24 Kasım 2024 Pazar

12 Eylül işkenceleri ve özel harp “Atatürkçülüğü” -BİRGÜN


12 Eylül sonrası birleştirici değil, ayrıştırıcı Atatürk ve cumhuriyet anlatısı, hapishanelerden tarih kitaplarına, TV kanallarına zerk edildi, bugün de yine Evren’in makbul aydınları, tarihçileri “Osmanlı Paşası” Atatürk imajı üzerinden bugünün konjonktürüne uygun yeni bir revizyona giriştiler. Osmanlı’yı yıkan değil, onun parçası bir Atatürk imgesi de darbe döneminde dönüştürülen Kemalizm esasında emperyalizmle barışık, sağcı bir Türkiye yaratma vizyonuna dahildir. İlmiye Çığ’ın ölümünün ardından, hakkındaki gerçeklere karşın, muhalif kesimlerce sözde Atatürkçülük adına sahiplenilmesi de bu revizyonun ne kadar başarılı olduğunun bir göstergesi!

Muazzez İlmiye Çığ’ın ölümü 12 Eylül’ün karanlığındaki işkenceleri bir kez daha gündeme getirdi. CIA’nın, “insan zihnini ve davranışlarını yönlendirme” araştırmalarının İlmiye Çığ’ın da parçası olduğu Hamide Zekeriya İtil (HZİ) Vakfı tarafından 12 Eylül sonrasındaki devrimci mahkûmlara uygulandığı biliniyor.

M. İlmiye Çığ’ın kendisi de 12 Eylül’de Türk-İslam sentezinin resmî ideoloji olarak şekillenmesinde ve cunta anayasasının yapımında önemli roller üstlenen Aydınlar Ocağı’nın bir mensubuydu.

Bu ideolojik faaliyetlerin önemli bir kısmı da Kemalizmin ileri yanlarının ortadan kaldırılması üzerine şekillenmiş bir Atatürkçülük inşa edilmesiydi. 12 Eylül idaresi, Atatürkçülüğü sürekli olarak bir ideolojik motif olarak kullandı, her fırsatta “Atatürk ilke ve inkılaplarına bağlılıklarını” ifade ettiler. Bu Atatürkçülük demagojisine karşın, emperyalizme karşı bir ulusal kurtuluşçuluk üzerine yükselen cumhuriyet, emperyalizme yeni bir teslimiyet içinde ilerici değerlerinden kopartılarak, gerici bir dönüşüme uğratıldı.

Amerikan güdümlü 12 Eylül cuntasının asıl hedefi de bu kapsamdaki bir dönüşümün gerçekleşmesin önünde engel olarak görülen, devrimci toplumsal aydınlanma hareketinin bastırılmasıydı. Maraş, Çorum katliamlarından, Bedrettin Cömert’e Karafakıoğlu’na uzanan aydın cinayetlerine bir iç savaş içerisinde önlenemeyen sol yükseliş, askerî darbe yoluyla başarıldı. Devrimcilere yönelik katliam ve CIA uzantılı işkencelerden Aydınlar Ocağı ve palazlandırılan tarikatlara kadar tüm adımlar, sol devrimci düşüncelerin etkinliğinin kırılması, muhalefet potansiyellerinin parçalanması olarak şekillendi.

12 Eylül’ün dizginsiz devlet terörü içinde politikadan arındırılan kitleler içine düşürüldükleri güvensizlik iklimi ve kimlik bunalımı içinde devlet eliyle palazlandırılan tarikatlar eliyle dine yönlendirildi. ABD’nin Yeşil Kuşak Projesiyle başlayan bu gelişmeler, Özal’lardan geçilerek, Büyük Ortadoğu Projesi içinde güncellenerek iktidara taşındı.

Bunun karşısında muhalif kesimler için de ilericilik bağlantıları ortadan kaldırılarak, devlet bekası ve iç düşman algısı üzerinden oluşturulmuş, özel olarak sola karşı konumlandırılmış bir Atatürkçülükle manipüle edildi. Nasıl 12 Eylül sonrası birleştirici değil, ayrıştırıcı bu Atatürk ve cumhuriyet anlatısı, hapishanelerden tarih kitaplarına, TV kanallarına zerk edildiyse, bugün de yine Evren’in makbul aydınları, tarihçileri de şimdi “Osmanlı Paşası” Atatürk imajı üzerinden bugünün konjonktürüne uygun yeni bir revizyona giriştiler. Osmanlı’yı yıkan değil, onun parçası bir Atatürk imgesi de darbe döneminde dönüştürülen Kemalizm de esasında emperyalizmle barışık, sağcı bir Türkiye yaratma vizyonuna dahildir.

M. İlmiye Çığ’ın ölümünün ardından, hakkındaki gerçekler de ortaya çıkmasına karşın, muhalif kesimlerce sözde Atatürkçülük adına sahiplenilmesi de bu revizyonun ne kadar başarılı olduğunun bir göstergesi!

Belki her şeyden önce anlaşılması gereken şey, mevcut emperyalizme bağımlı siyasal İslamcılığın bir uzantısı olarak kurgulanmış (ve Kemalizmin tüm ilericiliğinden arındırılmış) bir Atatürkçülük perdesi altındaki devletçilik üzerinden mevcut rejime karşı muhalefet yapılamayacağı gerçeğinin hatırlanmasıdır. Bunu anlamak için, M. İlmiye Çığ’ın Erdoğan ve siyasal İslamcı rejimin kapıkulu görevini üstlenmiş D. Perinçek’in Vatan Partisi’nin başdanışmanı olarak görev yapmış olduğunu hatırlamak da yeterli olsa gerek.

BİR 12 EYLÜL AYDINI OLARAK MUAZZEZ ÇIĞ

Bugün kendisini aydın olarak niteleyen bir kesimin arkasından her gün bir yeni övgü uydurduğu Muazzez İlmiye Çığ, esasında Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Hititoloji lisans bölümü mezunuydu. Lisans eğitimini tamamladıktan sonra herhangi bir akademik programa dahil olmamasına rağmen kendisinden büyük bir alçakgönüllülükle “Çok karıştırılıyor, profesör değilim, doçentim!” diye bahsediyordu. Sümeroloji bilmeyen, konu hakkında hiçbir akademik çalışması da bulunmayan Çığ’ı “Sümer kraliçesi” mertebesine eriştiren, tüm siyasal bağlantılarının yanında, Ankara Üniversitesindeki hocalarının uçuk tezleriydi. Nazi Almanya’sından Yahudi olduğu için Türkiye’ye sığınan üniversite profesörlerinden Hans Gustav Guterbock ve Benno Landsberger, Ankara Üniversitesinde antik medeniyetler dersleri vermeye başladılar.

Enteresandır, Guterbock henüz Yahudi olduğu için Naziler tarafından hedef alınmadan önce de Alman devletinin görevlendirilmesiyle Çorum’da Hattuşa antik kentlerinde görev yapıyordu, bu kazılar Almanlar için Sümerlerin de aynı “aryan ırktan” geldiğini kanıtlaması açısından bir kıymeti harbiyeye sahipti. Ancak dönem değişip Guterbock Türkiye’ye sığınmak zorunda kalınca, bu kez Türkiye’de yükselen Türkçülük akımına uyum sağlayarak, “Üstün Türk milletinin atası medeniyetin kurucusu Hititler ve Sümerler” anlatısını geliştirdi. Fakat Guterbock’un öğrencisi Çığ, bu anlatıyı Nazi esinlenmesi 1930’lu yıllarda bırakmayarak, kendisine bir kariyer inşa etti. Yine aynı dönemde, Nazi esintili bir Türkçülük ideolojisinin kültürel inşasında önemli yer tutan Güneş Dil Teorisi ve Türk Tarih Tezine de yaptığı bilim dışı ‘katkılarla’ pseudo-aydın profilini geliştirdi. Çığ’ın Sümer dilinin Türkçeden, Sümerlerin Orta Asya Türklerinden geldiğini iddia eden uçuk ve temelsiz çalışmaları yalnızca 40’lar dünyası için değil, 12 Eylül sonrasındaki yeni Kemalizm inşası için de bulunmaz nimetti.

Uluslararası akademik camiada müze memuru olarak bahsedilen Çığ’ın, Türkiye’de “Sümer kraliçesi” olarak taçlandırılmasının tek sebebi ise bu uçuk tezleri değildi. Çığ ve kardeşi İtil’in CIA bağlantıları ile 12 Eylül Türkiye’sinde yürüttüğü insanlık dışı deneyler, ondan bir “makbul aydın” çıkarmıştı.

1980’de kardeşi Turan İtil’in Türkiye’ye dönmesi ile birlikte CIA’nin finanse ettiği “beyin yıkama” deneyleri için İstanbul’daki HZİ vakfında iki kardeş, 1970’lerde Aydınlar Ocağını kuran, 12 Eylül ile birlikte TRT yönetim kurulu üyeliğine kadar yükselen Ayhan Songar ile birlikte, siyasi mahkûmlar üzerinde rızasız, kalıcı hasarlara da sebep olan uyuşturucu deneyleri yaptılar.

12 Eylül döneminin ardından yeniden “aydın paltosunu” giyen ve bu kez danışmanı olduğu Perinçek’in Vatan Partisi’nin çizgisine uygun bir Sümer tarihi uydurmaya devam eden Çığ, AKP’nin bir dönem başörtüsü tartışması üzerinden yaratmaya çalıştığı kutuplaşmaya da dahil olmuş, başörtüsünü Sümerlerde fahişelerin taktığını iddia etmişti. Toplumda infial yaratmaktan başka hiçbir anlamı olmayan bu tür anlatıların, tarihsel olarak da herhangi bir kaynağı bulunmuyor tabii ki. Sümerce çiviyazısı da bilmeyen Çığ için Sümerler ancak gündem konusu olduğunda üzerine üfürülebilir, zaten ülkede pek az bilinen otantik bir mitti.

                                                                       ***

CIA’İN BEYİN YIKAMA PROJESİ MK-ULTRA

Muazzez İlmiye Çığ ve kardeşi Turan İtil’in kurduğu Hafize Zekeriya İtil Vakfının 12 Eylül mahkûmları üzerinde yaptıkları ilaç deneyleri ve benzeri psikolojik-kimyasal işkencelerin kökeni, İtil’in eğitim gördüğü ABD’ye dayanıyor.

İlk olarak 1940’lı yıllarda Nazi biliminsanları tarafından Rus, Polonyalı ve Yahudi savaş esirlerine yapılan beyin yıkama deneyleri, savaşın ardından birçok Nazi’nin CIA başta olmak üzere ABD’nin kritik kurumlarında istihdam edilmesiyle, yeni kıtada sürdü. CIA’nin MK-Ultra adını verdiği proje kapsamında, örgüte çalışan biliminsanları, beyin yıkama, hipnoz ve konuşturma hedefiyle insanlık dışı ilaç deneylerinde bulundular.

ABD’de 1953’te başlayan ve 20 yıl sonra Kongrede duyulmasının ardından sonlanan MK-Ultra projesinde, bir kısmı gönüllü bir kısmı ise habersiz binlerce insan denek kullanıldı. Özellikle habersizce denek haline getirilen insanların, hapishanelerdeki mahkûmların deneylerde kullanılması, proje sızdırıldıktan sonra oldukça ses getirdi. Esasında beyin yıkama gibi uçuk bir hedefle, insanlara MDMA, LSD, meskalin, eroin gibi uyuşturucu maddeler verilerek gözlemlenmesine dayanan deneylerin gerçekçi amacı ise sorguda çözülmek, sorguya dayanmak, alkole direnmek, kontrollü hafıza kayıpları yaratmaktı.

Soğuk Savaş paranoyasındaki Amerika, Kore Savaşında Komünistlere esir düşen askerlerinin fikren dönüşmüş şekilde ülkeye dönmesinden, SSCB’nin beyin yıkama deneyleri yaptığı sonucuna vardı. CIA’nin hedefi, güya benzer bir beyin yıkama formülü bularak “komünistleri” konuşturmak, hatta imkânı varsa madde tesiriyle kendi taraflarına geçirmekti. 2011 yılında gizliliği kalkan CIA belgelerinde, operasyonlar sırasında hipnoz yöntemleri ve ilaç kullanımının yanı sıra ABD’li “sihirbazlara” büyü rehberleri dahi yazdırıldığı ortaya çıkarıldı. Denek olarak kullanılan insanlarda halüsinasyon gibi birçoğu kalıcı zihinsel hasarlar yaratan operasyon, Amerikan kongresince resmî olarak rafa kaldırılsa da ülkenin içerisinde ve dışarısında farklı amaçlarla sürdürüldü.

TÜRKİYE’DE DENEYLER ZİVERBEY’DE BAŞLADI

ABD’de CIA’nin resmî olarak sonlandırdığı proje, müttefik ülkeler olan Almanya, Japonya, Türkiye’de, hatta Guantanamo’daki esir kamplarında ve gizlice ABD’deki üniversitelere kadar el altından sürdürüldü. Amerikan basınının 1970’lerde ortaya çıkardığı belgelere göre, doğrudan Amerikan Hava Kuvvetlerinin teşviki ile proje ABD’deki Psikiyatri Enstitülerinde sürdürüldü, MK-Ultra projesinde çalışan biliminsanları fonlanmaya devam etti.

Türkiye’de ise ilk işkencede ilaç deneyleri, 12 Mart döneminde gerçekleşti. Eski Fenerbahçe futbolcusu, nöropsikiyatr Doktor Memduh Eren, 12 Mart döneminde uydurma iddialarla Bomba Davasının sanığı olarak tutulduğu Ziverbey köşkünde, işkence sırasında uyuşturucu madde ile sorgulandığını ortaya çıkarmıştı. İlaç deneylerinin yapıldığı Ziverbey köşkü işkencelerinden sorumlu MİT’çi Bülent Öztürkmen, sonraki yıllarda devrimcilerin hedefi oldu. Ancak Türkiye’de bu tür ilaçların hakiki bir işkence aracı haline gelmesi, 12 Eylül ile mümkün olacaktı.

İTİL’İN ABD’DE BAŞLAYAN “DENEY” SERÜVENİ

Turan İtil’in uyuşturucu deneyleri ile tanışması, MK-Ultra projesinde çalışan Alman nörolog Max Fink ile tanışmasıyla başladı. CIA’nin fonlamaya devam ettiği Fink, potansiyel gördüğü İtil’i Almanya’dan ABD’ye getirerek başında bulunduğu Missouri Psikiyatri Derneğinde çalışmalara başladılar. Hastalara LSD vb maddeler vererek tedavilerini gözlemleyen Fink, maddenin ABD’de yasaklanmasının ardından dernekten ayrıldı. İtil ise yasak olduğu halde LSD ile deneylerini psikiyatri hastalarında sürdürdü.

Geçtiğimiz günlerde Çığ’ın ölmesiyle gazeteci Cengiz Erdinç’in kamuoyuna taşıdığı, Amerikan basınından 1975 tarihli habere göre İtil ve geçmişte Amerikan ordusunda uyuşturucu deneyleri yapan Dr. Marrazzi, Psikiyatri Derneğinde de yasak olduğu halde hastalar üzerinde LSD kullandığını ortaya çıkardı.

İtil’in ortağı ile birlikte hastalar üzerinde gerçekleştirdiği uyuşturucu deneylerinin ortaya çıkmasından henüz bir yıl önce ise kardeşi Çığ ile birlikte New York’ta HZİ vakfını kurmuştu.

Kardeşler, aynı isimle bir vakıf da Türkiye’de kurdu. ABD’de uyuşturucu deneylerinin yasaklanması ve denetiminin artırılmasının ardından ise İtil Türkiye’ye geldi, 12 Eylül darbesi sonrası kendisine uygun ortamı ağır işkencelerin sürdüğü hapishanelerde buldu. Hakeza 1970’lerde, yine C. Erdinç’in anlatımına göre İtil Türkiye’deki hastanelerde de çocuklar üzerinde LSD maddesi kullanarak deneyler yapmıştı, şimdi ise şartlar istediği gibiydi.

Nokta dergisinin 1985 yılında gerçekleştirdiği röportajda, Muazzez İlmiye Çığ, kardeşinin insanlık dışı tıbbi pratiklerini bir ülke sevdası gibi pazarlarken, deneylerin Türkiye’de başlangıcında dair de önemli bir detay paylaşıyordu. Çığ’ın iddiasına göre TSK, bu tür deneylere 1977 yılından itibaren başlamıştı bile:

“Turan, ‘Ben ne yapabilirim?’ diye düşündü. ‘Bu genç çocuklar nasıl teröre bulaştılar, bunların psikolojisini araştırabilirim’ dedi. Daha sonra Turan buraya geldi. O zaman Kenan Evren ve Millî Güvenlik Kurulu vardı. Bir vasıtayla kurula gidip, yapmak istediği araştırmayı anlattı. Meğerse askerler, 1977’de böyle bir araştırmaya başlamışlar.”

ABD’de CIA’nin finanse ettiği Max Fink’in yetiştirdiği İtil, Türkiye’de Kenan Evren tarafından mutlulukla karşılandı! Herhangi bir vasfı olmadan MGK’da yaptığı çalışmaların sunumlarını yaptı, 12 Eylül komutanlarından, hapishanelerde deney yapmak için tam yetki aldı, birçok hapishanede mahkûmların rızası ve bilgisi olmaksızın LSD vb maddelerle deney yaptı, ekibiyle izledi, kimi mahkûmları hapishaneden çıkarıp vakfına getirdi. Tüm bu insanlık dışı deneyler, Evren’in rızası ile İtil ve kız kardeşi Çığ’ın yöneticisi olduğu HZİ vakfı tarafından gerçekleştirildi.

KOMÜNİZMİ İĞNE İLE TEDAVİ ETMEYE ÇALIŞTILAR

Bu dönemde İtil’in HZİ vakfı ile 12 Eylül hapishanelerinde sürdürdüğü deneyler, yıllar sonra devrimcilerin tanıklığı ile açığa çıktı. Erzurum 3 No’lu Askerî Cezaevinde siyasi mahkûmlara yönelik olarak yapılan deneyleri, bu dönemin siyasi mahpuslarından BirGün Gazetesi Yönetim Kurulu Başkanı İbrahim Aydın şöyle anlatıyor:

“Bize bir ara özellikle hücrelere götürüp çıkarırken yoğun iğne vurmaya başladılar. Yani ne olduğunu bilmediğimiz tarzda böyle bir anda işte 5 enjektörün, 6 enjektörün doldurulup iğne vurulduğu olaylar olmaya başladı. Hücreye giden arkadaşların hemen hemen hepsine aşağı yukarı bu uygulamayı yapmaya başladılar. Hücreye giriyorsun 1 hafta sonra çıkıyorsun, girerken atıyorum 10 tane iğne yiyorsun çıkarken bir 10 tane daha iğne yiyorsun. Sonra bir hafta sonra tekrar gidiyorsun yine o iğneyi vuruluyorsun.

Öyle yoğun bir iğne vurma furyası başladı. Bir yandan da havalandırmaya çıktığımız zaman bizi kulelerden gözleyen, hiç tanımadığımız tipler ortaya çıkmaya başladı. Birkaç ay sürdü bu uygulama. Saymıştım, 52 tane iğne vurmuşlardı bana. Sonra herhangi bir etkisi olmadı. Herhangi bir şey hissetmedim. Daha sonra bunun ne olduğunu araştırdık, öğrendik.

Siyasi mahkûmlar üzerinde yapılan bir deney. Özellikle Amerikan menşeli işte ‘Komünizm bir hastalıktır, dolayısıyla hastalık pekâlâ tedavi edilebilir’ diye başlayan bir proje bu. Türkiye'de Turan İtil yürütüyor bu projeyi, komünistleri tedavi etmek için. Bunun birçok suç duyurusunu yaptık. Daha sonradan hastanelere götürdüler, incelediler, tahliller yaptılar. Herhangi bir şey çıkmadı. Sanırım zaten yanlış bir ilaçmış herhalde ki, komünist düşünce tedavi olmuyormuş. O dönemde direniş içerisinde olan, dolayısıyla hücreye giden, tektip elbise giymeyen, hücreye giden hemen hemen herkes o iğnelerden yedi.”

BİLİMİN KÖKÜNE OT TIKAYAN KARDEŞLER

Turan İtil, yaptığı insanlık dışı işkenceleri ve niyetlerini gizleme gereği duymayan tam bir antikomünistti. 12 Eylül sonrası dönemde Türkiye’de verdiği röportajlarda, üzerinde rızasız deneyler yaptığı mahkûmlardan hakaretlerle bahsediyor, “terörizm” olarak yaftaladığı devrimciliğin genetik olduğunu, benzer bir kan ailesinden geldiğini iddia edecek kadar uçabiliyordu. Bu “son derece bilimsel” görüşleri, hiçbir dönemde ana akım medyada ve kamuoyunda sorgulanmadı. İtil bu insanlık dışı işkenceleri sürdürürken, bu uçuk görüşlerini kamuoyuyla paylaşırken, vakfın diğer ortağı olan kardeşi de hiçbir akademik vasfı olmadığı Sümeroloji hakkında kendi uydurduğu Türkçü tezlerle gündeme geliyordu. Hakeza Çığ, kardeşinin uydurma teorilerini kendisi de benimsemişti, 1980’li yıllarda verdiği bir röportajda devrimciler üzerinden yapılan deneyleri insanlık dışı yakıştırmalarla meşrulaştırıyordu: “Cinayet işlemiş ve mahkûm olmuş sağcı ve solcu çocuklar üzerinde yapılıyordu. Aynı yaştaki aynı eğitim düzeyinde, benzer ailelere gelen ama farklı siyasi tercihleri olan çocuklar seçilmişti. Sonuçta, bu çocukların ister sağcı ister solcu olsunlar, zekâ derecelerinin yapılan kontrollere göre istatistik olarak çok düşük oldukları ortaya çıktı. Ayrıca tetiği çeken profillerin İtalyan-Amerikan mafya mensuplarının profillerine çok benzediği saptandı. Araştırma bitince kardeşim askerlere, ‘Dünyada terör uzamanları var. Siz onları çağırıp, bu bulguları onlara sunun. Size yol göstersinler’ dedi.”

Yine 1985 yılında Turan İtil, Türkiye’de uluslararası terörizm ve hapishanelerde rehabilitasyona dair bir konferans düzenledi. Basına kapalı yapılan konferansa, geçmiş dönemin Türkiye CIA şefi Paul Henze, Orgeneral Necdet Öztorun, Pentagon projelerinde İtil ile birlikte çalışan Tuğgeneral Şevket Akpınar da katıldı. Henze’nin de bir konuşma gerçekleştirdiği konferansta İtil de devrimciliği ya da kendi deyimi ile “terörizmi” kan ailesine dayadığı tezleri bu konferansta da iddia etmekten kaçınmadı. Artık 5 yıldır tutuklu olan siyasi mahkûmların geleceğinin Türkiye’nin gündeminde olduğu bir dönemde, İtil ve şürekâsı son derece “bilimsel” tezleri ile komutanlarına öneriler sunuyor, aynı zamanda rızasız deneylerinin bulgularını da CIA başta olmak üzere “uluslararası” kamuoyu ile paylaşıyordu.

İtil’in usulsüz deneyleri 12 Eylül mahkûmlarından sonra da sürdü, birçok insan bu deneylerin sonucunda çeşitli kalıcı fiziksel hasarlar gördü. İtil zaman zaman medyaya yansıyan bu skandal saldırılarını sürdürürken, hep Türkiye’de olan kardeşi Çığ’ın 12 Eylül sonrası inşa ettiği sahte “aydın” kimliği göz alıcı bir paravan yerine geçiyordu.

(Birgün)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder