24 Kasım 2024 Pazar

Fuat Kökek ve Duygu Güles Kökek, ‘Beşiktaş’ın Gizli Tarihi’ ile geçmişle bugüne köprü kuruyor: Bu ne sevgi ah, bu ne ızdırap! (Ebru D.Dedeoğlu/T24) + Rober Koptaş: Romanda anlattığım, adına travma dediğimiz darbelerden azade değilim(Anıl Mert Özsoy/duvaR)

Fuat Kökek ve Duygu Güles Kökek, ‘Beşiktaş’ın Gizli Tarihi’ ile geçmişle bugüne köprü kuruyor: Bu ne sevgi ah, bu ne ızdırap! (Ebru D.Dedeoğlu/T24)

‘Beşiktaş’ın Gizli Tarihi’nin yazarı Duygu Güles Kökek ve anlatıcısı Fuat Kökek: Bugünkü Beşiktaş'la o zamanki "karakter"in hiçbir ilgisi yok. Yani o karakterde çatlaklar yaratmanın ötesinde, o karakter atın çatlaması gibi çatladı ve içinden bambaşka amorf bir yaratık çıktı.

Beşiktaş, İstanbul’un hızla değişen yüzünde bir yandan kozmopolit ruhunu taşırken, diğer yandan geçmişin izlerini kaybetmenin sancılarını yaşıyor. Bir zamanlar bostanları, kuşları, yeraltı dünyasının efsaneleri ve nostaljik doğasıyla anılan bu kadim semt, modernleşmenin ve kapitalizmin ilerleyişiyle kendine özgü kimliğinden giderek uzaklaşıyor. Tam da bu noktada, Siyah Kitap’tan yayımlanan Beşiktaş’ın Gizli Tarihi, bir semtin kaybolmaya yüz tutmuş hafızasını gün ışığına çıkarma çabasıyla dikkat çekiyor.

Fuat Kökek’in anıları, Duygu Güles Kökek’in sanat tarihçi bakışıyla birleşerek okura çarpıcı bir anlatı sunuyor. Beşiktaş’ın kuşlarından ve kuşbazlarından bostanlarına, 6-7 Eylül Olayları’nın semtin çok kültürlü yapısını nasıl sarstığından, Migros kamyonlarıyla gelen kapitalizmin semt kültürüne etkileri, Ihlamur Kasrı’nın Beşiktaş’ın ruhunu nasıl beslediğini, çocukluk anılarının bugünün Beşiktaş’ını anlamaya nasıl ışık tuttuğunu ve semtin yeraltı dünyasının sosyal bağları nasıl şekillendirdiğini derinlemesine konuştuk. Ayrıca Fuat Kökek’in, İtalyan sinemasının efsanevi aktörü Marcello Mastroianni'ye duyduğu hayranlığı ve etkilerini de ele aldık. :)

Beşiktaş’ın Gizli Tarihi, geçmişle bugünü birleştiren güçlü bir köprü kuruyor. Hafızayı yalnızca geçmişe tutunmak değil, bugünü ve geleceği sorgulamak için bir direnç aracı olarak tanımlıyor. Günlük yaşamın tarihine dokunan her sayfasında, yalnızca bir semtin değil, bir kentin hafızasızlığa karşı verdiği mücadeleye tanıklık edeceksiniz.

- Beşiktaş’ın Gizli Tarihi’nde Beşiktaş’ın kentsel dönüşümlerle geçirdiği değişimler çok çarpıcı. Modernleşmenin bir yıkım aracı olarak işlendiği yerlerde, hafıza bir direnç alanı olabilir mi? Hafızanın bu direnci, sizin için sadece geçmişe tutunmak mı yoksa bugünü anlamak için bir araç mı?

Bana göre hafıza tamamen geçmişle ilgili değildir. Elbette hatırlama geçmiş şeylere yöneliktir ama hafıza geçmişi bugüne eklemleyerek günü anlama yolunda önemli veriler sağlar. Bu yönüyle hafıza güçlü bir direniş aracıdır. Geçmişini, nereden geldiğini bilen insana türedi şeyleri yutturmak kolay değildir. Hafıza, insanı önüne her geleni sorgusuzca kabul etmekten alıkoyar. Reddetme bilinciyle alakalıdır bu açıdan. Örneğin ben cep telefonunu reddetmiş biriyim, hiç kullanmadım. Bu yüzden, şehrime çocukluğumdaki gibi meraklı gözlerle bakmaya devam ediyorum. Elimde beni kendine hapsedecek bir şey olmadığı için etrafıma, havaya, denize, ağaca dikkat kesiliyorum. Dolmabahçe'deki çınarlar birer ikişer kuruyor, her sene kaçı yaşıyor, kaçı gitti hepsini sayıyorum mesela.

Desen: Fuat Kökek

- Beşiktaş’ın bostanlarının yerini alan apartmanlar sadece fiziksel bir yıkımı değil, kültürel bir yitimi de temsil ediyor. Bu dönüşüm, Beşiktaş’ın sosyal dokusunu nasıl yeniden şekillendirdi? Doğanın bu kaybı, semtin insan ilişkilerinde nasıl bir iz bıraktı?

Bostanlar bozulmamışken bahçıvanlıkla geçimini sağlayan aileler, bostan içindeki bir iki katlı evlerde iki üç kuşak beraber yaşıyorlardı. Keza Beşiktaş'ın konaklarında ve ahşap evlerinde oturan eski saray eşrafından ya da yeni Cumhuriyet kadrolarından bürokratlar da aynı şekilde. Bostanların yerine yapılan apartmanlarla, daha da önemlisi dengesiz göçlerle bu organik yapı bozuldu. Bizim bostana 26 tane apartman yapıldı. Biz üç aileyiz, üç daire deseniz, geri kalan dairelere genelde göçle gelen insanlar yerleşti. Zaten bostandan apartmana geçiş semt yaşamında majör bir değişiklikti, fakat asıl kültürel hezimet göçle birlikte karışan sosyal yapıda yaşandı. Bostancılık ve balıkçılık Beşiktaş'ın başlıca ekonomik faaliyetiydi. Buğday deniz yoluyla Beşiktaş'a gelir, un olup İstanbul'a dağılırdı. Hamidiye suyu da öyle. Tüm bu taşıma ve dağıtma işi at arabalarıyla yapılırdı. Arabacılık da ayrıca bir sektördü. Şimdi tüm bu iktisadi sisteme katkıda bulunan işinin ehli adamlar gidip yerine başka coğrafya ve kültürden insanlar gelirse ne olur? İşte o oldu.

Desen: Fuat Kökek

- Peki, 6-7 Eylül Olayları kitabınızda önemli bir yer tutuyor. Bu durum, sadece fiziksel bir yıkım değil, Beşiktaş’ın sosyal dokusunu oluşturan kolektif güven ve dayanışma duygusunu da derinden etkiledi. Bu olaylar, semtin gündelik hayatındaki ilişkileri ve mahalle kültürünü nasıl dönüştürdü?

O zaman devam edeyim kaldığım yerden. Bir şeyi yerinden ettiğinizde, üstelik bunu ölçüsüzce yaptığınızda ve boşalan yere ne koyacağınızı bilemediğinizde o boşluğun çer çöple dolma tehlikesi vardır. Bu yüzden bu tür sosyal olayların etkilerini tam olarak kestirebilmek kolay değil. Yahya Kemal'in meşhur mısraı gibi: "Bir tel kopar ahenk ebediyyen kesilir." 6-7 Eylül Olayları, diğer tüm tarihsel olaylar gibi münferit bir hadise değildi, başka birçok olayla sebep-sonuç ilişkisi içerisindeydi. Migros kamyonu da aynı yıl geldi mesela. Bu olaylarla her şeyden önce esnaf ve usta-çırak geleneği ile kültürel mozaik darbe aldı. 7 Eylül sabahı çarşıya indim, İshak Amca'nın bakkal dükkânı yağmalanmış, ortada yoktu. Çocuk olduğum için anlam veremedim, anneme gidip "Anne İshak Amca'dan ne istediler?" diye sordum. Kadın bana cevap veremedi. Bu cevapsızlık semtin belleğinde esaslı bir travma oldu.

Desen: Fuat Kökek

- Beşiktaş’ın Gizli Tarihi’nde kuşlardan atlara kadar Beşiktaş’ın hayvanlarıyla kurulan ilişkiye sıklıkla değiniyorsunuz. İmrenerek okudum satırlarınızı. İnsanlar ve hayvanlar arasındaki bu yakınlık, semtin sosyal hayatında nasıl bir anlam ifade ediyordu?

Babam ıspanağı ekti, geçim zamanı binlerce aç sığırcık indi, tarlaya ekilen tüm emeği aldı gitti. Ya da kasımda sökün eden bıldırcın sürülerinin uğultusu geceleri uykularımızı çimdikledi. Annem kuluçkanın altına on tane yumurtayı koydu, yirmi gün sonra on civciv çıktı. Bostanın üzerinde gezen beş altı çaylak on civcivi de kaptı kaçtı. Bu ne sevgi ah, bu ne ızdırap! :) İnsanın hayvanla gerçek ilişkisi böyledir. Şimdi ağaçlarda kuş, denizde balık yok. Kedi köpek seviyoruz eyvallah, fakat günümüzde insanla hayvan ilişkisinin biraz gerçeklikten koptuğunu düşünüyorum. Bizim hayvanlarla çok doğal bir ilişkimiz vardı, insan insandı, hayvan da hayvan. İstanbul'un kuşları şehrin havasının, suyunun ve nebatının bekçileri gibiydi. Atlar da ekonomik hayatımızın ayrılmaz unsurlarıydı. Sosyoekonomik paradigma değişince bu ilişki de değişti. Apartmanlara hapsolan çocukların tüm bunlarla ilişkisi kesildi. Bunu anlamak için tarım toplumuna geri dönmek gerekir ki bunun ne imkânı ne de anlamı var. Artık modern şehirde yaşıyoruz ve onun dinamikleri çok farklı.

Fuat Kökek'in aile arşivinden bir kare

- Beşiktaş’ın psikocoğrafyası, sizin kişisel hafızanızda derin bir etki bırakmış görünüyor. Beşiktaş’ın coğrafyasını bir insan karakteri gibi ele alırsak, bugünkü Beşiktaş’ın bu karakterde ne gibi çatlaklar ya da değişimler yarattığını söyleyebilirsiniz?

Bugünkü Beşiktaş'la o zamanki "karakter"in hiçbir ilgisi yok. Yani o karakterde çatlaklar yaratmanın ötesinde, o karakter atın çatlaması gibi çatladı ve içinden bambaşka amorf bir yaratık çıktı.

- Ihlamur, yalnızca bir kasır ya da dere değil, Beşiktaş’ın sosyal dokusunun merkezindeydi. Bostanlardan Ihlamur Kasrı’na kadar uzanan bu tarihsel coğrafya, sizin hafızanızda nasıl bir Beşiktaş anlatısı oluşturuyor?

Fuat: İyi ki öyle bir yerde büyümüşüm diyorum. Başlı başına bir manzaraydı Beşiktaş. Pitoresk bir yönü vardı. Bu yön bendeki duyarlılıkları çok beslemiştir. Gördüğümü anlamayı, baktığıma tam anlamıyla bakmayı ve özümü keşfetmeyi öğretmiştir. Bugüne kadar yaklaşık üç bin versiyonu yapılmış Rodrigo'nun Aranjuez Konçertosu'nun ilham kaynaklarından biri de Ihlamur'un peyzajıdır. Sefarad Yahudisi olan İstanbul doğumlu piyanist eşinin, Ihlamur'un güzelliğini âmâ olan kocasına anlatıp bu güzelliği Endülüs'e taşıdığı söylenir.

Duygu: Ben manzara olgusu üzerine çalışan bir sanat tarihçisiyim. Her ne kadar Fuat'ın tasvir ettiği Beşiktaş'ı göremesem de, onun tasviri ve bu tasviri yazıya dökme uğraşı benim Beşiktaş algımı kökten değiştirdi. İstanbul, Osmanlı'nın son dönemlerinde özellikle Osmanlı resminde önemli bir imgedir. Bu konuda hocam Tarkan Okçuoğlu'nun değerli bir çalışması vardır hatta (Osmanlı Resminde İstanbul İmgesi). İşte ben resimlerde göregeldiğimiz bu cennetvari imgeyi, Fuat'ın zihninden muhayyileme yansıyan Ihlamur'da buldum diyebilirim.

Desen: Fuat Kökek

- Beşiktaş’ın kuşları ve kuşbazları üzerine yazdıklarınız, bu semtin hem insanlar hem de hayvanlar için bir yaşama alanı sunduğunu gösteriyor. Bu ortak yaşam alanının kaybı, Beşiktaş’ın sesini kaybetmesine neden oldu mu?

Muhakkak. Dediğim gibi hayvanların kendilerine ait bir habitatı vardı. Sapanımla bir taş fıydırırım, her bir fasulye sırığının üzerine farklı çeşit kuş konardı: Saka, florya, ispinoz, kanarya, iskete, sarıasma, çıvgın, ardıç kuşu, toygar, bülbül... Şimdi sadece Duygu'nun "şehir kuşları" dediği kuşlar kaldı. Bir de Tekfur'un orada, Edirnekapı Kuş Pazarı'nda kuşbazlar direniyorlar. Küçücük bir İstanbul hatırası gibi.

- Kitapta semtin bitirimleri, kabadayıları ve yeraltı dünyası önemli bir yerde. Beşiktaş’ın tekinsizliği, semtin sosyal bağlarını güçlendiren bir unsur muydu yoksa tehdit edici bir atmosfer mi yaratıyordu? Bu “tekinsizlik” nostaljiye duyulan özlemi besliyor mu?

Her ne kadar serserisi çok olsa da Beşiktaş'ın tekinsizliği, şimdi tekinsizlikten anladığımızla aynı değildi galiba. Feodal bir yönü vardı, kırmızı çizgiler çok belirgindi, semtin bir ferdine kimse yan gözle bakamazdı filan. Sosyal bağlar bu tür tekinsizlikleri bağrında yumuşatıyordu zaten. Misal Bahriyeli Cahit bitirimin önde gideniydi, fakat Cahit'i herkes severdi... Ben pek öyle nostalji meraklısı değilim bu arada. Kitabı yazmaya niyetlendiğimizde, "nerede o eski Beşiktaş?" gibi duygusal bir soru yoktu aklımızda, bilakis "İstanbul'un öyle farklı yaşantılarına tanık oldum ki bunları bu şehre musallat olmuş hafızasızlıktan nasıl kurtarabiliriz?" gibi son derece rasyonel bir soruyla yola çıktık.

Fuat Kökek'in aile arşivinden bir kare

- Migros kamyonlarının Beşiktaş’a gelişini kapitalizmin ilk hücumu olarak tanımlıyorsunuz. Kapitalizmin Beşiktaş’ta yarattığı bu dönüşüm, semt kültürüne hangi açıdan en büyük darbeyi vurdu? Günümüz semt kültürüne baktığınızda bu dönüşümün sonuçlarını nasıl gözlemliyorsunuz?

Migros kamyonu geldiğinde, bostanda yetiştirip yediğimiz şeyleri onun raflarında gördük. Artık zerzevat doğal bağlamından çıktı yani. Nasıl yetiştiği, hangi aşamalardan geçerek insanın önüne geldiği bilinmeyen, endüstriyel bir ürün oldu. Tarlada bol bol varken rafta satışa çıktı. Ben Migros kamyonu geldiğinde 7 yaşındaydım, o yaşta Sarı Bakkal'la Yeşil Bakkal'ın akıbetini hissettim. Elbette dünyanın gidişatı, tarihin ilerleyişi bakımından bunun önünü almak gayrikabildi, ama belki doğru bir yönetimle modernizasyon süreci bu kadar spastik olmayabilirdi.

- Beşiktaş’ı, adeta bir sinema platosu gibi tasvir ediyorsunuz. İtalyan Yeni Gerçekçiliği’nden Ahmet Hamdi Tanpınar’a kadar geniş bir edebi ve sinematik yelpazeye atıflar yapıyorsunuz. Beşiktaş’ın, bu tür sanatsal temsil için güçlü bir malzeme sunmasının nedeni nedir?

77 yaşındayım, hâlâ De Sica'nın Bisiklet Hırsızları filmini izleyemem, ağlarım çünkü. Bizim boğazımızdan geçen her lokma topraktan kazanılıyordu. Kuyuda intihar eden babaannemi babam kancayla kuyudan çıkardı. Ben ufaktım, çarşıda bir kavgada babamı vurdular, babam elinde bağırsaklarıyla dokuz hastane gezdi, sonunda Balıklı Rum sahip çıktı, ölmedi. 16 sene sonra babam kasımpatılarını, kalbi gibi taşıdığı yıldız çiçeği soğanlarını, güllerini, tayını, atı Dabi'yi, geceleri üçte kalkıp seviştiği toprağını ve efsane Ihlamur'daki toprakla ilgili her şeyi kaybettikten sonra 50 yaşında durduğu yerde öldü. Yeni Gerçekçilik bu, Zampano! Yeni Gerçekçiler bunu anlattı. Büyük tezatların olduğu her yer sanatsal temsil açısından verimlidir. Harbi hikâyeler hep tezattan, trajik ve komik unsurlardan üremez mi? Beşiktaş da zıtların birliğine iyi bir örnekti.

Desen: Fuat Kökek

- Hemen sormak istiyorum o zaman. Marcello Mastroianni sizin için bir idol hatta oynadığı karakterler mentorunuz olmuş. Karşılaştığımızda da bunu çok iyi gördüm. :) Marcello hayatınızın neresinde? Ve neden Belmando değil Marcello?

Marcello için hep "erkek geldi erkek gitti" derim, benim onu tanımlama biçimim budur. Marcello Mastroianni kültürel orgazmını Catherine Deneuve, Annie Girardot, Jeanne Moreau, Anita Ekberg, Monica Vitti, Sophie Loren, Anouk Aimée gibi prima kadınlarla yaşamış bir kültür adamı. Marcello'nun kötü örnek olabilecek bildiğim hiçbir defolu yönü yok. Toplumlara mal olmuş, marjinal insanlar bazı tutkuların esiridirler, bu yüzden hayatlarının bir yerinde sapıtırlar ve olumsuz bir idol hâline gelirler. Marcello idol olmanın sorumluluğunu taşımış bir karakter. Babam gibi, ağabeyim, yoldaşım gibi bir adam. Hani Pereira Diyor ki'nin son sahnesinde özgürlüğüne doğru yürür ya, işte ben de içimde onunla beraber yürüdüğümü duyumsarım.

(Ebru D.Dedeoğlu/T24)

                                                                 /././

Rober Koptaş: Romanda anlattığım, adına travma dediğimiz darbelerden azade değilim(Anıl Mert Özsoy/duvaR)

Rober Koptaş’ın ilk romanı ‘Unufak’ İletişim Yayınları tarafından yayımlandı. Koptaş’la roman bağlamında ‘aile’, ‘felaket’ve edebiyatın travmayı ele alış biçimini konuştuk.

Uzun yıllar gazetecilik ve yayıncılık yapan Rober Koptaş’ın ilk romanı ‘Unufak’ geçtiğimiz günlerde okurla buluştu. Ermeni edebiyatına ve tarihine dair hazırladığı kitaplarla tanıdığımız Koptaş, bu kez 20. yüzyılın büyük olaylarının gölgesinde bir ailenin Anadolu’daki meçhul bir şehirde başlayıp İstanbul’a varan hikâyesini ele alıyor.

Travma, aile ve toplumsal bellek üzerine konuştuğumuz Rober Koptaş, “Büyük romanlara öykünen bir tarafı Unufak’ın. Uzun bir zaman dilimi, üç kuşak, iki şehir, çokça karakter. Edebi olarak iddialı bir deneme ve bunun altında kalma ihtimali büyük bir riskti tabii ve hep de öyle olacak. Yazmanın kendisinin cüretkâr bir iş olduğunu düşünüyorum her zaman, alçakgönüllülüğü elden bırakmadan o cüretin karşılığını vermeye çalıştım” dedi.

Rober Koptaş (Fotoğraf: Erkin Ön)

Unufak, aile kavramı üzerinden açılan bir roman. Karanlık ve aydınlık hatlarıyla, aile kavramını nasıl ele aldınız?

İyi kötü bir genellemeye varabileceğim bütünlüklü bir kavram setine sahip değilim aileye dair, ama romanda anlattığım aile üzerine şimdi sizinle birlikte yüksek sesle düşünerek söyleyebileceğim ilk şey, bunun tam orta yerinde atom bombası benzeri bir şey patlamış, dağılmış, parçalanmış bir aile olduğu. Buradaki atom bombasının ne olduğuna dair türlü fikirler öne sürebilirim ama ben ondan çok, patlayan şeyin ve onun artçılarının aileyi ve onu oluşturan bireyleri nasıl etkilediğine odaklandım. Çünkü her ailede az ya da çok travmatik diyebileceğimiz deneyimler mebzul miktarda var. Kimileri bundan çok beter, kimileri daha hafif etkilense de her ailenin birtakım kurucu hikâyeleri var, bu anlamda uluslara benzetebiliriz belki. Ben de ağırlıklı olarak baş karakter Kevork’u takip ederek, birtakım travmaların hem nasıl nesilden nesile aktarıldığını hem de eğer çözülmezlerse bir ömrün içinde nasıl katmerlenebildiklerini gözlemeye çalıştım. Aileye toplumun bir mikrokozmosu gibi bakmaya gayret ettim ve oradaki güç ilişkilerini, itiş kakışı, kopukluk ve bağları kurcaladım. Bu bağlamda dışarıda, toplumsal ve siyasal alanda işleyen iktidar pratiklerinin içeride nasıl yaşandığı, ama bunun da ötesinde, o pratiklerin benzerlerinin nasıl içeride yeniden üretildiği üzerine kafa yordum. Böyle bir zeminde karakterlerin psikolojik tahlilini, onların ruhsal rahatsızlıkla delilik arasında salınan parçalanmış benliklerinin eski tabirle “teşrih”ini yapabilmek için aile verimli bir alandı. Ne olduğumuzu, nasıl olduğumuzu, derdimizi tasamızı, sizin dediğiniz gibi aydınlık ve karanlık taraflarımızı belirlemede en çok rol oynayan o oluyor sonuçta daima. Bir de, ailevi yaralar bir yersiz yurtsuzluk, zaman ve mekândan kopukluk, köksüzlük yaratıyor; bir aile hikâyesi yazarak oradaki karakterleri dünyaya yeniden bağlamaya, onlara ayaklarını basacakları bir zemin, tutunacakları bir çapa vermeye de çabalamış olabilirim.

                              Unufak, Rober Koptaş, 227 syf., İletişim Yayınları, Kasım 2024 


 UNUFAK: DERDİNİN NE OLDUĞUNU ANLAMAYA ÇALIŞAN BİR ROMAN

Uzun yıllar yazıyla hemhal olsanız da bu kez bir ilk romanla okur karşısındasınız. Kendi sesi olan, derdinden emin bir metin Unufak… Bu edebi yolculuktan ve karşınıza çıkan engebelerden bahseder misiniz?

Kendi sesi olan demenize çok sevindim, derdinden emin kısmından ise tam emin değilim.

Derdinin ne olduğunu anlamaya çalışan bir metin mi acaba daha çok? Evet, yazmakla, yazı düzeltmek ve düzenlemekle, kitap yayımlamakla, bir dönem gazetecilikle ilgili deneyimim var, bir yayınevinin kapısından girdiğimde on sekiz yaşında, şimdiyse kırk yedimde olduğumu düşünürsek artık az da denilemeyecek bir tecrübe bu ama kurgusal bir metin yazmak konusunda acemi olmam en büyük zorluktu, demem gerek. Bunu alçakgönüllülükten söylemiyorum, çünkü ne anlatmak istediğimi iyi kötü bilsem de nasıl anlatacağım konusunda neredeyse hiçbir fikrim yoktu. Pasajlar yazarak başladım, o günkü derdim neyse ona yakın temaları işlediğim bölümler, fragmanlar üzerine çalıştım. Bir karakter diye yola çıkmıştım, sonra diğerleri dahil oldular işe ve epey gelgitli, sancılı birtakım arayışlar sonucunda kendimce bir yol buldum ve bulduktan sonra da geriye pek dönüp bakmadım, metin o yolda açıldı. Henüz çok kaba bir haldeyken pasajlar okuttuğum arkadaşlarımın yorumlarının epey katkısı oldu bir şeylerin, zihnimin berraklaşmasında, sağ olsunlar. Bir başka zorluk da Aras Yayıncılık’ta epey yorucu bir tempoda çalıştığım için metnin yazımının uzun bir süreye yayılması oldu. Birkaç hafta metni kurcaladıktan sonra aylarca yüzüne bakamadığım oluyordu. Bir iki kere sadece yazabilmek için bir hafta-on günlük tatiller aldım. Nihayet geçen yıl yayınevinden ayrılırken öncelikle yazmaya odaklanmaya da karar vermiştim ve ondan sonra her şey daha hızlı aktı. Metinle baş başa kalarak çalışabilince ilerleyebildiğimi gördüm, bu da beni yazmak için daha da cesaretlendirdi.

‘ZORLUKLARIN ÜZERİNE GİTMEK İÇİN YAZDIM’

Romanınız, 3 kuşağın 100 yıllık hikayesini anlatıyor. Bu denli geniş bir zaman aralığını yazmanın zorlukları nelerdi?

Büyük romanlara öykünen bir tarafı Unufak’ın. Uzun bir zaman dilimi, üç kuşak, iki şehir, çokça karakter. Edebi olarak iddialı bir deneme ve bunun altında kalma ihtimali büyük bir riskti tabii ve hep de öyle olacak. Yazmanın kendisinin cüretkâr bir iş olduğunu düşünüyorum her zaman, alçakgönüllülüğü elden bırakmadan o cüretin karşılığını vermeye çalıştım. Şunu kabul ettim, ben romanda anlattığım, adına travma dediğimiz darbelerden azade değilim. Bir noktada, metnin de bu darbenin izlerini taşımasının gerektiğini hissettim. Geçmişi anlatırken yaratmaya çalıştığım zemin travmanın doğasındaki kırıklığı, parçalılığı, belki geri döndürülmezliği hem taşımalı hem yansıtabilmeliydi. Bunu yaparken anlattığım meseleleri hem içeriden dışarıya nakledebilmeli hem de onlarla mesafemi koruyabilmeliydim. Daha uzak geçmişi anlatırken bugüne kadar yazılıp çizilenlerden farklı bir söz edebilmenin yolu yordamını bulmak da kolay değildi ve Türkiyeli bir Ermeni olarak hem zaten geçmişten taşıdığınız yükler, hem de adınızın etrafındaki etiketlerle baş etmek, üstüne meseleyi salt bir Ermeni ailenin hikâyesinden çıkaracak bir insanlık derdini yazıyla icra edebilmek az zorluklar değildi. Ayrıca, bir öncül ve muhatap meselem de var şüphesiz. Ben Türkçe yazıyorum, Türkiye edebiyat kanonunda, Ermenice yazan ve kanon dışı kalmış olanları da kapsasak bile, Unufak’taki meseleler etrafında yazan kaç kişi oldu ki onlarla çarpışa çarpışa kendi metnimi kurayım. Bir elin parmaklarını geçmeyecek, bir kısmıyla zaten bir yayıncı olarak hukukum olan yazarların yazdıklarının üzerine titredim ama onların boş bıraktığı alanlara da girmek istedim. Geçmişe dair tartışmaların donduğu, tarihin araçsallaştırılarak altta olana karşı silaha çevrildiği bir Türkiye bağlamında metnin muhatapları, potansiyel okurları ve eleştirmenleri de kendi etnik, sınıfsal, kültürel, siyasal pozisyonlarından bağımsız, objektif bir gözlükle okuyabilecekler mi anlatılanı? Bunları şikâyet etmek için söylemiyorum, karşımdaki zorluklar bunlardı, ben de zaten onların üzerine gitmek için yazdım. Fikren kavgalı olduğum bu ortama karşı önemsediğim meseleleri yazarak bir hat kurdum. Korktum zorluklardan elbette ama onları yazarak yenmeye gayret ettim. 

Unufak’ta, ana mekan T. adlı bir Anadolu kasabası. Mekanın adının kodlanması toplumsal hafızaya işaret ediyor.

Az önce bahsettiğim travmatik hafızanın işareti o benim için. Bununla şunu kastediyorum: İnsanlar yerlerinden yurtlarından oldular, oraya bir daha dönemediler. Dönebilenler ezildiler ve ikinci bir göç daha yaşamak zorunda kaldılar. Onların çocukları ya da torunları, misal ben de, normal şartlarda doğup büyümüş olmamız gereken topraklarda değil, bambaşka bir yerde, bambaşka şartlarda var olduk. Burada inanılmaz bir şiddet var biz farkında olalım olmayalım. Ben babamın doğduğu ve yeniyetmeyken ayrılmak zorunda kaldığı şehri bu yaşıma kadar görmedim. Bu geri dönüşsüzlüğü anlatabilmem gerekiyordu. Bir de, memlekette hemşericilik bağları hâlâ çok güçlü. Bir Sivas, Malatya ya da Maraş romanı olarak okunmasını istemedim, çünkü olay Türkiye’de geçiyor. Farklı bir şehirde de olsa anlatılandan farklı olmayacaktı muhtemelen hikâye, belli bir yerle yaftalanmasını istemedim. Karadeniz’de insanları sandallarla denize açıldıktan sonra öldürmüşler, Dicle kıyılarında keleklerle nehirde, Erzincan’da sarp yarlardan atmışlar, Mardin’de kuyularda, mağaralarda… Hemen her yerde kan kırmızısı akan dereler, nehirler var. Arkadaşım Sevengül Sönmez metni dosya halindeyken iki farklı versiyonuyla okudu ve bir sohbette bana T’yi hep Türkiye olarak okuduğunu söyledi. Böyle bir alegori yapmak geçmemişti hiç aklımdan, rastgele diyebileceğim bir tercihti, aklıma gelmiş olsaydı T’yi kesin başka bir harfle değiştirirdim bu kadar da kör gözüm parmağına gönderme mi olur diye. Niyetim o değildi. Ayrıca aslında bazı referansları imliyor T’nin o deforme olmuş, yamuk, birkaç farklı merceğin içinden geçerek kırılmış tasviri –benim o şehre dair tahayyülümün durumu bu olduğundan. Bu meseleleri bilenler anlayacaklardır, o kadar da saklamadım, bir bulmaca gibi kalsın metnin içinde istedim sadece.

‘TEK DERDİM ‘FELAKET’İ ANLATMAK DEĞİLDİ’

Ermeni bir ailenin göçlerle, kayıplarla geçen yüz yılını okuyoruz. Ermeni edebiyatına dair yaptığı çalışmalarla bilinen Marc Nichanian, “Edebiyat ve Felaket” kitabında, “Felaket’ten söz edebilecek biricik alan edebiyattır” diyor. Yine Nichanian’a göre, edebiyatı tanıklıktan, tarih yazımından ayıran önemli bir nokta var: Anlam arayışı… Bu noktada siz ne düşünürsünüz?

Nichanian Türkiye’de verdiği dersler ve seminerlerle bizleri, diasporada da okuyan bir kesimi derinden etkiledi. Benim de üzerimde şüphesiz bir iz bıraktı. Ermeni yazarların hayatlarının bir noktasında Felaket’i anlatma çağrısına kulak tıkayamadıklarını düşünüyorum. Ben de tıkamadım ama tek derdim o da değildi. Bizi var eden hamurda o deneyimin ve sonrasının etkileri önemli bir yer tutuyor çünkü ve belki de inkârın sürekliliği bizleri sürekli anlatmaya, yine ve yeniden anlatmaya itiyor. Keder verici, bazen beni dehşetli sinirlendiren bir kısır döngü bu. Ben yazarken olaya dair bir tanıklık peşinde değildim, daha ziyade olay ve sonraki olayların insan ruhunda bıraktığı etkiyi anlamaya çalıştım. Tanıklık takvimlerin donduğu bir ana mıhlanıyor, edebiyat ise nihayetinde bir akışı ve buna bağlı olarak bir değişimi, bir yolculuğu anlatıyor, benim de derdim buydu. Bir yerde Zaven Biberyan’dan bahsederken “Büyük harfli Felaket” ve “küçük harfli felaketler”den söz etmiştim, bunların insan üzerindeki etkisini takip etmeye çaba gösterdim ama bunu yaparken sadece tarihsel büyük olayları değil, en samimi, en yakın ortamlarda yaşanan ve adına felaket de denmeyen felaketleri de süzmeye çalıştım.

Unufak, travma gibi zor bir meseleyi ele alıyor. Travmayı, estetik bir formda anlatırken nelere dikkat ettiniz?

Kendi deneyimime odaklandım öncelikle. Hepimiz çocukluktan başlayarak ruhumuzun hırpalanıp parelenmiş yanlarını örtmeye, gizlemeye çabalıyoruz bilmeden. Kara kutulara hapsettiğimiz şeylerin üzerine bin bir ağırlık koyuyoruz ve onları da kalın perdelerle sıkı sıkıya örtüyoruz. Travmanın kendimde duyumsadığım etkilerini duyguları manipüle etmeden nasıl ifade edebilirim diye baktım. Bu bazen buz gibi, bazen ateş gibi sıcak olmam gerektiğini düşündürdü, bazen karakterin çektiği acının hemen dibinde olmayı, bazen de bir adli tıp raporu gibi soğukkanlı kalmayı. Neredeyse arkeolojik diyebileceğim bir kazı yapmam gerekiyordu ve orada bulduklarımı da ambalajlamadan, topraktan çıktığı hali çok bozmadan sundum. Metindeki bazı pürüzler, defolar, kabalıklar bunların ifadesi benim için. Tabii teknik olarak altından kalkamadığım taraflar olmuştur, onları bu bahsin dışında tutuyorum. 

Göç; toplumsal hafızanın, kültürün, ortak yaşamın yavaş yavaş eksilmesine sebep oluyor. Unufak’ta da bunu görüyoruz. Peki, edebiyat -zorunlu-, -mecbur bırakılan- göçlerde yaşanan tahribatı onarabilir mi?

Yüksek lisans tezimde Krikor Zohrab üzerine çalışmıştım. Onun meclis konuşmalarını tararken, yurtdışı seyahatlerde pasaport kullanımının mecburi hale getirilmesine karşı çıktığını okudum hayretle. Bunun hürriyeti kısıtlayıcı bir adım olacağını söylüyordu. Dünyanın bundan yüz yıl önce bugünkünden daha sınırsız bir yer olarak algılandığını düşündürmüştü bu bana. O gün seyahat etmek çok daha zor ama sınırlar geçişliyken, bugün istediğimiz an istediğimiz yere gidebileceğimiz bir çağda sınırlar hiç olmadığı kadar yüksek ve kâvi. Türkiye içinde ise az önce bahsettiğimiz türden bir şiddetin sonucu olan göçler, yitip gitmiş bazı yaşam ihtimallerini işaret ediyor. Bir medeniyet kaybı yaşadık biz, daha da yaşıyoruz ve bunun geri döndürülebilir olduğunu düşünmüyorum. Giden sadece canlar değildi, bir ortak kültür ve onun gelişip serpilebilme ihtimaliydi. Bugün yaşadığımız bütün sorunların öyle veya böyle o gün olanlarla bağlantılı olduğunu düşünüyorum ister istemez. Toplumsal bir tahribatın toplumsal onarımı için kat edilmesi gereken yol çok uzun ve bu anlamda iyimser değilim. Yine de kötümserlik bazı kapıları sürekli çalmayı, bir direniş olarak anlatmayı, yazmayı, mücadele ve inat etmeyi dışlamıyor benim için. Çünkü inat da bir murattır ve kendimi bu şekilde var etmeye çalışmak beni ülkedeki türlü mücadelelere ve insanlara bağlıyor ve ümidin ışığının yanmasını sağlıyor. 

Önümüzdeki günlerde okurlarınızı bekleyen yeni çalışmalarınız nelerdir?

Bir çocuk hikâyesi yazdım geçenlerde, üzerinde daha çalışacağım, önümüzdeki yıl kitaplaşacağını hayal ediyorum. İkinci romana dair notlar almaya da başladım yavaş yavaş, onun başına oturmak için de hevesim artıyor gittikçe. Aras’taki görevimden ayrılsam da oradaki arkadaşlar istedikçe bazı dosyaların editörlüğünü yapıyorum ve bir de Ermeniceden bir roman çeviriyorum, yine Aras için. Pandemi döneminde Ermeniceden küçük küçük şiir çevirileri yapıyordum, sonra da devam ettim, onlar belli bir toplama erişti, belki o dosyayı bir kitaba evirme fikri de var ama şimdilik beklemede gibi, bakalım…

(Anıl Mert Özsoy/duvaR)


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder