü.
Aslına bakılırsa 1 Ekim’den beri Erdoğan’ın da arkasında olduğunu söylediği Bahçeli’nin uzattığı elin “kardeşlik ve barış eli” olduğu üstüne parlak laflar eden Erdoğan ve Bahçeli’den başlayarak siyaset ve medyadaki iktidar sözcüleri, “Kürt sorunu yoktur”, “Çözüm süreci diye bir şey yok”, “İsrail’in gözü Anadolu topraklarında”, “Dış tehditler çok büyük, iç cepheyi güçlendirmeliyiz”… diyerek muhalefeti iktidarın arkasında hizalanmaya çağırdılar. Hizaya girmeyenlere gerek satır aralarında gerek vücut dilleriyle, hatta yeri geldiğinde de açıkça “Teröre destek vermek”ten “terör örgütü üyeliği”ne suçlamalardan suçlama beğendireceklerini ifade etmekten çekinmediler.
KAYYIM ATANAN BELEDİYELERDE HALK İRADESİNE SAHİP ÇIKIYOR
4 Kasım günü sadece kayyım atamaları yoktu. Esenyurt Belediye Meclisinin toplantısı vardı. CHP’li Belediye Meclis üyeleri, haklarında kendilerine iletilmiş herhangi bir karar yokken polis tarafından belediye binasına sokulmadı. Erken saatlerde binaya giren Meclis üyeleri de polis tarafından tartaklanarak dışarı atıldı. Belediye Meclisi polis barikatının önünde, kaldırımda toplandı!
Esenyurt’takine benzer gelişmeler, diğer kent merkezlerinde de yaşandı. Kayyım atanan belediyeler polis ablukasına alındı, kayyımı protesto eden halka karşı gaz, cop, TOMA’lar kullanıldı, gözaltılar oldu! Esenyurt Belediyesi Başkan Yardımcıları Oktay Kılıç, Murat Düzgün ve Osman Yalçın da görevden alındı.
Pazartesi sabahı kayyım atanan Batman, Mardin ve Halfeti’de tıpkı Esenyurt’ta oluğu gibi belediyelerin kapıları halka ve çalışanlara kapatıldı. Kent merkezleri polis tarafından adeta işgal edildi. Kayyım atanan kentlerde 15 gün süreyle her tür eylem ve etkinlik yasaklandı.
DEM Parti Eş Başkanları Tülay Hatimoğulları ile Tuncer Bakırhan ve CHP Genel Başkanı Özgür Özel Mardin’e gitti. Özel, DEM Parti kürsüsünden Mardin halkına seslendi. İstanbul’da Tülay Hatimoğulları’nın CHP kürsüsünden halka seslenmesi gibi!
Dün DEM Parti Meclis grubunu Mardin’de alanda yaptı. CHP ve DEM Partili vekiller bir hafta boyunca Melisteki komisyon çalışmalarına katılmayacaklarını açıkladılar.
Görünen o ki, kayyım atanan illerde halk iradesine sahip çıkıyor, çıkacak da! Yeter ki siyasi güçler üstlerine düşeni yapsın!
KAYYIM ATAMALARI SÜRECEK Mİ?
İktidarın önce Esenyurt gibi ülkenin en büyük ilçesinin belediye başkanını görevden alıp tutuklattıktan üç gün sonra Batman, Mardin ve Halfeti Belediyelerinin seçilmiş başkanlarının görevden alınıp yerlerine kayyım görevlendirmesi elbette herkesin aklına; “İktidar 2014 ve 2019 yerel seçiminden sonra yaptığı gibi kayyım atamaya devam edecek mi?”, “Önceki iki seçimde HDP’li belediyelerle sınırlı olan kayyım atamaları bu sefer CHP’li belediyeleri kapsayacak mı, hatta İstanbul başta olmak üzere büyükşehir belediyelerine de kayyım atanabilir mi?” gibi sorular geldi.
Elbette iktidara kalsa bütün “muhalif” belediyeleri kayyım atarak ortadan kaldırmayı ister. Çünkü tek adam rejiminin az çok etkili bir muhalefet görmeye, hele de büyük kentlerde yerel yönetimlerde iktidar olmuş bir muhalefet görmeye tahammülünün kalmadığı artık tartışılmaz bir gerçek. Bu yüzden eğer tepkiler sadece günü kurtarmakla sınırlı kalırsa başka alanlarda olduğu gibi iktidar; “Yasal mı değil mi?”, “Siyasi ahlaka uygun mu?”, “Halk iradesini tanımamak mı?..” demeden her belediyeye kayyım atamak ister! Bu açıdan bakıldığında Esenyurt, Mardin, Batman, Halfeti belediyelerine yapılan kayyım atamaları bir nabız yoklamasıdır da!
Nitekim iktidarın medyadaki Gayriresmi Sözcüsü Abdulkadir Selvi dün köşesinde mevcut kayyım atamalarına değindikten sonra “Bu bir başlangıç gibi gözüküyor. PKK ile ilişkisi tespit edilen belediye başkanlarının görevden alınacağı, yerlerine kayyım atanacağı söyleniyor. Yani bir süre her sabah yeni bir kayyım haberiyle uyanabiliriz” diye yazdı.
Yani iktidar kayyımları muhalefeti ezmenin koçbaşı olarak kullanmak istiyor.
HALK TEPKİSİ BELİRLEYİCİ OLACAK!
İktidarı bu atamalardan caydıracak tek gerçek neden; halkın iradesine yapılan müdahaleyi kabul etmeyen bir tutum alıp bunu fiilen göstermesidir. Yani halk seçtiği yöneticilere sahip çıkar, iktidarın kayyım atamaya devam etmesi durumunda sonucunun kendisi için daha kötü olacağını gösteren bir mücadele hattına geçebilirse iktidar kayyım atamaya devam edemez. Hatta daha önce atadığı kayyımları da geri çekmek zorunda kalır!
Kısacası, “İktidar kayyım atamaya devam edecek mi?” sorusunun yanıtını iktidarın ne yapmak istediği değil halkın iradesine sahip çıkıp seçtiği yönetimlere sahip çıkma konusunda alacağı tutum belirleyecektir!
* Esenyurt’ta, Mardin’de, Batman ve Halfeti’de halkın kayyım atanmasına razı olmadığını göstermesi,
* CHP ve DEM Parti’nin ve elbette Türkiye’nin demokrasi güçlerinin yaptıkları açıklamalarda kayyıma karşı olduklarını ortaya koyması; Türkiye halklarının kayyımcılara boyun eğmek niyetinde olmadığını gösteriyor.
Özellikle de CHP’nin “Ahmet Türk barış güvercinidir” diyerek dayanışma göstermek üzere Mardin’e gitmesi, DEM Parti’yle iş birliği, ittifak ve Kürt sorununun demokratik çözümü konusunda geçmişe göre çok daha açık, bunu “yumuşak karnı” olmaktan çıkarmaya yönelik adımlar atması, kayyıma karşı mücadelede de daha ileriden tutacağını göstermektedir.
Ama tepkiyi kayyım atanan illerle sınırlı tutmak elbette, iktidarın bu konuda muhalefeti “yoran” bir taktik geliştirmesini kolaylaştıracağı gibi aynı zamanda sistemin ekonomiden eğitime, sağlığa, sosyal güvenliğe… hayatın bütün alanlarında lime lime dökülmesinin kamuoyu gündeminden düşürülmesinin bir aracına dönüştürülmesini de kolaylaştıracaktır.
ORTAK MÜCADELE ÖNEMLİ
Kaldı ki, iktidarın muhalif belediyelere kayyım atamayı muhalefeti itibarsızlaştırma ve halk indinde iktidar alternatifi olmaktan çıkarma stratejisinin bir aracı olarak kullandığı dikkate alındığında “kayyıma karşı mücadele”nin sadece kayyım atanan illerde tepki göstermekle sınırlı kalmasının yeterli olamayacağı tartışmasızdır.
Emek Partisi Genel Başkanı Seyit Aslan da Batman, Mardin ve Halfeti’ye kayyım atanması sonrasında yaptığı açıklamada “Seçimlerin iktidarın kaybettiği sonuçlarını iptal etmek anlamına gelen kayyım politikası, özünde seçimleri de anlamsız hale getirmeye doğru genişlemektedir. Kayyım darbesine karşı ortak bir mücadele hattının oluşturulması, demokratik bir ülkenin inşası açısından elzemdir” diyerek konunun bu yönüne dikkat çekti.
/././
Yerli ve milli denilen nükleer sermaye, bağımlılığı artıracak -Volkan Pekal-
Dr. Pınar Demircan, Türkiye’nin “yerli ve milli” iddialarının aksine, ülkenin geleceği için ekonomik bağımlılık yarattığını ve nükleer enerji projelerinin ekolojik riskleri artırdığını söyledi.
NÜKLEER ISRARI İKTİDARIN SİYASİ HEGAMONYASINI SÜRDÜRME GAYRETİNİN BİR SONUCU
Dünya genelinde nükleer enerjiden çıkış hızlanırken Türkiye, Nükleer İş Platformuna dahil olarak neyi amaçlıyor?
Türkiye’de ilk nükleer santral ihalesinin açıldığı 1965 yılından itibaren, devletin nükleer enerji planlarına dair dört kez ihale açılmış; ancak ilk kez AKP döneminde inşaat aşamasına gelinmiştir. Bu, parlamenter sistemden Cumhurbaşkanlığı Hükûmet Sistemi’ne geçişin getirdiği tüm faktörlerin etkisiyle mümkün olmuştur. AKP, iktidarını pekiştirmek adına sermaye sınıfına yeni iş fırsatları açmış, nükleer santral projelerini siyasal bekası için araçsallaştırmıştır. Dolayısıyla bugün AKP’nin Nükleer İş Platformu’na dâhil olarak nükleer enerjide ısrarı, siyasal hegemonyasını sürdürme gayretinin bir sonucudur.
Ne var ki, iktidarın bilhassa medya üzerinden yeni bir çözüm süreciyle AKP’nin demokratikleşme eğilimi içinde olduğuna dair bir kamuoyu algısı yaratılmak istendiği gibi, Nükleer İş Platformu üyeliğiyle de Türkiye’nin nükleer alanda gelişmeye açık olduğu; yeni işler, projeler, istihdam olanakları, ucuz elektrik şartları sağlanacağı algısı yaratılmak isteniyor. Bunun için de inşa halindeki Akkuyu’ya ilaveten Sinop ve İğneada projeleri ile SMR siparişleri için teknoloji sahibi ve genel olarak nükleer sektörde faaliyet gösteren tedarikçiler aranıyor, bağlantılar kuruluyor ve en önemlisi bu etkinlikler şova dönüştürülerek iktidar medyasıyla kamuoyuna servis ediliyor.
NÜKLEER ISRARI TÜRKİYE’NİN GELECEĞİNDEN ÇALIYOR
Üstelik bu atılım, tam da dediğiniz gibi nükleer enerji üretimi dünya genelinde düşerken yapılıyor. Zira 2024 Dünya Nükleer Endüstri Raporu'na göre toplam 407 reaktör, küresel enerji üretiminin yalnızca %9,15’ini karşılayarak en düşük seviyelerde. Akkuyu NGS dâhil 63 reaktörün inşa hâlinde olması ise inşaat süreleri uzun sürdüğü için bu oranı yakın zamanda değiştirmeyecek; fakat nükleer sermaye, yapılan yatırım ve yeşil fonlardan yararlanarak kazanmaya başladı bile.
Sonuçta Türkiye’ye gelirsek; iktidarın siyasal bekası ve nükleer güç ambalajı için ekolojik risklerinin yanı sıra, iddia edilenin aksine nükleer teknolojinin sahibi de olmadığı için hiçbir zaman "yerli ve milli" enerji de sayılamayacak nükleer enerji üretimi uğruna Türkiye’nin maddi ve manevi kaynakları yitiriliyor, geleceğinden çalınıyor.
NÜKLEER ENERJİYE TEŞVİKLER
Nükleer İş Platformu kimlerden oluşuyor ve Türkiye Nükleer enerji şirketleri için ne gibi kolaylıklar, teşvikler vs sağlıyor?
Çoğu BRICS üyesi olan Asya, Afrika ve Hindistan menşeli şirketlerin katılımıyla 2012 yılından itibaren faaliyetler yürüten Nükleer İş Platformu’na Türkiye, geçen sene katıldı ve Türkiye’yi bu ağda Türkiye Nükleer Enerji Anonim Şirketi (TÜNAŞ) temsil ediyor. TÜNAŞ, aslında 2015 yılında vergiden muaf tutulması için Jersey Kanal Adaları’nda kurulmuş olan EUAS International ICC şirketinin, 2022 yılında çıkarılan 4646 sayılı Doğalgaz Piyasası Kanunu çerçevesinde özvarlığının devriyle Türkiye’de kurulduğu belirtilen bir şirkettir. Yani daha önce EUAS International ICC tarafından yürütülen yurt dışında elektrik enerjisi üretimi ve ticareti ile yakıt ve atık yönetimine yönelik (elektrik santrali kurulması, işletilmesi, bakımı, onarımı ve rehabilitasyonu, elektrik ticareti, yakıt ve atık yönetimi) süreçler de TÜNAŞ’ın görevleri arasındadır.
Türkiye’nin nükleer enerji şirketlerine sağlayacağı teşvikler, hâlihazırda inşa hâlindeki Akkuyu NGS için uygulanan kolaylık ve teşvikleri anımsamayı gerektiriyor. Çünkü AKP rejiminin her alandaki teamülü mevcut olanın üstüne koyarak ilerlemek yönündedir. Bunu, Akkuyu NGS’den sonra Sinop NGS projesi için de 2013 yılında Japonya ile yapılan milletlerarası anlaşmayı izleyen "yap-sahip ol-işlet" niteliğindeki aynı finansman anlaşmasının uygulanması planlarında gördük. Dolayısıyla Akkuyu NGS’ye tanınan teşviklerin, Sinop ve İğneada projeleri için de uygulanacağını öngörmek zor değil. Bu açıdan Akkuyu NGS ve henüz teknoloji sahibi belli olmasa da Sinop NGS projeleri için, 2017 yılında çıkarılan 6745 sayılı Yatırımların Proje Bazında Desteklenmesi ile Bazı Kanun ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun aracılığıyla KDV istisnası, gümrük muafiyeti, %90 vergi indirimi, yatırıma katkı payı, KDV desteği, yatırım yeri tahsisi, faiz desteği gibi desteklerden yararlandırılması ve bu projelere stratejik yatırım statüsü verilmesi, İğneada projesi için de geçerli kılınacağı gibi SMR’ler için de kullanılabilir.
Bu durum, Akkuyu NGS için Rusya’ya verildiği gibi yeni projelerin de başka devletlerle anlaşmalar yapılacağını düşündürüyor ki, tek fark artık hukukun arkasından dolanılmasını dahi gerektirmeyecek kadar demokrasinin kurumlarının ve hukukun dönüştürülmüş olduğu bir ortamda, bu iş anlaşmalarının daha kolay hayata geçirilmesi olabilir. Ya da daha kötüsü, diğer projeler de Rusya’ya verilebilir ki bu, Türkiye’nin kendi sınırları içinde Rusya tarafından savaşsız kuşatılması olarak da okunabilir.
Öte yandan Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı tarafından tarım, hayvancılık, eğitim ve enerji alanlarında sunulan yatırım teşvikleri arasında yer alan enerji üst segmenti içinde, iklim değişikliğinin ana kaynağı sayılan fosil yakıt tüketiminde doğrudan rol oynayan termik santraller ile iklim değişikliğinin azaltılması için "karbonsuz teknoloji" olduğu iddiasıyla kurulmak istenen nükleer santrallerin öncelikli yatırım statüsünde olması oldukça dikkat çekici ve düşündürücüdür. Hem de dünya genelinde iklim değişikliğinin azaltım hedefleri doğrultusunda en hızlı çözüm ürettiği için kabul gören ve ülkemizin kaynak bakımından zengin olduğu güneş ve rüzgâr gibi yenilenebilir enerji yatırımları için yalnızca genel teşvikler verilirken.
Bu platform üzerinden nükleer sermayenin Pazar arayış stratejisi ne? Türkiye bu pazarın neresinde duruyor?
Platform bileşenleri arasında nükleer teknolojisiyle öne çıkan Çin, G. Kore ve Japonya gibi nükleer teknolojiye sahip olması nükleer enerji alanında geliştirme, iş birliği, en iyi uygulama değişimi, eğitim ve diğer alanlarda yardımcı olmak adı altında bu ülkelere yeni bir nükleer enerji pazar ağının yaratıldığını düşündürüyor. Bununla birlikte nükleer santral kurulmamış olan coğrafyalarda ilk kez nükleer santrallerin kurulması da küresel nükleer endüstrinin kapitalist birikim stratejisini destekliyor.
Dolayısıyla Türkiye için öngörülen iki diğer nükleer santralin Rusya dışındaki devletlerle Akkuyu NGS gibi yap-sahip ol-işlet niteliğinde bir anlaşmaya dayanması nedeniyle farklı ülke teknolojileri arasında lisanslama, süreç yönetiminde standardizasyon problemlerinden kaynaklanabilecek sorunlara işaret ediyor. Üstelik bu durum Türkiye açısından Akkuyu NGS’nin Rusya’ya ait olması ve Rusya’dan gelen teknik personelle yaşandığı Nükleer Düzenleme Kurumu yetkilisi tarafından da itiraf edilen dil bariyeri sorununun diğer teknoloji sahipleri ile de yaşanma ihtimalini akla getiriyor. Bu açıdan Akkuyu NGS için yapılmış olan alt sözleşmede teknoloji know-how paylaşımının yapılmayacağı açıkça belirtilmiş olmasıyla Türkiye’nin diline ve bilimine hâkim olmadığı bir teknolojiye ev sahipliği yaptığı örneklerin artacağı anlamına gelirken farklı ülke teknolojilerinin bir aradalığı uyum sorunu teşkil edebilir.
NÜKLEER ATIK BERTARAFI DÜNYA İÇİN EN ÖNEMLİ SORUN
Davet edilen şirketlerin nükleer enerji konusunda karnesi nasıl? Bu şirketlerin nükleer atık yönetimi konusunda ne gibi endişeleriniz var? Radyoaktif atıkları güvenli bir şekilde ele almak için net, uygulanabilir politikalar var mı?
Nükleer Enerji İş platformunun bileşenleri arasında BRICS üyelerinin çoğunlukta olmasına rağmen platformun sponsorları arasında Kanada, ABD, İngiltere ve Fransa menşeili şirketler de yer alıyor. Fakat bu şirketlerin çoğu savunma, denizaltı imalatı, radyasyon ölçümü, nükleer santral inşaatı, ağır iş makineleri, lisanslama alanlarında faaliyet gösteriyor. Nükleer enerji santrallerinin olmazsa olmazı atık ve berataraf işlerinde faaliyet gösteren az sayıda şirket sponsorlar arasında yer alıyor fakat bunların radyoaktif atıkların bertarafında yetkin olduklarını söylemek pek mümkün değil. Zira nükleer atıkların bertarafı ve depolanması salt Türkiye için değil dünya için de nükleer enerjiyle ilgili önemli sorun olmayı sürdürüyor.
/././
Gece boyunca Wisconsin, Michigan, Pennsylvania, Georgia, North Carolina, Nevada, Arizona gibi kritik eyaletler beklendiği gibi birbirine çok yakın sonuçlarla giderken bir ara bu eyaletlere Virginia da eklendi. Ama saatler ilerledikçe beklenildiği gibi düğüm Wisconsin, Michigan ve Pennsylvania eyaletlerinde çözüldü. Bu eyaletlerdeki ve Demokrat Parti tabanındaki, ateşkesin zorlanması ve İsrail’in durdurulması, iklim krizine karşı politikaların geliştirilmesi, göçmenlerin insan yerine konulması gibi taleplere kulaklarını tıkayan Demokrat Parti tam aksine soykırım ve savaş yanlısı, çevre ve göçmen düşmanı bir platformda ısrar etti. Böyle olunca da daha gece yarısından önce Trump’ın kazanacağı belli oldu, CNN sunucularının yüzleri düşmeye başladı, Demokratların seçim izleme partisi sessizleşti.
PROTESTO OYLARI
Savaş karşıtı Yeşil Parti Adayı Jill Stein bu seçimlerin protesto oylarının adresi olarak ortaya çıktı. Saat gece yarısını geçtiğinde Stein 500 bin oyu aşmıştı. Diğer parti ve bağımsız adaylarla birlikte iki partiye gitmeyen oylar da iki milyona yaklaşmıştı. ABD’nin gerici seçim sisteminde üçüncü yolun açılması bir partinin ülke genelinde yüzde 5 oy almasından geçiyor. O zaman tonla imza ve para toplamasına gerek kalmadan üçüncü parti pusulalara giriyor ve para yardımına hak kazanıyor.
Aylar önce 3 Mart’ta “Biden’ı kendi seçmeninin soykırım karşıtı ‘çekimser’ protestosu yenecek” demiştim. Önseçimlerde çekimser oy olarak başlayan protestolar sokaklara, kampüslere, Demokrat Parti mitinglerine ve en son sandığa yayıldı. Örneğin Michigan’ın Dearborn şehri tarihsel olarak ağırlıklı Demokrat Partiye oy veren Arap kökenlilerin ve Müslümanların çok yoğun yaşadığı bir yer. Biden ve Harris’in İsrail’e verdikleri açık çek ve bombaların yanı sıra bu toplumların tüm talepleri, kongrede bir konuşmacı talepleri bile, reddedildi, liderleri seçim mitinglerinden zorla atıldı. Son olarak da alay eder gibi Ritchie Torres, Bill Clinton gibi Siyonistler Michigan’a İsrail’in soykırımını savunmaya gönderildi. Gece yarısına doğru Dearborn’da Trump yüzde 45, Stein yüzde 33, Harris ise sadece yüzde 15 oy oranlarındaydı.
Trump başkanlığı ne soykırıma ve savaşlara, ne eriyen ücretlere, ne de iklim krizine çare olacak. Ancak bir yıldır soykırımı kabullenmiş, mantığa büründürmeye çalışan -örneğin liberaller- artık Beyaz Saray’da Trump var diye soykırım karşıtı olacak. İlk Trump döneminde olduğu gibi muhtemelen Tump’ın ekonomiden çevreye tüm politikalarına karşı Demokratlar daha geniş şekilde tekrar örgütlenip sokağa çıkacak. Savaş ve soykırım yanlılığının Demokrat Parti’ye kazandırmadığı bir kez daha öğrenilmiş olacak, ve belki de üçüncü partilerin yükselişi sürecek.
/././
'Çöle çevirdikleri yere barış geldiğini söylüyorlar'-Fatih Polat-
1 Ekim’den itibaren iktidar cenahının “barış” ve “terörle mücadele” kavramlarını aynı cümlenin içinde kullanarak düğmesine bastığı ‘sürece’ dair; Esenyurt’a kayyım atanmasının ardından yayımlanan bu köşedeki son yazıyı şu cümlelerle bağlamıştık:
“Buraya, dokunulmazlıkların kaldırılmasına ‘terörle mücadele’ baskısı altında CHP tarafından verilen destekle gelindiği unutulmamalı.
Dolayısıyla öncelikle iktidarın stratejisine eklemlenerek ona güç kazandırmak değil, deşifre ederek ona karşı açık bir mücadele yürütmek gerekiyor.
“Terörle mücadele siyasetine evet ama bana yapma, ona yap” mantığıyla olmaz!”
Önceki gün iktidarın kayyım hamlesine Mardin, Batman ve Halfeti belediyeleri de eklendi.
Bu yazıya da CHP Genel Başkanı Özgür Özel’in, DEM Parti eş başkanlarıyla birlikte kayyım atanan Mardin Büyükşehir Belediyesi önündeki şu sözleriyle başlayalım: “Tayyip Bey’in adayı seçilse görev yapacak ama Ahmet Türk kazanınca kayyım atanıyor. Bu mu eşit vatandaşlık? Her Kürt, kendilerini Manisalı, Rizeli, Osmaniyeliler kadar eşit hissedene kadar demokrasi mücadelesi vereceğiz. Bunun için ille de kardeşlik, ille de barış demeye geldim.”Özel, konuşmasında şu vurguyu da yaptı: “Ahmet Türk 50 yıl önce, ben doğmadan siyasette olan bu kişi, siyasette diyaloğu, barışı, kardeşliği temsil eden, çatışma yerine barışı savunan, hepimize bu konuda önderlik eden bir barış güvercinidir.”
Yeni kayyım atamalarının ardından gün boyu ülkenin pek çok yerinde ‘Emek ve Demokrasi Platformu’ gibi güç birliği yapıları altındaki eylemler, EMEP Genel Başkanı Seyit Aslan’ın, bu kayyım saldırısını en geniş zemindeki ortak mücadele ile püskürtme yönündeki çağrısıyla da örtüşen pratikler olarak anlam taşıyor. Denizli’den Ordu’ya, Muğla’dan Edremit’e kadar bu eylemlerin yaygınlık göstermesi içinden geçtiğimiz dönem açısından umut vericidir.
Evrensel’in internet sitesinde her kent ve ilçede yapılan eylemler yer bulduğu için burada her birini saymak yerine, yaygınlığa işaret etmek bakımdan bazılarına vurgu yaptık.
Kayyım AKP iktidarı tarafından, sandıkta kazanamadığı belediyelere yönelik politik bir el koyma hamlesi olarak adeta bir kader gömleği gibi topluma giydirilmeye çalışılıyor. Havada kara bulutlar dolaşıyorsa ve gök gürlemeye başlıyorsa yağmurun beklenmesinin doğallığı gibi, bu da siyasetin parçası bulutlu halinin doğal bir tezahürü gibi kabul görsün isteniyor.
Bu ‘normalleştirme’ halinin sadece faili ile açıklanamayacağını vurgulamalıyız. Mağdurun teslim olma halinin bu pratiğin konforlu bir yönetme düsturuna dönüşmesindeki katkısı az değil. Demokrasi dediğimiz şeye dair, teorik ve felsefi bağlamlarıyla söylenebilecek çok şey olsa da somut hayattaki karşılığı bir alan tutma mücadelesidir. Sen, hak ve özgürlüklerini temsil eden alanları savunamadıkça, iktidar seni her gün biraz daha geriye iterek günün sonunda nefes almakta bile güçlük çektiğin bir alana hapseder.
CHP içindeki Cumhurbaşkanlığı yarışının iki önemli isminden biri olan Mansur Yavaş’ın, Esenyurt’a kayyım atanmasından itibaren aldığı tavır ve yaptığı açıklamaların, CHP içindeki milliyetçi kesimler etrafında gücünü tahkim etmeyi amaçladığı gözlerden kaçmıyor. AKP ve MHP’nin, CHP’yi çekiştirdiği zeminin de bu olduğu açık ve Yavaş, o dış basınçla içerideki benzer potansiyelin toplam etkisini birleştirerek bu hengamede kendisini biraz daha ileriye atmaya çalışıyor.
Tüm bu atmosfer içinde iktidar, siyaseten çöle çevirdiği bir dönemi “barış” söylemi ile taçlandırmakta da bir beis görmez.
Tam burada R.F Kuang’ın, şu günlerde okuduğum, ‘Babil’ adlı romanından bir bölümü hatırlatayım:
“Robin kurulandı, giyindi ve o akşamki çeviri alıştırmalarını bitirmek üzere masanın başına oturdu. Bay Felton ile Tacitus’un Agricola adlı eseri üzerinde çalışıyorlardı.
Auferre trucidare rapere falsis nominibus imperium atque ubi solitudinem faciunt pacem appellant.
Robin cümleyi parçalara ayırdı, auferre sözcüğünün düşündüğü anlama gelip gelmediğini teyit etmek için sözlüğüne başvurdu, sonra çevirisini yazdı: “Soygun, barbarlık ve hırsızlık – bunlara imparatorluk diyorlar; çöle çevirdikleri yere barış geldiğini söylüyorlar.” (R.F. Kuang, Babil, Oxford Çevirmenler Devriminin Gizemli Hikayesi, Çev: Güneş Becerik Demirel, İthaki Yayınları, 2024, sayfa 50)
Egemen olanın ‘barış’ ile yüzlerce yıllık tarihinin, barış kavramına takla attıracak kadar ironik seyrettiği sır değil.
Barış kavramının içini, hak ve özgürlükler, kendi kaderini tayin edebilme, eşit yurttaşlık gibi sahici içeriklerle doldurmak da Babil’e atıfla söylersek, soyguncunun, barbarın ve hırsızın işi değil.
/././
(EVRENSEL)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder