Selefi Ebu Hanzala in, demokrasi ve laiklik out!-Yusuf Karadaş-
El Kaide ve IŞİD yöneticiliğinden defalarca tutuklanıp bırakılan ‘Ebu Hanzala’ kod adlı Halis Bayancuk önceki gün Akit TV’ye çıkartıldı. Sunucu Muharrem Coşkun’un sorduğu sorular, bu programın Ebu Hanzala’nın legalize edilerek meşrulaştırılması ile demokrasi ve laiklik karşıtı görüşlerinin propagandası üzerine kurgulandığını gösteriyor. Babasının (Hacı Bayancuk) kurucuları arasında yer aldığı ve yüzlerce “faili meçhul” cinayetten sorumlu olan Hizbullah’ı aklayan, düşman ilan ettiği demokrasi ve laikliğe karşı şeriat-selefilik propagandasını yapan Bayancuk’un iktidar destekçisi bir televizyon kanalında parlatılması operasyonunu bugün iktidarın yarattığı siyasal iklimden bağımsız düşünmemek gerekiyor.
Öncesi bir tarafa Eski Milli Savunma Bakanı Hulusi Akar’ın eğitimin amacının “Allah korkusu” aşılamak olduğunu söylediği ve Milli Eğitim Bakanı Yusuf Tekin’in laikliği doğrudan hedef aldığı bir dönemde Akit TV’ye çıkartılan Bayancuk’a imam hatipler ve medreseler propagandasının yaptırılması hiç de şaşırtıcı olmuyor. Erzurumlu olan Bakan Tekin, laikliği hedef aldığı konuşmasında “Batman ve Erzurum’daki vatandaşın değerlerine uygun bir müfredat”tan söz ediyordu.
Burada bakanın ‘Batman’ vurgusuna dikkat çekmek gerekiyor.
Batman bilindiği gibi uzunca bir süre Hizbullah’ın (Hizbikontra) merkezi olarak biliniyordu. Dolayısıyla Bakan Tekin’in dile getirdiği değerleri, Hizbullah içinde yetişen Bayancuk gibilerinin temsil ettiği anlaşılıyor. Yoksa iktidar gerçek anlamda Batman halkının değer ve görüşlerine önem verseydi herhalde Hizbullah’ın devamcısı HÜDA PAR’ın Adayı Serkan Ramanlı karşısında yüzde 65 gibi oyların ezici bir çoğunluğunu alarak belediye başkanı olarak seçilen DEM Parti’li Gülistan Sönük’ün yerine kayyım atamazdı.
Bunun da ötesinde Kürt kentlerindeki kayyım atamalarının hedefleri arasında halkın ulusal demokratik-seküler değer ve mücadelesinin tasfiye edilmesi ve yerine Hizbullah ya da selefi Bayancuk’un temsil ettiği değerlerin ve medreselerin geçirilmesi bulunuyor.
Bu noktada Bayancuk’un Akit TV yayınında Hizbullah’ı aklama girişimine de işaret etmek gerekiyor. Dönemin OHAL valileri ve Kürt halkına karşı ‘özel savaş’ı yürüten generaller bile Hizbullah’ın devlet tarafından Kürt halkına ve PKK’ye karşı kullanıldığını söylerken bir Hizbullah yöneticisinin çocuğu olan Bayuncuk, aksini iddia ediyor. Bayancuk, PKK’nin Hizbullah’a saldırdığını ve Hizbullah’ın sadece kendini koruduğunu savunuyor. Demek ki Hizbullah’ın mezar evleri, domuz bağlı işkenceleri, kadınlara satırlı saldırıları, gazeteci ve aydınları arkadan kurşunlaması hep savunma içinmiş!
Elbette görevi Bayancuk’u parlatmak olan Akit TV sunucusu, kendini “İslamcı feminist” olarak tanımlayan 5 çocuk annesi Konca Kuriş’in işkence edilerek öldürülmesinin bu savunmanın neresine düştüğünü sormuyor!
Bayancuk’un programda “Kemalizm’in Türk halkını ve PKK’nin Kürt halkını sekülerleştiği”ni söylemesi, Erdoğan iktidarının Hizbullah ve kendisi gibi selefilere Kürdistan coğrafyasında biçtiği görevlerin anlaşılması bakımından önem taşıyor.
Hizbullah ve iktidar bloku (Cumhur İttifakı) içinde yer alan yasal kolu HÜDA PAR, uzunca bir süredir ‘Alimler ve Medreseler Birliği’ gibi örgütlenmeler üzerinden “Kürt halkının laik-seküler güçlerin elinden kurtarılması” ve “ümmetçi çözüm” için örgütlenmeye çalışıyor. İktidar, 2016’dan bu yana sistematik olarak uyguladığı kayyım politikası üzerinden Kürt coğrafyasında böylesi örgütlenmelere alan açmayı hedefliyor. Yusuf Kaplan gibi iktidarın medyadaki sözcüleri de HÜDA PAR’ı “Bölgenin emniyet supabı, Müslümanların yüz akı” ilan ederek desteklerini ortaya koyuyor.
Bayancuk, IŞİD’in “İslam Emirliği” kurduğu ve Kobanê’de Kürtlere karşı saldırıya geçtiği dönemde her Müslüman’ın görevinin IŞİD’i desteklemek olduğunu söylüyordu. Dolayısıyla IŞİD’in güç ve etkisini önemli oranda yitirdiği günümüzde IŞİD’i desteklemediğini söylemesi aynı zihniyetin temsilcisi ve işlenen suçların ortağı olduğu gerçeğini değiştirmiyor.
Bayancuk’un iktidara yakın bir televizyon kanalında demokrasi ve laikliği açık bir biçimde “düşman” ilan edip selefilik propagandası yapması, akıllara Cübbeli Ahmet olarak bilinen İsmail Ağa Cemaatinden Ahmet Mahmut Ünlü’nün “Selefi derneklerin silahlanıp iç savaşa hazırlandığı” açıklamasını getiriyor. Cübbeli Ahmet, 2020’de katıldığı bir televizyon programında IŞİD’in altyapısını oluşturan 2 bine yakın selefi derneğin kurulduğunu ve bu derneklerin silahlandığını söylemiş ve daha sonra bu derneklerin 150’sinin adını çıkarttığını açıklamıştı. Yine rastlantıya bakın ki, Cübbeli Ahmet’in silahlandığını söylediği ve adını çıkarttığı dernekler arasında Konya, Batman ve Adıyaman gibi iller öne çıkıyordu.
Bayancuk’un televizyona çıkartılıp parlatılması, iktidarın doğal destekçi olarak gördüğü bu yapılanmaların meşrulaştırılmasında yeni bir aşamayı işaret ediyor.
Bugün iktidar bloku bir yandan laikliğin olmadığı ve Erdoğan’a yeniden başkanlık yolunu açacak yeni bir anayasa için bütün koşulları zorlamaya çalışıyor. Öte yandan bölgedeki (Ortadoğu) gelişmelerle de bağlantılı olarak “terör” parantezinden çıkarmasa da Kürt sorunu konusunda bir ‘ön alma’ siyaseti uygulamaya çalışıyor.
Böylesi bir tabloda Esenyurt’tan Dersim ve Ovacık’a uzanan kayyım uygulamalarıyla demokrasiyi askıya aldığını ve milli eğitim müfredatında laikliğin sınırlı kazanımlarına ve bilime tahammülü bile olmadığını gösteren iktidar için Bayancuk gibi demokrasi ve laiklik düşmanları selefiler, ihtiyaç duyulduğunda kullanılmaya hazır bir yedek güç olarak duruyor. Dahası bu güçler Kürt halkının ulusal demokratik ve seküler değerlerine karşı saldırıda da mızrağın sivri ucu olarak öne çıkartılıyor.
Nasuh Mahruki’nin Yüksek Seçim Kurulunu eleştirdiği için cezaevine girmesi ve demokrasiyi ‘düşman’ ilan eden selefi Bayancuk’un iktidar TV’lerinde boy göstermesi bize bugünkü iktidarın çarpıcı bir fotoğrafını veriyor!
İktidar blokunun ve kader birliği yaptığı tekelci burjuva gericiliğin mafyatik çetelerden selefi örgütlenmelere uzanan gerici kuşatmasına karşı bu saldırının hedefi konumunda bulunan emekten, demokrasiden, laiklikten ve barıştan yana bütün halk güçlerinin birleşik mücadelesi dışında bir çıkış yolu da bulunmuyor.
/././
'Ebu Hanzala' yayını nedeniyle Akit TV hakkında RTÜK'e başvuru
Radyo ve Televizyon Üst Kurulu (RTÜK) üyesi İlhan Taşcı, Akit TV’de yayınlanan ''Kırmızı Masa'' isimli programa IŞİD ve El Kaide'de yönetici olmak suçlamasından 12 yıl 6 ay hapis cezası alan ''Ebu Hanzala'' kod adlı Halis Bayancuk'un yayına çıkarmasına ilişkin RTÜK'e başvurdu. Terör örgütleri IŞİD ve El Kaide yöneticisi olmaktan yargılanıp geçen yıl tahliye edilen ''Ebu Hanzala'' kod adlı Halis Bayancuk Akit TV’ye çıktı. "Kırmızı Masa'' isimli programda laikliği, ''Allah’a kafa tutma'' biçimi olarak tanımlayan Bayuncuk hakkında RTÜK üyesi İlhan Taşcı, RTÜK’e inceleme başvurusunda bulundu.(https://www.evrensel.net/haber/535194)
***
İnfaz sistemi korumuyor, suça sürüklüyor -Burkay Rende-
Adalet sisteminin bütün unsurları ülke geleceği için büyük önem taşısa da bu unsurlar içinde çocuk adaleti ayrı bir yer tutuyor. Adalet Bakanlığının 2 Eylül’de yayımladığı verilere göre Türkiye’deki toplam 356 bin 865 mahpusun 3 bin 432’si çocuk. Yetişkin mahpusların yüzde 14’ü tutuklu, buna karşın çocuk mahpuslar içerisindeki tutukluluk oranı yüzde 68. Yani çocukların tutuklu yargılanma oranı yetişkinlerin tutuklu yargılanma oranının yaklaşık 4.9 katı.
Ayrıca ceza infaz sistemi de çocukların ıslahından ziyade suç çeteleriyle ilişkilerinin gelişmesine yol açıyor. Hayatında ilke kez suça sürüklenen çocukların tahliye olduktan sonra cezaevinde iletişim kurduğu çetelerle ilişkisini sürdürdüğü görülüyor. Konuyu Ceza İnfaz Sisteminde Sivil Toplum Derneğinin Hapiste Çocuk Teması Sözcüsü Avukat Cansu Şekerci ile görüştük.
Çocukların ve yetişkinlerin tutuklanma sebeplerinin birbirinden farklı olmadığını belirten Şekerci “Suç iddiası karşısında failin delilleri karartma veya kaçma şüphesi varsa; hakim failin bunları yapmasını engellemek için yasadaki adli kontrol tedbirlerinin yetersiz olduğuna kanaat getirirse faili tutuklayabilir. Dolayısıyla Türkiye hapishanelerindeki 2 bin 361 çocuğun devletin suçu araştırmadaki imkanları karşısında kaçması ya da delilleri karartması riski görülmektedir. Uygulamaya baktığımızda ise ne dosya kapsamı ne de çocukların içinde bulunduğu şartlar kaçmaları ya da delilleri karartmaları riskini açıkça ortaya koymaz. Bunun yerine özellikle çok suç tekrarı olan çocukların tutuklanması için hakim ve savcıların motivasyonu ‘İçeri girsin, burnu sürtsün’ cümlesinde yatar. Halbuki Türkiye’nin de taraf olduğu Birleşmiş Milletler Çocuk Haklarına Dair Sözleşme ve genel yorumları, çocukların hapsedilmesi yerine onları suçtan uzaklaştıracak koruyucu ve destekleyici tedbirler sunulmasını öngörür. Yerel mevzuatta buna yönelik birtakım düzenlemeler olsa da uygulamada bu sözleşmeden kaynaklı yükümlülüklerin yerine getirildiği söylenemez.”
ARAFTA MUAMELE: ÇOCUK MU, YETİŞKİN Mİ?
Çocuklar, toplum içerisinde kendi seslerini duyurmakta ve taleplerini, ihtiyaçlarını duyurmakta en çok zorlanan kesimlerden bir tanesi. Bu anlamda, sistemin çocuklarla inşa ettiği diyaloğun eksikliği çocuk adaletinin noksanlıklarında da görülüyor. Suça sürüklenmiş çocuk vakalarının medyaya yansıması ve olaya karşı gelişen tepkinin de bu diyalogdan bağımsız gelişmesi davadan çıkan sonucun çocuk adaletinden bir hayli uzakta kalmasına sebep olabiliyor.
Çocukların yetişkin bireyler gibi yargılanmalarını söylerken çok önemli bir şeyin dile getirilmesinin unutulduğunun altını çizen Şekerci, bu durumu şöyle yorumladı: Bir yandan evet, çocuklar, kendi risk ve ihtiyaçları gözetilmeden yetişkin adalet sistemi içerisinde yargılanıyor, medyaya malzeme oluyor ve cezalara tabi tutuluyor; diğer yandan ise kendilerine karşı zorbalık yapan sistemin içindeki yetişkinlere ses çıkaramamaları, sıklıkla gördüğümüz üzere bakım verenleri tarafından yalnız bırakılmaları, onlar için görevlendirilen avukatlar ya da sosyal çalışmacılar tarafından haklarının temini için yeterli takibin yapılmaması dolayısıyla da tam bir çocuk(!) muamelesi görüyorlar (Buradaki ‘çocuk’ tabirini kullanırken toplumun çocuğa bakış açısına bir eleştiri getirdiğimi belirtmek isterim). Çocuklar bu sistem içerisinde kendilerine özgü risk ve ihtiyaçları gözetilmeyerek ‘yetişkin’, hafife alınarak ise ‘çocuk’ muamelesi görüyor.
2005’ten itibaren ceza mevzuatı ve Çocuk Koruma Kanunu’na gelen birtakım değişikliklerle çocuk adaleti odaklı adımlar atılsa da bunca seneden sonra hâlâ bir sistem haline gelmemiş ve bir standart sağlanmamış durumda. Ülkedeki çocuk mahkemelerinin sayısına, çocukların hapsedilme istatistiklerine, ilgili birimlerde çalışan kamu görevlilerinin çocuk hakları bilincine yönelik çalışmalara, çocuk haklarının izlenmesinin önünde her geçen gün artan engellere bakıldığında özellikle adalet sistemi içindeki çocuklar için çocuk haklarına dair bir stratejik plan benimsenmediğini kolaylıkla söyleyebiliyoruz.
CEZAEVİNE GERİ DÖNME ORANLARI ÇOK YÜKSEK
Çocukların, ilk tutuklulukları sonrası tahliyelerinin ardından cezaevine geri dönme oranları yüksek. Bu durum, çocuk adaleti sisteminin suça sürüklenmiş çocukları toplum içinde sağlıklı yaşayan birer bireye dönüştüremediğini, aksine çocukların cezaevinden daha köklü bir suç ağının kalıcı birer parçası olarak çıktıklarını gözler önüne seriyor.
Avukat Şekerci, “En temel sebebi, hapishanenin işlevi. Bir kişiyi hapsettiğimizde ondan ne bekliyoruz? Bir daha çıkamamasını mı yoksa suç tekrarına ve şiddete geri dönmemek üzere topluma uyum sağlamasını mı? Modern ceza adaletini benimseyen ülkeler, onarıcı adalet sistemini güçlendirmek üzere çalışır. Bu sistemde ne ölüm cezasının ne de ömür boyu hapis cezasının yeri vardır. Türkiye de kağıt üzerinde onarıcı adalet sistemini kabul eden ülkelerden biri. Bu durumda failin cezalandırılması evet, bir noktada mağduru ve toplumu korur ve faile zarar veren eylemlerinin bir sonucu olduğunu gösterir; ama bir yandan failin bireysel olarak desteklenmesi de kendisini müstakbel suç davranışlarından uzak tutar ve dolayısıyla mağduru ve toplumu da korur” diyor.
Çocuk mahpusların sistem içinde gördüğü muameleye bakıldığında özellikle tutuklu çocuklarda tahliyeye hazırlık gibi bir süreç olmadığını ifade eden Şekerci, “Hükümlü çocuklar için mevzuatta birtakım tahliyeye hazırlık düzenlemeleri olsa da uygulaması yeterli değil. Çocukların tahliye olduktan sonra suç ortamına geri dönmemesine ya da ihtiyaçlarını karşılamasına yönelik önlemler alınmıyor. Çocuklar, içeri girmeden önce en son neyi gördülerse tahliye olunca da çoğunlukla bildikleri o yere dönüyor. Bu da tekrarlayan suç hareketleri, içerideyken kapatılmanın doğasından da pekişen şiddet eğilimleri, topluma uyum sağlayamama davranışları olarak karşımıza çıkıyor. Sonra gazeteler bu çocuklar hakkında ‘suç makinesi’ diye haber yaparken bu insanların nasıl dışarıda olabildiği soruluyor ancak bir çocuğun nasıl bu kadar suç dosyası olabildiği, çocuk koruma politikasının niye işlemediği soruları pek de rağbet görmüyor” uyarısında bulunuyor.
‘YOKSULLUK SUÇA SÜRÜKLENMEYİ ARTIRIYOR’
Dünya tarihinde yoksulluğun çok hızlı yükseldiği, çocukların eğitim sisteminin dışında kaldığı zamanlarda ve bölgelerde suça sürüklenen çocuk oranı hızla yükseliyor. Çocukların, kendi yaşlarının gereği olan yaşam koşullarına sahip olmamasının sonuçlarını Şekerci şu cümleleriyle yorumladı: “Yoksulluk, kimi zaman coğrafi kimi zaman etnik bir profil ortaya koyuyor. Bu çoğulcu devlet politikalarının eksikliğine de işaret ediyor. Okulu terk ile suç ilişkisi ise son derece birbiriyle ilgili. Bir çocuğun okula gitmesi çocuğun yalnızca akademik eğitime ihtiyaç duyması dolayısıyla değil, aynı zamanda güvenli bir ortamda gününü geçirmesi için de çok önemli. Ancak devamsızlık veya başka sebeple çocuğun okuldan atılması, ekonomik sebeple çocuğun okulu bırakması ya da bırakmaya zorlanması, dolayısıyla okulu terk meselesi, suç ortamına fail ya da mağdur olarak girme riskini çok yükseltiyor.”
‘SORUNUN NEDENLERİ VE ÇÖZÜMÜ TARTIŞILMALI’
Eleştirmenin ötesinde sorunun nedenleri ve çözümü üzerine tartışma yükümlülüğüne dikkat çeken Şekerci, “Çocuk hapishanelerinin kapatılmasını savunan hak savunucuları ve sivil toplum örgütleri, çocuğun yerinin hapishane olmadığını söylerken çocuk adalet sistemine giren çocukların ilk anda bir çocuk koruma politikasına dahil olması gerektiğini, çocukların risk ve ihtiyaçlarını tespit edilmesini ve çocuk koruma mekanizmalarının kurulmasını savunur. Dolayısıyla çocukların hapsedilmesi yerine multidisipliner bir çalışmayla suç davranışlarından uzaklaşmak üzere desteklenmesi sağlanmalı” ifadelerinde bulunuyor.
‘RİSK VE İHTİYAÇLARA ODAKLI BİR KORUMA POLİTİKASI’
Mevcut çocuk adaleti sisteminin sorunları karşısında koruyucu ve önleyici bir çocuk adaleti sistemi için neye ihtiyaç olduğunu sorduğumuzda Şekerci şöyle yanıt veriyor: “Çocuk Koruma Kanunu’nda hem suçla ilişkilenen çocuklar hem de bir suçun mağduru olan çocuklar için belli başlı koruyucu ve destekleyici tedbirler var. Bunlar danışmanlık, bakım, eğitim, sağlık, barınma tedbirleri. Bir çocuk adli sisteme ilk girdiği anda bu tedbirlerle karşılaşmak yerine ‘Sen şimdi git bakalım ama devam edersen hapse atarım’ dendiğinde, aynı çocuk aynı savcının önüne 5. kez çıktığında ‘Ne demiştim sana çocuk, şimdi biraz burnun sürtsün’ diye tutukluluğa sevk ediliyor. Genel olarak adalet sistemini tartışırken öncelikle doğru bilgiye erişmeye ve insan haklarına dayalı bir bakış açısına ihtiyacımız var; bireysel olarak da yönetimsel olarak da. Çocuğun risk ve ihtiyaçlarının gözetilmesi ve iyilik halinin desteklenmesini sağlayacak kapsayıcı bir çocuk koruma politikasına ihtiyacımız var.”
İnfaz sistemine dair çocuk ve gençlik çalışmaları, eskiden stratejik planlarda yer alıyorken artık böyle bir hedefin olmadığını ifade eden Şekerci, “Mevzuatta var olan tedbirler dahi uygulanmıyor. Her ne kadar Çocuk Koruma Kanunu’ndaki koruyucu ve destekleyici tedbirler suça sürüklenen çocuklar için de geçerlidir dense de uygulamada bunu göremiyoruz. Çocuk mahpusların bağımsız izlenmesi sağlanamadığı müddetçe hapishanelerde uğradıkları hak ihlalleri izlenemiyor ve bu çocuklar hangi şartlar altında tutuldukları bilinmeden tahliye gününü bekliyorlar. Bu haliyle çocuk suçluluğuyla mücadele etmek mümkün değil. Var olan düzenlemelerin ciddi anlamda uygulanmaması ise zaten böyle bir mücadele derdi olmadığını da gösteriyor” diyor.
5 ÇOCUKTAN BİRİ LİSEYİ TAMAMLAMIYOR
Ulusal Eğitim İstatistikleri Veri Tabanı sonuçlarına göre eğitim kademesi ve cinsiyete göre okul tamamlama oranları incelendiğinde; ilkokul tamamlama oranı 2022-2023 eğitim döneminde yüzde 98.5 oldu. Ortaokul tamamlama oranı ise aynı dönemde yüzde 96.3 oldu. Ortaöğretim tamamlama oranı ise yüzde 80.3’e geriliyor. Ortaöğretim okul tamamlama oranı cinsiyete göre incelendiğinde erkek çocuklar için yüzde 78.8; kız çocukları için yüzde 81.8.
2023’te güvenlik birimlerine gelen veya getirilen çocukların karıştığı olay sayısı 537 bin 583 oldu. Çocukların 242 bin 875’i mağdur, 178 bin 834’ü suça sürüklenme sebebiyle, 84 bin 751’i bilgisine başvurma amacıyla, 15 bin 716’sı kayıp olması sebebiyle, 11 bin 179’u kabahat işlediği iddiasıyla, 4 bin 228’i ise bu nedenlerin dışında kalan diğer nedenlerden dolayı güvenlik birimlerine geldi veya getirildi.
Suça sürüklenme nedeni ile güvenlik birimine gelen veya getirilen çocukların yüzde 39.8’ine yaralama, yüzde 20.8’ine hırsızlık, yüzde 7.7’sine pasaport kanununa muhalefet, yüzde 4.9’una uyuşturucu veya uyarıcı madde kullanmak, satmak veya satın almak, yüzde 4’üne ise tehdit suçları isnat edildi.
Güvenlik birimlerine mağdur olarak gelen 242 bin 875 çocuğun yüzde 89.7’sini suç mağduru, yüzde 10.2’sini takibi gereken olay mağduru çocuklar oluşturdu. Güvenlik birimlerine suç mağduru olarak gelen veya getirilen 217 bin 915 çocuğun yüzde 61.3’ü yaralama, yüzde 11.8’i cinsel suçlar, yüzde 8.6’sı aile düzenine karşı suçlar, yüzde 4.4’ü tehdit nedeniyle mağdur oldu.
/././
Erol Toy’un ‘İmparator’u ve ‘Arçelik’-Melih Yılmaz-
Erol Toy'un 'İmparator' ve Koray R. Yılmaz'ın 'Mahalle Bakkalından Küresel Aktöre Arçelik, İşletme Tarihine Marksist Yaklaşım' adlı kitapları
Dünyaya hangi pencereden bakarsa baksın birçok yazar ülkenin tarihsel sürecinin seri romanlarını yazmışlardır. Yakup Kadri, Tanzimat’tan 1950’lere hatta daha ötesine uzanır realist bakışla; Kemal Tahir ta Osmanlı’nın kuruluş dönemlerinden cumhuriyete. Hasan İzzettin Dinamo, Osmanlı Devleti’nin 1. Dünya Savaşı sonrası yenilgisinden Kurtuluş Savaşı’na, oradan cumhuriyetin kuruluşu ve ilk yıllarına kadar geçen süreyi belgesel roman tarzında, dokuz ciltte sabırla, ilmek ilmek örer. Araştırmacılar, gazeteciler de vardır bu kervanda: Örneğin Doğan Avcıoğlu: Türklerin Tarihi ve Türkiye’nin Düzeni. Osmanlı’nın sonu ve cumhuriyet eksenli incelemeleriyle Şevket Süreyya Aydemir. Cüneyt Arcayürek Anlatıyor serisi… Örnekleri çoğaltmak mümkündür elbette. Bu yapıtlarda ülkenin tarihsel, sosyolojik, ekonomik, etnografik, askeri hatta diplomatik olguları irdelenmiş, “büyük resim” ortaya konmaya çalışılarak durum değerlendirilmesi yapılmış ve geleceğe yol haritası çizilmeye çalışılmıştır. Bu tür yapıtlar okununca günümüz/güncellik çok daha iyi anlaşılır, değerlendirilir, yorumlanır.
Bu yazarlardan biri de Erol Toy’dur. Onun romanlarının bir ucu Şeyh Bedrettin’de hatta Hitit’lerde diğer ucu 1990’lardadır. Bir ortaokul diplomasına sahip olmasına karşın sınıfsal mücadele içinde kendini yetiştirmiş yazarımızın İmparator romanı, yerli kapitalizmin nasıl ve hangi koşullarda doğduğunu, geliştiğini ve siyaseti nasıl avucuna aldığını anlatır.
1970’li yılların ilk yarısında okurlara sunulan İmparator’un başkişisi “Fehmi Çok”tur. Bu ad Vehbi Koç’u çağrıştırır. Vehbi Koç adı ise halk dilinde “Vehbi Koç gibi adam” benzetmesinin doğmasına vesile olmuş; deyim, çok zengin kişiler anlamında kullanılmıştır. Erol Toy, romanının başkişisinin, adı çağrışımla ortaya atılan ilgili şahıs değil yerli sermayenin tümünün karışımı olan bir karakter olduğunu belirtmiştir. Ve yine o dönemin ünlü sermayedarları da çağrışımları güçlü adlarla romanda yer bulmasına karşın Atatürk, İsmet İnönü, Celal Bayar, Süleyman Demirel, Bülent Ecevit gibi birçok dönem siyasetçisi gerçek adlarıyla anılmıştır.
Kurtuluş Savaşı bitmiştir, cumhuriyet ha kuruldu ha kurulacak... Bir devletin olmazsa olmazı elbette ekonomidir. Osmanlı’dan da negatif miras kalan bu olgu nasıl yönetilecektir? İşte burada Atatürk’ün deyimiyle “ılımlı” devletçilik anlayışı devreye girer: Serbest piyasa ve birey esastır ama bunların sermayesinin yetmeyeceği veya aşırı riskli olduğu için el atamayacağı alanlara devlet girecektir ama bir şart vardır: Hiçbir zaman bireyin önüne geçmemek. Aksi takdirde rejim “sosyalist” eksene kayacaktır. Peki, ülkede sermaye sahibi insanlar var mıdır? Yoksa yaratılacaktır. İşte İmparator “yerli sermayedar” yaratmanın romanıdır.
Fehmi Çok, TBMM binasının tadilatı sırasında devletin ondan yardım istemesi üzerine Türkiye tarihindeki yerini alacak olan “Angaralı” bir bakkaldır; girişimci, tuttuğunu koparan ve dolayısıyla öz güveni yüksek biridir. Sonrasında adım adım ilerletir hükümetlerle temelinde ticaret olan ilişkilerini. Celal Bayar’a da yakındır, İsmet İnönü’ye de; Demirel’i getirmiştir, Ecevit’ten uzak durmaz; yani politik dengeleri korumayı çok iyi başarır. Askerlerle de arası iyidir. Siyasi havayı daha iyi koklayıp kârını arttırabilmek için yüksek bürokrasiden bilgi almanın yollarını da bulur. Dış dünyaya açılır, önce yabancı şirketlerin acenteliklerini alır, sonrasında onlarla ortaklıklar kurar. Fabrikalarına fabrikalar katarken kendisine dokunacak başkalarının yatırımlarını engellemenin, onları ayak oyunlarıyla yok etmenin piri, üstadı olur. Anadolu’daki bayilerini gerektiğinde bu oyunlarına katar; hatta onları siyasi hedefleri için araç olarak kullanır.
Derken fabrikalardaki işçiler yavaş yavaş üretimden gelen gücünü kullanırlar: Grev. Çok sert tepki gösterir Fehmi Çok emsallerinin aksine. Valiyi devreye sokar; işçilerle kolluk kuvvetlerini karşı karşıya getirir. Sonrasında kendilerinin de örgütlenmesi gerektiğini anlar ve camiayı bir çatı altında toplar. 1961 Anayasası’nı kendi aleyhlerine gören sermaye sahipleri ondan bir an önce nasıl kurtulmaları gerektiğinin stratejisini belirlerler. Bu arada sol cenahı ne kadar çok parçalara ayırırlarsa onlar için o kadar iyi olacaktır. Bunun için provokasyonlar dahil her yolun önünü açarlar. Sermaye sınıfı güçlenirken ülke insanları hak ve özgürlükler de gittikçe küçülür; milli gelirden aldıkları pay azaldıkça azalır. Roman hep kazanan kaymak tabakanın bir gün insanca bir yaşam isteyen kitlelere karşı kaybedeceği umuduyla sona erer.
Fehmi Çok ve Türkiye özelinden anlatılmasına karşın uluslararası bağlamda da İmparator’un elbette gerçek hayatta karşılığı vardır. Bunu da bir bilim insanı yıllar sonra bir akademik çalışma olarak yayımlamıştır: Koray R. Yılmaz, Mahalle Bakkalından Küresel Aktöre Arçelik / İşletme Tarihine Marksist Yaklaşım, Sosyal Araştırmalar Vakfı Yay, İstanbul, 2010. Bu araştırma inceleme yapıtı İmparator gibi yalnızca “Koç” ekseninde değil, uluslararası alana, Marksist yaklaşımlara, kapitalizmin tarihine de uzanan çok katmanlı bir yapıt olmakla birlikte kitaba yazardan sonra ikinci bir ön söz yazan Fuat Ercan “Koç” eksenine de şöyle değinir:
“Çalışmada Türkiye’de kapitalizmin kendine özgü gelişme eğilimleri içinde inanılmaz zengin detaylar üzerinden zincirlerinden boşanan dev Koç Holdingin önemli bileşeni olan Arçelik analiz ediliyor. Nasıl ‘…Vehbi Koç bir kişi değil, bir müessese’ ise Arçelik de sadece bir işletme değildir. (…) Erol Bilibik’e göre ‘Koç kapitalinin, sanayi kapitalinin pazarlamasının Türkiye’de örgütleniş biçimi, Adalet Partisi yerel yönetim başkanlıklarının bayilikler şeklinde elde bulundurulmasına yöneliktir. Yani AP’yi iktidara getirecek iller, ilçeler bazında başkanlar Arçelik bayilerinin sahipleri durumundadır. Bunların hepsini üst üste koyduğumuz zaman durum şunu gösteriyor: ‘Yeni ve kuvvetli bir iktidar var: Özünde de sanayi burjuvazisinin iktidarı.”
İktisatçı Akademisyen Koray R. Yılmaz kitabının ön sözünde şunları söyler: “…kitap, toplumsal/sınıfsal nitelikleri, yönetim ve mülkiyete dair içerikleri ile ‘genel olarak sermayenin’ temsil niteliğindeki parçaları olan şirket/işletme/firma (ŞİF) adı verilen ilişki toplamına yönelik eleştirel bir denemedir. (…) ŞİF direkt olarak ya da dolaylı bir biçimde, ama yeryüzündeki insanları ortak kesen bir eksen ve onları zorunluluk alanına hapseden, dolayısıyla özgürlük alanını daraltan temel bir ilişki biçimidir.”
İnsanları temel gereksinimlerini karşılayacak veya azıcık yukarıya taşıyacak hayat alanlarına hapsedip özgürlüklerini kısıtlamak, küresel sermayenin dünyayı ele geçirmesi anlamını taşımaktadır ki İmparator bunu roman tarzında, Koray R. Yılmaz bilimsel olarak ortaya koymuştur.
Son bir söz: 1970’li yıllarda yazılan, politikacıları gerçek adlarıyla yansıtan İmparator update edilip günümüzde yazılsaydı yazarına, yayıncısına acaba ne olurdu?
/././
Marx’ın vampirleri ve medyanın yeni sermayedarları -Ceren Sezeri-
Kapitalist sermayenin vücut bulmuş halidir. Sermaye ölü emektir, vampir misali canlı emeği emer. Yönetmen Julian Radlmaier, Karl Marx’ın Kapital’de sıkça başvurduğu vampir metaforunu, kelimenin birinci anlamıyla alıyor. Şu sıralar Mubi’de gösterimde olan Kan Emiciler- Bir Marxist Vampir Komedisi sinema ve edebiyat dünyasına türlü göndermeler içerirken ‘vampirinizi ya da sermayedarınızı nasıl seversiniz’e de komik cevaplar arıyor. Neticede kimi sermayedar göze ilk bakışta vampir gibi görünmüyor.
Galiba Türkiye’de en az sermayedar gibi görünenler medya patronları. Özellikle iktidar yandaşı olmayanlar kendilerini demokrasiye adamış hayırsever izlenimi yaratıyor. Medya kendi pazarında para kazandıran bir yatırım değil, aksine büyük zararlara katlanmayı gerektiriyor, bir de üstünde RTÜK’ün kılıcı sallanırken iktidardan ihale almak isteyen patronlardan başka kim, neden ister ki bu işe girmeyi?
Türkiye’de medya sahipliği iktidarla mesafesi üzerinden çok berraklaştı, kimilerine göre kutuplaştı ancak bir o kadar da işe yaramaz hale geldi, özellikle iktidar açısından. Bu yüzden bazı gri alanlara ihtiyaç var. Son günlerde gündeme gelen yeni açılacak gazete ve televizyon beklentileri biraz bu gri alanları doldurmaya işaret ediyor. Candan Yıldız T24’te şimdilik sadece söylenti düzeyinde olan yeni medya girişim haberlerini derleyip sahiplerinin neden gizli tutulduğunu sordu. İddialar daha çok medyadan haber veren internet sitelerinden yayılıyor, kimi istifalar bu iddiaları doğrular gibi görünüyor. İddiaya göre yeni kurulacak mecralardan birinin adı Nefes’miş. Hem televizyon hem de basılı gazete hazırlıkları yapılıyormuş. Turgay Ciner’in büyük iddia ve yatırımla girdiği gazete piyasasında dokuz senede pes ettiği düşünülürse yeni sermayedarın ya çok parası var ya da öyle düşünülsün istiyor. Yıldız’ın da belirttiği gibi Kocaeli’nde Nefes diye bir yerel gazete var. Belki bu işten kârlı çıkacaklardan biri odur. Nefes TV adıyla bir marka başvurusu da yapılmış. Kanalın patronunun Sözcü’nün de avukatlığını yapmış İsmail Yılmaz olduğu söyleniyor. Ben şirkete dair herhangi bir kayıt bulamadım ancak herkesin emin olduğu avukatlık yaparak bu sermayeye ulaşılamayacağı, yani arkasında başka bir isim var, kim olduğu bilinmiyor.
Radikal’in yalnızca gazete değil televizyonla da geri döneceği epey zamandır konuşuluyor, heyecan yaratıyor. Geçen hafta Gazete Pencere ile Yavuz Selim Demirağ arasında yaşanan polemik bu heyecanın göstergesi. Arkasındaki isimler bunun bir Aydın Doğan mirası gibi düşünülmesini istemişler, bence akıllıca bir taktik, bugünkü koşullarda Doğan medyasını özleyen çok isim var. Ancak gerçeğin er geç ortaya çıkacağı belliydi, Doğan Grubu 2018’de Hürriyet Gazetecilik’i satarken içinde Radikal de vardı. Bir süre sonra arşivinin kapanması bunun en önemli kanıtı. Radikal, sol liberal sayılabilecek bir çizgideydi. Gazeteden ayrılanlar bugün internette çeşitli mecralarda o boşluğu dolduruyor. O halde bugün başka bir isim yerine Radikal’e kimin, neden ihtiyacı var? Eski Radikal çizgisinde bir gazete belki mümkün, ama televizyon kanalına RTÜK lisans verecek mi? Arkasında kim olduğuna bağlı.
Medya sahipliğinin ne kadar sisli bir alana dönüştüğüne dair daha somut bir örnek verelim. Ekol TV’nin Mubariz Mansimov’a ait olduğunu düşünüyoruz değil mi? Mansimov da kanala gitmiş, neden bu işe girdiği sorusuna “Sesimi duyurmak istiyorum” yanıtı vermişti. Şirketin ticari kayıtlarının hiçbir yerinde Mansimov’un ya da ortağı olduğu düşünülen birinin adı geçmiyor. Bir önceki dönem Sivas Belediyesi’nin AKP’li Meclis Üyesi Hatice Kurt Vizyon 58 kanalının sahibiydi. Kurt, AKP’li olmasına rağmen 2021’de isyan etmiş “Yeter artık. Basını özgür bırakın, basın işini yapsın!" demişti. Mart 2024’te satılan kanalın adı Ekol TV oldu ve Ersan Şen’in aldığı söylendi. Ersan Şen’in de adı hiçbir yerde geçmiyordu. Kanalın sahibi görünen Ilgın Sinanoğlu, bir televizyon sermayesi biriktiremeyecek kadar genç bir isimdi. Halen kanalın yönetim kurulu üyesi görünüyor. Ancak geçen eylülde Ekol TV tek ortaklı bir anonim şirkete dönüşüyor, sahibi de Mansimov değil Emrah Doğru. Kendisini Show TV Yurt Haberleri Müdürlüğü’nden hatırlıyoruz. Sezgin Baran Korkmaz sarsıntısıyla kanaldan ayrıldığı ancak ardından Haber Türk’e geçtiği söylenmişti. İnsanlık adlı bir dergisi ve bu dergi adına ödül verdiği isimler var. 2019’da Sezgin Baran Korkmaz’a, geçen yıl Hamidiye Etfal Hastanesi Basın Danışmanı Hüseyin Bayoğlu'na verilmiş. Yılın gazetecisi Sabah gazetesinden Abdurrahman Şimşek seçilmiş. Doğru, makam ziyaretlerini seven biri, ziyaretleri karşılık da buluyor. İstanbul Cumhuriyet Başsavcısı Akın Gürlek, RTÜK Başkanı Ebubekir Şahin, son olarak eski Jandarma Genel Komutanı Arif Çetin iade-i ziyaretleri duyurulanlardan. Doğru’nun sesini duyurma biçimiyle Mansimov’unki epey farklı ve sorular barındırıyor.
Demokrasilerde toplumun medyanın ardındaki gerçek sermayeyi bilme hakkı var. RTÜK’ün sitesine girdiğinizde şirket isimlerinden başka bir şey görmüyorsunuz. TV100’ün patronu olduğunu bildiğimiz Necat Gülseven’in genişleyen medya yatırımlarını Bahadır Özgür yazmıştı. Medya sermayesinde gri alan giderek yayılıyor. Gazetecilik adına olduğu kadar okuyucu için de yükselen bir risk bu. Türkiye’de sermaye medyasının yaptığı habercilik patronunun çıkarlarından ayrı düşünülemez çünkü editöryel bağımsızlığı koruyacak mekanizmalar yok.
Başta sözünü ettiğim Kan Emiciler filminde patronunun vampir olduğuna inanmayan Lyuvoschka’ya işçiler “peki neden onun boynunda ısırık izi yok?” diye soruyor. RTÜK’ün işini yapmadığı bu gri sisli havada kimlerin ısırılmadığına bakmak yol gösterici olabilir. /././
'Pekin Adamı’nı kim kaybetti?-Ceren Ergenç-
2 Aralık, 1920’lerde Çin’de bulunan ilk homo erectus ve adına “Pekin Adamı” denilen fosillerin bulunuş yıl dönümü. 700 bin yıl önce yaşadığı tahmin edilen bu fosilin bulunması modern insanın atalarının sadece Afrika’dan değil, Asya’dan da çıktığını gösteren ilk kanıtlardan. Bu ilk fosillerin bulunması süreci aynı zamanda Çin’de arkeoloji bilimini başlatan ivme olmuş. Bu nedenlerden dolayı Pekin Adamı, Çin için bir ulusal gurur kaynağı.
Pekin Adamı’nın sonrasında başına gelenler de Çin’in bugün antiemperyalist milliyetçi söylemini besleyen kaynaklardan biri. Günümüzde ABD’nin Çin karşıtlığı arttıkça, Çin’de Pekin Adamı’nın keşif yıl dönümü daha da şaşaalı kutlanıyor.
Pekin Adamı nasıl oldu da Çin-ABD rekabetinin malzemelerinden biri haline geldi?
Arkeolojinin ulusal kimliğin inşasında kullanılması tüm dünyada -ve Türkiye’de de- gözlemlediğimiz bir durum. Çin’de de arkeolojiye çok önem veriliyor. Örneğin, her türlü bilimsel çalışmanın durduğu Kültür Devrimi yıllarında, ilk yazının bulunması gibi Çin ulusal kimliğinin öğelerini destekleyecek kazılar durmamış. Bugün de Çin arkeoloji alanında en yüksek bütçeli ve teknolojili çalışmaları yapan ülke diyebiliriz. Ama örneğin, Çinlilerin homo erectus’tan geldiğinde ısrar ettikleri için neandarthal izlerinin bulunması tartışmalı bir konuydu. Pekin Adamı’na dair mesele de -Türkiye’den de aşina olduğumuz üzere- kazılarda uluslararası arkeoloji ekiplerinin çalışmasının ulusal kimlikle çatışmasına dair...
Pekin yakınlarındaki Zhoukoudian bölgesinde ilk homo erectus fosilinin bulunmasından sonra Kuzey Amerikalı ve Avrupalı arkeologlar kazıları genişletirler ve yirmi yıl gibi bir süre içinde Pekin Adamı’yla yaşıt 40 kadar fosil bulunur. Bu kadar yoğun bir homo erectus keşfi o dönemde arkeoloji bilimi için şaşırtıcı olduğu için kazılar Rockefeller gibi isimlerce fonlanır.
Çinli arkeologların da katıldığı uluslararası kazı çalışmaları 2. Dünya Savaşı’nın başlamasıyla aksar. Yabancı arkeologlar Zhoukoudian kazılarına katılmaya başladığında 1920’lerde iktidar olan Can Kay Sek hükümeti kazılarda bulunacak kalıntıların yurt dışına çıkarılmasını yasaklamıştır. Ancak 2. Dünya Savaşı sırasında Japonya Ordusu Çin’i işgal edip Pekin’i ele geçirince bu önemli kazının buluntularını kilitli ahşap sandıklara koyup savaş bitene kadar New York’taki Tabiat Müzesinde saklanmak üzere Amerikan Deniz Piyadelerine emanet eder. Amerikan Deniz Piyadeleri, sandıkları ABD eski başkanlarından Harrison’ın ismini taşıyan savaş gemisiyle ABD’ye götüreceklerdir. Ancak gemi yolda Japonya ordusunun saldırısına uğrar. Mürettebat yükler Japonların eline geçmesin diye gemiyi batırmaya çalışır ama gemi sadece yüklerini kaybetmiş olarak karaya oturur. Savaş sonrasında deniz altında araştırma yapılmasına rağmen, Pekin Adamı fosillerinden bir daha haber alınamaz. Bu, modern dünyanın çözülemeyen sırlarından biri olma özelliğini bugün de koruyor.
Çin, fosillerin kaybolmasından ABD’yi sorumlu tutuyor. Ülkeden çıkmaması gereken kalıntıları savaş bahanesiyle çıkardığı için, çıkarttıktan sonra koruyamadığı için suçluyor. Kalıntılar bir daha bulunamadığı için, koruma kisvesi altında fosillerin piyadelerce çalındığı iddiaları da var.
Bu iddialara karşı kimi iddialar da fosillerin Japonların eline geçtiği ya da aslında Çin’den hiç çıkmadığı yönünde. Çin’den hiç çıkmadığını savunanlar, saldırıya uğrayan gemide çalışan kimi piyadelerin ifadelerine başvurarak, bunun o zaman arkeoloji ekibince planlanmış bir yanıltmaca olduğunu, herkes fosiller gemiye yüklenecek sanırken sandıkların Pekin yakınlarında başka bir noktaya gömüldüğünü iddia ediyor. Eğer gerçek buysa, fosillerin bugüne kadar bulunamamış olmasının bir nedeni, Çinli yağmacıların eline geçip yüksek fiyatlara Çin tıbbi malzemesi olmak üzere satılmış olması olabilir. Anyang’daki ilk yazılı tabletler de bir arkeologun kullandığı Çin tıbbi ilaçlarının içinde tablet parçaları farketmesiyle ortaya çıktığı için bu çok olanaksız bir ihtimal değil.
Bir diğer olasılık da Çin, 2. Dünya Savaşı sonrasında ilk önce Soğuk Savaş sırasındaki kutuplaşmalar nedeniyle arkeolojiye bütçe ayıramayacak kadar darboğaza düştüğü, sonrasında da Kültür Devrimi nedeniyle her türlü bilimsel çalışma aksadığı için fosillerin olduğu sandıkların gömüldükleri yerde unutulup gidilmiş olması. Son zamanlarda, tanıklıklara dayanarak bu yerin neresi olduğu bulunmaya çalışılıyor. Eğer saptanan yer doğruysa, Mao sonrası dönemde şehirleşmiş, üstüne AVM ve otopark yapılmış bir alan. Bu alanda arkeolojik çalışma yapmak imkansız değilse de çok masraflı. Ve fosillerin aslında Amerikalılarca kaybedilmemiş olması Çin’in yıllardır savunduğu söylemi yıkacak bir bulgu olur. Bu yüzden, Pekin Adamı’nın akıbetine dair somut bir gelişme yaşanamıyor.
Arkeoloji bir yandan tarih öncesi çağları araştırırken bir yandan da günümüz siyasetine ışık tutuyor. Gelecek hafta yıl dönümü kutlanacak olan Pekin Adamı, günümüzdeki Çin-ABD ilişkilerinin de bir öğesi olmaya devam ediyor.
/././
Ev baskınlarında 13 gazeteci ve yazar gözaltına alındı
Sabah saatlerinden itibaren gerçekleştirilen operasyonlarda en az 8 gazeteci ve 5 yazar çevirmen, yönetmen ve karikatürist de gözaltına alındı.
İstanbul, Diyarbakır ve Ankara dahil 30 ilde gerçekleştirilen operasyonlarda gazeteciler ve yazarlar da gözaltına alındı. Sabahın erken saatlerinde Ankara merkezli operasyonlarda 231 kişinin gözaltına alındığı bildirildi. Ayrıca Eskişehir merkezli ikinci bir operasyonun daha yürütüldüğü öğrenildi. Siyasetçilerin, insan hakları savunucularının, sendika üye ve yöneticilerinin gözaltına alındığı ev baskınlarında en az 8 gazeteci ve 5 yazar çevirmen, yönetmen ve karikatürist de gözaltına alındı. Gözaltına alınan gazeteciler bulundukları illerdeki emniyet müdürlüklerine götürüldü. Gizlilik kararı alınan soruşturmanın içeriği ve suçlamalarla ilgili avukatlara bilgi verilmedi. Ev baskınlarında gözaltına alınan yazar ve gazetecilerin isimleri şöyle Gazeteci Erdoğan Alayumat, Gazeteci Tuğce Yılmaz, Gazeteci Bilge Aksu, Gazeteci Ahmet Sünbül, Mezopotamya Kadın Gazeteciler Derneği Başkanı Gazeteci Roza Metina (Sultan Mercan), Gazeteci Bilal Seçkin, Gazeteci Mehmet Ücar, Gazeteci Suzan Demir, Çevirmen ve yönetmen Ardın Diren, Karikatürist Doğan Güzel, Türkiye Yazarlar Sendikası, Edebiyatçılar Derneği ve PEN üyesi 74 yaşındaki Yazar Hicri İzgören, Çevirmen ve yazar Ömer Barasi, Yayınevi Koordinatörü Baver Yoldaş. Öte yandan Gazeteci Gülcan Dereli’nin de İstanbul’da kaldığı eve baskın yapıldığı ancak Dereli'nin evde olmadığı öğrenildi.(https://www.evrensel.net/haber/535216/ev-baskinlarinda-13-gazeteci-ve-yazar-gozaltina-alindi)
***
(Evrensel)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder