Çok sayıda kentte ev baskını: Genel-İş Başkanı Remzi Çalışkan da gözaltına alındı
Merkez Korucuk Mahallesi'nde bulunan Korucuk İlkokulu'ndaki bir sınıf Sinop İl Müftülüğü'ne tahsis edildi.
Sınıfta 4-6 yaş arasındaki çocuklara "Kuran kursu" verildiği öğrenilirken okul müdürü durumu "Diyanet'le yapılan protokole" bağladı.
'Protokol diyorlar ama içeriğini göstermiyorlar'
soL'a bilgi veren Eğitim-İş Sendikası Sinop Şube Başkanı Celal Tuncay Şahbenderoğlu, konuyla ilgili okul müdürüyle görüştüklerini söylüyor. "Onayı var mı diye sorduk, onay almak gerekiyor diye uyardık. Durum devam edince İl Milli Eğitim Müdürlüğü'ne gittik, yazı da yazdık, Diyanet'le protokol olduğunu söylüyorlar, yazı var diyorlar ama yazıların içeriğini göstermiyorlar, yalnızca protokol numaralarını söylüyorlar" diyor.
Şahbenderoğlu, kentte müftülüğün başka okul müdürlerine de benzer bir teklifle gidildiğini ancak onların reddettiğini öğrendiklerini kaydediyor. "Bu müdür yeni gelmiş, bir şeklinde ikna etmişler" diye konuşuyor.
'Okulun karşısında 4 katlı binaları var'
Sendika şube başkanının anlattığına göre okulun hemen karşısında İl Müftülüğü'nün kendi binası var. "Yatılı Hafızlık Kız Kuran Kursu" olarak kullanılan bu binanın alt katında 3 sınıf bulunuyor.
"Okulla neredeyse yan yana bu binalar. Bu bina dururken ısrarla ilkokuldan sınıf isteyip, 4-6 yaş Kuran kursu açmaları ilginç geldi. Kendi binaları var sonuçta" diyen Celal Tuncay Şahbenderoğlu, duruma tepki gösteriyor.
Okulun karşısında müftülüğe ait olan 4 katlı binanın alt katında da 3 sınıf bulunuyor.Okul saatinde Kuran kursu: Karşı sınıftaki çocuklar da derslere giriyor
Okula dışarıdan "eleman" da getirildiğini anlatan Şahbenderoğlu, "2 yıllık açıköğretim ilahiyat bölümü mezunu bir 'eğitmen' var. Ancak bu kişinin herhangi bir pedagojik formasyonu yok" diyor.
Dahası müftülüğe tahsis edilen sınıfın tam karşısında okulun anasınıfı mevcut. Okul dışından birkaç öğrencinin geldiği Kuran kursu sınıfına okul içerisindeki anasınıfı öğrencileri de alınmış. "Mescit, anaokulu gibi bir şey yapmışlar" diyen Eğitim-İş Şube Başkanı durumu şöyle anlatıyor:
"Okul saati yapmamaları gerekirken saat 13'te başlıyorlar. Karşılarında okulun kendisinin anasınıfı var. Oradan da bazı öğrenciler giriyor derslere. Ama onun dışında da o anaokulu öğrencileri görüyorlar onları bütün gün zaten.
Ayrıca bu kursların paralı olduğunu da öğrendik. Orada bir de İŞKUR'dan görevli var. Kuran kursu için Diyanet'e bin 200 lira ödendiğini öğrendik. İl Milli Eğitim'e ikinci kez yazı yazıp kursun içeriğini ve paralı olup olmadığını da sorduk. 'O kısmı bizimle alakalı değil, Diyanet'e sorun' diye cevap geldi. Avukatımızla görüşüyoruz, konuyu mahkemeye taşımayı düşünüyoruz. Okul içerisine ücretli kurs da zaten açamaz."
Sinop İl Müftülüğü'nün okul içerisindeki Kuran kursunun hemen karşısında okulun anasınıfı bulunuyor./././
Depremzedelere yardıma giden yurttaşlara 2 yıl sonra HGS cezası -Özkan Öztaş-
6 Şubat depremlerinde yakınlarını kurtarmaya ya da depremzedelere yardım götürmeye giden araçlardan HGS geçiş ücretlerinin alınmayacağı duyurulmuştu. Birçok yurttaşa aylar sonra HGS cezası kesildi.Olay depremden 21 ay sonra kapıya gelen bir ceza makbuzuyla ortaya çıktı.
Deprem felaketinden etkilenen yurttaşlara yardım için yola çıkan Adana merkezli bir dernek, 6 Şubat'tan aylar sonra beklenmedik bir haber aldı. Derneğin depremzedelere yardım ulaştırmak için kullandığı araca, Hızlı Geçiş Sistemi (HGS) cezası kesildiği ortaya çıktı. Yaşanan olay sermayenin bürokratik çarklarının, insani yardımları dahi engelleyen işleyişini bir kez daha gözler önüne serdi.
Çok sayıda kişiye HGS cezası gönderiliyor
Olay Adana’da 6 Şubat depremlerinin ardından araçlarıyla depremden etkilenen 10 ile defalarca yardım götüren bir derneğin aracına kesilen ceza ile ortaya çıktı. Derneğin 01 FDD 81 plakalı aracına faiziyle birlikte 2 bin 895 TL idari para cezası gelmesinin ardından araçlarına gelen cezaları kontrol eden yurttaşlar benzer cezaların kendilerine de kesildiğini fark etti.
Afet hali gibi olağanüstü bir dönemde üstelik halk kendi inisiyatifleriyle yaralarını sarmaya çalışırken devletin bu dayanışmayı kolaylaştırmak yerine zorlaştırıcı bir tutum içinde olması tepki gördü.
Deprem sürecinde birçok otoyolu zarar görmüş ve trafik aksamıştı. Bu durum aynı zamanda dayanışmayı da zorlaştırmıştı. Yaklaşık 2 yıl sonra bozuk yollardan geçen araçlara gelen trafik cezası tepki gördü.'Yardıma gitmeyenler gidenlere ceza kesiyor'
Cengiz Bey Mersin'de yaşıyor. Depremi birebir hissedip yaşamış. "Evimiz yıkılacak diye korktum. Ama yıkılmadı. Burayı böyle yapan deprem başka yere ne yaptı acaba diye korktum. Hatta eşime deprem umarım burada olmuştur. Yok başka yerde olduysa biz böyle hissettiysek durum çok kötü dedim. Başka yerler mahvolmuştur diye düşündüm. Korktuğumuz da başımıza geldi. Hemen yakınlarımızı, tanıdıkları aradık. Akrabalarım Hatay'da, oraya gittim" diye anlatıyor yaşadıklarını.
Konunun kamuoyunda gündeme gelmesinin ardından trafik cezalarını kontrol eden Cengiz Bey dayanışmaya gittiği günlerde kendisine kesilen trafik cezalarını görünce şaşırdığını ifade ediyor.
Depremden bir hafta sonra yardıma giden Cengiz Bey, aracına kesilen HGS cezalarını göstererek, "Yardıma gitmeyenler gidenlere ceza kesiyor. Üstelik o yollar depremin ilk günleri bozulan, yıkılan yollar. Bozuk yola ceza kesmişler" diyor.'Üzerimize düşeni yaptık, ceza kestiler'
Cengiz Bey şunları söylüyor:
"Önce haber olunca ne yalan diyeyim, vardır bir hatası kusuru, depremi bahane ediyor olabilir dedim. Öyle düşündüm yani. Sonra E-Devlet üzerinden plakamı yazıp kontrol ettim. Bir baktım 15-16-17 şubat tariflerinde cezalar kesilmiş. Şimdi insan kendisinden de şüphe etmez ya. Ben aracımla erzak götürdüm birçok kez. Eşyalar devrilmesin zarar görmesin diye de yavaş yavaş gittim her seferinde. Zaten hız cezası değil bu. HGS cezası. Otobandan geçtik diye. Yahu keyfimizden mi geçtik, tatile mi gittik? Ticaret mi yaptık? Millet aç açıkta kalmasın diye erzak götürdük. Herkes gibi üzerimize düşeni yaptık. Ben esnafım. Aracımla gittim getirdim eşyaları. Sonra da bu cezalarla karşılaştım."
Cezayı görünce şaşırdığını ifade eden Cengiz Bey "Hükümet bütçe açığını böyle mi kapatacak yani? Hani ilk bir hafta ortada insanlar yardım beklerken hiç kimse yoktu. Herhalde hükümet benim gitmediğim yere başkası da gitmesin diyor" sözleriyle tepki gösteriyor yaşanan duruma.
'Madem yanlıştı, kusurdu, aylar sonra mı hatırladınız?'
Mersin'de esnaflık yapan Cengiz Bey, sabit adresi olduğuna, yıllardır aynı adreste çalıştığına dikkat çekerek şöyle diyor: "Madem o gün HGS'den geçmek hatalıydı, kusurlu bir şeydi. Niye bana tebligat gelmedi? 18 ay sonra mı hatırladınız? İnsan azıcık utanır. Ayrıca o yollar çatladı, köprüler yıkıldı. Depreme dayanamayan yollar inşa edenler bir de üstünden geçtik diye ceza yazmış."
Depremde dayanışma gösteren ve yardıma koşan insanların vicdanını yaralayan bir örnek olarak gündeme gelen trafik cezalarının silinmesi ve yapılan uygulamadan vazgeçilmesi bekleniyor. Cezayı ödeyen yurttaşlar cezanın iptali için dava açacaklarını da belirtiyor.
/././
Neden 'devletleştirme şart'?-Nevzat Evrim Önal-
Halkın refahının yükseltilmesi için üretim devletleştirilmeli; öte yandan devletin niyetinin bu olması için ise devlet, halkın devletine dönüştürülmeli.
Çok genel bir yanılgı, liberallerin “devlet karşıtı” olduğudur. Öyle olsaydı, neoliberalizmin emperyalist ülkelerde iktidara geldiği 1970’lerin son yıllarından itibaren, gerçekten söyledikleri gibi “devleti küçültmeleri” gerekirdi. Ama veriler, kapitalizmin en gelişkin olduğu ülkelerde devletin gelir ve harcamalarının ekonomideki payının bu tarihlerden itibaren azalmadığını, aksine arttığını gösteriyor.1
Liberaller genel anlamda devlet küçülsün falan istemiyor; yalnızca devletin özel sermayeye rakip olacak biçimde, sermaye tarafından da üretilebilen, bilhassa da yurttaşların ihtiyaçlarını sağlayacak nihai mal ve hizmetleri üretmesine karşılar. Çünkü bu durumda devlet sermayeye rakip olur ve sermayeden farklı biçimde devlet, kâr etmek zorunda değildir. Dolayısıyla devlet, bazı mal ve hizmetleri satmak için (yani birer meta olarak) değil halka bedelsiz sunmak için de üretebilir ki, liberaller en çok buna karşıdır.
Tabii liberaller bu karşıtlıklarını açık sözlülükle “devlet üretmesin de sermaye daha fahiş fiyatlara satıp yüksek kâr edebilsin” diye gerekçelendirmez. Onun yerine, her malın kendi arzı ve talebinden oluşan müstakil bir piyasasının bulunduğu, hayali bir “serbest rekabet dünyası” uydururlar. Bu dünyada satıcılar mallarının fiyatını maliyete göre belirler, alıcıların talebi de ihtiyaçlarına değil fiyata bağlıdır. Bu modele dayanarak, malların daha ucuza satılması için maliyetlerin (yani ücretlerin) düşmesi gerektiğini öne sürer, devletin kâr etmeden ucuza mal satmasının özel sermayeyi iflasa sürükleyeceğini, ayrıca bu ucuzluğun talebi “gereksiz” düzeye yükselteceğini, bunun sonucunda devletin hem arzı yok edip hem talebi körükleyerek kıtlık yaratacağını savunurlar. Böylelikle fiyatların yüksek olmasının temel sebeplerinden birinin şirket kârları olduğunu, devletçi bir ekonomide fiyatların ücretlere göre kesinlikle daha düşük olacağı gerçeğini kamufle ederler.
Bu yüzden liberal düşünce mutlaka özelleştirmecidir ve devletin üretime yönelik yatırımlardan genel olarak uzak durmasını, bir takım kamu yatırımları yapacaksa da bunların yalnızca sermayenin daha fazla meta satabilmesini sağlayacak biçimde gerçekleştirilmesini talep ederler. Örneğin demiryolları söz konusu olduğunda, liberallere göre devlet muazzam bir maliyet kalemi olan ray döşeme ve bakım işini halletmeli, trenleri ise özel sermaye işletmelidir.
***
Türkiye’de liberallerin elinde sınıf karakteri apaçık hale gelen devletin, halkın çıkarlarına nasıl aykırı bir maliye politikası yürüttüğünü geçtiğimiz hafta bu köşede tartışmıştık. Halihazırda ülkeyi yönetmekte olan siyasi iktidarın sermayenin çıkarlarını halkın yararına frenleme gibi bir niyeti olmadığı açık. Öte yandan, özelleştirmeler sonucunda devlet mal ve hizmet üretme olanaklarını büyük ölçüde kaybettiği, dev kamu işletmeleri yok pahasına özel sektöre devredildiği için; devlet artık, böyle bir niyeti olsa dahi, bu niyete uygun politikalar uygulamak için gereken araçlara sahip değil.
Komünistler bu yüzden “devletleştirme şart” diyor.
Liberallerin bir diğer efsanesi, fiyatların ücretleri takip ettiği, ücretler yükseldiği için fiyatların yükseldiğidir (efsanenin teorideki adı “ücret-fiyat sarmalı”). Bunun olmasını mümkün kılacak tek durum, işçi sınıfının toplu sözleşme süreçlerinde gerçek (yani enflasyon oranından yüksek) ücret artışlarını sermaye sınıfına dayatabilecek derecede örgütlü olmasıdır. Neoliberalizmin 1970’lerin ikinci yarısı itibariyle kazandığı zafer, Türkiye gibi ülkelerde askeri darbelere de başvurarak, bu örgütlülüğü ortadan kaldırmıştır. Günümüzde, dünyanın her yerinde, işçi ücretleri enflasyonu geriden takip etmekte, işçiler sürekli kaybetmekte ve kaybettiklerini geri kazanmaya çalışmaktadır.
Bu bağlamda, günümüzde enflasyonun başlıca nedeni sermayenin tekelleşme düzeyidir. Tekelleşen sermaye grupları, artık hiç de “serbest rekabete” dayalı olmayan piyasalara kendi ürettikleri metaları yüksek fiyattan dayatabilmektedir. Dolayısıyla tekelleşme, insanların temel ihtiyaçlarını karşılayan mal ve hizmetlerin üretiminde olduğunda insanlar bu harcamalardan kaçınamayacakları için, üretim süreçlerinde vazgeçilmez nitelikte olan enerji gibi sektörlerde olduğunda ise tüm diğer mal ve hizmetlerin üretiminde maliyet artışı yarattığı için hem enflasyonu yükseltmekte hem de daha fazla hane halkı borçlanması gibi ek sonuçlar doğurmaktadır.
Liberallere sorarsanız tekelleşme kötü bir durumdur, ama hemen ardından en kötü tekelin yine de devlet tekeli olduğunu söyleyeceklerdir. Oysa tekelleşme, iyi ya da kötü olarak görülmesinden bağımsız, kapitalizmin doğal bir eğilimidir. Rekabette başarılı olanlar güçlenir, piyasayı kontrol etmeye başlar ve bu sayede daha da başarılı olup daha da güçlenirler.
Bu yüzden tekel karşıtı yasalar ya da rekabeti koruma kurulları yoluyla tekelleşmeyi sınırlandırmaya çalışmak ve benzeri “çözümlerin” hepsi hem geçicidir, hem tekeller devleti de kontrol eder hale geldikleri için, bir yerden sonra abestir. Tekelleşmiş şirketlerin piyasaya kendi yararlarına ve halkın zararına yaptıkları müdahaleyi devlet ancak piyasaya hâkim olarak engelleyebilir. Bunun için de devlet doğrudan doğruya üretici olmalıdır. Yani özel tekellerin yarattığı sorunların tek çözümü devlet tekelidir.
Örneğin Tüpraş 2006 yılında özelleştirilmemiş olsaydı ve Koç’un değil de halen devletin elinde olsaydı, 2022 yılında pandemiden çıkış sürecinde aynı anda hem dünya çapında petrol fiyatları hem Türkiye’de dolar kuru yükselirken yüzde 1000’den fazla kâr etmek yerine yükselen enflasyonun önemli kaynaklarından biri olan akaryakıt fiyatlarını baskılayabilirdi.2
Bu nedenle az önce bahsettiğimiz iki sektör grubunda, yani halkın temel ihtiyaç nesnelerinin üretildiği sektörlerde ve üretim maliyetlerini belirleyen başlıca malları üreten sektörlerde kapsamlı bir devletleştirme yapılmalı, özel tekeller devlet tekellerine dönüştürülmelidir.
***
Ayrıca özel sektörün kâr etme zorunluluğu başka felaketler de yaratıyor.
Örneğin Yenidoğan Çetesi vakasında gördüğümüz vahşet, doğrudan doğruya söz konusu hastanelerin özel hastane olmasından kaynaklandı. Eğer Türkiye’de sağlık sektörü devletleştirilmiş ve özel sermaye faaliyetlerine kapalı olsaydı, boş duran yenidoğan yoğun bakım üniteleri kimse tarafından bir kâr fırsatı olarak görülemeyecek ve böyle bir suç da işlenemeyecekti. Bu vakada ölenler bebek olduğu için infial de büyük oldu, ama özel hastanelerde sistematik olarak hasta yararı değil hastanenin kârı gözetiliyor ve sağlık derdiyle bu kurumlara giden her yurttaş bir yandan da “hangi gereksiz tahlil ya da tedaviye kazıklanacağım” derdiyle boğuşuyor.
Ya da, en tehlikeli iş kollarından biri olan madencilik alanı sadece devlet kontrolünde olsa, kârlılık amacıyla güvenlik harcamaları eksik bırakılmayacak ve Soma’da 301 işçinin ölümüyle sonuçlanan kitle katliamı yaşanmayacaktı. Bugün Çayırhan’da işçiler özelleştirmeye, iş güvencesi gibi kaygıların yanı sıra, bu gerçeği bildiği için direniyor.
Komünistler bu yüzden de “devletleştirme şart” diyor. Özel sektör sadece pahalıya satmıyor, aynı zamanda öldürüyor.
***
Öte yandan, bugün Türkiye’de devletin elinde olan işletmeler de piyasacı AKP tarafından halkın çıkarları doğrultusunda işletilmiyor. Örneğin son dönemde fahiş fiyatların en fazla tartışıldığı GSM operatörlüğü sektörü, yukarıda tartıştığımız çerçevede Türkiye’nin en tekelleşmiş sektörlerinden biri. Neredeyse tüm aboneler üç şirket arasında paylaşılmış durumda. Öte yandan, bu üç şirketten ikisinin hâkim ortağı Türkiye Varlık Fonu, doğrudan Cumhurbaşkanına bağlı. Ama devlet, bu şirketleri halkın en temel ihtiyaçlarından birini karşılayan bir kamu kuruluşu olarak değil, herhangi bir özel sermaye şirketi gibi, kâr maksimizasyonu doğrultusunda yönetiyor. Bu yüzden Türkiye’de haberleşme çok pahalı.
Devlet aynı zamanda, özel sektöre para kazandırmak için kamusal hizmetleri bilinçli biçimde niteliksizleştiriyor. Bunu en belirgin biçimde eğitim sektöründe görüyoruz. İktidarın İslamcı ve piyasacı karakterleri birbiriyle belki de en fazla burada uyum içerisinde çalışıyor. Devlet okullarına ayrılan kaynaktan imam hatipler öğrenci sayısıyla açıklanamayacak bir pay alıyor, geri kalan devlet okullarında tuvaletlerde sabun dahi bulunmuyor. Bunun sonucunda sadece laik duyarlılığı olanlar değil, parası olan herkes çocuğunu özel okullara yazdırıyor.
Komünistler bu yüzden sadece “devletleştirme şart” demiyor, “ama yetmez” diye ekliyor. Halkın refahının yükseltilmesine yönelik devlet politikalarının geliştirilebilmesi ve uygulanabilmesi için üretim devletleştirilmeli; öte yandan devletin niyetinin bu olması için ise devlet, halkın devletine dönüştürülmeli.
Onun için de devrim şart.
- 1.ABD, İngiltere, Almanya, Fransa ve Japonya için devlet gelirlerinin GSYİH’ye oranı: https://www.imf.org/external/datamapper/rev@FPP/USA/FRA/JPN/GBR/DEU; devlet harcamalarının GSYİH’ye oranı: https://www.imf.org/external/datamapper/exp@FPP/USA/FRA/JPN/GBR/DEU. Haritanın altındaki ikinci grafikte tarihsel hareketi görebilirsiniz. Dilerseniz bu grafiğin sağındaki listeden istediğini ülkeleri grafiğe ekleyebilir ya da çıkartabilirsiniz.
- 2.https://haber.sol.org.tr/haber/akaryakit-zamlari-tuprasa-yaradi-kari-10…
İşte bu şartlarda geceleri -5 dereceyi bulan soğukta, tozlukları, baretleri, eldivenleri ve kafa fenerleri ile varlık satışına karşı mücadele ediyor Çayırhan'daki madenciler. "Direnmekten başka şansımız mı var? Özeli de gördük devleti de. Özel firmanın işçiye da faydası yok memlekete de. Devletin olsun herkes kazansın işte" diye başlıyor madencilerden Seyfi* bu süreci anlatırken.
Çayırhan Maden Sahası 2000 ila 2020 yılları arasında Ciner firmasına devredilmiş. Seyfi, "O zamanlar kiralıktı. Şimdi toptan satış diyorlar. Git istediğine sor. Lojmanları kullandırmadılar, maaşları eksik yatırdılar, aldığımız maaşı asgari ücretin karşısında erittiler. Diyorlar ki, o zamanlar kiralıktı, şimdiyse satacağız. Biz özelini de güzelini de gördük. Karnımız tok. Buraya en son giren işçi benim. 2015'ten beri buradayım. Çok sık işçi alımı olmaz burada. O yüzden Ciner dönemini hatırlamayanımız yok. En tıfılımız 10 yıldır burada çalışıyor. Az değil" sözleriyle anlatıyor yaşadıklarını.
Ateş başında ısınan işçiler yer yer eksi 5 dereceye kadar düşen hava şartlarında mücadelelerine devam ediyor.'6 Şubat Depremi'nde düşünmeden çıktık yola. Patrona soran mı oldu?'
Ateş etrafında ısınıyor madenciler. Odun ateşinin dumanı gözleri yakıyor yaklaştıkça. Azıcık uzaklaşınca buz kesiyor hava. Dışardan desteğe gelenler ve gazeteciler haliyle çok dayanamıyor soğuğa. Bir yüzünü bir sırtını dönerek ateş etrafında ısınanlara "döner kebabı gibi dönüyorlar" diye espriler yapıyor madenciler. Neşeleri ve umutları bir şekilde tazelemenin yollarını biliyorlar.
Madencilerden Orhan "Aramızda kalsın böylesine direnmek koymaz bize. Madende buz gibi havada yeri geldiğinde belimize kadar suyun içinde maden çıkarıyoruz" diyor. Sonra elini kaldırıp parmağının ucuyla madenin girişini işaret ediyor: "Bak. İşte orası madenin ağzı. Şu tepenin ardında çıkışı var. Burayı bir oluk gibi, bir boru gibi düşün. Yani rüzgar buradan girince diğer uçtan efil efil eserek çıkıyor. Yaz kış demez buz eder havayı. Öyle zor şartlarda çalışıyoruz ki bu direniş, soğuk falan koymuyor adama valla". Orhan anlatırken bunları inatçı bir gülümseme beliriyor yüzünde. Kirli sakallarının altında tütünden sararmış dişleri ve yılların hediye ettiği çizgiler alnında hareketleniyor gülümserken. Bu haliyle filmlerdeki maden işçilerine benziyor daha. Sonra ateş etrafında sanki çalışanlar kendilerinden başka biriymişçesine yaşadıkları zorlukları anlatıyorlar birbirlerine.
Hava kararınca işçiler ateş etrafında beklemeye devam ediyor. Sıcak çay ve yanan ateşle ısınmaya çalışıyorlar. Yüzlerindeki ifade hem umudu hem de endişeyi aynı anda yansıtıyor.Mehmet en gençlerinden. 42 yaşında. Masmavi gözlerine eşlik eden yakışıklı bir gülümsemeyle dahil oluyor sohbete. Gelirken kartondan yaptığı tepsiyle altı bardak çay getiriyor. "Siz şekersiz içiyorsunuz değil mi?" diyor. Çaya bir şeker atıyorum yine de, malum grevdeki işçilere her an yemek gelmiyor gelince de dışardan desteğe gelenler ve gazeteciler kaçışıyor sağa sola önce madenciler yesin diye. Açlığını bastırsın diye fazladan bir şeker atan madencilere dahil oluyoruz çaktırmadan.
Söz dönüyor dolaşıyor 6 Şubat depremlerine geliyor.
Mehmet, "Yalan yok abi ben çok etkilendim. Çok kötü şeyler gördük" diyor. Enkazlardan cansız bedenleri, yaralıları çıkarmışlar. Depremde kurtardıkları kişilerle hala görüşüyorlarmış. Nasıl oldu diye sorunca, "Valla biz özel bir şey yapmadık. Enkazdan çıkardığımız herkes telefonumuzu aldı, adımızı sordu. Şirketi arayıp bana o madenciyi bulun diyen depremzedeler olmuş. Valla içlerinden biri Adıyaman'dan bu yaz bir pestil yolladı hatta."
Madenciler, depremde onlarca insanı enkazdan çıkardı. Tüm gazetelerde ve televizyon programlarında övgülerle bahsedildi kendilerinden. "Zor yerlerde çalışmaya alışıklar, kurdukları bariyerlerle böylesi yerlerde çalışmayı biliyorlar" diye anlatıldı her bir örnekte.
Mehmet hikayeye şu sözlerle devam ediyor: "Şimdi Allah aşkına, burası devletin. Biz deprem sabahı bastık gittik. Hatta sabah vardiyasına gelenlerin diyebilirim ki yarısından fazlası bindi dolmuşlara gitti. Ben hem Maraş'a gittim hem Adıyaman'a. Hiç işten atılırım diye düşünmedim. Ha atacak olsalar yine giderdim. Can pazarı... Ama burası bir patronun olsa, özelde olsa, tüm işçiler iki defa düşünürdü. Sonuçta izin dediğin şey patronun iki dudağının arasında. 'Vermiyorum lan izin falan!' dese ne diyeceksin? Hadi çıktı bir iki deli attı baretini yere bastı gitti. Geri kalanlar? Kimse çocuk değil abicim. Millet emekliliğine gün sayıyor."
"6 Şubat Depremi'nde başımızda bir de özel bir şirketin patronu olsa ne yapardık?"
Tüm işçilerin gözleri büyüyor bu ihtimal karşısında. Deprem gibi bir şey.
(https://twitter.com/i/status/1860067154743427092)
Memleketler, baretler, tütün molası: 'Grevde akla gelir madenci bir de ölünce'
Selim bir elinde tuttuğu kağıt bardaktaki çayla elini ısıtırken diğer eliyle tütünlüğünü çıkardı. Tek eliyle ustaca bir hareketle kağıdı serdi. Tütünü dizine bıraktı. Parmağın ucuyla azıcık harmanladığı tütünü alıp kağıda sardı. Diliyle nemlendirdiği tütün kağıdını sararken dudağında kalan tütün tanelerini tükürdü yere.
"Adıyamanlı mısın sen? Yoksa Bitlisli mi?" diye sordum gülerek. Yanındaki arkadaşı "Yıllardır böyle içer bu. Şimdi pahalı ya sigara. Kıymete bindi bunun tütünü. Sar len bir tane de bana" diyerek vurdu omuzuna.
Selim, "Çorumluyum abi ben. Burada Doğu'dan pek kimse yok. Nadir çıkar, tek tük. Ekseriyetle Bartınlı var burada. Bartınlı, Zonguldaklı. Ondan sonra Çorumlular gelir. Ben İskilipliyim" diye yanıtlıyor memleket ayrıntısını. Zonguldak ve Bartınlılar pek makul oluyor bu işte. Atadan dededen madenci hepsi. Kendisi değilse komşusu. Bu işte mahirler. Geride kalanlar da biliyor neyle karşılaşacağını, madene ineni de. Çorumlular zaten her işin cefasındalar. Ankara'da hamal ya da inşaatçı Çayırhan'da madenci.
Memleketler gibi baretler de ayrışıyor birbirinden.
Ateş etrafında toplaşan memleketliler gibi bir de meslekler şekilleniyor hemen. Neye göre belirleniyor bu mesele diye sorunca elindeki çay karıştırıcısını alan bir madenci tahta çubuğu işaret fişeği gibi kullanarak anlatmaya koyuluyor.
"Bak bu turuncu baretlilerin hepsi yer üstü çalışanı. Madenden sonrası bizden sorulur." Bizden derken tahta çubuğu kafasındaki barete vuruyor turuncu baretini göstererek. "Sonra şu gördüğün sarı baretlilerin hepsi madenci. Onlar yer altında. Mavi baretliler elektrik ve teknik ekip. Burada her şey elektrikle yürür. Raylar onlarla çalışır. Aşağıda hiltiler, kırma aletleri, sonra işçileri madene taşıyan bu vagonların hepsi elektrikle çalışıyor. O yüzden sayısı az değildir mavi baretlilerin. Beyaz baretleri de biliyorsun işte. 'Bizim fotoğrafımızı çekmeyin' diyenler. Onların sayısı az." deyip gülüyor Selim. Beyaz baretliler yetkili ya da mühendis olarak tarif ediliyor.
Madenciler elektrikli çalışan vagonlarla iniyor madene. Tüm sistem elektrikle çalışıyor. İşçilerden biri "Bakma dört beş koltuk durduğuna. Buraya yirmi otuz madenci biniyor" diyor.Grev ve direniş mevzusuna sıra gelince madencilerin yüzünde alaycı bir gülümseme beliriyor. "Bak millet 'bu memlekette madenci vardı değil mi' diye hatırladı yine. Böyle abicim. Madenci ya ölümde geliyor akla ya grevde. Bak ben eskiden gazeteciydim. Yerel basında çalışırdım. Bıraktım madene geldim. Niye? Daha mı rahat olduğu için? Düşün buraya yılda bir kez denetlemeye gelen yetkiliye bile günü birlik sigorta yapılıyor madene girdiği için. Ölürse aşağıda başlarına bela olmasın diye. Buranın tek avantajı aldığımız maaş ve erken emekli olma ihtimalimiz. Malum, çok zor iş. Valla abartmayayım kardeş, ama ben inşaatta da çalıştım. Madenden daha zor iş görmedim. Şimdi şirketi satsınlar, emeklilik güme gitsin, aldığımız maaş erisin diyorlar. Yok öyle yağma. Valla kimsenin eşeği değiliz af edersin" diyor içlerinden biri.
Çalışma şartları zor. İçeride sigara içmek yasak.
Herkes elinde getirdiği poşetle yemeğini taşıyor. Evlerde hazırlanan yiyecek genelde ekmek arası gibi pratik şeyler oluyor. "Sadece Ramazan'da, oruçluyken hep beraber yemek yiyoruz. Yoksa geri kalan zamanlarda herkes evden getirir. Aşağıda binlerce metre içerde yer altı suları sızar. Sağa sola şıpır şıpır akar. Öylesi yerde oturup yemek yiyecek ortam olmuyor zaten. Ekmek arası ye devam et" diye anlatıyorlar.
Enfiye kutusunu cebinden çıkaran madenci, "Aman kimse görmesin kutunun fotosunu çek sadece" diyor.Peki sigara molası? O yok mu diye sorunca. "Valla hiç aklımıza gelmiyor biliyor musun? Ben tiryakisiyim ama sigara dışarı çıkınca aklıma geliyor sadece" diyor. Yanındaki madenci arkadaşı ise "Valla benim hiç aklımdan çıkmıyor. İçerde çakmak çatmak yasak. Her yer maden, her yerde bin türlü gaz var. Patlama riski var. O yüzden sigara içilmiyor. Ben enfiye çekiyorum valla burnuma. Ne yapayım kardeş başka dayanamıyorum bu merete" diyor. Çıkarıp gösteriyor enfiye kutusunu. "Taa Alamanyalardan getirtiyorum bunu. Bir akrabam var sende bir gelir getirir bundan. Ama diyim ha! Beni çekme sakın. Elim çıksın sadece. Kovarlar valla" diyor gülerek.
Sahibinden acele satılık dayalı döşeli maden
Çayırhan Maden sahası 2021 ila 2025 yılları arasında yatırım teşviki alan maden işletmelerinden. Özelleştirme gündemi tam da bu yatırım teşvikinin ardında denk geliyor. 4 Aralık 2024 tarihine kadar da firmaların vereceği teklifler doğrultusunda satış pazarlıkları gerçekleşecek. Özelleştirme İdaresi'nin duyurusunda öyle yazıyor.
Madencilerden Celil, "Devlet geldi yatırım yaptı. Önce güzelleştirdiler şimdi de özelleştirecekler. Hani emlakçı gelir ya sahibinden dayalı döşeli ve diye pazarlar. Bu da öyle. Sahibinden dayalı döşeli maden sahası. Alt yapısı iyileştirildi. İşçiler deneyimli. Zaten burası okul gibi. Bak git istediğin madenciye sor. Çayırhan okuldur. Burada yetişen madenci Türkiye'deki her madende çalışabilir. Yani sadece madeni değil, bizi de satışa dahil ediyorlar. Bu Züğürt Ağa filmi vardı ya Şener Şen'in aynen öyle valla. 'Satarım lan bu madeni' diyorlar. Bizimle beraber satacaklar. Sonra da kalkıp madenciler bunlara aman ağam aman paşam desin istiyorlar."
Yüzünde öfke beliriyor bunları konuşurken Celil'in. Sonra da özelleştirme sürecine geliyor söz. "2000 ila 2020 yılları arasında işletme hakkı Ciner'de olan dönemde işçilerin çekmediği çile kalmadı" diyor.
Tüm işçiler sendikadan gelecek bir açıklama için pür dikkat kesiliyor."1998'de biz buraya İŞKUR üzerinden imtihanla girdik. Sonra özel şirkete devredildi. Girdiğimizde devletin imkanları sosyal ve ekonomik şartları gayet iyiydi. Biz Türkiye'nin dört bir yanından buraya işimizi, gücümüzü, memleketimizi bırakıp da 'devlet işine girdik' diye geldik. Birden özelleştirmeyle karşılaştık. Bizi mal gibi Ciner'e devrettiler" diye anlatıyor.
Özel şirketin maden sahalarına ait malları, yerin altını, üstünü her şeyini sattığını anlatan Celil, "Bizi de kullandı. Şartlarımız git gide eridi. Devletin öz malı, milletin çoluk çocuğundan kısarak ödediği vergilerle kazanılmış bir yer neden özel sektör tarafından sömürülsün?" diyor ve ekliyor: "Burası altın yumurtlayan bir tavuk. Neden başkaları tarafından sömürülsün? Ciner sayılı zenginler arasında. Devletimiz, milletimiz kazanacağına yandaşları, birilerini zengin ediyoruz. Hem bu kez kiralama değil topluca satış yapılacak. Biz satışa karşıyız."
Ateş iyice harlanıyor hava soğukça. Madencilerin gözü kendilerini bekleyen ailelerinde kulakları bakanlıkla yapılacak görüşmede. Memlekette Mehmet Şimşek'in ekonomi programına muhalif tek unsur olduklarının farkındalar. "Muhalefetten de kayır yok" diyor sessizce Celil. "Satış programına destek veren adamdan işçiye hayır mı gelir" diyor. Sonra da elini havada sallıyor "Amaan boşver" diyerek. Madenciler soğuk havaya rağmen direniyor. Kendilerinden yana şüpheleri yok ama umut etmek için bir haber bekliyorlar. Sendikadan gelecek tek bir haber daha da önemli hale geliyor böyle olunca.
*Madencilerin sorun yaşamaması adına isimleri değiştirilmiştir.
/././
Ölümünün 8. yılında Fidel’e saygı: Selam olsun Comandante!
TKP’den yapılan açıklamada sekiz yıl önce Fidel Castro’yu “Ben Fidel’im” diyerek uğurlayan Küba halkının bu sözün ne kadar gerçek olduğunu defalarca gösterdiği vurgulandı.Türkiye Komünist Partisi (TKP), ölümünün sekizinci yıldönümünde yayımladığı açıklamayla Küba Devrimi’nin lideri Fidel Castro’yu andı.
TKP tarafından yapılan açıklamada “Küba devriminin büyük lideri Başkomutan Fidel Castro Ruz sekiz yıl önce aramızdan ayrıldığında, Küba halkı ‘Soy Fidel’ (Ben Fidel'im) diyerek veda etmişti ona. Kimilerinin zaman içinde solacak bir romantizm saydığı bu söz, büyük bir sözdü” denildi.
Küba halkının geçen sekiz yıl içinde bu sözün ne kadar gerçek olduğunu defalarca gösterdiği vurgulanan açıklamada şu ifadelere yer verildi:
“Çünkü Fidel olmak onun sözlerini tekrar etmekten ibaret değildi. Fidel olmak, herkesin imkansızlık gördüğü yerde 'boyuna bakmadan' direnmek, gözü korkmadan hayal kurmak ve yılmadan yeni zaferlere imza atmaktı.
Fidel olmak, ölçüsüz güçlükler karşısında saniye kaybetmeden kolları sıvamak, omuz omuza mücadelenin verdiği iyimserliği Küba halkının en büyük silahı haline getirmekti.
Sekiz yıl önce söylenen o sözün ne kadar gerçek olduğunu Küba halkı defalarca gösterdi. Pandemide ürettiği aşılarla, 40'tan fazla ülkeye el uzatmasıyla gösterdi, dünyanın en incelikli aileler yasasını referandumla kabul ederken gösterdi, ABD'nin uydurma "terörü destekleyen ülkeler" listesine eklenmesinin yarattığı korkunç finansal engeller karşısında gösterdi, bu yıl yaşanan iki kasırganın ve şiddetli depremin ardından sergilediği muazzam birlik, dayanışma ve adanmışlıkla gösterdi.”
Fidel’in 20. yüzyılın en büyük devrimcilerinden biri olduğuna işaret edilen açıklamada “Ne kadar büyük olduğunu, geride bıraktığı mirasın gücü bir kez daha gösterdi” denildi.
Açıklamada “Selam olsun Comandante! Selam olsun onu günbegün yaşatan kardeş Küba halkına!” ifadelerine yer verildi.
'Fidel’in mirası, Küba halkında yaşıyor'
José Martí Küba Dostluk Derneği de yayımladığı açıklamayla Fidel’i andı. Dernekten yapılan açıklamada “Fidel’in aramızda olmadığı bu 8 yıl boyunca emperyalizm, ürettiği gericilik, adaletsizlik ve savaşlarla halkların üzerine daha da fazla çöreklendi” denildi.
Bu sekiz yılda pandemi gibi tüm dünyayı etkileyen bir krizde dahi tekellerin çıkarları nedeniyle insanların yoksulluğa, işsizlliğe, sefalete ve ölümlere sürüklendiği bir döneme tanıklık edildiği hatırlatılan açıklamada, Filistin’de ve Lübnan’da İsrail’in vahşi saldırganlığına, soykırımına, emperyalizmin tetiklediği çatışmaların insanları yersiz yurtsuz bıraktığı bir insanlık krizine tanık olunduğu kaydedildi.
Emperyalizmi Küba’da dize getiren, ABD’nin burnunun dibinde Küba halkının sosyalizmi kurmasına önderlik eden Fidel’in mirasının bu karanlık zamanda, Küba’da yaşamaya devam ettiği ifade edilen açıklamada şöyle denildi:
“Fidel’in mirası, giderek ağırlaşan ABD ablukasına Küba halkı direnirken yaşıyor. Fidel’in mirası, sosyalizmi yaşatmayı ve ülkeyi yeniden kurmayı görev edinmiş Küba gençliğiyle yaşıyor. Yalnızca ölüm yıldönümünde Fidel’i anarak, hatırlayarak, onun güzel özelliklerini anlatarak değil ama…
Fidel’in mirası, pandemide ablukanın acımasız engellerine rağmen lisanslı 3 aşı geliştiren ve halkının tamamının yerli aşılarla aşılanmasını sağlayan bilim insanlarında yaşıyor.
Fidel’in mirası her tür salgında, doğal afetlerde, kamu hizmetlerine ulaşımı olmayan dünyanın ücra köşelerinde dayanışmaya ve hizmete koşan Kübalı sağlıkçılar ve eğitimcilerde yaşıyor.
Fidel’in mirası, pandemide bile Küba’ya oksijen ve solunum cihazı satışını engelleyen ablukaya karşı kendi solunum cihazlarını üreten mühendislerinde yaşıyor.
Fidel’in mirası arka arkaya iki büyük kasırga ve bir deprem yaşayan Küba’nın, etkilenen bölgelere hızla ulaşan devlet görevlilerinde, gün gün planlı bir şekilde, büyük bir sağduyu ve dayanışma ile bu afetlerin yol açtığı yaraları saran Küba halkının örgütlülüğünde yaşıyor.
Fidel’in mirası, İsrail saldırganlığı karşısında Filistin, Lübnan ve Suriye halklarıyla dayanışma için Küba Komünist Gençler Birliği’nin çağrısıyla bir araya gelerek yürüyen Küba halkında yaşıyor.”
Fidel’in hâlâ insanlığın zorlu mücadelesinde aklı, cesareti, adanmışlığı ve devrimci değerleri simgelediği ve yaşamıyla, düşüncesi ve eylemiyle tüm dünya için öğretici olmaya ve ilham vermeye devam ettiği belirtilen açıklamada şöyle denildi:
“Fidel’in mirası, giderek ağırlaşan ABD ablukasına Küba halkı direnirken yaşıyor. Fidel’in mirası, sosyalizmi yaşatmayı ve ülkeyi yeniden kurmayı görev edinmiş Küba gençliğiyle yaşıyor. Yalnızca ölüm yıldönümünde Fidel’i anarak, hatırlayarak, onun güzel özelliklerini anlatarak değil ama…
Fidel’in mirası, pandemide ablukanın acımasız engellerine rağmen lisanslı 3 aşı geliştiren ve halkının tamamının yerli aşılarla aşılanmasını sağlayan bilim insanlarında yaşıyor.
Fidel’in mirası her tür salgında, doğal afetlerde, kamu hizmetlerine ulaşımı olmayan dünyanın ücra köşelerinde dayanışmaya ve hizmete koşan Kübalı sağlıkçılar ve eğitimcilerde yaşıyor.
Fidel’in mirası, pandemide bile Küba’ya oksijen ve solunum cihazı satışını engelleyen ablukaya karşı kendi solunum cihazlarını üreten mühendislerinde yaşıyor.
Fidel’in mirası arka arkaya iki büyük kasırga ve bir deprem yaşayan Küba’nın, etkilenen bölgelere hızla ulaşan devlet görevlilerinde, gün gün planlı bir şekilde, büyük bir sağduyu ve dayanışma ile bu afetlerin yol açtığı yaraları saran Küba halkının örgütlülüğünde yaşıyor.
Fidel’in mirası, İsrail saldırganlığı karşısında Filistin, Lübnan ve Suriye halklarıyla dayanışma için Küba Komünist Gençler Birliği’nin çağrısıyla bir araya gelerek yürüyen Küba halkında yaşıyor.”
Fidel’in hâlâ insanlığın zorlu mücadelesinde aklı, cesareti, adanmışlığı ve devrimci değerleri simgelediği ve yaşamıyla, düşüncesi ve eylemiyle tüm dünya için öğretici olmaya ve ilham vermeye devam ettiği belirtilen açıklamada şöyle denildi:
“Bugün, José Martí Küba Dostluk Derneği olarak, Küba halkı ve gençliğinin Fidel’den aldığı bu ilhamla ABD’nin soykırım politikasına karşı sürdürdüğü mücadelenin yanında olduğumuzu vurguluyoruz. Küba’ya uygulanan ABD ablukası derhal son bulmalıdır! 21. yy’da insanlığın umudu olmaya ve tüm dünyaya dayanışmayı öğretmeye devam eden Küba, dahil edildiği sözde terörü destekleyen ülkeler listesinden çıkarılmalıdır!
Çok yaşa Fidel!
Yaşasın Küba Devrimi!
Yaşasın Küba halkıyla dayanışmamız!”
ODTÜ'de ve İzmir'de '21. Yüzyılda Fidel Olmak' etkinlikleri yapılacak
ODTÜ Sosyalist Düşünce Topluluğu yarın (26 Kasım) saat 19.00'da ODTÜ MM-25'te Küba Büyükelçisi Alejandro F. Díaz Palacios'un katılımıyla, Fidel'in ölümünün sekizinci yıl dönümünde abluka altındaki Küba'da genç olmanın konuşulacağı bir etkinlik düzenliyor. Etkinlik "21. Yüzyılda Fidel Olmak" başlığını taşıyor.
Aynı başlıkla bir etkinlik de 28 Kasım Perşembe günü İzmir'de yapılacak. José Martí Küba Dostluk Derneği, Küba Büyükelçiliği ve Türkiye Komünist Gençliği'nin ortak düzenlediği "21. Yüzyılda Fidel Olmak" başlıklı etkinlik İzmir NHKM İnsan Manzaraları Salonu'nda yapılacak. Etkinlikte Küba Cumhuriyeti Ankara Büyükelçisi Alejandro F. Díaz Palacios ve TKP MK üyesi Berkay Kemal Önoğlu konuşma yapacak.
https://x.com/kubadostluk/status/1861076876753854878/././
Lübnan Komünist Partisi İstanbul'da: 'İsrail'in Lübnan halkını bölmesine izin vermeyeceğiz'-Can Kuyumcuoğlu-
Lübnan halkı, son üç aydır ağır İsrail saldırıları altında. Saldırılarda binlerce kişi hayatını kaybetti, on binden fazla kişi yaralandı. 1 milyondan fazla insansa evlerini terk etmek zorunda kalıp ülkenin çeşitli bölgelerine sığındı.
Hizbullah noktalarını hedef aldığını iddia eden İsrail, bugün sivil noktaları, özellikle yerinden edilmiş insanların barındığı yerleri bombalamaya devam ediyor. Bir yandan Batı medyasında, İsrail'le Hizbullah arasında ateşkesin yakın olduğuna dair iddialar yer almaya başladı.
Lübnan Komünist Partisi'yse, bu zorlu savaş koşullarında ülke genelinde örnek bir dayanışma örgütlüyor. Partinin uzun yıllar önce kurduğu insani yardım girişimi, savaş döneminde etkili bir şekilde devam ediyor. Lübnanlı komünistler, bu girişimle yurtlarından edilmiş insanlara barınma sağlıyor, savaştan etkilenenlere tıbbi destekte bulunuyor.
Parti heyeti, TKP'nin yaklaşık üç hafta önceki ziyaretinin ardından İstanbul'a geldi.
Heyette yer alan partinin Siyasi Büro üyeleri Raghid Cureydini ve Fadi Nabut'la ziyaretlerinden Lübnan'daki güncel siyasi gelişmelere kadar birçok başlıkta konuşma fırsatı bulduk.
Öncelikle İsrail’in Beyrut’a yaptığı son saldırı hakkında sormak istiyorum. İsrail güçleri, Türkiye’ye geleceğiniz gün büyük bir katliama imza attı. Siz de saldırı sırasında Beyrut’taydınız. O gün neler yaşadığınızı anlatır mısınız?
Beyrut'taki saldırılar her gün oluyor. Nadiren veya birkaç günde bir olan bir şey değil. Çoğunlukla güney banliyölerinde en az 10 ila 12 hava saldırısı oluyor. Ancak özellikle yaklaşık son 10 gündür doğrudan Beyrut'un merkezine veya Beyrut'un merkezinin etrafındaki bölgelere büyük saldırılar yapılıyor. Hatta 12 ila 15'ten fazla insanın öldüğü bir katliama neden olan büyük saldırılardan biri başbakanlık ofisine 200 ila 300 metre uzaklıktaydı.
Türkiye'ye gelmeden önceki gece çok ağır bir geceydi. Beyrut'un banliyösüne 12 hava saldırısı yapıldı. Ardından Beyrut’un merkezinde 12 kişinin öldüğü katliama neden olan büyük bir saldırı daha oldu. TKP heyeti Beyrut'tayken başına gelenlere benzer bir şekilde havaalanının etrafında birkaç saldırı daha oldu.
TKP heyeti yaklaşık üç hafta önce Beyrut’ta size ziyarette bulundu. Bugün de siz İstanbul ziyaretindesiniz. TKP ve Lübnan Komünist Partisi arasındaki mevcut ilişkiden bahseder misiniz? Karşılıklı ziyaretlerin iki parti arasındaki ilişkilerin daha da geliştiğini gösterdiğini söyleyebilir miyiz? İstanbul ziyaretinize dair hislerinizi de paylaşabilir misiniz?
Bugün Türkiye Komünist Partisi ile ilişkimizi güçlendirmeye çalışıyoruz. TKP’nin Beyrut ziyareti bizim için çok önemliydi. Bu, çok takdir ettiğimiz bir dayanışma ziyareti. Bizi ziyaret eden ve dayanışma ve destek gösteren ilk uluslararası parti. Beyrut'u ziyaret ederek çok cesur bir çaba gösterdiler. Ayrıca orada neler olduğunu kendi gözleriyle gördüler. Bazı bombalamalara tanık oldular. Biz bu ziyareti gerçekten çok takdir ediyoruz. Buradaki ziyaretimiz, her iki taraf arasındaki ilişkileri güçlendirmek için tekrar çalışma amacı taşıyor. Biz her iki tarafın da siyasi mücadelemizde birçok benzerliği paylaştığımızı düşünüyoruz.
Ayrıca bölge halkının çıkarlarını da paylaşıyoruz. Savaş bölgesindeki insanların çıkarlarını temsil ettiğimizi düşünüyoruz. Özellikle de aynı çizgide olduğumuzu söyleyebileceğimizi düşünürsek, bölge için ne yapabiliriz, bölgeyi nasıl geliştirebiliriz, nasıl tüm bu istilalara karşı aynı mücadelede bir arada olabiliriz, bunları ele alıyoruz.
Her birimizin kendi ülkesinde karşılaştığı iç mücadeleler konusunda siyasi programlarımızda da birçok fikir ve benzerlik paylaşıyoruz. Bu yüzden bu işbirliğinin ve bu ilişkinin yıllar geçtikçe daha da güçleneceğini umuyoruz ve çok umutluyuz. İstanbul'a yaptığımız ziyaretin bu amaçla olduğunu söyleyebiliriz. Bu arada, İstanbul güzel bir şehir ve yoldaşlarımızın misafirperverliği muhteşemdi. Bunun için çok minnettarız.
Lübnan Komünist Partisi Siyasi Büro Üyeleri Raghid Cureydini ve Fadi Nabut'İsrail'in dayattığı şartlar ateşkes anlamına gelmez'
Biraz güncel siyasi gelişmeler hakkındaki görüşlerinizi sormak istiyorum. Batı medyasında, İsrail’le Hizbullah arasında ateşkes anlaşmasının çok yakın olduğunu öne süren haberler yer almaya başladı. Bir yandan da İsrail’in Lübnan’a dönük şiddetli saldırıları sürüyor. Hizbullah da İsrail geneline kapsamlı bir roket ve İHA saldırısı düzenledi. Bu koşullarda sizce ateşkes mümkün mü?
Burada dikkat edilmesi gereken önemli şey, ateşkesin şartlarının ne olduğudur. Eğer İsrail hâlâ Lübnan'da aracı olan Amerikan elçinin sunduğu ateşkes anlaşmasının son taslağında koydukları şartlarda ısrar ediyorsa, o zaman bunun uygulanabilir bir ateşkes olduğunu düşünmüyoruz. Çünkü anlaşmaya dair ilk başta spekülasyonlar döndü, ama şimdi ateşkesten sonra bile İsrail’in Lübnan'a müdahale etme hakkını istediği açık hale geldi. Bu nasıl bir ateşkes olabilir ki? Eğer İsrail gelip Lübnan’da istediği zaman istediğini yapabilecekse bu bir ateşkes olmaz. Bu sadece Lübnan'ın boyun eğmesi ve ülkenin temelde ABD'deki emperyalist hükümet tarafından desteklenen İsraillilerin iradesine teslim olması anlamına gelir.
Bizim için ateşkesi zorlayacak tek şey, Lübnan halkının direnişidir. Halk direnişi, Lübnan'da yaşanan bu saldırganlık dalgasına son verecek ve İsrail'in hem Gazze'de hem de Lübnan'da katliamlarına devam etmesini potansiyel olarak durduracaktır.
Ateşkesin Gazze'deki bir ateşkesle mutlaka ilişkili olması gerekmiyor ancak Gazze konusunda da İsrail açısından aynı eğilimlerin yaşandığını görebiliyoruz. İsrail hedeflerine ulaşamazsa, ateşkesi kabul etmeyecektir. Ve eğer Lübnan gelecekte daha fazla saldırganlıktan muzdarip olacaksa, bunun adı ateşkes olmaz.
Basına yansıyan anlaşma şartlarına göre, Hizbullah ülkenin kuzeye çekilecek, İsrail ise işgal ettiği yerleri terk edecek. Ülkenin güneyi Birleşmiş Milletler’in barış gücü UNIFIL’e ve Lübnan ordusuna bırakılacak. Ben bu vesileyle, uzun süredir bölgede barışı koruma iddiasında olan ve bugün İsrail’le anlaşmazlıklar yaşayan UNIFIL’in misyonunu ve barışı sağlama konusundaki etkisini size sormak istiyorum.
Bunun cevabı kısa ve basit. Şu an bölgede herhangi bir barış görüyor musunuz? Şu anda uluslararası düzeydeki müzakerelerde konuşulanlar üzerinde gelecekte herhangi bir anlaşmaya varılırsa UNIFIL'in rolü de yeniden şekillenecek gibi durmuyor. Öncelikle barışı sağlayamadılar, bu çok açık. İsrail sonunda Lübnan'ı işgal etti, kara operasyonu başlattı. UNIFIL'in yönetmeliği, askerlerinin silahlarını kullanmasına izin vermiyor. Silahları var ama birileri doğrudan onlara ateş etmediği sürece kullanamazlar.
Sonuncu, İsrail'in her yerdeki UNIFIL karakollarını hedef alması oldu, çünkü onlara tahliye emri verdiler, UNIFIL’se İsrail’den emir almadığını söyledi. Ama UNIFIL'in güneydeki varlığı artık karada gerçekten etkili değil. Durdurmadılar, durduramazlar. İsrail'in ilerlemesini durdurabilecek tek şey hem siyasi hem de toplumsal dayanışma. Lübnan halkıyla ulusal dayanışma ve Lübnan halkının direnişi bunu durdurabilir.
Öte yandan, anlaşmanın resmi içeriğini kimse henüz bilmiyor. Yalnızca gazetede yer alan spekülasyonları görebiliyoruz. Anlaşmanın taslağı resmi olarak hiçbirimizin eline ulaşmadı. Bu şekilde bir müzakere yolu iyi bir yol değil, çünkü kamuoyu siyasi olarak burada devre dışı bırakılıyor.
Bir diğer önemli nokta ise, anlaşmanın Lübnan Devlet Başkanı tarafından yapılması gerekir. Bizimse iki yıldır devlet başkanımız yok. Dolayısıyla, Lübnan hükümetinin bugünkü hali, İsrail'e daha fazla koz ve güç verecektir.
İsrail ordusunun, üç gün önce Beyrut'un şehir merkezinde bir binaya düzenlediği hava saldırısında 15 kişi öldü, 63 kişi yaralandı. (AA)Ateşkes spekülasyonları devam ederken, İsrail'in güneydeki kara operasyonunda ilerlemeye başladığına dair haberler yer almaya başladı. Bugüne kadar kara harekatında gerçekten zorlandıklarını görüyorduk. İsrail’in ilerleme sağladığı iddiaları doğru mu?
Kesinlikle hâlâ zorlanıyorlar. Lübnan'daki direniş güçleri hala bu ilerlemeye karşı baskı yapıyor. Ama ne yazık ki son birkaç günde, güneyde bazı cephelerde, özellikle Nakura civarında, yani güneybatı sınırlarında denize doğru uzanan bölgede ilerlemeler oldu. Haberlere göre bölgeye girmeyi başardılar ve hâlâ devam eden çatışmalar var. Sınırın güney doğu tarafında da bir ilerleme var. Yani evet, bazı ilerlemeler oldu ve İsrail Lübnan'daki toprakları işgal etmeye devam ediyor. Bu bir felakete yol açabilecek veya felaket niteliğinde bir şey.
'İsrail Lübnan halkını pes ettirmek istiyor'
İsrail’in Beyrut saldırılarına geri dönersek... İsrail, uzun zaman boyunca Hizbullah noktalarını hedef aldıkları iddiasıyla kentin güney banliyölerini, Dahiye’yi bombaladı. Burada da siviller öldü. Şimdi kentin merkezine saldırmasıyla tamamen sivilleri hedef aldığı iyice açık hale geldi. Bu artan saldırganlığı nasıl değerlendiriyorsunuz?
Savaşın ilk gününden beri söylediğimiz gibi, İsrail, Hizbullah altyapısını hedef aldığı iddiasıyla ilk bombalamalarını Dahiye’den de öte, yoğun bir şekilde Güney Lübnan'daki Bekaa Vadisi bölgesine yaptı. İsrail’in bu iddiası bazı durumlarda doğru olabilir ama savaşın geneline baktığımız bu çok nadir görüldü.
Çoğunlukla hedef alınan yerler evler, binalar, hastanelerin etrafındaki dükkanlar, okullar oldu. Sağlık personeli hedef alındı. Sayısını bilmiyoruz ama Lübnan'daki kurtarma ekiplerinden, tıbbi kurtarma ekiplerinden çok sayıda kayıp var. Sivillerin hedef alındığı çok açık.
Biz şöyle düşünüyoruz: İsrail Lübnan'ın tamamına, Lübnan halkına baskı yaparak onları herhangi bir direniş biçimine karşı çevirmeye çalışıyor. Sadece bir siyasi partiye değil, işgale karşı herhangi bir direniş biçimine karşı... Bölge için Siyonist projeye alan açma ve bölgede bu istikrarı yaratma amacında. Bu yüzden sivilleri hedef alıyorlar. Lübnan halkına acı çektirmelerinin sebebi, Lübnan'ın tamamının olanlara boyun eğmesini ve pes etmesini istemeleri. Temel olarak, Lübnan'a yapmaya çalıştıkları baskı bu.
İsrail'in tarihi bu. Tüm tarihi bundan oluşuyor. Son saldırılar da bunun bir parçası.
"İsrail Lübnan'ın tamamına, Lübnan halkına baskı yaparak onları herhangi bir direniş biçimine karşı çevirmeye çalışıyor."İsrail ülkenin kuzeyini de bombalamaya başladığını görüyoruz. Burada çeşitli etnik grupların yaşadığı bölgeler var ve yerlerinden edilmiş insanlar ağırlanıyor. Burada İsrail’in amacının var olan halk dayanışmasını kırmaya çalıştığını söyleyebilir miyiz?
İsrail'e göre, güneyden gelen herkes bir Hizbullah üyesi. Bunu dile getirmiyorlar ama öyle davranıyorlar. Güneyden gelen yerinden edilmiş insanları barındıran sivil nüfusa baskı yapmak, onlar için Lübnan halkını önce kendi vatandaşlarından, aynı milliyeti paylaşan, aynı yaşam tarzını yaşayan insanlardan korkutmanın bir yolu. Lübnan'da insanlar arasında büyük bir dayanışma hareketi gördük. Lübnan'daki hemen hemen tüm bölgeler veya doğrudan hedef alınmayan tüm bölgeler, ilk günden itibaren yüz binlerce yerinden edilmiş insana ev sahipliği yaptı. İsrail’se ilk başta Lübnan halkının birbirleriyle savaşacağını düşündü. Bunun gerçekleşmesi hala mümkün çünkü İsrail, güneyde olmayan ve hatta Beyrut'un yanında olmayan köyleri hedef almaya devam ediyor. Ama bazen çoğunluğu veya sakinlerinin çoğu zaten Şii olan köyleri hedef aldılar.
Biz Lübnan Komünist Partisi olarak, ülkedeki tüm insanları etnik gruplara ayırmadan “Lübnanlı” olarak görüyoruz, İsrail’in körüklemeye çalıştığı mezhepçi rejime inanmıyoruz ve son yüz yıldır verdiğimiz tüm mücadele buna karşıydı. Bunu, bizi anlamaya çalışan insanlara daha açık hale getirmek istiyoruz. Bu, mezhepsel meselelerle ilgili referanslar.
Ülkenin güneyin dışında da çok sayıda Şii insanın yaşadığı bazı kasabalar var ve buraları hedef aldılar. Genel olarak Lübnan'daki tüm Şii nüfusunu hedef alıyorlar, bunu yaparken de Hizbullah’a ve etrafındaki insanlara vurgu yapıyorlar, ki bunlar halkın büyük bir kısmını oluşturuyor. Ama aynı zamanda sadece yerinden edilmiş insanlara ev sahipliği yapmayan kasabaları da hedef alıyorlar. Orada ne silah ne lider ne de altyapı ne de başka bir şey var. Sadece yerinden edilmiş insanlar, aileler, kadınlar, yaşlılar, erkekler bu kasabalarda yaşıyor. Örneğin bir ev kiraladılar veya bir okulda ağırlandılar veya benzeri bir şey... Buraları hedef alıyorlar, böylece kasabalardaki insanların artık yerinden edilmiş insanları kabul etmek istememelerini istiyorlar. Bu kaos duygusunu yaratmaya çalışıyorlar. Bu konuda Lübnan içinde siyasi olarak bununla mücadele etmek çok çok önemli çünkü İsrail'i gerçekten yenecek olan şey Lübnan halkı arasındaki dayanışma, ulusal birlik duygusudur ve biz bunun olması gerektiğine inanıyoruz.
İsrail'in saldırıları nedeniyle Lübnan'da yerinden edilenlerin sayısı 1,9 milyona yaklaştı. (AA)Burada İsrail, Lübnan halkını bölmek için akıllıca bir oyun oynamaya çalışıyor. Çünkü biliyorsunuz, Lübnan din ve etnisite bakımından çok çeşitlidir.
Şimdi diğer köylere yapılan bu saldırıların asıl hedefi o. Komünist Parti olarak, bu savaşın başından beri Lübnan'daki iç sorunların körüklenmesine karşı hareket etmeye çalışıyoruz, çünkü iç sorunlar yaşanmaya başlarsa İsrail kazanacak.
Partimiz buna karşı bir girişim olarak Lübnan’daki tüm büyük siyasi partileri ziyaret etti ve iç çatışmalara karşı dikkatli olma çağrısı yaptı.
Durum hala tehlikede olduğu için insanlar daha fazla demek istediğimizi anlıyor, ziyaret ettiğimiz siyasi partiler de öyle.
İç çatışma ortamını önlemek için halkla birlikte çalışıyoruz. Bunu dayanışmadan ziyade bir görev olarak görüyoruz. Bir Lübnanlının bir diğer Lübnanlıya yardım etmesi bir yurttaşlık görevidir.
Biz herhangi bir etnik grup üyesi olmaktan öte, Lübnan vatandaşıyız. Bunu tüm siyasi grupların ve hükümetin de daha iyi gördüğünü düşünüyoruz. Tüm Lübnanlıların ülkenin her yerinde yaşamaya hakkı var.
'Ekonominin iflası üzerine şimdi de savaş var, mücadele etmek zorundayız'
Bu vesileyle, Lübnan Komünist Partisi’nin insani yardım örgütlenmesi hakkında konuşalım. Savaş mağduru insanlarla dayanışma için bir girişim ortaya koydunuz ve bugün de etkili bir şekilde devam ediyor. Son durumu bizimle paylaşabilir misiniz?
Lübnan Komünist Partisi, Ekim 2023'te Gazze'deki savaşın başlangıcından bu yana Lübnan'da bir tırmanış olasılığına karşı hazırlık yapmaya başladı. Bu yüzden parti içinde, yerinden edilmiş insanlar için potansiyel barınaklar inşa etme üzerine çalışmaya başlamaktan sorumlu bir komite oluşturduk. Yerinden edilmiş insanları barındırmak için gerekli ekipman ve araçları, şilteleri, bazı mobilyaları toplama görevi üstlendik. Ayrıca giysi ve tıbbi yardım da sağlamayı amaçladık.
Mali olarak çok sınırlı kaynaklarımız vardı, ancak bu senaryoya hazırlanmamızda iyi iş çıkardığımızı düşünüyoruz. Girişimimiz sonunda başarıya ulaştı. Yardım merkezleri, Lübnan'daki tırmanışın ilk gününden itibaren insanları ağırlayabildiler. Gerçekleşen ilk büyük hava saldırısı dalgasından ve Güney Lübnan'daki şehirlerin tahliyesinden insanlar merkezlerimize geldi. Lübnan'daki yerel derneklerle birlikte çalıştığımız merkezler de var. Temel olarak derneklerle birlikte çalışarak bu merkezleri hem tıbbi hizmetler sunarak hem de insanlara ev sahipliği yaparak sürdürebiliyoruz.
Lübnan'ın genelinde, hedef alınmayan bölgelerde, güvenli bölgelerde yayılım var ve güneyden ve Bekaa’dan yerinden edilmiş ailelerin ailelerine ev sahipliği yapıyorlar. Böylesine girişimler için bu çabalar için çok önemli. Bunları sürdürebilmemiz için uluslararası dayanışma çok önemli, çünkü dediğimiz gibi Lübnan savaş altında. Ülkede hiçbir işletme çalışmıyor, ekonomik döngü neredeyse durdu ve kaynaklarımız bu anlamda sınırlı. Elimizden gelenin en iyisini yapıyoruz. Lübnan'daki tüm yoldaşlarımız bir şekilde Lübnan halkına yardım edebilmek için çalışıyorlar. Ancak uluslararası dayanışma bizim için çok önemli, hem politik olarak hem de yardım açısından.
Durumumuzu hayal edebilirsiniz. Lübnan bu savaştan önce normal bir durum değildi. Ekonomimiz 2019'da çöktü. Şimdiye kadar Lübnan'daki hükümet bu durumdan nasıl çıkılacağının bir yolunu bulamadı. Savaştan önce bile zor durumdaydık.
Şimdi İsrail'in işgali var ve ülke iflas etti. Hükümet iflas etti. İnsanların parası yok. Banka hesaplarındaki tüm birikimlerini kaybettiler, çünkü bunlar Lübnan'daki bir grup hırsız tarafından çalındı. Şimdiyse bir savaşla karşı karşıyayız. Durumun ne kadar felaket olduğunu hayal edebilirsiniz.
Her zaman başlangıçta ekonomik kaynaklarımız çok sınırlı olduğu için parti olarak savaşa önceden hazırlandık. Ekonomiyi kimse yönetmiyor ve krizin ardından birçok fırsatçı ortaya çıktı. Yardım malzemelerini normal fiyatının üç katına çıkaranlar var. Toplu halde istediğimiz zaman daha uygun fiyata veriyor, ancak bu sefer de malzemelerden kesiyor. Buna dur diyecek bir yönetim de yok.
Hükümetse aylar öncesinden bir ekonomi programı hazırladığını duyurdu. “Endişelenmeyin, düzelteceğiz” dedi. Bunu 2019’daki kriz sırasında da diyordu. Aradan 5 yıl geçti.
Lübnan halkı, hükümetlerine olan güvenini kaybetti çünkü sahip oldukları her şeyi kaybettiler. Hükümet, liranın çok iyi durumda olduğunu ve bankaların güvende olduğunu öne sürdü. Sonra neredeyse bir gecede bankalar, halkın parasını bloke etti.
Savaşın başladığı bir yıl boyunca hükümet yine bize her şeyin hazır olduğunu, hiçbir şey yapmanıza gerek olmadığını söylüyordu. Biz bunun gerçek olmadığını biliyorduk, bu nedenle kendi adımlarımızı attık.
/././
Ulusal Kurtuluş ve Sosyalizm Arasında Sıkışan Filistin Solu -Refik Derviş/GELENEK-
"Bütün bölmeleriyle Filistin solunun direnmediğini söylemek büyük haksızlık. Ama yine de çıkış yolunun işaretleri de buradan yola çıkarak türetilebilir. Direnmek, her zaman, eninde sonunda kazandır."7 Ekim 2023’te Hamas’ın öncülüğünde düzenlenen Aksa Tufanı operasyonunu izleyen bir yılı aşkın sürede Filistin’de ve genel olarak Ortadoğu’da yaşanan gelişmeler hem dünya hem de Türkiye gündeminin başına yerleşti. Operasyon Hamas’ın öncülüğünde, aralarında sol, devrimci örgütlerin de olduğu bir ittifak tarafından düzenlendi. Ancak gerek 7 Ekim’de gerekse daha sonra başlayan şiddetli İsrail saldırganlığına karşı yürütülen direnişte ağırlık büyük ölçüde Hamas’ta oldu. Savaş, Hamas-İsrail savaşı olarak anılageldi. Bu, Hamas’ın Filistin sorununda baş aktör durumuna dönüşmesi sürecinin son halkası oldu.
Oysaki Filistin sorunu dendiğinde on yıllar boyunca akla ilk olarak Filistin Kurtuluş Örgütü (FKÖ) ve başlıca bileşenleri El Fetih, Filistin Halk Kurtuluş Cephesi, Filistin Demokratik Kurtuluş Cephesi, Filistin Komünist (Halk) Partisi gelirdi. Kısacası Filistin direnişinin başını (burjuva ya da işçi) “devrimci” karakter taşıyan, devrimi hedefleyen örgütler çekerdi. Çok uzun bir süre boyunca Filistin sorunu, bir ulusal kurtuluş sorunu olarak devrimci bir karakter taşıdı. Filistin direnişi de bu nedenle devrimci bir direniş niteliğine büründü.
Ancak yıllar içerisinde bu niteliği aşındıran önemli gelişmeler yaşandı ve FKÖ geri çekildi; Hamas başta olmak üzere dinci örgütler daha ön plana çıktı. Son yıllarda Hamas mesafeyi epeyce açtı. Bu değişikliğin nasıl meydana geldiğini incelemek, Filistin direnişinin yeniden devrimci bir karakter kazanması ve Filistin sorununun gelecekteki çözümünün devrimci bir nitelik taşıması açısından önemli ve gerekli. Bu incelemeyi yapmak için de “Filistin solu” olarak kodlayacağımız devrimci örgütlerin geçmişini, devrimci sürecin nasıl geliştiğini, önemli dönüm ve kırılma noktalarını gözden geçirmekte yarar var.
Tarihsel Filistin Komünist Partisi
1948’de İsrail devletinin kurulmasından önceki dönemde Filistin siyasi düşüncesinde üç ana akım belirleyici olmuştu. Bunlardan biri Arap milliyetçiliği, diğeri bölgesel milliyetçilik ve üçüncüsü de Komintern çizgisindeki komünist düşünceydi.1
Komünist düşüncenin siyasi temsilcisi ise Filistin Komünist Partisi (FKP) idi. Partinin kuruluşu, tarihi Filistin topraklarında, küçük bir işçi kökenli Yahudi topluluğu tarafından 1919 yılında kurulan Sosyalist İşçi Partisi’ne dayanıyordu. Bu parti Komintern’e üyelik başvurusu yaptı. Komintern önderliği üyelik için belli koşullar ileri sürdü. Bu koşullar, partinin Arapları da kapsaması ve daha Arap bir karakter taşıması, ismini değiştirmesi ve siyonist sosyalist akımlarla arasına mesafe koyması idi. Bu koşulların benimsenmesi partide bir dizi ayrışmayı beraberinde getirdi ve bunun sonucunda 1923 yılında FKP kuruldu. Komintern’e üyelik başvurusu da kabul edildi.
Partinin öncelikleri arasında Britanya sömürgeciliğine karşı mücadele etmek vardı. İlk yıllarında partideki Yahudi ağırlığının nedeni, partinin kurucularının siyonizmin sol kesiminde yer almasıydı. Ancak FKP’nin kurulması ve siyonizmle mesafenin açılması, partinin siyonizm projesine karşı çıkmasını da beraberinde getirdi. Yahudi işçilerin siyonizmden uzaklaşması için çalışıldı. Bunun için Arap-Yahudi birleşik sendikalarının kurulmasına öncülük edildi. Bu konuda sınırlı ölçekte başarı elde edilebildi.
Parti 1925 yılında Britanya’nın eski başbakanlarından Arthur Balfour’un Filistin’e yaptığı ziyareti protesto etti. Balfour, dışişleri bakanlığı döneminde 1917 yılında Balfour Deklarasyonu olarak adlandırılan ve “Filistin’de Yahudiler için bir ulusal vatan” kurulmasına Britanya hükümetinin desteğini somutlaştıran deklarasyonun mimarıydı. Bir başka deyişle siyonizm projesinin ete kemiğe bürünmesini sağlayan kişiydi.
Balfour elbette Britanya sömürgeciliğini de temsil ediyordu. FKP Britanya işgaline karşı da sağlam bir duruş sergiledi. O dönemde gelişen Arap ulusal hareketi önderliğinde sömürgeci güç Britanya ile uzlaşma arayışı belirgindi. Parti bu eğilime net bir şekilde karşı çıktı.
Partinin kuruluşunu izleyen yıllarda Komintern FKP’nin Arapların temsil edildiği bir partiye dönüşmesi gibi bir yaklaşım geliştirdi ve parti buna uygun bir dönüşüm yaşadı.2 Komintern bu dönemde kapitalist sistemi zayıflatmak için sömürge niteliğindeki ülkelerde yürütülen ulusal kurtuluş mücadelelerine komünistlerin de katılması gerektiği düşüncesini benimsemişti. Bu doğrultuda Parti, Arap ulusal hareketi içinde bir radikal milliyetçi kanat oluşturmaya çalıştı.3 Bu dönemden itibaren, işçi sınıfı mücadelesi ile birlikte sömürgeci-yerleşimci bir projeye dayanan Yahudi milliyetçi hareketine karşı da mücadele etti.
Yahudilerin Filistin’e giderek daha fazla yerleşmesinin zeminini oluşturan etmenlerden biri, zengin Arap toprak sahiplerinin Yahudilere bir miktar toprak satışı yapmasıydı.4 Bunun sonucunda bu toprakları işleyen Arap köylüleri sürülüyor ve topraksız bırakılıyordu. FKP de bu nedenle Yahudilerle Araplar arasında yaşanan çatışmalarla ilgilendi ve Arap köylülerine el uzattı. Ancak 1929’da yaşanan yoğun çatışmalarda FKP önderliği “tarafsız” bir konum alarak, bu çatışmaların “dinsel” ve “ırksal” olduğunu savundu. Komintern Yürütme Kurulu bu yaklaşımı eleştirerek partinin Arap işçi ve köylülere odaklanması gerektiğini belirtti.
1930’da parti önderliğinde ilk kez Araplar öne çıktı. Parti konferansında belirlenen üç kişilik yeni parti sekretaryasının iki üyesi Arap, bir üyesi Yahudi idi.
1935’te Komintern’in benimsediği Birleşik Halk Cephesi politikasını FKP de kendisine uyarladı. Bu, bir yandan ulusal kurtuluş mücadelesini sürdüren parti için, yabancısı olduğu bir çizgi değildi. Parti önderliği, Britanya sömürgeciliğine karşı komünistlerin de silahlı isyancı gruplara katılması çağrısı yaptı.
Aynı dönemde FKP sekretaryası partide ayrı bir Yahudi seksiyonu kurulması kararı aldı. Ancak zaman içerisinde bu seksiyon parti önderliğinden farklı bir çizgi izlemeye başladı. 1937’de Yahudi seksiyonunun sekretaryası Yahudi komünistlerin siyonist örgütlerin etkinliklerine katılabilmesi yönünde karar aldı. Ayrıca “ılımlı” siyonist gruplarla birlikte bir “halk cephesi” kurulması çağrısı yaptı.5
Böylece partinin son yıllarında bölünmesine neden olacak Arap-Yahudi ayrılığı sürecinde önemli bir adım atılmış oldu. İkinci Dünya Savaşı sırasında bu çatlak büyüdü. Filistin’de iki uluslu durumun netleşmesi ve Arap milliyetçiliği ile Yahudi milliyetçiliğinin güçlenmesinin partiye yansıması bu şekilde gerçekleşti.
FKP, 1947’de Birleşmiş Milletler’in ortaya koyduğu ve Filistin topraklarında ayrı birer Arap ve Yahudi devleti kurulması planını önce reddetti. Ancak Sovyetler Birliği’nin bu planı benimsemesi sonrasında FKP de planı benimsedi.
1948’de Filistin’de çıkan savaş partinin sonunu da getirdi. Parti Filistinlileri topraklarını terk etmemeye, mücadele etmeye çağırdı. Ayrıca başka Arap ülkelerin ordularının Filistin’e girmesine de karşı çıktı. Irak, Suriye ve Lübnan Komünist Partileri ile yapılan ortak açıklamada bunun Britanya çıkarlarına uygun olarak bölünmeyi hızlandırdığını vurguladı.
Ancak savaşın sonunda yaşanan, binlerce Filistinlinin ölümü ve yüz binlercesinin vatanını terk etmesi ile sonuçlanan Nakba, partinin bölünmesini kesinleştirdi. Yahudi komünistler, yeni Yahudi devleti İsrail’in kuruluşunu destekledi. FKP’deki önde gelen Yahudilerden biri olan Meir Vilner, parti adına İsrail Bağımsızlık Bildirgesi’nin imzacıları arasında yer aldı.
1948’de kurulan İsrail devletinin sınırları dahilinde kalan FKP’liler İsrail Komünist Partisi olarak yeniden örgütlendi.6Bu sınırların dışında kalan Filistinli komünistlerden Batı Şeria’dakiler ve Ürdünlü Marksistler bir araya gelerek 1951’de Ürdün Komünist Partisi’ni kurdu. Gazze’deki FKP’liler ise Filistin Komünist Partisi-Gazze olarak yeniden örgütlendi.
Ancak komünistler, hem Nakba, hem de Batı Şeria’nın Ürdün, Gazze’nin de Mısır tarafından işgal edilmesinin sonucunda Arap işçi sınıfı içerisindeki tabanını kaybetti.
Genel olarak FKP’nin tarihine bakıldığında, Parti’nin iki boyutlu bir mücadeleyi yürütmekte önemli zorluklarla karşılaştığını söylemek mümkün. Parti bir yandan Arap ve Yahudi emekçileri bir araya getirmeyi başarmıştı. Ancak, ülkedeki modern proletaryanın çoğunun Yahudi, Arapların çoğununsa köylü olması, bütünlüklü bir mücadeleyi mümkün kılmanın önündeki engellerden bir tanesiydi. Arap işçi sınıfının zayıflığı, hatta yokluğunda hedeflerine nasıl ulaşacağını pek bilmiyordu ve Arap köylülüğünü gerçek anlamda kapsayamadı. Parti siyaseti belirlenirken tarım sorununun önemi teslim edildi, ancak bu da yeterli olmadı. Öte yandan partinin ya da Komintern’in, Britanya ile Fransa arasında bölünmesiyle yeni bir şekil alan Levant bölgesindeki topraklarda ortaya çıkan ulusal kimliklerin oluşumunu ne kadar kavrayabildiği de belirsizdi. Komintern, bu bölgedeki ulusal hareketlerin analizini bir dizi Avrupa ülkesindeki deneyimlere dayandırdı. Arap ulusal hareketine neredeyse hiç eleştiri yöneltmeden kredi açtı.7
FKP etnik kimliklere değil, ortak toplumsal ve ekonomik gereksinimlere ve çıkarlara vurgu yapıyordu. Öte yandan Parti’nin Filistin’deki Yahudileri ve Araplara yönelik ortak bir siyasi dili yeterince geliştiremediğini de belirtmek gerekiyor. Sınıf kimliklerinin ağırlıklı olarak farklı olması, partinin Yahudilere sınıf mücadelesi, Araplara antiemperyalizm üzerinden seslenmesini beraberinde getirdi. Bir açıdan bakıldığında bu kaçınılmazdı. Zira Araplar, Filistin topraklarının yerli halkı; Yahudilerin büyük çoğunluğu ise (emekçi karakteri baskın olan kesim dahil) Siyonizm projesi üzerinden Filistin’e yerleşen yerleşimci-sömürgeci topluluğun parçası idi. Bu özellikler üzerine yeterince sağlam bir zemin oluşturulamadı; iki farklı topluluğun farklı karakterlerinin hesaba katıldığı bir ortak dil benimsenemedi. Bu ayrılığın yansıması Parti’deki Yahudiler ve Araplar arasında da gözleniyordu. Her iki grup da kendi ulusal topluluklarının yaşam koşullarının belirleyiciliği dışına çıkamıyor; bu ortamlarda görece kapalı mücadeleler sürdürüyorlardı. Siyasi gelişmelere zaman zaman farklı tepkiler veriyorlardı.
Yine bu dönemde belirgin olan bir sorun, FKP’nin Filistin’de ne tür bir devlet kurulması gerektiği konusunda net bir öneriye sahip olmamasıydı. Bu devlet bir Arap devleti mi ya da iki uluslu bir devlet mi olacak, yoksa iki ayrı devlet mi kurulacak gibi seçeneklerin herhangi biri partinin çözüm önerisi olarak netleşmemişti.8
1930’lu yılların sonlarında FKP ile Komintern arasındaki ilişki, dolayısıyla da Komintern’in Parti üzerindeki etkisi zayıfladı. Bunun sonucu, partideki Yahudilerle Araplar arasındaki ayrımın giderek belirginleşmesi oldu. Her iki grup içindeki milliyetçi eğilimler zaman içerisinde güçlendi. Bu ayrım, partinin de sonunu getirecek bir sürecin yolunu açtı.
Ulusal kurtuluş mücadelelerinin belirleyici olduğu bir dönemde ve coğrafyada, ulusal kurtuluş mücadelesi ile sosyalizm mücadelesi arasındaki denklem sağlıklı bir biçimde kurulamadı. Aslında bu sorun, Filistin devrimci hareketinin günümüze kadar devam eden bir sorunu olma özelliğini hiç yitirmedi.
Arap birliği ve Filistin sorunu
Bu noktada bir parantez açıp Filistin sorunu ile Arap birliği düşüncesi arasındaki ilişkiyi kısaca ele almakta yarar var. Arap birliği düşüncesi Arap ülkelerinin önce Osmanlı, sonra Avrupalı sömürgeci ülkelere karşı verdikleri bağımsızlık mücadelesi sırasında belirginleşmişti. Bu düşünceye yeni gelişen Arap solu da genel olarak sahip çıkıyordu.
1958’de Mısır’da Nasır’ın iktidara gelmesi Arap birliği düşüncesinin yeniden canlanmasını sağlamıştı. 1948’de İsrail’in kurulmasını izleyen dönemde bir dağınıklık yaşayan Filistin ulusal hareketi de bu süreçte canlandı. 1957’de burjuva aydınların kurduğu, ulusal burjuva devrimci nitelik taşıyan El Fetih, o güne kadarki Arap milliyetçiliğine ait “Filistin’in kurtuluşunun yolu Arap birliğidir” sloganını, “Arap birliğinin yolu Filistin’in kurtuluşudur” şeklinde tersine çevirmişti. Fetih’e göre Filistin devriminin kökeni Filistinli, gelişimi ise pan-Arap olacaktı.9
Filistin ulusal hareketinin silahlı faaliyetleri bu dönemde daha örgütlü yürütülmeye başladı. 1964’te Kudüs’te toplanan Filistin Ulusal Kongresi’nin ardından Filistin Kurtuluş Örgütü’nün (FKÖ) kurulduğu açıklandı. FKÖ’nün kuruluş belgesinde, Filistin’in kurtuluşunun iki boyutlu olduğu vurgulanıyordu. Yerel, ulusal boyutla pan-Arap boyut arasında organik bir ilişki vardı. Arap birliği ile Filistin’in kurtuluşu birbirini tamamlayan iki hedefti.
1967’deki Altı Gün Savaşı’nda Arap ülkelerinin İsrail’e yenilmesi bu yaklaşımı boşa düşürdü. Filistin ulusal mücadelesi Arap birliği hedefi ile bağını büyük ölçüde kopararak daha ulusal bir niteliğe büründü. Ancak yine de Filistinliler çeşitli Arap yönetimlerinden umut türetmeye çalıştı. Bunun çarpıcı bir örneği Irak’ın Kuveyt’i işgal etmesiyle yaşandı. 1990’da Saddam Hüseyin yönetimindeki Irak, Kuveyt’i işgal ettikten sonra, bu ülkeden çekilme koşulu olarak Filistin sorununa çözüm bulunmasını öne sürdü. Irak’tan İsrail’e doğru fırlatılan roketler Filistinlilerin umudu oldu.10 Ancak bu roketler hedefini bulamadığı gibi Irak da emperyalizm karşısında yenildi. Ve Filistinliler için bu umut da söndü.
Uzun bir boşluk ve yeniden Komünist Parti
Filistin’in fiili olarak bölünmesi, bir bölümünde İsrail’in kurulması, İsrail dışında kalan bölgelerden Batı Şeria’nın Ürdün ve Gazze’nin de Mısır tarafından işgal edilmesi, yeni bir dönemin açılmasını simgeliyordu. Bu durum nedeniyle komünistlerin farklı partilere savrulmuş olması Filistin’deki komünist hareket açısından büyük boşluklar doğurdu. Batı Şeria’da Ürdün Komünist Partisi (ÜKP) Ürdün hükümetinin, Gazze’de Filistin Komünist Partisi-Gazze (FKP-G) Mısır hükümetinin baskısına maruz kaldı.
FKP-G 1956 yılında Gazze İsrail tarafından işgal edildiğinde, bir Ulusal Cephe kurarak bu işgale direndi.
Bu dönemde Filistin’in ulusal kurtuluşunu öne çıkaran ve burjuva devrimci nitelikler taşıyan hareketler güçlendi. Bunun önemli sonuçlarından biri 1964’te Filistin Kurtuluş Örgütü’nün (FKÖ) kurulması oldu. Gerek ÜKP gerekse FKP-G bu çatı örgütünün kurulmasını destekledi. 1970’lerde FKÖ’nün Filistin halkının tek meşru temsilcisi olduğunu kabul edeceklerdi.
Batı Şeria ve Gazze’deki komünistlerin kendileri de ulusal kurtuluş cepheleri kurma doğrultusunda adım attı ve 1967’de Gazze’de komünistler, Baasçılar ve aydınların oluşturduğu Birleşik Ulusal Cephe; Batı Şeria’da ise komünistlerin öncülüğünde Halk Direniş Cephesi kuruldu. Bunların her ikisi de bu topraklardaki işgale karşı silahlı direnişe girişme kararı aldı. Önceleri Ürdün’ün önerdiği Birleşik Arap Krallığı düşüncesi çekici gelse de 1973 yılının Ekim ayındaki savaşın ardından Batı Şeria ve Gazze’de bağımsız bir Filistin devleti kurulması hedefi benimsendi.
Bu yıllarda emek örgütleri, kadın örgütleri gibi kitle örgütlerinde güçlenen komünistlerle FKÖ’nün başat gücü haline gelen El Fetih arasında gerilimler yaşandı. Komünistlerin güçlenmesine karşı El Fetih işçi hareketine müdahale etti. 1980’de Batı Şeria’da 35 bin üyesi olan ve büyük ölçüde komünistlerin yönetiminde olan Genel Sendikalar Federasyonu 1981’de El Fetih’in müdahalesiyle bölündü. Ondan sonra FKÖ’nün önde gelen her üyesinin kendi emek örgütü ortaya çıktı. Ve sendikal örgütlenmeler bir daha o dönemki gücüne ulaşamadı.11
Bu dönemde komünistlerin güç kazanması, 1976’da Batı Şeria’daki yerel seçim sonuçlarına da yansıdı. Yerel meclislere çok sayıda komünist seçildi.12
Batı Şeria ve Gazze’deki komünistlerin birleşme çabaları 1982’de somut bir sonuç verdi ve Filistin Komünist Partisi’nin kuruluşu açıklandı. Böylece 30 yıldan uzun bir süreyle kendisini gösteren boşluk kısmen de olsa kapanmış oldu. Bu boşluğun sonuçları komünistlerin ulusal kurtuluş hareketinin içinde erimek, sıradan bir bileşeni olmak, Arap birliğini savunmanın ötesine pek geçemeden kendi özgün sınıfsal yolunu açamamak oldu. Filistin’e özgü bir perspektif yerine Arap birliğini öne çıkarmak, ülkeye odaklanma sorunu yarattı. Ürdün nehrinin iki yakasını, yani Batı Şeria ile Ürdün’ü birleştirme düşüncesinden ancak 1973 yılında vazgeçildi. 1980’lere kadar başka bir ülkenin partisi olan Ürdün Komünist Partisi içinde kalmak ve ülkeye özgü bir parti kuramamak, Marksist devrimci alanın başka devrimci örgütler tarafından doldurulması sonucunu getirdi.
Parti 1987’de FKÖ’ye, bir parti üyesi de FKÖ’nün yürütme komitesine katıldı. Bundan kısa bir süre sonra başlayan 1. İntifada’nın Birleşik Ulusal Önderliği’nin dört bileşeninden biri oldu. İntifadanın taban örgütlenmesinde önemli bir rol oynadı. Bu rol genellikle göz ardı edilmiştir.13 FKP’nin FKÖ’ye katılması da FKÖ’ye ilk kez14 olmayan bir siyasi gücün dahil olması anlamına geliyordu.
Sovyetler Birliği’nin çözülüşü, dünya üzerine pek çok komünist partisinde olduğu gibi Filistin Komünist Partisi’nde de büyük bir sarsıntı yarattı. 1991 yılında parti sınıf mücadelesinin ertelenmesi gerektiğini, Filistin halkının bir ulusal kurtuluş mücadelesi verdiğini ve bunda bütün sınıfsal unsurların birleşmesi gerektiğini iddia ederek ismini Filistin Halk Partisi (FHP) olarak değiştirdi.15 Öte yandan parti tabanı Marksizm’e bağlı kaldı.16 Parti programındaki hedefler arasında sıralanan “Parti, bağımsız, egemen ve demokratik Filistin devletinin ulusal kurtuluş aşamasının görevlerini yerine getirmek için mücadele eder” ifadesi halen ulusal kurtuluş aşamasının sosyalizmi öncelediğini göstermektedir. Aynı belgede yer alan “bağımsız ve egemen Filistin devletinin uzun vadede bir sosyalist devlete dönüştürülmesi için mücadele eder” ifadesi de sosyalizm hedefinin belirsiz bir geleceğe ertelenmiş olduğunu göstermektedir.17
İntifadanın sonlarında düzenlenen Madrid Konferansı ve bunu izleyen Oslo Anlaşmaları Filistin sorununun çözümü için atılan, ancak gerek içeriği gerekse sonuçları itibariyle çözümsüzlüğü daha da derinleştiren gelişmeler oldu. Parti Oslo anlaşmalarını destekledi; ama sürecin başarısızlığını eleştirdi. Oslo anlaşmaları ile kurulan Filistin Yönetimi’nin çeşitli hükümetlerinde FHP üyeleri bakanlık yaptı. Öte yandan FKÖ’nün Filistin devletinin kurulmasını öncelik olarak benimsememesi nedeniyle kendisi de bileşeni olduğu bu çatı örgütünü sürekli eleştirdi. Filistin Yönetimi’nin İsrail’le bağlarını koparmasını talep etti. Yönetimin bazı uygulamalarına, başkanlık kararnamelerine karşı çıktı; özgürlükleri savundu. FHP, ülkede yapılan seçimlere diğer sol ve devrimci örgütlerle birlikte ittifak halinde katıldı.
1970’li ve 1980’li yıllarda etkili olan komünistler, Sovyetler Birliği’nin çözülmesi ve aynı dönemde başlayan Oslo süreci ile birlikte zayıfladı. Sendikalar, öğrenci birlikleri, kadın örgütleri gibi kitle örgütlerinin üye sayısı azaldı. Sivil toplum virüsü Filistin solunu da sardı. STK’ler sol kadroların büyük bölümünü yuttu.18
Aynı dönemde başta Hamas ve İslami Cihad olmak üzere İslamcı hareketler güçlendi. Toplumsal tabanlarını genişletirken on yıllardır sola ait olan toplumsal tabanı kemirdi. Solun bir bölümünün sosyalizmin yenildiği sanısına kapılması, bir bölümünün bu tuzağa düşmese bile kendisini yeniden üretememesi buna ciddi bir zemin hazırladı. Bu sorun yalnızca Filistin’de değil, dünyanın pek çok ülkesinde yaşandı. Ancak Filistin’e özgü olan durum, yukarıda da belirtildiği gibi Filistin solunun, ulusal kurtuluş mücadelesi ile toplumsal adalet, sosyalizm için verilen mücadeleyi etkin programlar ve eylemlerle birleştirememesi oldu.
Filistin’deki devrimci demokrat damar
İkinci Dünya Savaşı’nı izleyen dönemde Filistin Komünist Partisi’nin dağılması ve komünistlerin dağınık bir örgütlenme içerisinde yer alması, Nakba’nın etkileri, Filistin topraklarının Ürdün ve Mısır’ın işgaline uğraması gibi etmenler Filistin siyasetinin sol alanında büyük boşlukların ortaya çıkmasına neden olmuştu. Boşlukları Arap ulusal hareketleri ve bunlardan türeyen ve devrimci demokrat olarak nitelendirilebilecek hareketler doldurdu.
Nakba’yı izleyen dönemde Filistin’deki Arap ulusal mücadelesi yoğunlaşarak devam etti. Bu alanda kurulan örgütlerden biri Arap Ulusal Hareketi’ydi. 1951’de kurulan bu örgüt 1960’lı yılların başlarında, sınırlı da olsa silahlı mücadele yürütmeye başlamıştı. Farklı Arap ülkelerinde örgütlenen hareketin kurucusu George Habaş’tı. Temel olarak pan-Arap milliyetçiliğini benimseyen örgüt, öncelikli hedef olarak Arapların birliğinin sağlanması, Filistin’in kaybedilmesinin intikamının alınması, Britanya sömürgeciliğine, genel olarak emperyalizme ve İsrail’e karşı mücadele verilmesini öne çıkardı. Filistin’in bölünmesini desteklediği gerekçesiyle Sovyetler Birliği’ne mesafeli yaklaşan bu örgütte egemen düşünce Nasırcı sosyalizm ve laiklikti. İlerleyen dönemde Marksizm benimsendi. Bunda hiç kuşkusuz, dünyanın başka bölgelerindeki kurtuluş hareketlerinin de benzer bir yönelime girmelerinin, Vietnam gibi örneklerin etkisi vardı.
1967’de İsrail’in Altı Gün Savaşı’ndan zaferle çıkması, yenilen Nasırcılığın hareket üzerindeki siyasi etkisinin iyice zayıflamasına yol açtı. Hareketin Filistin seksiyonu, Habaş’ın önderliğinde, başka gruplar ve kişilerin de katılımıyla 1967’de ayrı bir örgüt olarak faaliyet yürütmeye başladı ve silahlı mücadeleye girişti. Filistin Halk Kurtuluş Cephesi (FHKC) adını alan örgüt kısa bir süre sonra da Filistin Kurtuluş Örgütü’ne dahil oldu.
FHKC’nin kuruluşundan kısa bir süre sonra iki önemli ayrışma yaşandı. Ahmed Cibril önderliğinde bir grup Filistin Halk Kurtuluş Cephesi – Genel Komutanlık, Nayif Havatme önderliğindeki bir başka grup Filistin Demokratik Kurtuluş Cephesi olarak ayrıldılar. Bu dönemde başka ayrılanlar da oldu.
FHKC’nin kuruluşunda, 1967’deki Altı Gün Savaşı’nda Arap ülkelerinin yaşadığı yenilginin emperyalizme ve siyonizme karşı, devrimci şiddet uygulanması gerektiğini gösterdiği düşüncesi egemendi. Bu süreçte ulusal kurtuluş düşüncesi daha solda tanımlandı ve 1968’de buna “proleter ideolojisi” eklendi. Asya kıtasında, Çin ve Vietnam’daki devrimlerin FHKC üzerindeki etkisi bir yıl sonra bir tür “Asya Marksizmi” benimsenmesini beraberinde getirdi.19 Öte yandan örgüt, daha geniş bir Arap kurtuluşu düşüncesi ile Filistin için verilen mücadeleyi iç içe algılıyor, bunu sınıf mücadelesi ile birleştiriyordu. Amaç, Filistinlileri ulusal ve sınıfsal zulümden kurtaracak işçi sınıfı partisinin inşa edilmesi olarak tanımlandı.
Filistin komünist hareketinden farklı olarak FHKC, tarihi Filistin topraklarının tamamının siyonist işgalden kurtarılması ve böylece ulusal kurtuluş devrimiyle başkenti Kudüs olan demokratik bir Filistin devleti kurulması hedefini benimsedi.
FHKC’nin tanımladığı devrimci şiddet uçak kaçırma, bombalama gibi eylemlerle kendisini gösterdi. Dönemin Japon Kızıl Ordusu, Baader-Meinhof, Kızıl Tugaylar gibi benzer bir şiddet çizgisi benimsemiş olan örgütleriyle ortak eylemler yapıldı. Bu yaklaşım, FHKC’nin Filistin Kurtuluş Örgütü üyeliğinin bir süreliğine dondurulması sonucunu getirdi. FHKC önderliği bir süre sonra, sözü edilen şiddet eylemlerini uygulamama kararı aldı. Ancak örgüt içindeki bazı gruplar bu karara uymadılar ve ihraç edildiler.
FHKC, Filistin Kurtuluş Örgütü’ne bağlı olan diğer örgütlerin yaptığı gibi, 1975’te başlayan Lübnan İç Savaşı’na Lübnan Ulusal Hareketi’nin safında katıldı.
1979’da Filistin’in kurtuluşu için daha “aşamacı” bir yaklaşım benimsendi. Nihai hedef Filistin’in tamamında bir devlet kurmaktı, ama bu gerçekleşene kadar, kurtarılan Filistin topraklarında da bir devlet kurulabilirdi.
FHKC’nin önemli bir özelliği, Marksist-Leninist bir çizgi tanımlamış olmasına karşın Sovyetler Birliği ile arasında mesafe olmasıydı. 1981’de bu yaklaşımını değiştirdi. Buna göre, “Filistin ulusal devrimi ile dünya devrimi arasında bağ kurulmalıydı.”20 Bu adımla birlikte Arap ülkelerindeki komünist partilerle de daha yakın ilişki kurma kararı alındı.
1987’de başlayan 1. İntifada’nın Birleşik Ulusal Önderliği içinde yer aldı ve ayaklanmada aktif rol oynadı. İntifada’nın sonlanma sürecinde gerçekleşen Madrid Konferansı’na Filistinlilerin katılmasına ve daha sonrasında Oslo Anlaşmalarının imzalanmasına şiddetle karşı çıktı. O dönemden bu yana FHKC, FKÖ’nün Oslo çizgisindeki politikalarına itiraz etmeyi sürdürdü. Öte yandan, FKÖ’nün Filistin halkının tek meşru temsilcisi olmaya devam etmesi gerektiğini, buna alternatif başka bir oluşum kurulmaması gerektiğini vurguladı.
FHKC Genel Sekreteri Ahmed Saadet 2002’de Filistin Yönetimi tarafından tutuklandı. Eriha’da tutulduğu cezaevinin güvenliğini sağlayan ABD’li ve Britanyalı askerler 2006’da çekilince İsrail kendisini kaçırdı. Halen İsrail’de cezaevinde bulunuyor. FHKC, genel olarak etkisi zayıflayan sol örgütlerin içinde görece güçlü olma özelliğini sürdürüyor.
Filistin solunun devrimci demokrat çizgisinin diğer önemli temsilcisi olan Filistin Demokratik Kurtuluş Cephesi (FDKC) ise FHKC’den Nayif Hawatme önderliğinde kopan bir grup tarafından kuruldu.21 FDKC işçi sınıfı düşüncesi olarak sosyalizmi daha net olarak benimsemiş ve Arap ulusal hareketi ile bağlarını tamamen koparmıştı. Örgütsel yapısı da komünist parti modeline uygundu. Buna karşın kuruluş aşamasında Sovyetler Birliği çizgisinden, Arap komünist partilerinden uzak bir konumlanışı vardı. Arap komünist partilerini Filistin sorununda doğru tutum almadıkları için, Sovyetler Birliği’ni de İsrail’in kuruluş aşamasında yanlış bir yaklaşım geliştirdiği için eleştiriyordu. Vietnam ve Küba devrimlerinden esinlenilmişti; öte yandan Troçkizm’e özgü devrimci işçi konseyleri savunuluyordu.22
FDKC’nin kendisi de Filistin’in kurtuluşu için silahlı mücadele vermeyi benimsemişti, ancak FHKC’nin ilk dönemindeki şiddet tarzını eleştiriyordu. FDKC’ye göre kurtuluş için halkı siyasi bilinçle donatmak gerekiyordu. FDKC de FKÖ’ye katıldı ve burada ulusal birlik sağlanması gerektiğini vurguladı.23
FDKC ile FHKC arasında bir başka önemli görüş ayrılığı 1970’li yılların başından itibaren belirginleşti. Filistin komünist hareketi gibi FDKC de 1967 savaşı öncesindeki sınırlara göre Batı Şeria ve Gazze’de kurulacak ve başkenti Doğu Kudüs olacak bir Filistin devletinin kurulmasını, bir başka deyişle iki devletli çözümü benimsedi. Bu devlet “kadınlar ve erkekler arasında yasal düzlemde eşitliği güvence altına alan bir parlamenter demokrasi olacak ve çok partili bir siyasal sistem uygulanacaktı.”24 Filistin devletinin kurulmasını uzun vadede Arap ve Yahudi halklarının birlikte ve eşit koşullarda yaşayacağı tek bir devlet kurulması izleyecekti; ancak bu hedef belirsiz bir geleceğe bırakılmıştı. Aynı dönemde Sovyetler Birliği ile olan ilişkiler de gelişti. Sovyetler FDKC’ye silah yardımı da yaparak etkin destek verdi.
FDKC Arap birliği meselesi ile ilgili olarak, Arap ulusal kurtuluş hareketlerinin özerkliğini savundu. Her biri kendi sınırları dahilinde bağımsız programlara sahip olmalı; ancak birbirleriyle yakın ilişki geliştirmeliydi.
FDKC de Lübnan İç Savaşı’nda diğer Filistinli örgütlerle birlikte savaştı; Lübnan’a yönelik İsrail işgaline aktif biçimde direndi ve ayrıca 1. İntifada’da etkin bir rol oynadı. FDKC de halen Filistin solunun önemli bir bileşeni olma özelliğini sürdürüyor.
Filistin Halk Partisi, Filistin Halk Kurtuluş Cephesi ve Filistin Demokratik Kurtuluş Cephesi, Filistin’de yapılan seçimlerde sık sık ortak hareket ettiler. Zaman zaman FHKC diğerlerinden daha ayrıksı bir konum belirledi. Günümüzde de bu ayrıksı konumunu sürdürüyor. Hamas ve İslami Cihad gibi İslamcı örgütlerle daha aktif bir işbirliği yürütüyor.
Solun geri çekilişi ve İslamcı hareketlerin yükselişi
1968’de FKÖ’deki ağırlık, militan olmakla birlikte ulusal burjuva karakter taşıyan El Fetih’e geçti. Bunu izleyen yıllarda da FHKC, FDKC gibi devrimci örgütler, daha sonra da Filistin Komünist Partisi FKÖ’ye katıldı. FKÖ’nün devrimci örgütler yanında burjuva nitelikli siyasi yapıları da barındıran bir çatı örgütü olma özelliği, ulusal kurtuluş mücadelesini benimsemiş olan Filistin toplumunun tamamına seslenme kapılarını açtı.25
FKÖ gerek Filistin’de gerekse dünyanın geri kalanında Filistin halkının ve ulusal mücadelesinin meşru temsilcisi olarak kabul gördü. Bu meşruiyet yıllar içinde sorgulanmaya başladı. Ancak FKÖ’ye asıl darbeyi 1994’te, Oslo Anlaşmasının sonuçlarından biri olarak Filistin Yönetiminin kurulması vuracaktı. FKÖ’nün çatı örgütü olma niteliği zayıfladı. Devrimci bir mücadele örgütünden bürokratik bir aparata dönüştü. Fonksiyonları Filistin Yönetimi tarafından boşa düşürüldü. Böylece El Fetih, bir “iktidar partisi” niteliği aldı.26 Yıllar içinde körelen burjuva devrimci karakteri ortadan kalktı.
Filistin Yönetiminin kurulması, FKÖ’nün öncülük ettiği “ulusal kurtuluş” emelini zayıflattı. Filistin Yönetimi net bir sınıfsal temsiliyet üstlendi; zayıf da olsa burjuvazinin temsilcisi oldu.
1990’ların başlarından itibaren, yukarıda adı geçen parti ve örgütlerin ana gövdesini oluşturduğu Filistin solunun siyasi ve toplumsal etkisinin zayıfladığına tanık olundu. Ciddi bir toplumsal hareket ve meşruiyet kazanmış olmakla birlikte 1. İntifada’nın umulan somut kazanımlarla sonuçlanmaması, El Fetih ağırlığındaki FKÖ’nün Oslo Anlaşmalarına imza atması, İsrail’le belli alanlarda işbirliğine girişen Filistin yönetiminin kurulması gibi etmenler bu zayıflamanın ülke içindeki dinamiklerini oluşturdu. Elbette etkisini yitiren yalnızca Filistin solu değildi. Sovyetler Birliği’nin dağılması dünya genelinde benzer bir süreci tetiklemişti ve bu sorun Filistin’e de yansıdı. Sovyetlerin aktif desteğinin ortadan kalkması Filistin solunu da olumsuz etkiledi.
FHP başta Oslo’yu desteklemiş, Filistin Yönetimi hükümetlerinde yer almıştı. FHKC ve FDKC ise Oslo’ya karşı çıktı. Ancak bu tutum farklılıkları da solun etkisinin zayıflaması sonucunu değiştirmedi. 2000 ile 2005 yılları arasında devam eden 2. İntifada da bu süreci tersine çeviremedi.
Filistin solunun, ulusal devrimci olarak nitelenebilecek El Fetih’in başat bileşenini oluşturduğu Filistin Kurtuluş Örgütü’nün içerisinde yer almasının, Filistin direnişine sol ve devrimci bir karakter vermek açısından olumlu bir yaklaşım olduğunu belirtmek gerekiyor. Oslo Anlaşmalarını izleyen dönemde ise El Fetih’in giderek bir düzen kurumuna dönüşmesi genel olarak FKÖ’nün bu niteliğinin de zayıflamasına neden oldu.
Buna karşın Filistin solu FKÖ’ye sahip çıkmaya devam etti. Ancak bu, FKÖ içinde erimek, ayrı bir devrimci hat oluşturamamak gibi bir sorunu da beraberinde getirdi. El Fetih belirleyici olmaya devam ettikçe sol boşlukta kaldı. Filistin Yönetimi’nin, El Fetih’in İsrail’le belli alanlarda işbirliğine gitmesi ve yolsuzluklar nedeniyle meşruiyet kaybı yaşaması karşısında solun ayrı bir hat oluşturması seçeneği hayata geçirilemedi.
Filistin solu “ulusal kurtuluş”u ön planda tutmaya devam etti, sınıfsallık vurgusu geride kaldı. Egemen olan liberal yaklaşımlar bütünlüklü bir mücadele verilmesinin önünde engel yarattı.27
Bu ortamda İslamcı hareketler, işbirlikçi ve yozlaşmış olmasını öne çıkararak FKÖ’yü hedef aldı. Gerçekte bu suçlamanın asıl muhatabı El Fetih iken, FKÖ’ye koşulsuz olarak sahip çıkan sol da bu durumda olumsuz bir konumda kaldı. Devrimcilik ve laiklik toplumsal meşruiyet kaybına uğradı.
İslamcı hareketler ve özellikle Hamas, boşluğu zaman içerisinde doldurdu. Hamas Gazze’yi Batı Şeria’dan kopardı ve burada fiili ve toplumsal meşruiyete dayanan bir hükümet oluşturdu. Direnişçi bir çizgide ısrar etmesi toplumsal desteğinin zamanla Batı Şeria’da da artmasını sağladı. Filistin direnişinin laik, sol, devrimci ekseni böylece değişmiş oldu.
Bu durum İslamcı çevrelerin yanında İsrail’in de olumlu olarak değerlendirdiği bir durumdu. İsrail net bir “İslamcı düşman” tanımlama şansına sahip oldu.
Filistin solunun yeniden toparlanması ve direnişe yeniden devrimci bir renk çalması elbette mümkün. Bunun koşullarının, Filistin gibi son derece karmaşık bir coğrafyada tanımlaması ve şekillenmesi de aynı oranda karmaşık ve zorlu bir süreç. Şu ifade günümüzdeki egemen dinamikleri açıklıyor:
“Filistin siyaset sahnesinde çatlağa neden olan şey, saf bir başkaldırma siyaseti ile uzlaşma, işbirliği ve uyum siyaseti arasındaki uçurumdur. Nihayetinde, Batı solunun Don Kişotvari bir şekilde Hamas’a laik, ilerici bir alternatif arama çabası basit bir etmeni göz ardı ediyor: Bu tarihsel kesitte, direniş gündemine sahip çıkan ve onu yönlendiren siyasi güçler laik soldan değil.”28
Bütün bölmeleriyle Filistin solunun direnmediğini söylemek büyük bir haksızlık. Ama yine de çıkış yolunun işaretleri de buradan yola çıkarak türetilebilir. Direnmek, her zaman, eninde sonunda kazandırır.
- 1.Faysal Hurani, “El-Şarif ‘Tüzellik Arayışı: Filistin Siyasi Düşüncesi Üzerine Bir Çalışma, 1908-1993”, Majallat al-Dirasat al-Filastiniyya, Sayı 27, Yaz 1996 (https://www.palestine-studies.org/ar/node/34605)
- 2.Yine de, 1943’te partinin kaderini belirleyen bölünmeye kadar partideki Yahudiler çoğunluğu oluşturdu.
- 3.Musa Budeiri, The Palestine Communist Party 1919-1948, Haymarket Books, 2010.
- 4.Toprak satışı konusu, Filistinlerin yaşadığı felaketi meşrulaştırıcı bir söylem olarak, özellikle ülkemizde de kullanılıyor. Gerçekte 1948’e kadar Yahudiler yapılan toprak satışı, ülke yüzölçümünün %5-6’sı düzeyindeydi.
- 5.Maher Charif, Palestine Communist Party, palquest.org/en/highlight/23736/palestine-communist-party
- 6.İsrail Komünist Partisi’ni oluşturacak olan komünistlerin İsrail’in kuruluşunu desteklemesi, dönemin Yahudi siyasi dinamikleri ve Sovyetler Birliği’nin o dönemde Yahudi sorununa yönelik politikaları ile de bağlantılıdır. Görüş ayrılıkları nedeniyle ileriki yıllarda bölünen İsrail Komünist Partisi, Filistin sorununa da sahip çıkmış, İsrail sınırları içinde kalan ve giderek işçi sınıfının önemli bir bölümünü oluşturan Filistinliler arasında örgütlenmiştir. Yıllar içerisinde Arap üyelerin sayısı Yahudi üyelerin sayısını epeyce geçmiştir. Parti, günümüzde de Filistin’in özgürleşmesi için son derece önemli bir mücadele vermektedir.
- 7.a.g.e.
- 8.a.g.e.
- 9.Maher Charif, Palestinian National Liberation Movement, palquest.org/en/highlight/23292/palestinian-national-liberation-movement—fatah-i
- 10.Wisam Rafeedie, The Trinity of Fundamentals, 1804 Books, 2024, s. 250.
- 11.Alain Gresh, “Palestinian Communists and the Intifada”, Middle East Report 157 (Mart/Nisan 1989). https://merip.org/1989/03/palestinian-communists-and-the-intifada/
- 12.Daily News Bulletin, Jewish Telegraphic Agency, 14 Nisan 1976, pdfs.jta.org/1976/1976-04-14_073.pdf
- 13.Alain Gresh, a.g.e.
- 14.FKÖ’deki Fetih, FHKC, FDKC ve diğer örgütlerin silahlı militanları fedai olarak adlandırılıyor.
- 15.Bu değişikliği kabul etmeyen bir grup partiden ayrıldı. Bugün halen Filistin Komünist Partisi adıyla, küçük bir topluluk olarak varlığını sürdürüyor.
- 16.Patrick Harrison, “Interview with Palestinian People’s Party”, https://terminatorline.blogspot.com/2012/01/interview-with-palestinian-…
- 17.https://web.archive.org/web/20151126003607/http://www.ppp.ps/atemplate…
- 18.Maher Charif, Palestinian Communist Movement, palquest.org/en/highlight/23848/palestinian-communist-movement
- 19.Maher Charif, Popular Front for the Liberation of Palestine, palquest.org/en/highlight/23332/popular-front-liberation-palestine—pflp
- 20.a.g.e.
- 21.Filistin Demokratik Halk Kurtuluş Cephesi olarak kuruldu; 1975’te Filistin Demokratik Kurtuluş Cephesi ismini aldı.
- 22.Maher Charif, Democratic Front for the Liberation of Palestine, palquest.org/en/highlight/23611/democratic-front-liberation-palestine—dflp
- 23.Deniz Gezmiş ve başka bir grup devrimci de Türkiye’den FDKC kamplarına giderek burada eğitim almıştı.
- 24.a.g.e.
- 25.Rashid Hamid, “What is the PLO”, Journal of Palestine Studies 4, no. 4, Yaz 1975, s. 90-109.
- 26.Maher Charif, Palestinian National Liberation Movement – Fatah, palquest.org/en/highlight/23292/palestinian-national-liberation-movement—fatah-i
- 27.https://haber.sol.org.tr/haber/israil-ve-filistinli-komunistlerden-orta… Ekim 2024’te Filistin Halk Partisi ile İsrail Komünist Partisi’nin birlikte düzenlediği telekonferansta, FHP Genel Sekreteri Bassam Salhi sınıfsal analiz vurgusu yaparak bir boşluğun doldurulması gereğini dile getirmiş oldu.
- 28.Abdaljawad Omar, The Question of Hamas and the Left, https://mondoweiss.net/2024/05/the-question-of-hamas-and-the-left/
Endonezya’ya kör gözlerle bakmak -Ogün Eratalay-
Yasin Aktay hayatımızda hiçbir anlam ifade etmeyebilir. Ancak AKP Genel Başkan Başdanışmanı olan Yeni Şafak yazarının “akademik bir sosyolog” olduğu düşünülünce söyledikleri önemsenmeli ve çürütülmeli.
Yasin Aktay 1966 Siirt doğumlu, ODTÜ Sosyoloji bölümü 1990 mezunu. Sonrasında aynı bölümde yüksek lisans ve doktorasını tamamlıyor. Doktora tezini Temmuz 1997’de savunuyor. “Beden, metin, kimlik: Modern Türkiye'de İslamcı otantisite söylemi” başlıklı tezinin danışmanı Bahattin Akşit. Jürisinde eski YÖK Başkanı Yusuf Ziya Özcan ve günümüzde İlim ve Hikmet Araştırma Merkeziyle tanınan Abdullah Topçuoğlu var. Yasin Aktay AKP’li. Dış İlişkilerden ve İnsan Haklarından sorumlu Genel Başkan Yardımcılığı yapmış, 2015-2018 arasında Siirt milletvekilliği olmuş. Şimdi ise AKP Genel Başkan Başdanışmanı. Aktay aynı zamanda Türkiye Bilimler Akademisi üyesi. SETA Vakfı, Stratejik Düşünce Enstitüsü gibi düşünce kuruluşlarında aktif. 2006 yılından bu yana Yeni Şafak’da yazıyor.Aktay, 25 Kasım tarihli yazısında Endonezya’daki müslümanlığın güzellemesini yapıyor. Hayalindeki toplumu orada gördüğünden emin, analizlerini teorileştirmeye doğru adım atıyor.
"Endonezya, tarihi itibariyle sömürgeciliği yaşadığı kadar ona karşı direnişi de iki yüz yıl boyunca bütün alanlarda yaşamış bir halk. Bu direniş büyük ölçüde İslam ulemasının ve onun etrafında şekillenen çok güçlü bir sivil toplum geleneğiyle mümkün olabilmiş. Bugün Endonezya’nın 1945’ten beri kavuşmuş olduğu bağımsızlığı, bedeli bütün halk tarafından ödenmiş, dolayısıyla değeri çok iyi bilinen bir durum. O yüzden bağımsızlıktan sonra gelişen demokrasi diğer İslam ülkelerine nazaran çok daha güçlü temellere oturmuş duruma.
Bağımsızlık hareketlerine öncülük etmiş olan ve bu esnada birbirleriyle belli şekillerde işbirliği içinde olmuş olan Muhammediye, Nedvetu’l Ulema, İttihadu’l-İslam ve irili ufaklı sayısız İslami cemaatlere dayanan İslami hareket, toplumun bütün kırsal damarlarına kadar toplumu işlemiş ve Hollanda’nın temsil ettiği Batılı sömürgeciliğe karşı kendi kültürünü, kimliğini sürekli besleyerek canlı tutmuş, bağımsızlık mücadelesi için en büyük gücü oluşturmuştur. Bu açıdan Endonezya’da İslam toplumun en karakteristik özelliği. Genellikle Türklerin Hac ve Umre günlerinde bembeyaz ve tertemiz kıyafetleriyle, disiplin ve intizamlarıyla haklarında ortak intibalar oluşturdukları Endonezyalıların bu durumları kendi ülkelerindeki hal ve tavırlarının bir yansıması. Tesettür, mesela, olabildiğince hayatın tabii bir yanı olarak yaygın ama bu tesettürü tercih etmeyenleri dışlayan veya yokeden bir davranış değil. Seküler bir hayatı benimseyen insanlar da var ve onlar için de her türlü imkân ve ortam mevcut. Kendisiyle, halkıyla halkı da birbiriyle barışık bir toplum."1
Endonezya 17 bin adadan oluşuyor. Toplam yaklaşık 2 milyon km² araziye yayılan ülkede 280 milyon kişi yaşamakta.
İddia-1: Endonezya direnişi büyük ölçüde İslam ulemasının ve onun etrafında şekillenen çok güçlü bir sivil toplum geleneğiyle mümkün olabilmiş.
Yanıt: Endonezya, 20.yüzyılın başında Hollanda sömürgesiyken hem ülke içinde hem de sömürgeci Hollanda’nın bağrında Marksist aydınlar bağımsızlık fikrini ortaya atmış ve bunun için çalışmaya başlamışlardır. Ekim Devriminin de etkisiyle kurulan Endonezya Komünist Partisi (Partai Komunis Indonesia) PKİ bağımsızlık mücadelesinin önde gelen unsuru olmuştur. Ülkede önemli bir Cumhuriyetçi damar mevcuttur ve sömürgeciliğe karşı boyun eğmez.
Suharto, ABD Başkanı Gerald Ford ve Dışişleri Bakanı Henry Kissinger ile (1975)İddia-2: Bağımsızlıktan sonra gelişen demokrasi diğer İslam ülkelerine nazaran çok daha güçlü temellere oturmuş durumda.
Yanıt: Endonezya, 2. Dünya Savaşı sırasında Japonya işgaline uğrar. Sömürgeci Hollanda altyapısını tasfiye eden Japonlar kendi emperyal gündemlerini ülkeye dayatır. Japonlar, savaşın son dönemlerinde askeri yenilgilerin etkisiyle bölgeden geri çekilmek durumunda kalır. Ancak geri çekilmeden önce 1944 yılı Eylül ayında Japon Başbakan Kuniaki Koiso (1880-1950) Endonezyalı direnişçileri yatıştırmak için ülkenin bağımsızlığının tanınacağını ilan eder. Sukarno ve burjuva İslamcı liderler bu sözler üzerine başta komünistler olmak üzere cumhuriyetçileri maceraperest olmakla suçlayıp, işgalcilerle işbirliği yaparak ülkede huzurun sağlanması adına saldırıların başlamasını sağlar. Japonların ayrılmasından sonra ülkede denetimi kurmak için gelen İngilizler ve sonrasında yeniden sömürgelerine kavuşan Hollandalılar Sukarno ve İslamcı liderler nezdinde sadık işbirlikçiler bulurlar. Komünistlere karşı hem sömürgeciler hem de işbirlikçileri cephe almıştır. İslamcılar ise gelişmekte olan Soğuk Savaş ortamında güvenilir bir müttefik adayı olmuştur.
İddia-3: İslami hareket, toplumun bütün kırsal damarlarına kadar toplumu işlemiş ve Hollanda’nın temsil ettiği Batılı sömürgeciliğe karşı kendi kültürünü, kimliğini sürekli besleyerek canlı tutmuş, bağımsızlık mücadelesi için en büyük gücü oluşturmuştur.
Yanıt: Yukarıda anlattığımız gibi ihmal edilebilecek bir azınlık hariç tüm İslami örgütler düzen adına sömürgecilerle işbirliği yapmış, ulusal kurtuluş mücadelesinin işçi sınıfı iktidarına yönelmemesi için sübap görevi görmüştür. Gerçek bağımsızlığın ancak sömürgecilerden, onlarla işbirliği yapan asalaklardan kurtulmakla olacağını savunan komünistler Endonezya halkının güvenini kazanmıştır. 2. Dünya Savaşı sırasında Japonlara karşı gerçek anlamda mücadele eden tek örgütlü güç olan komünistler, üye sayısının milyon mertebesinde ölçülür hale gelmesiyle halkın gerçek öncüsü olmuştur.
Yargısız bir şekilde infaz edilmeye götürülen bir komünistİddia-4: Tesettür, mesela, olabildiğince hayatın tabii bir yanı olarak yaygın ama bu tesettürü tercih etmeyenleri dışlayan veya yok eden bir davranış değil. Seküler bir hayatı benimseyen insanlar da var ve onlar için de her türlü imkân ve ortam mevcut. Kendisiyle, halkıyla halkı da birbiriyle barışık bir toplum
Yanıt: Endonezya bağımsız olsa da Sukarno iktidarı emekçilerden yana bir rejim olmaktan uzaktı. Ülkede komünistlerin etkisi ve örgütlülüğü artıyordu. Bu aşamada emperyalizm ve egemen güçlerin komplosu sahneye koyuldu. Günümüzde artık CIA tarafından gerçekleştirildiği şüpheye yer olmadan kanıtlanan bir askeri darbe sonrasında komünist partiye yönelik saldırılar başlatıldı ve işçi sınıfı örgütleri dağıtıldı, sınıfa müdahale edildi. Yaklaşık 1 milyon komünist ve sempatizanın öldürüldüğü sürecin sonunda 30 yıl sürecek olan Suharto (1921-2008) diktatörlüğü başlamış oldu. Komünizm karşıtı ve işçi düşmanı politikaları tarafından emperyalist ülkeler tarafından yıllarca el üstünde tutulan rejim, bugün güzellemesi yapılan İslami anlayışın ülkeye zorla dayatılmasında doğrudan rol oynamıştır. Dolayısıyla yazarımızın bahsettiği Endonezya’daki hayatın bir parçası olan İslami kültürel zenginlikler ve güya sekülerle gösterilen tolerans ve barış resmi, halka karşı işlenmiş inanılmaz vahşilikte bir katliamın üzerindeki ciladır, kazınınca altından emperyalizm, işbirlikçilik ve işçi sınıfı düşmanlığı çıkar.
*
Yazıya Aktay’ın doktora tezinin başlığını anarak başlamıştık. Yine bir akademik başlık önererek bitirelim: Sömürgesever darbeciler ile emperyalizm arasında siyasal İslam: İşbirlikçiliğin otantisitesisi
***
***
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder