24 Kasım 2024 Pazar

soL "KÖŞEBAŞI" +Sahaflar Çarşısı(XXXIII)

Sesleri bir ülkenin adını değiştirenler: Madenciler...-Emre Falay-

Kavuşunca duyacaksınız: Ankara Nallıhan’da Çayırhan Termik Santrali maden sahalarında çalışan işçilerin eylemi bugün beşinci gününde.

12 Eylül darbesinin ardından emekçilerin, işçi sınıfının örgütlü gücünün buhar olup gitmediğini ve belki de yeniden bir dalgaya dönüşebileceğini gösteren dönüm noktalarının belki de en önemlisi 1991 Zonguldak büyük madenci yürüyüşüdür. 1986 Netaş grevi, 1987 Kazlıçeşme deri işçileri grevi ve 1989 bahar eylemlerinin ardından Özal’da temsil olan neoliberal saldırıya karşı en önemli eylemlerden birini madenciler gerçekleştirecektir.

30 Kasım 1990’da grev kararının işyerlerine asılması ile başlayan mücadelenin ilk evresinde maden işçileri ve sonrasında kentteki diğer iş kollarından da pek çok işçi, aileleri ile birlikte Zonguldak sokaklarını doldurur. Hükümetin gündeminde kamu işletmelerinin tasfiyesi, özelleştirme ve işçi ücretlerinin baskılanması vardır; grev kararına karşı 4 Aralık’ta lokavt ilan edilir. İşçilerin kararlılığı bundan sonra Zonguldak sınırlarına sığmayacaktır. 4 Ocak 1991’de Ankara’ya doğru yürüyüşe geçerler. “Ölmek var, dönmek yok” der işçiler; yaklaşık yirmi yıl sonra Tekel direnişinden hatırlayacağımız kararlılığın sloganıdır. Gemiler yakılmıştır artık, geri dönüş düşünülmez. Çoluk çocuk, genç yaşlı, kadın erkek koca bir kent yeniden halk olmuş yürümektedir: “Çankaya’nın şişmanı, işçi düşmanı!” Devrek’te gecelenir. 5 Ocak’ta Devrek’ten çıkıp yürüyüşlerine devam ederler. Yolları Dorukhan Tüneli’nde jandarma komandoları ve polis tarafından kesilir, ancak işçiler kararlıdır. Yol açılır, Mengen’e ulaşılır. İşçilerin yolu ertesi gün yeniden kesilir. Yol dozerle kapatılır, yürüyüşçülere battaniye, ilaç ve yiyecek gönderilmesi engellenir. 8 Ocak’ta Genel Maden İşçileri Sendikası Başkanı Şemsi Denizer’in Ankara’daki görüşmelerinin ardından yürüyüş, Ankara yolu kavşağına birkaç kilometre mesafede sona erdirilir. İşçilerin grevi Zonguldak’ta devam eder.

O günleri, maden işçilerinin yürüyüşünü, yürüyüşe katılanları, bir kenti, örgütlülükte ve mücadelede dönüşenleri bize anlatanlardan biri, yürüyüşün sekiz yıl ardından yayımlanan şiirleri ile Kemal Özer’dir.

                  Kemal Özer'in "Onların Sesleriyle Bir kez Daha" eseri. 1999 Yordam Yayınları baskısı. 

Onların sesleriyle bir kez daha

Kemal Özer’in şiirleri yürüyüşten yıllar sonra, ince bir yazın işçiliği ile demlenerek buluşur okurlarıyla. Soğuk bir geçmişe bakış ya da nostaljik bir fotoğraf değildir yaşananlar şair için. Taptaze, dipdiridir. Öyle ki kitabın açılış şiirinde daha, “Ödünç alınmıştır sözcükler bile / eşlik etmek için onların şarkılarına - / ödünç alınmıştır geleceğin dilinden” diye yazar. Şair geleceği o güne bakarak kuracak umudu ve iradeyi taşır sözcüklerinde.

“Sesine Kavuşan Kent” şiirinde Zonguldak’ı konuşturur Kemal Özer. Kavuşmak. Ne güzel sözcüktür. Ne incelikli, sıcak, güçlü. Kavuşmanın öncesi ayrı düşmektir çünkü. Ve kavuşmak için önce aramak gerekir. Yürümek, emek vermek. Bir tercihtir şiirdeki varlığı da. Kentin dilinden yazılmış şiirde anlaşılır ki kentler ancak bir sınıfın sesi ile kavuşabilir sesine, onun sesi ile seslenebilir sadece:

“(...) Oturuyorlar
kilimde oturur gibi - ne dinlenmek üzere iş dönüşü, ne
de sindirim için yemekten sonra.

Sesler. Elleri havada. (...)

(...)

Neye dokunsalar, neyi gösterseler, neyin üstüne
bassalar sözcük oluyor hepsi. Yazılıyor gömleklerin
göğüslerine. Ayalarına ellerin. Tabanların derisine.
Kabuğuna ekmeğin.

(...)

Konuşabilirim artık. Aralandı yeniden gözkapakları
belleğimin. Yerine geldi yüzümün rengi. Kavuştum
sesime.”

Yürüyüş Şarkıları bölümünde yürüdükçe suskunluğunu aşan, çoğalan, gücünün farkına varan, coşkulanan, sorgulayan, düşünen, öğrenen ve dönüşen bir işçinin gözünden okuruz yürüyüşün şiirini. Alkışlarla yürür maden işçisi, “suskunluğa yenilmemiş ellerin çığlığıyla”. Bunun sadece bir yürüyüş olmadığını anlamaktadır yürüdükçe. Yürüyüşün gelecekle bir ilişkisi vardır. Yürüyüş, geleceği elleri ile inşa edeceklere sestir.

“(...)
yürüyoruz bugünden yarına alkışlarla
birimizin göğsünde hepimizin soluğu
her alkış bir yolculuk emeğin özgürlüğüne
yürüyoruz alkışları alkışlarla çoğaltarak”

Düşünür yürüyen. Omuz omuza yürüdükçe bir zamanlar güçsüz bacaklarının nasıl olup da şimdi bir rüzgârla koştuğunu, öfke bilmeyen suskun dilinin nasıl özgürleştiğini yürüdükçe sınıfının safında, “utangaç ve uysal” ellerinin nasıl da yumruk olup kalktığını havaya on binlerce olup diğer ellerle. Yürüdükçe, bir sınıfın parçası olarak varlığının farkına vardıkça yeni bir hayatı adımladığını duyumsamaktadır:

“Yürüyorum her adımda kendime doğru biraz daha,
yaklaştığını biraz daha duyarak her adımda dünyanın.”

Yürüdükçe özneleşir yürüyen. Anlar: “içinde bir yürek varsa sözün, içinde bir alev varsa yüreğin”, söz söylendiği gibi, söylendiği yerde, söylendiğiyle kalmayacak, “bir kıvılcıma yol ver”ecektir mutlaka. Yeni bir dildir bu. Bir söyleyeni vardır. İradeli, örgütlü: “yürüdükçe öğreniyorum, kendiliğinden ışımıyor sabah bile” Bu dünya onundur artık.

Sonra kente döner Kemal Özer yeniden. Suskun değildir artık kent. “Bir çeşme alınlığı, bir saray yazıtı, bir saat kulesi”ne dair söylencelerden, yapıların donuk tarihinden ibaret değildir. Canlıdır artık o. Yapılarla değil, yapıları var edenlerle doludur sesi:

“Söyleyebilirim, bir daha dirildiğimi her suskunluğun
ardından. Yapılarla değil, o yapılara can verenlerin
soluğuyla. Bir çağı yıkıp yeniden başlatmak üzere bir
başka çağı.”

Sesini bulan kentin ardından, yürüyenlerin sesleriyle buluşan, onların sesleriyle dönüşenlere çevirir kamerasını Kemal Özer. (Şimdi neden böyle, ben mi uyduruyorum ya da öyle yakıştırıyorum, belleğimde canlanan belli belirsiz görüntülerin içinde Nâzım’ın kapısından giren Kemal abinin boynunda bir fotoğraf makinesi mi vardı?) Olan bitenin hercümercinde onun öznesi olanın dışındakine, nesnesine, nesnesi iken özneleşenine ışık tutmak bir Kemal Özer inceliğidir şiirde. O zaman “onların sesleriyle” bir balkon kapısı aralanıverir. Sokaklarda yürüyenlerin sesleri içeri girer. Dalgın bir kız çocuğuyla hoyrat bir anneyi yakalar kahvaltı sofrasında. Annenin parmakları saç diplerini sızlatır kız çocuğunun örerken saçlarını. Anlarız ki bir zamanlar babası da… Arkası getirilemez cümlenin. Yürüyenlerin sözcükleriyle yürür onlar da geçmişlerinden bugüne.

Yürüyenlerin sesiyle, onlarla yürüyen ozandır Kemal Özer. Bu yeni yolculukta sınıfa bakan, sınıftan öğrenen aydındır o. Yürüyenlerin içinde ve onlarla yürüyerek dönüşmenin gerekliliğini, yeni bir dilin ancak böyle kurulabileceğini bilir:

“(...) Çünkü döktüğü ter
sözcükler arasında yürüye yürüye
dönüştürecek onu da o kalabalıkta
sesini sokaklara taşıyan birine.”

Bir marangozhanede çalışırken dışarıdaki sesleri duyunca kalbi hızla atan, yüreğinin neden böyle hızlandığına henüz akıl erdiremeyen, elindeki rendeyi bıraktığı için ustasından azar işiten çocuk işçidir yürüyüş. Yıllardır derdini anlatmak için ellerini kullanan dilsizin gördüğü yürüyenlerin elleridir, ellerin aradığı dil, sıkılı yumruklara sığdırılan düştür. Yürüyenlerin sesi yüzleştirir genç bir kadını yorgun bir sabahın ürpertisinde geceden kalan dağınıklığıyla sevişmelerin. Yaşlı bir adam seslerle doğrulur yatağından, -anıların gölgesinde kalmak niye- ‘hoşça kal’ yerine ‘hoşgeldin’e hazırlar kendini yeniden. Onların sesleri yaşanmış ve unutulmuş ne varsa, tarihe ve insana anlam verendir artık:

“artık ne darmadağın ne unutulmuş ne eksik
hiçbiri, sahipsiz değil onların sesleriyle buluşalı”

İskeleden bir gemiyle ayrılmak üzere olanlar, onların sesini duyar önce, onları görür. Anlarlar ki gitmek ya da kalmak değildir mesele, yolculuk başlamaz yeni bir dünya aranmayacaksa.

Ve şair henüz doğmamış olanın ilk soluğu ile ilmekler yürüyenlerin şarkısını. Geçmiş, bugün ve yarın arasındaki bağı yitirmez çünkü Kemal Özer. Ne bugünü dünden, ne yarını bugünden azade bırakır. Mücadele ve geleceği kurmak iradesi bir sürekliliktir Kemal Özer’de.

Kent sesine kavuşur nihayet, isimsiz değildir artık, Zonguldak olur. Sesine kavuşan, bir kentle birlikte bir halktır. Kent bir halk, halk bir kent olur sınıf ayağa kalkınca.

“Sonra her gün geldiler, artarak geldiler, kadınları
çocukları ve alkışlarıyla, yoğurt mayalar gibi geldiler,
pişkin ekmekleri bölüp de paylaşır gibi, su gibi, ateş gibi.

(...)

ve adını değiştirdiler bir ülkenin.”

Bugün

Engels, İngiltere'de Emekçi Sınıfın Durumu’nda Kuzey İngiltere maden işçilerinin on dokuz hafta süren grevine katılanları anlatırken “o zamana kadar içinde bulundukları entelektüel ölümden, sonsuza dek çekip çıkarmıştı; uykudan uyandılar” diye yazar. (Sol Yayınları, 1997, s.337)

1991 Büyük Madenci Yürüyüşü belki de bu nedenle önemliydi. Sadece katılanlar, katılanların aileleri açısından değil, bütün bir ülke için böyleydi. Hep birlikte uyandık, hatırladık: Seslerimiz ancak sınıfın sesi ile yeni bir dünyayı kuracak dilin öfkesini haykırabilir, türküsünü söyleyebilir. Sesine böyle kavuşabilir koca bir ülke. Çünkü biliyoruz; sevgili Gamze Yücesan Özdemir’in Proleterlerin Gündüzü’nü bitirirken yazdığı gibi: "Bu ülkede işçiler var. Onlar toplumun yalnızca kurtuluşunun değil aynı zamanda yeniden kuruluşunun da temelidir. (...) Ülke emekçilerindir. Öyle olduğu içindir ki, er ya da geç işçi sınıfı tekrar güneşin altındaki yerini alacak ve gündüzünü yaşayacaktır." (İmge Kitabevi, s.225)

Çünkü o günlerden bugünlere bir bağ var kopmayan. Sloganlarda, sıkılı yumruklarda, Kemal Özer’in dizelerinde yaşayan, yeni bir dünyayı kuracak olmanın iradesini, umudunu ve iyimserliğini yarına taşıyan.

Belki pek duyulmuyor şimdi, ama biraz kulak verseniz işiteceksiniz. Açın pencerelerinizi, balkonlarınızın kapısını, belki de kentinizin şimdi bembeyaz sokaklarının sessizliğinde yüzünüzü kesecek ayaza aldırış etmeyin. Dinleyin. Biraz daha cesaretiniz varsa çıkıverin sokağa.

Bırakın Kemal abi omzunda çantası (ve bence fotoğraf makinesi) ile bastonuna dayanarak karşılasın sizi dizeleriyle. Bundan güzel kavuşma mı olur bu kış gününde…

Kavuşunca duyacaksınız: Ankara Nallıhan’da Çayırhan Termik Santrali maden sahalarında çalışan işçilerin eylemi bugün beşinci gününde. Aileleriyle, çocuklarıyla kararlı, gülümsüyorlar objektiflere. “Özelin ne olduğunu burada herkes çok iyi biliyor,” diyorlar. Sadece haklarını kaybedecek olmaya karşı bir direniş değil bu, fazlası var. Özelleştirmeye hayır diyorlar, toprağımızın, vatanımızın satılmasını istemiyoruz diyorlar. Memleketin pek çok yerinde farklı işyerlerinden benzer sesler yükseliyor. Kimi cılız kimi gür. Kimi ürkek kimi cesur. Kimi çekingen kimi cüretli. Sesler yükseliyor. Belki tek tek bakınca farkına varamıyoruz, ama tümü işleri ile, işyerleri ile, emekleri ile memleket ve yarın arasında bağ kuran sesler. Onların sesleri…           /././

Öğretmenleri hedef tahtasına oturtan 12 Eylül'ün göz boyaması: 24 Kasım Öğretmenler Günü -Mustafa Demir*-

Öğretmenler Günü Kanunu'nu çıkaran cuntacı paşalar, öğretmenleri ve onların örgütlerini hedef tahtasına koymuşlardır. Onlara göre ilk önce sindirilmesi gerekenlerin ilk sıralarında öğretmenler vardı.

Türkiye’de 1981 yılından bu yana 12 Eylül paşalarınca çıkarılan bir kanunla (26 Şubat 1981 — Sayı: 17263), Mustafa Kemal Atatürk’ün Başöğretmenliği kabul ettiği gün olan 24 Kasım’ı (1928) ‘Öğretmenler Günü’ olarak kutlanmaktadır. Ülkemizde bir meslek grubu için kanunla belirlenen tek gündür. 

Ayrıca ülkemizde birçok öğretmenin, bazı öğretmen sendikalarının ve öğretmen örgütlerinin kutladığı Dünya Öğretmenler Günü vardır. Bu günün tarihsel dayanağını, 5 Ekim 1966’da Uluslararası Çalışma Örgütü (İLO) ile Birleşmiş Milletler Eğitim, Bilim ve Kültür Örgütü’nün (UNESCO) önderliğinde düzenlenen ve Türkiye’nin de temsil edildiği hükümetler arası bir konferansta alınan, ‘Öğretmenlerin Statüsüne İlişkin Tavsiyesi Kararı’ oluşturmaktadır. UNESCO 1994’te bu günü Dünya Öğretmenler Günü olarak ilan etmiştir. Ayrıca birçok ülkede öğretmenler günü olarak, kültürel ve tarihi özelliklerine ve okulların tatil günlerine uygun tarihleri kabul edilmiştir.

Ülkemizde hem 12 Eylül paşalarının koydukları kanun gereği hem de Öğretmenlerin Statüsüne İlişkin Tavsiyesi Kararına atfen, iki öğretmenler günü kutlanmaktadır. Böyle bir durumun dünyada ikinci bir örneği var mıdır?  Bilmiyorum. Ayrıca bu iki günün hem konuluş nedeni hem de amaçlarında hiçbir ortak özellik yoktur.

Öğretmenlerin Statüsüne İlişkin Tavsiyesi Kararı, öğretmenlik mesleğini evrensel normlarla tanımlayan ve öğretmenlerin haklarını ulusal ve yerel hükümetler karşısında güvenceye almaya çalışan bir belgedir. Yani içeriği, ilkeleri, hedefleri ve önerileriyle bu belge: öğretmen sorunlarının çözümü, mesleki statülerinin korunması ve geliştirilmesiyle birlikte öğretmenlerin yetiştirilmesi konusunda devleti görevli sayıyor ve ona ödev veriyor. Bu niteliğiyle,  UNESCO ‘tavsiye belgesi’ aynı zamanda uluslararası düzeyde yapılmış bir toplusözleşme niteliği taşımaktadır.

Türkiye Hükümeti’nin altına imza atığı bu belgeye rağmen, gelmiş geçmiş hükümetlerin yükümlülüklerini yerine getirdiği söylenemez. Örneğin, ülkemizde öğretmenler Ekonomik Kalkınma ve İşbirliği Örgütü (OECD) ülkeleri arasında ekonomik, sosyal ve özlük haklar açısından son sıralardadır. 

24 Kasım Öğretmenler Günü Kanunu, mesleki dayanışma ve öğretmenlik mesleğinin kutsallığından da söz etmiş olmasının yanında öğretmenlere, Milli Eğitim Temel Kanunu’na ek olarak, 12 Eylül ile birlikte kurulan sistemi koruma/savunma ve Milli Eğitim Bakanlığının iç düzeninin uyumu için yeni görevler yüklemiştir.

Ayrıca Öğretmenler Günü Kanunu'nu çıkaran cuntacı paşalar, öğretmenleri ve onların örgütlerini hedef tahtasına koymuşlardır. 12 Eylül paşalarına göre ilk önce ezilmesi ya da en azından sindirilmesi gerekenlerin ilk sıralarında öğretmenler yer almaktaydı. Çünkü onlara göre öğretmenler "anarşinin" baş sorumlularındandı. Genç beyinleri onlara, bu haliyle teslim etmemek gerekirdi. Öyle de yaptılar. 670 şubesi ve 220 bini aşan üyesiyle dünyanın sayılı örgütlerinden biri olan TÖB-DER’in (Tüm Öğretmenler Birleşme ve Dayanışma Derneği) faaliyetine son verildi. TÖB-DER’in 12 Eylül 1980’e kadar 230 üyesi katledilmiş ancak, darbeci paşalar bu katledilenlerin faillerini bulmak için hiçbir soruşturma ve takibat yaptırmamışlardır. Aksine, TÖB-DER yöneticileri tümü ve aktif olan üyelerinin çoğunluğu tutuklandı, işkencelerden geçirildi, işten atıldı. Ankara Sıkıyönetim Askeri Mahkemesi tarafından TCK’nın 141 ve 142. maddelerine göre TÖB-DER’in 64 yönetici ve temsilcisine 4 ile 9 yıl arasında değişen hapis cezaları verildi. TÖB-DER Genel Başkanı Gültekin Gazioğlu, vatandaşlıktan çıkartıldı. 1402 sayılı yasa gerekçe gösterilerek 3 bin 854 öğretmenin işine son verildi. Binlercesi sürgün ya da erken emekli edildi.1 TÖB-DER’in mallarına el konuldu ve hazineye devredildi. Daha sonra TÖB-DER üyesi öğretmenlerin tüm girişim ve çabalarına karşın bu mallar geri verilmedi. Malların öğretmenlere iadesiyle ilgili açılan davalar reddedildi (bu dava dosyası şu anda Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinde görüşülmektedir). Bunlarla yetinmeyen 12 Eylül paşaları, Türkiye Öğretmenler Sendikası'nın (TÖS) önderliğinde ve Türkiye İlkokul Öğretmenleri Sendikası'nın (İLKSEN) katılımıyla gerçekleştirilmiş olan ve dört gün süren Büyük Öğretmen Boykotu'na (15 Aralık 1969) katıldıkları gerekçesiyle TÖS üyesi olduğunu sandıkları binlerce öğretmen hakkında soruşturma açarak ve hayali suçlamalarla ücret kesimi, kademe durdurması ve benzeri cezalar verdiler.

Paşalar bunları yaparken, göz boyamak ve şirin gözükmek için göstermelik bir şeyler yapma gereği duydular. Bunlardan ikisi dikkat çekicidir: Öğretmenevlerini açmak ve 24 Kasım’ı Öğretmenler Günü olarak belirlemek. Bu günü belirlerken de Atatürkçülük kisvesine bürünmek. Oysaki 12 Eylül paşalarının Atatürkçülük yorumu, baskıcı ve her türlü özgürlüğe düşmanlığın izlerini taşıyan çarpıtılmış bir Atatürkçülüktü. Diğer bir anlatımla bu paşaların Atatürkçülüğü, Türk- İslam sentezine dayanan, aşırı milliyetçi ve kutsal devletçi, çarpıtılmış ve alakasız bir yoruma dayanıyordu. Yani bu yorumda 12 Eylül endoktrinasyonunu (birisine veya bir topluluğa görüş, düşünüş aşılama ya da fikir telkin etme) meşrulaştırma amaçlı bir Atatürkçülük söz konusuydu. Bu meşrulaştırma işine Atatürk’ün Millet Mektepleri ‘Baş Öğretmenliğini’ kabul ettiği gün Öğretmenler Günü için de en uygun gündü. Üstelik Atatürk’ün 100. doğum yılına da yakışırdı.

Düzenlenen kutlama törenlerinin amacının, "Devletin eğitim, öğretim ve bununla ilgili yönetim görevlerini üzerine alan ve özel ihtisas mesleğinin elemanı bulunan öğretmenlerin toplumdaki saygın yerlerini almalarını sağlamak, mesleğin özelliklerini vurgulayıp gereği gibi belirtmek, öğretmenler arasında saygı ve dayanışmayı kuvvetlendirmek, sorunlarını dile getirerek ilgililere ve yetkililere duyurmak" olduğu söylenildi. Ancak hiç de öyle olmadı. Örneğin: Henüz, 12 Eylül öncesi son Demirel Hükümeti’nin Milli Eğitim Bakanı Orhan Cemal Fersoy'un öğretmenler için "alçaklar" ifadesini kullanması hafızalardaki tazeliğini korurken, dönemin Milli Eğitim Bakanı Hasan Sağlam, bir toplantıda öğretmenlerin ekonomik olarak sıkıntı yaşadıklarının dile getirilmesine "Sırtınızda küfe yok. Beğenmeyen bu iş yapmasın" yanıtını vermiştir.

Öğretmenler günü kutlamalarına ve uygulamalara bazı örnekler:

  • Öğretmenler Günü etkinlikleri için yurt içinde ve dışında kutlama komiteleri kuruldu. 
  • Her ilçede, değerlendirmenin neye göre yapıldığı belli olmayan yöntemle, bir öğretmen yılın öğretmeni seçildi. Bu seçilenler arasından biri de il için yılın öğretmeni seçilerek Ankara’ya gönderildi. Bunlar, Ankara’da ağırlandılar, televizyona çıkartılarak “meşhur edildiler”. Aralarından biri Türkiye’de yılın öğretmeni seçilerek “meşhurlar meşhuru” ilan edildi.
  • Seçilen yılın öğretmenlerine maddi ödüller verildi. Hâlâ da bu uygulama devam edilmektedir.
  • Okullarda öğrencilere kutlama etkinlikleri düzenletildi. Amblem, afiş, rozet, şilt hazırlandı. Okullar bayrak, flama, afiş ve Atatürk resimleri ile donatıldı. 
  • Hazırlanan programlara göre sosyal, kültürel ve sportif faaliyetler 24 Kasım’ı içine alan hafta boyunca gerçekleştirildi. 
  • İlçelerde ve illerde çeşitli yarışmalar düzenlendi. 
  • Öğretmenlerin piyeslerde rol alma ve koro çalışmalarına emrivakilerle katılımı sağlandı. 
  • Bazı yerlerde öğretmenlere, ilçe ya da il protokolünü oluşturanların önünden resmigeçit yürüyüşü yaptırtıldı.
  • Camilerde ise imamlar, öğretmenlik mesleği ile ilgili olan ve Diyanet İşleri Başkanlığınca hazırlanan hutbeler verdi.
  • Mesleğe yeni başlayan öğretmenlere 24 Kasım’da devlet memurluğuna giriş ve öğretmenlik yemini ettirilmeye başlandı. 

Tüm bunlardan anlaşılacağı gibi öğretmenler “kendi günlerini” devletin belirlediği ve nasıl olması gerektiğini de dikte ettiği etkinliklerle kutladılar. Bu kutlama yöntemi bugün de devam etmektedir.

Her 24 Kasımda yöneticiler ve siyasiler öğretmenlik mesleğinin önemi ve kutsallığı üzerinde durdular; öğretmenler için çok iyimser vaatlerde bulundular; özlük ve ekonomik haklarının iyileştirilmesiyle ilgili iddialı laflar ettiler. Ancak hiçbir gerçekleşmediği gibi, gelenek haline gelmiş olan öğretmenler üzerinde baskı kurma, korkutma ve sindirme uygulamaları artırılarak sürdürüldü.  

Ayrıca; 

  • 12 Eylül darbesinden sonra mağdur edilen binlerce öğretmen yurtdışına çıkmak zorunda kaldı.
  • Öğretmenler, sürekli kardeş kavgalarının kışkırtıcıları ve vatan haini olarak suçlandı.
  • TRT televizyonu ekranlarından "TÖB-DER’li öğretmenlerin ülkeye vermiş oldukları zararlar" alakasız ve abartılı bir şekilde aralıksız anlatıldı. 
  • Görevine son verilen öğretmenlerden bir kısmı seyyar satıcılık, ansiklopedi pazarlamacılığı ve benzer işlerle geçimlerini sağlamaya çalıştı.

Yine bugün, yani bir 24 Kasım’da daha muktedirler, öğretmenler için övgü dolu sözler söyleyip, büyük vaatlerde bulunacaklardır. Ancak söylenen hiçbir sözün ve vaatlerin karşılığı olmayacaktır. Çünkü hep öyle olmuştur.

Yıllar içinde öğretmenlerin aldıkları ücret ve diğer ödemeler doğal olarak artmıştır. Ancak bu artış rakamsal olup reel gelir artışı değildir. Tersine öğretmenlerin, özelikle de mevcut iktidar döneminde reel gelirlerinde belirgin bir azalma söz konusudur. Hatta ücretler artık yoksulluk sınırın altına imiş ve açlık sınırına yaklaşmıştır.

Devlet okullarında sözleşmeli ya da ücretli çalışan öğretmenlerin aldıkları ücretler ise açlık sınırının altındadır. Ayrıca bu öğretmenlerin işvereni devlet olmasına karşın ne iş ne de mesleki güvenceleri vardır. 

Atanamayan öğretmenlerin durumu ise toplumun ve ülkenin kanayan yarası olarak bir kenara bırakılmıştır. Mevcut siyası iktidarın bu sorunu çözmeye niyetinin olmadığı da açıktır.

Kamuda devlet memuru statüsünde çalışan öğretmenlerimizin önemli bir bölümünün yaşamlarını parasal olarak normal koşullar içinde sürdürebilmek için ek iş yapmak zorunda bırakılmış olması artık toplumsal olarak kanıksanmış bir durumdur.

Özel okullarda çalışan öğretmenlerin durumları ise hem iş güvencesi hem aldıkları ücret hem de ücretlerini düzenli alamama gibi sorunlardan dolayı içler acısıdır. Her an işsiz kalma riski altındadırlar. Özel okul çalışanlarına yönelik yapılan yasal düzenlemelerse bu durumu daha da pekiştirmiştir.

Yıllar içinde öğretmenlerin ekonomik kayıpları ve sosyal sorunlarının artmasına ek olarak, mesleki saygınlıklarında da ciddi gerilemeler yaşanmıştır. Öğretmenlik mesleği, izlenen politikalar nedeniyle dikkat çekecek ölçüde yıpratılmıştır. Bu yetmiyormuş gibi 7528 sayı ve 10.10.2024 tarihli "Öğretmenlik Meslek Kanunu" öğretmen haklarını daha geriye götürdüğü gibi öğretmenler arasında da statü ayrımı yaratmıştır.

Bunun için ülkemizde eğitim politikalarına yön verenler, öğretmenlik mesleği ve eğitim alanında yaşanan sorunların, sürekli artarak çözümsüzlük noktasına yaklaşmasının baş sorumlularıdır.

İzlenen liberal politikaların etkisiyle, başta eğitim ve sağlık alanları olmak üzere, kamu hizmetlerinde güvencesiz, esnek ve performansa dayalı çalıştırma politikasını acımasızca sürdüren siyasi iktidar, sözleşmeli öğretmen alımında bile mülakat sınavı uygulaması yoluna gitmiştir. Ayrıca iktidarın izlediği politikalar, eğitim ve öğretim çalışanlarını çalışma yaşamında güvencesizleştirmenin yanında, özlük hakları ve çalışma koşulları arasında belirgin farklılıklar ve adaletsizliklerin ortaya çıkmasına neden olmuştur.

Türkiye’de, öğretmen yetiştirme ilkeleri ve hedeflerinin, olması gerekenin çok uzağında kaldığı görülmektedir. Türkiye’nin hiç önem vermediği hedeflerin başında gelen "Gerekli moral, düşünsel, fiziksel ve kişisel nitelikler taşıyan ve istenilen bilgilere ve beceriye sahip öğretmen yetiştirilme" ilkesi2 neredeyse unutulmuştur. Ülkemizde öğretmen yetiştiren fakültelere girenler, öğrencilikleri süresince okullarını bitirdiklerinde atanamama endişesiyle eğitimlerini sürdürmektedirler. Ayrıca öğretmen adaylarının aldıkları eğitim, hem dağınıklığı hem de niteliği bakımından bu ilkelerden çok uzaktır. Çünkü yıllardır izlenen politikalarla öğretmenlerin mesleki saygınlığı ve heyecanı zayıflatılırken, öğretmen yetiştirmeye de aynı anlayışla bakılmıştır. Böylece öğretmen yetiştirmede de kısa bir sürede aşılması zor sorunlar ortaya çıkmıştır.

İşte bu gerçekler içinde bir 24 Kasım Öğretmenler Gününü daha "kutluyoruz".

Eski EĞİT-DER Genel Başkanı, Türkiye Halk Temsilcileri Meclisi (THTM) üyesi

  • 1.Bu sayılar Halit Çelenk’in Hukuki Acıdan TÖB-DER Davası adlı kitabından alındı. Ayrıca TÖB-DER’in son MYK üyelerinden İsmet Yalçınkaya’nın bilgisinden yararlanılmıştır.
  • 2.Bu ilkeler UNECO’’nun ‘Öğretmenlerin Statüsüne İlişkin Tavsiyesi Kararı Sözleşmesi’nde yer almaktadır.                                         /././

Devlet Opera ve Balesi (DOB) şirketleşirken… (1)-Melis Gönenç-

Balede özel sektörün en büyük şirketine sahip olan Tan Sağtürk’ün DOB Genel Müdürü yapılması, İslamcıların hem siyasal programlarının, hem de liberal hasat iştahlarının doğal sonucudur.

Gazeteci Melis Gönenç'in 7 bölümlük yazı dizisinin ilk bölümünü yayımlıyoruz. Gönenç, Devlet Opera ve Balesi üzerine soL'da çok sayıda makale yayımladı, "İslamcı Yıllarda Devlet Opera ve Balesi" kitabı Yazılama Yayınevi'nden çıktı. Gönenç'in yeni yazı dizisinin gelecek bölümlerini önümüzdeki haftalarda pazar günleri soL'da okuyabilirsiniz.

Bale sanatında özel sektörün en büyük şirketine sahip olan işadamı Tan Sağtürk’ün Saray tarafından DOB Genel Müdürü yapılmış olması, DOB’un şirketleşmesini hızlandırarak kamusal kimlik ve kurumsal yapısını “özelleştirmek” isteyen İslamcıların hem siyasal programlarının, hem de liberal hasat iştahlarının doğal sonucudur.

Milli tacir Tan Sağtürk’ün neden, nasıl ve hangi koşullarda genel müdür yapıldığını, DOB’u bundan sonra nelerin beklediğini, İslamcıların ajandasının hangi yönü işaret ettiğini önceki bir yazıda kaleme almıştık (Tan Sağtürk Company: DOB A.Ş., Sol Haber, 16 Eylül 2023). 

Erişim engeli getirildi.

Tacirin atanışının üzerinden bir yılı aşkın süre geçtikten sonra, DOB’da olup bitenlere yönelik ilk değerlendirme için gerekli somut veriler ortaya çıkmış durumda.

Ama önce, erişim engelli yazımızı ana hatlarıyla özetleyelim; şirketleştirme/ özelleştirmenin içeriğini anlayabilmek için, Laik Cumhuriyet’in yüksek sanat kurumlarının hangi nitelikleri taşıdığını anımsamak gerekir.

Laik Cumhuriyet’in yüksek sanat kurumları,

a) Kamusal niteliklidir. Yani, bütçeleri devlet tarafından sağlanır. Sanatçılar, diğer çalışanlar gibi, devlet memurlarıdır. Böylelikle, yüksek sanatların devamlılığı güvence altına alındığı gibi, farklı siyasal çıkar grupları ve mali güçlerin olası etkilerine karşı kurumsal ve sanatsal korunma da öngörülmüştür. Dolayısıyla, liberal bir yaklaşıma mesafeli durulacağına yönelik şifreleme yapılmıştır.

Öte yandan, bu kurumlara yüklenen temel görevlerden biri, kamusal nitelikleri gereği, halkın düzeyli sanatsal eğitimine katkı sağlamaktır. Kamusal eğitim işlevi, ancak piyasa/kâr sarmalının baskılandığı bir ortamda sağlıklı biçimde gerçekleştirilebilir. Bu işlev, turnelerden, farklı il ve bölgelerde yerleşik olmaya, bilet ücretlerinden, yüksek sanat ile kan uyuşmazlığı taşıyan ek gelir amaçlı işler yapılmasının yasaklanmış olmasına, sanatsal görgü ediniminden, örgün ve yaygın eğitime destek olmaya kadar, geniş bir yelpazeyi oluşturur.

b) Evrensel, yani, Batı sanatı icra ederler. “Batı” kavramı coğrafi olmanın ötesinde, tarihsel bir kavramdır ve Rus-Sovyet kültür alanını da içerir. Toplumsal evrimdeki “ileri” aşamayı temsil eder. Aynı şekilde, “Ulusal” kavramı da sosyolojik değil, tarihsel olana işaret ettiği için, yüksek sanatların yerel sanatlar ile kuracağı ilişkilerin meşruluk zeminini, yerel sanatların ulusal nitelik taşıyıp taşımadıkları belirler. Her yerel ulusal olamayacağı gibi, ulusal olan, yerellerin toplamı demek de değildir.

Örneğin, alaturka müzik yerel ama ulusal değildir. Halk müziği ise hem yerel, hem ulusaldır.

c) Yüksek sanat ile popüler sanat arasında çok kesin ve kalın bir sınır öngörürler. Bunlar asla yan yana gelemez, geçişken olamazlar. Yüksek sanat kurumlarında yalnız yüksek sanat yapılır. Bu sanatların hangileri olduğu, eğitim süreç ve programlarıyla tanımlanmıştır. 

d) Kendi bünyelerindeki sanatçılar tarafından yönetilirler. İki önemli neden ile:

*Kurumu, başta siyasal iktidar olmak üzere, olası dış etmenlere karşı olabildiğince korumak.
*Kurumsal derinlik ve bilinci kökleştirmek.

Bunların doğal sonucu olarak da, bir yandan yasal düzlemde özerk modele yakın (bağlı kuruluş konumu ve merkezi olmayan iç yönetim), öte yandan tek adam rejimi riskine karşı denge arayışlı (anlamlı yetkilerle donatılmış yönetsel kurullar, kurum içi seçimle gelen temsilciler vb.) bir oluşum ortaya çıkmıştır.

Yüksek sanat kavramı ve kurumlarının sanatsal ve yönetsel nitelikleri böyle olunca, Laik Cumhuriyet’e düşman olan İslamcıların seyreltmek istedikleri niteliklerin de tamı tamına bunlar olduğu kendiliğinden açığa çıkıyor.

İslamcılar yüksek sanata liberal kapan kuruyorlar

Nasıl yapıyorlar?

Yüksek sanat kavramı ve kurumlarını liberalleştirerek.

1) Yüksek sanat kurumlarının kamusal niteliğini rendeliyorlar. Kurum bütçelerinin hallice bir kısmının sponsor marifetiyle edinilmesi için kurumlara baskı yapıyorlar. Bu ise kurumları holding sermayesine, doğal olarak da, piyasa/kâr/PR döngüsüne açık hale getiriyor. Yönetici ve sanatçılar bu sarmalın içinde giderek ticari kaygıları öne çıkan aparatlara dönüşüyorlar. Kurumların şirket mantığı ile yönetilmesi gereği kabul edildiği andan itibaren, hem başındakilerin, hem de sanatçıların “başarı” ölçütü, yeterli ölçüde tüccar zihniyeti taşıyıp taşımadıklarıyla ilişkileniyor. İş o noktaya varıyor ki, yüksek sanat kurumlarına yönetici-sanatçı atanırken, holdinglerin sanat birimlerini yönetmiş ya da yönetmekte olanlar ile bu birimlere hizmet arzında bulunanlar, veya sanatsal etkinlik şirketi sahip ya da ortakları yeğleniyor. Çift maaşlı hibritler; aynı başta iki kasket: Kamu ve özel sektör. Tabii, bunun sonucunda, kamusal olma niteliğinin tüm unsurları, eğitim işlevi dahil, birer birer yok oluyor.

İslamcıların amacı, bu kurumların başlarına, kurum bellek ve bilincinden yoksun, pragmatik zihniyetli, kamusal bakış açısı ve duyarlılığı düşük, doğrudan iş dünyasından tüccar yöneticiler getirmek. Bu kişilerin en azından yüksek sanat ile ilişkilerinin uygun kalibrede olup olmadığı, İslamcıların seçim ölçütleri arasında yer almıyor. “Şirket” ölçütü tek başına yeterli sayılıyor.

2) Yüksek sanatın evrensel niteliğini yozlaştırıyorlar. Laik Cumhuriyet tiyatro ve müziği “yüksek sanat” kavramına yerleştirirken, yukarıda belirttiğimiz gibi, ulusal ile evrensel arasında tarihsel bir ilişki kurmuştur. Bunun sonucu olarak da, Osmanlı artığı tuluata karşı Batı tiyatrosunu, yine Osmanlı artığı alaturka müziğe karşı çoksesli Batı müziğini benimsemiştir. Tuluat da, alaturka da estetik olarak geri, siyasal olarak ise gerici türlerdir. 

İlk evrede alaturkanın öz, yani, milli (ulusal) müziğimiz olduğu efsanesini, çoksesli müzik dünyasından bazılarına maddi, manevi çıkarlar sağlayarak yeniden dolaşıma sokturdular. Amaç, bu müzik ve arabesk tarzı türevlerini yüksek sanat ve kurumlarının doğal bileşeni yapmaktı. Çocuksu zorlamalar dışında bunun olanaklı olmadığı anlaşılınca, bu kez tarihsel bir meşruluk arayışına girdiler: Opera, bale ve senfonik müziğin Osmanlı’da köklü bir geleneği olduğu savı… İçinden geçtiğimiz süreçte, cahilane bile denemeyecek ölçüdeki bu hamşoluğu kabul ettirme peşindeler.

Tabii, bu arada, yüksek sanat ile popüler sanat arasındaki makası daraltıp, geçişkenliği dayatarak, Laik Cumhuriyet’in kültür-sanat anlayışını, sözde demokrat tutum adına, avamfirip söylem ve uygulamalarla torpillemiş oluyorlar.

3) Yüksek sanat kurumlarını bir yandan merkezileştiriptek adam yönetimlerine kilitlemek, öte yandan, kurum dışı unsurlara yönettirerek, kurumsal derinlik ve bilincin bütünüyle yok edilmesini sağlamak. Bu yolla da, tüm özerklik/esneklik alanlarını ortadan kaldırmak.

Bu sürecin ayrıntılarını önceki yazılarda kaleme almıştık.

Neden Tan Sağtürk?

Tan Sağtürk’ün genel müdür yapılması, liberalleştirmenin sondan bir önceki durağıdır. 

İslamcıların liberal projelerine son derece uygun biri:

Katıksız işadamı. Yani, tüccar. Dolayısıyla, “kamu/kamusal” kavram alanı ve reflekslere uzak. 2000 yılında kurduğu ve sonradan Tan Sağtürk Akademi adını verdiği, bale tarihimizin en büyük dans okulu zincirine sahip şirketin patronu. Dünyaya ve her tür sanatsal etkinliğe şirket/kâr penceresinden baktığı için, DOB’un para kazanan, kâr eden şirket modelinde yönetilmesini, DOB’un etkinliklerinin, Laik Cumhuriyet-yüksek sanat ilişkisinin kimyasından çok, bu perspektife göre düzenlenmesini doğal ve gerekli kabul ediyor.

                           Devletin de şirketin de genel müdürü; her ikisi de onun kasasını dolduruyor.

* Kamu kurumu deneyimi hemen hiç yok. “Kamusal” ile tek anlamlı ilişkisi, eğitimini tamamladığı Ankara Devlet Konservatuarı öğrencilik yılları. Okulu bitirir bitirmez yurt dışına gidiyor. 28 yaşında, 1997’de dönüp DOB’a giriyor. Fakat yetersiz bulunduğu için, bir yılı zor tamamlayıp, DOB’u yerden yere vuran basın demeçleriyle ayrılıyor. 21 yıl sonra, 2019’da, 50 yaşında, DOB’a Saray’ın isteğiyle, DOB sanatçı ve çalışanlarının şaşkın bakışları arasında, 1309 sayılı yasanın saçı başı yolunarak alınıyor. Cumhuriyet tarihinde bir ilktir. İslamcılar için ise çok meşrudur çünkü kamu-kaç tutumu, DOB’un tahribi sürecinde en önemli kozları olacaktır.

* Sanatsal anlamda sıradan olmanın ötesinde, entelektüel bilgi ve görgü düzeyi, yerleştirildiği makamın gerektirdiği liyakati asla karşılayabilecek ölçüde değil. Birkaç basit dershane ve müzikal koreografisi yapmak dışında, devlet balesinde ne dansçı, ne koreograf, ne de bale eğitmeni olarak bir yere sahip. Bu boşluğunun getirdiği zafiyet, İslamcıların avucunda her şekle girmesini sağlayacağı için, onlarca makbul sayılıyor.

                               Türkiye’ye baleyi sevdiren iki yüksek sanat dâhisi: Tan Sağtürk ve Asena.

* Popüler figür. Ancak bu özelliğini yüksek sanata değil, televizyon dizileri ve sefil magazin programlarına, magazin basınındaki sağlam yerine borçlu. Bu da İslamcıların yüksek sanata popüler kültür virüsü zerk etmelerini kolaylaştırıcı bir etmen. Unutmamalı ki, Tan Sağtürk baleye arabeski bulaştıran kişidir. Tam bir Orhan Gencebay hayranıdır. İlk dans klibini, 2003’te, Gencebay’ın Bir Teselli Ver’i eşliğinde çekmiştir. Baleyi arabesk ile sentezlemekle övünür. Bu sentezi, baleyi halka indirmenin sağlam ve gerçekçi yollarından biri olarak önerir. Baleyi popüler kültür unsuru olarak değerlendirdiğinin son göstergesi ise, İslamcıların 2020’de ısıttıkları, 2021’de kamuoyuna yansıması ardından DOB’un büyük tepkisine yol açan, “bale spordur” yaklaşımının mimar ve baş destekçilerinden olmasıdır. 

DNA’sında popüler kültür bataklığının tüm değer ve unsurlarını taşıyor.

* Siyasal konum olarak katıksız liberal. Tabii, Türk usulü; iktidarda kim varsa, ona yanaşan türden. FETÖ varken FETÖ’cü, sonra Saraycı, aynı zamanda Atatürkçü vb. İslamcıların en rahat iş gördüğü kıkırdak omurgalı bu yaratıklar tek bir yaşam ilkesine bağlıdırlar: Dolar. Dolayısıyla, siyasal inanç ve konumları üzerinde belirleyici etkiye sahip olmak hiç de zor değildir.

İslamcılar, laik cumhuriyet yaklaşımının tersine, yüksek sanat kurumlarını, hem kurum, hem de yüksek sanat dışı unsurlarla yönetmeyi amaçlamaktadırlar. Nitekim Saray, 15 Temmuz 2018 tarih ve 4 numaralı Cumhurbaşkanlığı Kararnamesi ile, DOB genel müdürünün kurum dışından atanabileceğini, ayrıca, yüksek sanat ile ilişkili olma zorunluluğunun da kaldırıldığını karara bağlamıştır. 

12 Eylül rejimi, 1983’te, genel müdürün sanatçı olması gerekmediğine hükmederken (24 Mayıs 1983, kanun no: 2832. Resmi Gazete, 27 Mayıs 1983, sayı 18059, s.26), ki 1983 revizyonu, sanatçı olma zorunluluğunu kaldırmış olmasına karşın, genel müdürün yüksek sanat alanında meşruluk taşıyan, liyakat sahibi kişi olma gereğinde herhangi bir gevşemeye gitmemiştir, Saray, 2018’de, genel müdürün yüksek sanat ile ilişkisinin de kopartılabileceğine karar vermiştir; yüksek sanat ile popüler sanat arasındaki farkın kalkmasını istemektedir. Yüksek sanatı popüler kültürün türevlerinden birine dönüştürme çabası, Laik Cumhuriyet’in kültür temeline doğrudan saldırıdır.

Ancak, 2018’deki seçim başarısı tartışmalı olduğundan, Saray, Laik Cumhuriyet’in bu kurumuna, DOB’a, radikal bir saldırıyı göze alamaz; yasalaştırdığını uygulamayı daha uygun koşulların ortaya çıkacağı bir zaman dilimine erteler. Zaten Tan Sağtürk adı da DOB nezdinde hiçbir sanatsal çağrışım yapmıyordur; en ufak bir sanatsal otoriteye sahip değildir. DOB ile ilişkisinin sanatçılar açısından tek sempatik boyutu, onun dershanelerinde çalışarak ek gelir elde etmeleridir. Böyle birini birdenbire genel müdür yapmak, DOB’un kurumsal sert tepkisine yol açabilir. Koşulların olgunlaşmasını beklerlerken, DOB’un başına Murat Karahan’ı getirirler. Kurum içindendir ve yüksek sanat alanında fiilen çalışmaktadır. Yani, her şey biçimsel açıdan Laik Cumhuriyet’in kitabına uygundur.

                               Ah şu arabesk! Ne yüce sanat; insanın içini lime lime ediyor.

Ondan istenen, “yüksek sanat” kavramını seyreltmesi ve yönetsel anlamda kurumu zayıflatmasıdır. Yani, kendisinden sonra gelecek işadamına, sanatsal ve yönetsel olarak elverişli bir mekân hazırlaması. Köprü işlevi görecektir. Nitekim 5 yıllık görev süresinde DOB’u, onların arzusu yönünde, gazinoya çevirir. Hanendeli, sazendeli bir DOB yaratır. Yönetsel işlerlik bütünüyle felç geçirir. Siyaseten ise, 10 Kasım 2022’de yaşanan kepazelik, laik cumhuriyet değerlerine yabancılaşmanın doruk noktası olacaktır.

Ancak, Karahan 2018 düzenlemesinin ruhuna uygun değildir; işadamı, yani tüccar niteliği eksiktir. Şirketi yoktur. Dolayısıyla, işletmeci becerileri sınırlıdır. Yalnız kendi cebini düşünen o bildik açgözlü memurlardan biridir. Kurum umurunda değildir. Oysa İslamcılar, kurumun bir bütün olarak dönüştürülüp, piyasa oyuncusu olmasını istemektedirler. Bu da ancak “şirket” zihniyetine sahip bir işadamının yapabileceği iştir. Öte yandan, Karahan’ın popüler figür de olmayışı, popüler kültürün yüksek sanat kurumlarına doğal ve kalıcı biçimde taşınıp, geniş kamuoyu nezdinde, Saray’ın arzuladığı ölçüde kabul görmesinin önünde, göreli de olsa, engel oluşturmaktadır. Yanı sıra, Karahan yüksek sanat ile organik ilişki içindedir. Saray bendeliği, İslamcı projeyi koşulsuz uygulama kabulü, onun doğru seçilmiş kişi olduğunu göstermekle birlikte, 2018 model genel müdür, doğrunun doğrusu olmalıdır: Kurum dışı, yüksek sanat dışı, popüler ve tüccar.

2023 seçimleri, Saray için konforlu bir başarı sayılamayacak olmasına karşın, muhalif cephede yarattığı moral çöküntü nedeniyle, ona, sayısal sonuçlar ile orantılı olmayan güçlü bir psikolojik üstünlük sağlar. Beklenen an gelmiştir; 2018 düzenlemesi devreye alınabilir. Ne kurum, ne de yüksek sanat olarak bale ile ilgisi olan, DOB’a Truva Atı olarak sokulup, zamanı gelince genel müdür yapılmak üzere nadasa bırakılmış Tan Sağtürk DOB’un başına getirilir. Dansçı, koreograf, eğitmen olarak, bu ülkenin bale sanatında hiçbir zaman anlamlı bir yeri olmamıştır ama, bale ticaretinin ikonudur. Bale dershanesi sahibi ve işletmecisi olarak çok başarılı bir işadamıdır. Türk balesinin gelmiş geçmiş en büyük tüccarıdır. Yüksek sanat anlamındaki balede değil, para makinesi bale dershaneciliğindeki başarı öyküsü, İslamcılar için deliksiz güvencedir. Çünkü Karahan’ın tersine, cebini doldurmak ile kurumu şirketleştirmek misyonunu iç içe geçirip dengeli biçimde götürebilecek büyük tüccar kumaşına sahiptir.

Kuruma alınışından genel müdür yapılmasına kadar geçen birkaç yıllık süre, bir taşla üç kuş vurulmasını sağlar: Genel müdür yapıldığında, “kurum içi sanatçı” denilerek, olası tepkiler minimize edilir; bu bekleme süresinde, başta baleciler, birçok sanatçıya ek gelir temin ettiğinden, gönüllerin ve DOB manzarasının doğal figüratif unsuru meşruluğunu kazanıp, DOB’un aşina yüzlerinden biri olarak algılanması sağlanır; Troya ve Göbeklitepe operalarında sahneye çıkarılıp, Saraydan Kız Kaçırma rezaletine hafif tertip kaynatılarak, “yüksek sanat” ile yoğun ilişkili biriymiş izlenimi yaratılır.

İşadamı mavi boncuk dağıtır

Karahan DOB’u yönetemedi. Eline yüzüne bulaştırdı. Bunun iki temel nedeni var: 

a) DOB’un en iyisi, aynı zamanda dünya çapında olduğuna yönelik çok güçlü inancı, kurumsal yönetimin iki temel ilkesinden uzaklaşmasına yol açtı: İç dengeleri gözetmek ve ekip oluşturmak. Kendini herkes ve her şeyin üzerinde konumlandırdığı için, avurt-zavurtla yönetmeyi meşru saydı. Sonunda yalnızlaştı, etrafında kimse kalmadı. Kurumda sevilmeyen, itici bir genel müdür rolüne yerleşti. İslamcıların DOB’a yönelik kurumsal hedefleri dikkate alındığında, böyle biriyle yola devam etmeleri çok amatörce olurdu.

b) Ergen kişiliği ve aşırı benmerkezciliği, kendi dışında olan ile iletişim kanallarını tıkadı. Bu durum, basın, yüksek sanat ve bürokrasi çevreleri ile ilişkilerini olumsuz etkiledi. Zamanla, yalnız DOB için değil, diğerleri için de sorun olmaya başladı. Oysa İslamcıların bu evrede, genel müdür olarak, tam tersi bir kişiliğe gereksinimleri vardı.

Tan Sağtürk’ün Karahan’a göre en önemli avantajı, sanatsal olarak sıradan biri oluşudur. Para kazanmak dışında hiçbir iddiası olamaz. Bu da yüksek sanat kurumlarının yönetimde sık yaşanan gerginlikleri yatıştırıcı önemli bir etmendir.

Tamam da, böyle biri sahnenin ağır toplarına sözünü nasıl geçirecek? Zorunlu olarak, etrafına vasatlardan bir duvar örüp, kendini koruma refleksi geliştirmez mi?

Olağan biri için evet. Ancak burada onu sıra dışı yapan bir özellik ortaya çıkıyor: Tüccarlık. Yüzlerce kişilik şirketini yıllardır başarıyla yönetmesinin ona kazandırdığı nitelikler var: Hizmet satışının ilk koşulu olan güçlü iletişim; para kazanabilmenin temel koşulu olan, sorunları kişiselleştirmeden, pragmatik zihniyetle çözebilme; kazancı maksimalize edebilmek için, dengeleri gözeten, gerginlikleri birebir ilişki ile aşmaya yönelen, herkese mavi boncuk politikası.

Malum, bale, yüksek sanatlar içinde, İslamcıların “büyük şeytan” kabul ettikleri dal. İzlemesi bile günah. Oysa ülkenin siyasal topografyasının kültür-sanat alanında dayattığı gerçeklerden biri, laik cumhuriyet değerlerine aykırı radikal yönelimler arifesinde, karşı kampa ödün jesti olarak baleden birini DOB’un başına geçirmenin oldukça işlevsel olduğu yönünde. Kritik bir dönemde Meriç Sümen’i genel müdür yapıp (2005-2007), merkezileştirme tasarısını ona hazırlatmışlardı. Şimdi de DOB’un şirketleştirilmesi söz konusu.

Baleden birinin genel müdür yapılmasının bir diğer önemli nedeni, DOB’un bale ayağının, operaya göre liberal alana daha yatkın ve yakın oluşudur. Devlet balesinden birçok ismin özel dershanesi/kursu var. Yıllardır işletiyorlar. Bazıları hatırı sayılır paralar kazanmış, kazanıyor. Buralarda, genelde, baledeki diğer arkadaşlarına da iş veriyorlar. Yani, balenin piyasa-ticaret ile ilişkisi, operanınkine göre çok daha derinde. Bu da, fıtratları liberal olan İslamcılar için doğal çekim alanı anlamına geliyor.

İslamcılar için başka bir çekici etmen, balenin “modern dans” ile bulaşık hale getirilmiş olmasıdır. Başlı başına bir yazı konusu olmakla birlikte, çok kısaca özetlemek gerekirse; devlet balesi klasik bir topluluk olarak kurulmuştur. Yüksek sanat niteliği taşıyor olmasının temel nedeni budur. II. Dünya Savaşı sonrasının siyasal koşullarında, siyasal bir karar ile İngilizlere kurdurulması  (1948) uygun görülmüş, çeyrek yüzyıl sonra başka bir siyasal karar ile tasfiyelerine gidilip, yerlerine Sovyet koreograf ve eğitmenler getirilmiştir. 1968’den 1992’ye kadar modern dans, klasik devlet balesi içinde değişik ölçülerde ama hep “sorun” olarak, marazi bir meşruluk zemininde kalmıştır. Sovyetler Birliği’nin tarihin kulisine çekilmesiyle birlikte, neoliberal kültür öğeleri başat konuma gelince, modern dans da tabloda yerini almakta gecikmeyecektir. 1992 yılında, DOB Genel Müdürü Şeyh Rengim Gökmen’in telaşlı onayıyla, DOB bünyesinde MDT (Modern Dans Topluluğu) kurulacak, başına da, kamusal ve klasik olana alerjik bir isim, Beyhan Murphy getirilecektir. MDT’yi, Güzel Sanatlar Genel Müdürlüğü’ne bağlı bir topluluk olarak kurmak yerine, Devlet Balesi içine yerleştirmenin hiç de masum bir karar olmadığı yıllar sonra, özellikle İslamcı iktidar döneminde anlaşılacaktır; modern dans İslamcıların Laik Cumhuriyet’in yüksek sanat anlayış ve kültürüne karşı kurum içi savaş atlarından biri olacaktır. 

Yüksek sanat olmadığı halde, devlet balesi içinde kurumsallaştırılan modern dans, İngilizlerin tasfiyesinden 20 yıl sonra, onların kurumsal düzeyde rehabilite edilmeleri anlamı taşıdığı gibi, DOB bünyesinde cemaat ve dinsel yapılanma/kültür yoğunluğunun en yüksek noktasını da temsil etmektedir. Beyhan Murphy’nin İslamcı kesimler ile yakın ilişkisi, yıllar içinde, MDT ve modern dansın klasik bale aleyhine önemli oranda yer kazanmasıyla sonuçlanmış, bu ise İslamcıların Laik Cumhuriyet’in yüksek sanatına yönelik dönüştürme projelerinin sağlam payandalarından birini oluşturmuştur.

Tan Sağtürk’ün modern dans ve Beyhan Murphy ile yakınlığına ayrıca vurgu yapmaya gerek yok, sanırım. 

Geldik Milli Tacir Tan Sağtürk’ün genel müdür yapılmasındaki son nedene;

Karahan’a gelene kadar, İslamcı dönemin DOB genel müdürleri -Remzi Buharalı, Meriç Sümen, Rengim Gökmen, Selman Ada- Laik Cumhuriyet düşmanı yönetimler ile iş tutmalarına karşın, laik cumhuriyetçi/Atatürkçü görünme kaygısını ceplerinde hep taşımış, bu imajın, meşrulukları açısından en önemli pazarlama unsuru olduğunu asla unutmamışlardır. Bu özellik, DOB’u yönetebilmek için gereken niteliklerin başında geliyor. Basit bir nedenle: DOB Laik Cumhuriyet’in saf kan kurumlarından biridir. Tarihsel dokusu nedeniyle tersi yöne bükülmesi kolay değildir. 1950-1960 Demokrat Parti (DP) döneminde, Vatan Cephesi rezaletiyle doruğa çıkan DOB-DP yakınlaşmasının, 27 Mayıs’tan sonra DOB’a maliyeti, kurumun belleğinde derin izler bırakmıştır.

Karahan laik cumhuriyetçi/ilerici kamuoyu nezdinde gerekli meşruluk imajını önemsemeyen ilk genel müdürdür ve faturasını ödemiştir.

Tan Sağtürk’ün, hem tüccar kumaşı, hem medyatik/popüler alan pratiği, hem de Karahan vakasından çıkardığı ders ile imaj konusunu listenin başına yerleştirmesi doğaldır.

                                     Bilin bakalım DOB Genel Müdürü Tan Sağtürk hangisi?

İyi de, sicili epey sorunlu… Sefil magazin programları, arabeskçiliği, önce FETÖ’ye, ardından Saray’a yüz sürmesi, liberal damarından akan sonsuz para hırsı ve kamusal olana nefreti… Bunlar İslamcıların işini görür ama laik cumhuriyetçi/ilerici kamuoyunda hiç de hoş karşılanmaz.

Peki, ne yapmalı?

Muhalif basının amiral gemisinden, Cumhuriyet’ten temiz kâğıdı almalı.

Olacak şey değil!

Ama oldu…

Gerçi uzunca bir süredir Cumhuriyet’in kültür-sanat bölümünde, hadi şimdilik çoksesli müzik yazı ve haberleri ile sınırlayalım, neoliberal damarlar çok görünür halde. Müthiş bir holdingseverlik, suya sabuna dokunmaktan özenle kaçınma, sipariş kokan övgü arsızlığı vb… Bu zincire, sipariş bir Tan Sağtürk haberinin eklenmiş olması tesadüf sayılmamalı ama, rötuşlanamayacak ölçüdeki bu karanlık sicilin hangi gerekçelerle, üstelik temel gazetecilik ilkeleri bile çiğnenerek, parlatılmaya çalışıldığı yine de belirli bir giz dozu içeriyor. 

Şöyle:
24 Ağustos 2023’te, Öznur Oğraş Çolak imzalı, iki paragraflık bir haber yayımlanıyor: “Devlet Opera ve Balesi yeni genel müdürünü arıyor!”. Haber metninde, Tan Sağtürk ismi, eski genel müdürler Muhsin Ertuğrul, Cüneyt Gökçer, Aydın Gün, Gürer Aykal, Rengim Gökmen, Meriç Sümen’inkiyle yan yana konularak, böyle bir atama olasılığının, DT’nin başına atanan Tamer Karadağlı’nınkinin aksine, sanatçılar arasında sevinç yarattığı ifade ediliyor. Üstelik Tan Sağtürk’ün genel müdürlük teklifi aldığı ve “değerlendirme sürecinde” olduğu kendi ağzından doğrulatılıyor.

Böylece, Tan Sağtürk’ün sanatsal ağırlık ve meşruluğu tescil edilmiş oluyor. Aynı anda, o koltuğa çok da hevesli olmadığı, Saray’a bazı koşullar öne sürebilecek konumda, başı dik olduğu izlenimi köpürtülüyor.

Bununla yetinilmiyor; Tan Sağtürk’ün amiri ve ruh ikizi Batuhan delikanlı, yani, Bakan Yardımcısı İslamcı Batuhan Mumcu, Türkiye’de opera ve balenin resmi savunucusu olarak sunuluyor. Hani şu kendisine bağlı olan Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası’nın (CSO) arabeskçi İbrahim Erkal ve benzerlerine albüm yapmasını öneren; Opera ve balenin Osmanlı’da en az 400 yıllık bir geleneğe sahip bulunduğunu, opera geleneğimizin kanıtı olarak, “arya yerini tutacak geleneksel saray müziğinin bir formu olan gazellerin” konduğunu, 1524’ten beri de bale sanatının icra edildiğini ileri sürecek kadar kültür ile haşır neşir olan Batuhan Mumcu…

İnsanın ağzı açık kalıyor…

Cumhuriyet’in genel siyasal çizgisi ile hiç de uyumlu olmayan bu tutumun, o tarihten bugüne önemli bir değişikliğe uğramamış olması, daha da dikkat çekicidir. 

DOB’da yaşanacaklar mı?

Cumhuriyet tarihinde ilk kez bir DOB genel müdürü, işadamı/tüccar niteliğiyle o koltuğa oturtuluyor. Bir başka ilk daha var: Bakan, bakan yardımcısı, DOB genel müdürü… Üçü de işadamı/tüccar. Opera-baleden sorumlu ilk üç isim… 

Bakan, yardımcısı ve genel müdürünü birbirlerine bağlayan halkalardan biri de turizm.

                                                Paranın kokusuyla neşelenen ast ile üst.

Tan&Batuhan: Her zaman kazan kazan…

Bakan, turizm sektörünün ağır toplarından biri. Kulis bilgilerine göre, Batuhan delikanlı da Antalya’da bir otelin sahibiymiş. DOB Genel Müdürü ise Akademi’si bünyesinde “Kültür ve sanat turları” adıyla yurt dışına turlar düzenliyor.

Bitmedi; hem bakan yardımcısı, hem DOB genel müdürü TV dizisi oyuncusu…

Yorum yapmaya gerek var mı?

Tüccarın kutsal kitabında yazar: “Kabı olmayanın kazancı olmaz.

Artık kutsal kap DOB’dur.

Herkes yolunu bulacak… 

Laik Cumhuriyet’in yüksek sanat kavramı içinde yer alan “kamu kurumu-kamu sahnesi-kamu okulu” organik ilişkisi, özel sektör lehine bozulacağından, DOB Genel Müdürü Tan Sağtürk’ün “Tan Sağtürk Akademi” zinciri müşteri akınına uğrayacak; DOB’a girmek isteyen herkesin, Tan Sağtürk Akademi’nin saygın ve sevilen, yani, Genel Müdür’e güzel para kazandıran müşterilerinden olma ölçütü Allah’ın emri hükmünde telakki edilecek.

                                  Her zaman ve her yerde, dansın en zarifi parayla yapılanıdır.

Güler Sabancı’yla bile dans etmiş olan Genel Müdür, sponsor bulma konusunda da, kurum içindekileri kendi Akademi zincirinde çalıştırmakta da, sanatçıların ücret ve özlük haklarını düzeltmek konusunda da cennetler vaat edecek. 

Genel müdürlük makamındaki her anını PR zeminli şova dönüştürerek… DOB bünyesine, giderek artan oranlarda, “çocuk” odaklı etkinlikleri dayatarak… Kendi dershanelerinin gösterileri için AKM’yi rahatlıkla kullanıp, kişisel kazanç ve müşteri portföyü geliştirme olanaklarına kavuşarak… Her konuda, AKM Sanat Yönetmeni Remzi Buharalı’nın tam desteğini görerek… 

Malum, Pansuman Remzi halden anlar. Hem de nasıl! Eski kulağı kesiklerdendir. Rakamları çok çabuk toplayıp çıkarabiliyor. Yıllarca holdinglerde çalıştı. Şirket sahipliği de var. Omurga da kıkırdak… Amiri konumundaki Batuhan delikanlıyla zaten aynı dili konuşuyorlar. 

Rabbim taşları ne de güzel diziyor!
Bakan yardımcısı delikanlı, DOB’un iplerini eline alacağından, her türlü personel, alım-satım, ihale vb. işlemleriyle yakından ilgilenecek. Derdi olan sanatçı ona koşacak. Fisebilillah hizmet anlayışı çok gelişkin olduğu için, kişisel tatmin duygusu da o derece yüksek olacak. 

Sizin anlayacağınız, Laik Cumhuriyet’in DOB’u, İslamcıların DOB A.Ş.’sine dönüşecek.

Haftaya: MİLLİ TACİR TAN SAĞTÜRK DOB’UN BAŞINDA

                                                     /././

Küçük sevinçlerle isyan gücü -Asaf Güven Aksel-

Allah’ı para olan bir barbarlık, vargücüyle çullansa da, bir iyi insan yener onu, bir korkusuz cümle, bir içten dost sıcağı, gülümsetebildiğimiz bir çocuk, yener de artar bile…

Işıl Özgentürk, “Küçük Sevinçler Bulmalıyım” dediğinde, aynı adlı oyununun “şiir-şarkı”sında, 1982’ye mi gelmiştik? 1983 müydü Deniz Türkali’nin sahnede seslendirişi? Yani askerî faşist cuntanın ağır karanlığının üzerine, gerici zihniyetin liberal ekonomizmle çalkalandığı “sivil” mühendisliğin alıklaştırıcı pudra şekeri serpilmemişti henüz. Boğucu atmosferde bir soluk deliği, çok şey göze alınarak yazılıyor, oynanıyor, izleniyor ve dillere takılıyordu. 

ne hayaller kurardım / ne hayaller kurardım / dolaşırdım bulutlarla birlikte / konuşurdum dünyanın gözleriyle / avuçlarımdaydı dünya! / avuçlarımdaydı dünya! / gördüm / kaçıverdi avuçlarımdan dünya / sevgilerim çorak çöllerde kayboldu / gözyaşları ve acınası bir yüz kaldı bana…

Ne kadar da anlaşılır bir şeyin anlatımıydı bu, o günlerde. Büyük düşlerle, sınırsız sevinçlerle bir başka âleme sevdalarla delice çırpınan yüreklerin, tank paletleriyle çiğnendiği günlerde, ne kadar da anlaşılırdı… Avuçlar, yüzler…

Bir Ken Parker macerasını okurken, kahramanımızın “saloon”da Frederick Hoallander’in “Illusions”unu dinlediği karelerde –çizgiroman bu canım, o kadarcık anakronizm olur– o an ne olduğunu çözemediğim bir rahatsızlık hissetmiştim. O şarkıda, hayaller piyasaya sunulmuştu… “Biraz hayal almak ister misin?” deniliyordu. İkinci eldi, ama az kullanılmıştı, yeni gibiydi. Kumdan inşa edilmişti, ama yüksekti. Hepsi bir kuruşa veriliyordu bu güzel hayallerin. Kahkahalar, gözyaşları, anılar, fotoğraflar, filmler için kullanılabilirdi, hediyelik eşyalar yapılabilirdi… 

biraz hayal almak ister miydiniz / ikinci el, az kullanılmış?

Bizim yeni bir dünya arayışımızla bu kişisel kırılmaların ilgisi yoksa da, ağır ağır darbeden sivile devredilen bir sendroma, “küçük sevinçler”e götürmüştü belki de beni bir başka bağlama sıçratarak…

şimdi küçük sevinçler bulmalıyım... / bir cümle... / bir insan... / bir dost sıcaklığı... / bir çocuk gülümsemesi gibi / küçük sevinçler bulmalıyım...

Ne kadar da anlaşılır bir şeyin anlatımıydı bu, o günlerde. Vazgeçişin, razı oluşun, güç yetirememe kabulünün ifadesi gibi gelişi, Ken Parker anakronizmi gibi bir güncel yorum küstahlığıdır. O, karanlığa direnişin parçası olacak her güzel şeye tutunma, onlardan güç devşirme arayışı, o günlerde ne kadar da anlaşılırdı… Çocuklar, şarkılar, insan sıcağı…

Elbet, kimilerinin orada kaldığı da bir vakıadır ve “Illusions” ile birleşip hüzün veren, rahatsız eden de budur belki. Paha biçilmez, cana bedel hayallerini bir kuruşluk piyasaya düşürenler, yetinmeyi öğrenenlerdir…

Ben oraya hiç gitmedim, buraya da bir şiirden geldim. Yakup gibi, kimse çağırmasa da.

Sevgili Nihat Behram’ın “sihriydi tutkuların. şiir bitti” diye başlayan şiirini biliyorsunuz değil mi? Hani, şiirin neden bittiğini, bir oksimoron örneği gibi, dört bir yanımızı kuşatmış bütün melaneti, insanın, erdemin, onurun silinişini dize dize işleyerek çizdiği panoramayla anlattığı, “şiir bitti” nakaratıyla yazılmış müthiş şiiri bililyorsunuz değil mi? İşte tam orada anlatılan günlerden geçip gidiyoruz. Kan revan içinde. Açlığın pençelerinde. Nereye baksanız, Karac’oğlan’ın üç derdi.

Gündökümü çıkarıyorsunuz bir ülkede. Şiire, gazele, şöyle spesifik bir felsefe teatisine, film okumalarına, masallara, hançere yırtmadan hüzne, sıla özlemine, sevdalara, destanlara dair yazamaz olduğunuzu fark ediyorsunuz. “Şiir bitti” diyor bir şiir, dudak ısırıyorsunuz korkuyla. Ama adı neydi o şiirin, adı?

Geçen pazar, bu sayfa boştu.

Çocuk denilecek yaştan yoldaşım, kaybedene kadar can arkadaşım Ahmet’in 24’üncü ölüm yıldönümüydü geçen hafta.  İstemiştim ki, farklı mecralarda defaatle yaptığım türden, beylik siyasal laflara, müziğini kurcalamaya falan boşverip, sayısız komik kardeşlik hatıralarımızdan birkaçını sizinle paylaşayım. O niyetle yazmıştım. Abuzer’e gidelim, Tepebaşı’na, “Oportünist Üç Dünya”ya, kırık yayı batan divanlara, sırılsıklam duvarlara, bağlama akordu sabotajlarına, illegale, hastane koğuşuna, ama hep neşeye, hep kavgaya gidelim istemiştim. Gülten gelsin, Melis gelsin, Yusuf zaten oradadır…

Feyza Perinçek ile yürekler güp güp, Cemal Süreya ile Ahmet Kaya’yı “garantör”lüğümüzde buluşturmamızın halen gülümseten hikâyesini anlatacaktım mesela. “2000’e Doğru” dergisinin, boynuna Yalçın Küçük nazireli kırmızı kaşkol dolanmış, deri ceketli Ahmet Kaya fotoğraflı, 15 Ocak 1989 tarihli “Ben Buyum İşte!” meşhur kapağını ve fantastik sonrasını…

Tam bir yıl sonra Cemal Süreya’nın üstünü bırakışı, hepi topu kaç yıl sonra, Ahmet’in kapıyı çekip çıkışı hiç olmamış gibi... 

Ama en çok da, buluşulan mekânın, Olimpiyat birahanesinin ciddî boksör garsonlarının kahkahalar attığımız anı / hikâyelerini ve dahil oluşumuzu derleyecektim…

Yani, hep sevinçle, hep gülüşle örülsün istemiştim, bu anma. Yabancılaştım bir anda. Bitiremedim. “Ne faydası var” denilmiş gibi.

Rexx Sineması’na harami kuşatmasını, Fatma Yenge’min sütunlara sığmazlığı üzerinden yarmak istediğim yazıyı “yenidoğan katilleri”nin yarıda kesmesi gibi somut bir olayla da değil üstelik. Bu ülkenin bütün somutluğuna gün, saat, dakika, saniye kötülük yağdıran, iç karartan atmosfer, insanlığımızı öyle kemiriyor ki, en temel özelliklerimizden, bahara çalan yanımızdan çekinir oluyoruz bazen.

“Aldılar çocukluğumu habersiz…”e, tıknaz boksörün “abi, Romen bi aparkatta beni çocukluğuma götürdü ekmek çarpsın”ını eklemek içimden gelmediğinde, yadırgadığımda kesildi yazı.

Derken fark ettim ki, bu da bir teslimiyet. O zaman, “ikinci el, az kullanılmış, yeni gibi hayaller”in işportaya düşmemesini sağlayan direnme gücünün, küçük sevinçler arayıp bulmakla olan derin bağını düşündüm. Şiddet, ölüm, para hırsı, çıkar güdüsü, boşluğa yakarışla tanımlanır olmuş bir toplum yaratan sermaye iktidarını bir iyi insan yenerdi, bir korkusuz cümle, bir içten dost sıcaklığı, gülümsetebildiğimiz bir çocuk, yenerdi bu düzeni de artardı bile…

Yeter ki, bir kucak açılmış, hepsini bir araya getirmiş, bir tuvale aktarıyor olsun.  

Dünya avuçlarımızdan kaçıverdiyse, tekrar yakalamaya boşverip, küçük mutluluklarla yetinelim demiyordu, ”yeniden” doğrulmanın formülünü veriyordu “Küçük Sevinçler Bulmalıyım”. Şey gibi: “birikip yeniden sıçramak için / elde var hüzün”…

O kapkaranlık tabloyu, yola iç sıkıntısıyla, kahrederek, lanetlerle, ilenmelerle devam edelim diye çizmiyordu ki Nihat Behram. Şiirin bittiği bir dünyaya isyana çağırıyordu. Değil mi?

“isyan edin! / isyan edin! / isyan edin!” Ünlemleri ben koydum!

Adı neydi bu şiirin?

Ahmet’le gülünç anılarımıza yabancılaştım ben yazarken. “İhtiyaç fazlası” sandım. Sonra iki şiir getirdi beni kendime. Ben de o şiirleri okumaktan geldim. Yakup gibi, kimse çağırmasa da…

Küçük sevinçlerin büyük işlevini hatırlatmaya geldim kendime. 

Hem nasıl bitiriyordu Enver Gökçe "yıllardır kan içinde, sargı içinde / unuttunuz mu / sevmesini şakalaşmasını?" dediği şiirini? "bir mermi de benden aslanım" mı?

                                                               /././

Frida Kahlo ve düzenin kadın aşkı -Fide Lale Durak-

Diktikleri uygun elbiselerin içinde, hayali Fridalar sergiliyorlar. Ama işte, Frida’nın otoportreleri hep bize bakıyor ve bizi izliyor. Bakışı görebilmek için mücadele etmek gerekiyor. 

Sanatta kadına yönelik ayrımcılığı, şiddeti eleştiren; toplumsal cinsiyet rollerine dair sorgulayıcı yaklaşan eserler önce feminist bir okumayla değerlendirilir. Bir tarafıyla yanlış olmayan bu ezberin nedenlerinden biri, kadın emeği sömürüsüne dikkat çeken az sayıda sanat eseri olmasıdır. Herhalde daha geçerli nedeni; kadın emeği sömürüsünden bahsetmenin cinsiyetsiz bir yaklaşımla mümkün olamayacağı ve emek kavramının soyutlanmasının illa ki kimlik, beden, cinsiyet gibi somutluklarla birleştirerek yapılabilmesidir. Sonuçta bir kavramı anlatmak için yazı dili değil de görsellik kullanılıyorsa, mutlaka malzemenin ve seçilen tekniğin estetiğinin sınırları olacaktır. Ve bu sebeple, sanatçının siyasal kimliği ile ürettiği eserin içeriğinde paralellik aranması her zaman gerilimli bir tartışma konusudur. 

Örneğin, sosyalist olduğundan şüphe etmemiz için bir sebep bulunmayan (uzunca bir süre Meksika Komünist Partisi üyesi olan) Frida Kahlo’nun çokça yaptığı otoportrelerinden eşitlik, özgürlük, sosyalizm okuması yapmak zordur ve zaten gerekli de değildir. Ama, sosyalist olduğunu bilmemize rağmen yaptığı resimleri “moda divası Frida’nın büyük aşkı Diego Rivera ile yaşadığı çalkantılı ilişkinin acıları…” diye başlayan cümlelerle okumak en basitinden cahillik olabilir ama daha çok bilinçli saptırmadır. Hatta yakın zamanda Frida’nın yazdığı mektuplardan yola çıkarak Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın organize ettiği Kültür Yolu Festivali kapsamında İstanbul ve Antalya’da açılan sergiler tam olarak böyle bir saptırmanın sanatı da dışlamış halidir.

Frida’nın yaptığı resimlerden örnek vererek devam edersek, pek de bilinmeyen, boyutlarıyla da göze batmayan “Birkaç Küçük Kesik”ten bahsedebiliriz. Haberlerde gördüğü akıl dışı bir cinayetten yola çıkarak yaptığı bu resimde, erkek arkadaşı tarafından defalarca bıçaklanarak öldürülen bir kadın ve katili olan erkek yer alır. Olayı trajikomik ve akıl dışı yapan ise katilin çıktığı mahkemedeki şu savunmasıdır: “Ama ben sadece ona sadece birkaç küçük kesik attım.”1 Resimde erkek figür, maço görüntüsünü tamamlayacak bir biçimde şapkalı ve kıyafetli, kadın ise sade bir yatakta kanlar içinde çıplaktır. Erkeğin maçoluğu aynı zamanda Meksikalı bir havayla bütünleşiktir ve bu Frida için önemli bir ayrıntıdır. Çünkü Meksika’da kadına yönelik şiddet artmıştır. Kadının tek ayağında kalmış ince çorabı ve topuklu siyah ayakkabısı, giyinik halinin nasıl özenli olduğuna dair fikir verir. 

Resimdeki vahşetin tuvalden çıkıp çerçeveye taşması, barışçıl güvercinlerin neşeli bir haber veriyormuş gibi resmin adını beyaz bir kurdelede taşıması, duvarın pamuk şekeri pembe ve mavi rengi, hepsi oluşturduğu ironi ile olayın trajikomik algılanmasına yardım eder.

                                                Frida Kahlo, 1935, “Birkaç Küçük Kesik”

Diğer taraftan yatağın sadeliği kolaylıkla bir ameliyat masası imgesine dönüşebilir. Keza Frida aynı yıllarda hem genel sağlık sorunları hem de düşükle ilgili ameliyatlar geçirdiği için bedenen; Diego Rivera’nın meşhur aldatma hikayelerinden birini kız kardeşiyle yaşaması nedeniyle de ruhsal olarak acı çekmektedir. Acısını bir başka kadının hikayesi yoluyla anlatmış, kurduğu metaforda Frida’yı öldüren ise erkek kılığında hayatın kendisi olmuştur. Birçok kadın için geçerli olduğu gibi, Frida için de hayatın zorluklarına bir erkeğin eklenmesi şaşırtıcı değildir. Düzenin farklı cinsiyetler için sundukları, çizdiği sınırlar ve yüklediği görevler, kadın ve erkeği bir ilişkide kolaylıkla karşı karşıya getirmektedir. Bu düzenin sevme biçiminde, bir erkeğin bir kadına birkaç kesik atmasına, gerekirse kadının benliğinde ve kişiliğinde ezici ölümcül yaralar yaratmasına yer vardır. Frida’nın tam da bu yıllarda, Diego’nun sevdiği uzun saçlarını kesmesi ve simgesel olsa bile kadınlık imgesinden kurtulmaya çalışması yaptığı resimler gibi bir protestodur. 

                                      Frida Kahlo, 1933, “Elbisem Orada Asılı”

1934 Frida’nın resim dahi yapamadığı zorlu bir yıl olarak geçse de, bir yıl öncesinde belki de en iyi resimlerinden birini yapmıştı. “Elbisem Orada Asılı” ABD’deki yaşamının üçüncü yılında, ev ve memleket özlemiyle doluyken, Diego aldığı siparişlerle yoğunken, hissettiği yalnızlığı, yabancılaşmayı ve kapitalizmin göbeğindeki yaşamın kaosunu anlattığı resimdir. Frida, bu defa kendini içi boş bir elbise olarak resme dahil eder, evinden çok uzakta, varlık ve yokluk arasındadır. Bütün hayatı Meksika’da, kendisi ABD’dedir; aklı orada bedeni buradadır. Bu hal, bir klozet ve kupa ile temsil edilen, çuvallama ve başarı arasına gerilmiş ipte askıda kalarak betimlenir. Resim, ABD’nin kent imgeleriyle doludur, kentli olmayan tek şey Frida’nın elbisesidir. Frida’nın, Meksika’nın tarihi ile kendisini bütünleştirmesinin ve sürekli yerel kıyafetler giymesinin, bugün pazarlandığı gibi “moda divası” olma çabasıyla hiç ilgisi yoktur. Bu, resimde de somutlaştırdığı üzere ülke sevgisiyle ilgilidir. Hatta bunun en güzel kanıtı, kendi doğum gününü Meksika Devrimi’nin gerçekleştiği yıl (1910) olarak kabul etmesinde görülebilir.

Ülkesi ve kendisi, Frida’nın zihninde birleşiktir. Tekil tekil resimlerinin her birinde değil ama yaşamında, üretimlerinin tamamında düşüncelerini, kimliğini, duygularını bir bütün olarak hissederiz. Resimlerinde çok cesur bir samimiyet vardır. Çok sayıda otoportre yapması ve bunların çeşitli pazarlama nesnelerine dönüşmesi otoportrelerine anlamlı ve derin bakmanın önüne geçse de, yine de Frida’yı anlamanın en iyi yolu, kendini ele alış biçimini incelemektir. 
Frida’nın otoportrelerindeki en çarpıcı yan, mutlaka bize bakmasıdır. Erkek egemen sanat tarihinde, resimdeki kadınların daha çok bakılan, arzu edilen ve gözlerini izleyiciden kaçıran kadınlar olduğu düşünüldüğünde, Frida’nın çeşitli duygularla ama hep cesurca bize bakması önemlidir. Çıplak resimlerinde erotik değil, gerçektir. Duygularını ve düşüncelerini resmin konusu yaparken bunları alegorik anlatımlarla işler.  

                              Frida Kahlo, 1940, “Dikenli Kolye ve Sinek Kuşu ile Otoportre”

Örneğin “Dikenli Kolye ve Sinek Kuşu ile Otoportre” resminde, onu boğan ve kanatan dikenli kolye, ensesinde peşini bırakmayan hastalıklar gibi uğursuz duran kara kedi ve Diego ile olmayan çocuklarının yerine baktıkları egzotik maymun ile bize yaşamını özetler. Boynundaki dikenli kolye İsa’nın dikenli tacı misali, sabırla çektiği acıyı yaratır. Kolyeye asılı duran, doğadaki rengarenk halinden farklı, siyah ve hareketsiz sinek kuşunun yarattığı duygu, Frida’nın gözlerinden bize yansır. Dirayetli bir sabırdır bu. Aztek hikayelerinde özgürlüğüne düşkün, savaşçı bir kuş olan sinek kuşu ölmüş, Frida da savaşını kaybetmiştir. Kendisini yenik görmektedir.

Hayatın kadınlar için zorlukları Frida’nın zamanından bu yana kayda değer bir biçimde azalmadı. Kadına yönelik şiddet; kadınların emek sömürüsü, eşitsiz sevilmesi, anne, eş ve kız kardeş kimliğini aşarak toplumda var olma zorluğu gibi sorunları devam ediyor. Düzende kadınların eşitlik arayışı elbette cinsiyetsiz olamaz, çünkü eşitsizlik cinsiyet temelli de oluşuyor. Diğer taraftan kadının toplumsallığı elbette sınıfsaldır, çünkü kimse tek başına bir adada yaşamıyor. Frida’nın anlattığı bireysel hikayelerin, acıların sesi toplumsal tınlamıyor olabilir ve bazı resimleri hakikaten de içe dönüktür. Ancak bu onu en fazla samimi yapar, liberal ya da moda ikonu yapmaz. 

Bu düzen kadınların öldürülerek sevilmesini, kişiliği ezilerek büyütülmesini, aza kâni edilip daha fazla sömürülmesini, aynı bir meta gibi sergilenmesini, arzulanmasını ve sahip olunmasını vaaz veriyor. Bu tanıma sığmayanları ise eğip büküp kendi popüler “imgesine” dönüştürüyor.

Diktikleri uygun elbiselerin içinde, hayali Fridalar sergiliyorlar.

Ama işte, Frida’nın otoportreleri hep bize bakıyor ve bizi izliyor.

Bakışı görebilmek için mücadele etmek gerekiyor. 

                                                          ***
TKP Kadın Dayanışma Komitelerinin çağrısıyla, 24 Kasım saat 18:00’de Kadıköy Mehmet Ayvalıtaş Parkında “Yutkunmuyoruz, haykırıyoruz” başlığı ile gerçekleşecek olan eylemde buluşmak dileğiyle…

Gerçekliğin ıslığına -Birkut Engüllü-

Tarafımız İrfan Alış'ın ıslığıdır, o ıslık isyana mutlaka dönüşecektir ve kaptanların korkusu, ecellerine fayda etmeyecektir.

Yaşamlar sona erer ama hayat sürer. Bazen, en azından, yavaşlasın isteriz. Öyle arabeske varacak bir biçimde acılara gark olmak için de değil, genellikle söz konusu -biz- olunca karşılaştığımız saçmaca zamansız gidişlerin ardından, tüm benliğimizi saran türlü çeşit duygu ve düşüncenin hakkını verebilmek için. Fakat olmaz, olamaz; biliriz, her daim -acelesi- olan sınıfın insanları olarak.

Tam da böyle can sıkıcı bir uğrakta, bir gündüz vakti çıktım evden. Babam emekli olduğundan beri nadiren yolumun düştüğü Galata Köprüsü'nün öteki tarafına vardım. Bir İstanbul klasiği, herkes benimle birlikte bir yerlere yetişmeye çalışıyor gibiydi. Zaten bizim sınıftan herkes, hep yetişmek ve yetiştirebilmek telaşesindedir. Otobüs hatları değişmiş, otobüs duraklarının yeri değişmiş; bir taraftan belli ki bir şeyler 'yenilenmiş' ama esasen hiçbir şey değişmemiş. Tüm köşeleri kapmışken, köşe seçme konusunda 'fırsat eşitliği' vaaz eden alçaklar; 'büyük adam' olma hülyasıyla, belli belirsiz, intihara telaş ediyordu aslında hayatı yaratanlar. Üçüncü vesaitten inip yürümeye başladım. Muhit sakinlerinin ve yolu düşenlerin yemek yediği mekanlarla tamirci esnafının yanından, zil tonu çay karıştırma seslerinin geldiği mahalle kahvehanesinin önünde durdum. Çay içenlerin, çay içmeyip de sigarasından derin derin nefes çekenlerin ve ne yaparsa yapsın gözleri yaşlı olanların arasından cevirip kafamı, çoktan beri orada olan tarihi caminin arkasında hiçlik saçan 'lüküs' inşaat şantiyesiye karşı karşıya kaldım; dört bir yanda, tekrar dört bir yana koşturacak olanlarla. Yavaş yavaş ilerledim kalabalığın içinden, İrfan Abi(Alış)'nin başucunda durdum. Sonrası bize kalsın.

"Lan bu kadar hikayeyi niye anlattın?" diyebilme ihtimali olan -manyağın teklerine- cevabım net, -gerçek-. O orkestra yutmuş gibi çaldığı ıslıklarında çünkü İrfan Alış, hep gerçekliği fısıldıyordu; tüm yazıp söylediklerinde var olan politikliği silikleştirmeye fonlar harcayanlara inat, tuvalet kağıdının bile politik olduğunu söylüyordu, fonsuz. Tam da bu duruşun kolektif bir biçimde simgeleştiği Peyk, nice dayanışma ve bir tavırla örgütlenmenin neleri yaratabileceğine muazzam bir örnek olarak Olta Dayanışma'dan; İrfan Alış'ın söyleşilerinde ve kendisine dair yazılanlarda çokça söz edildi. Merak edenler, bakarlar; merak edin, bakın. İrfan Alış'ı kaybettik ama 6 Şubat depremi sonrasındaki bir dayanışma etkinliğinde söylediği "Bu saçmalık süremez, yıkılmak zorunda; bizim her alanda buna vurgu yapmamız ve örgütlü hareket etmemiz lazım. Biz, bu anlamda ne yapmamız gerekiyorsa yapıyoruz ve yapacağız." sözleri kulaklarımda.

Yaşamlar sona erer ama hayat sürer demiştim yazının başında. Hayat sürüyor, mücadeleyle bir ve İrfan Alış, yanı başımızda. Bir tarafta insanımızın gece-gündüz demeden kanını emen asalaklar; bir tarafta faşizmin, sermayenin çatal-bıçağı olduğunu söyleyen İrfan Alış. Tarafımız İrfan Alış'ın ıslığıdır, o ıslık isyana mutlaka dönüşecektir ve kaptanların korkusu, ecellerine fayda etmeyecektir.

Güle güle İrfan Abi; denize, sakine, güzele..

                                                             /././

Sahaflar Çarşısı(XXXIII) / Kürtçe'nin kutup yıldızı Mehmed Uzun ve Kader Kuyusu romanı -Özkan Öztaş-

Sahaflar Çarşısı'nın bu haftaki buluşmasında Kürt edebiyatının önemli isimlerinden Mehmed Uzun'u ve onun Kader Kuyusu romanını konuşuyoruz.

1973 yılının Şubat ayı. Hava soğuk mu soğuk. Buz gibi duvarların arasında mahkumlar birbirlerine sokularak ısınmaya çalışıyor. Pencereden esen soğuk rüzgarın uğultusu üşütmekle kalmıyor, içerdekilerin ruhunu da kemiriyor. İşte böyle bir zamanda Doğu Devrimci Kültür Ocakları operasyonları kapsamında 20 genç daha getiriliyor cezaevine. Aralarında Siverekli, uzun boylu, geniş omuzlu, gözlerinin siyahı beyazının önünde duran bir genç var. Adı Mehmed Uzun. 

İsmail Beşikçi anılarında böyle anlatıyor Mehmed Uzun ile ilk karşılaşmasını. Cezaevlerinin Kürtçe açısından bir dil okuluna dönüştüğü bu dönemlerde Mehmed Uzun'un bu ilk tutuklanmasını diğer yıllardaki operasyonlar izliyor. 1972'de Diyarbakır'daki tutukevinde Musa Anter ve akrabası Ferit Uzun sayesinde Kürtçe okuma ve yazmayı öğrenir Mehmed Uzun. Ve o günden sonra bir daha bırakmaz elindeki kalemin Kürtçe bıraktığı mürekkep izini. Tutuklamalar, cezaevleri ve sürgün derken geriye koca bir külliyat bıraktı Uzun. 

Sahaflar Çarşısı'nın bu haftaki buluşmasında Yusuf Şaylan'la birlikte Mehmed Uzun'un hayatına ve Kader Kuyusu eserine bakacağız. Şaylan yine bir torba kitapla geliyor buluşmamıza. Hem Uzun'a ait dergi ve gazete yazıları hem de romanlarını yüklenmiş. Gülümsüyor. "Haydi bakalım heval. Başlayalım" diyor göz kırparak. 

Notlarını aldığı kağıtları diziyor masaya. Başlıyoruz.

Mehmed Uzun'un anadili olan Kürtçe'yi okuyup yazmayı öğrendiği bir okula dönüşüyor cezaevi yılları. Yine böyle bir dönemde içerde çektikleri hatıra fotoğrafı. Tutuklulardan ayakta duran ortadaki kişi Mehmed Uzun

'Diyarbakır beni iyileştirir'

Tarihi birazcık eğip büküyoruz ve hikayeye sondan başlıyoruz. 

2007 yılında yaşama veda eden Mehmed Uzun, Avrupa'da sürgünde iken kanser olduğunu öğrenir. Ve "Diyarbakır beni iyileştirir. Şifadır" diyerek Diyarbakır'a gelip orada tedavi olmak ister. 

Kürt illerinin her bir bölgesinden şifa niyetine hediyeler gelir. Hakkari'den bal, Bitlis'ten ceviz, Mardin'den pestil... Kürt okurları yazarı iyi etmek için şifa arar. Bu okurlardan biri Bozan. O zamanlar Hatay Dörtyol'da yaşıyor. Uzun'un Diyarbakır'da yattığını öğrenince Hatay'dan bir kasa portakal ve defne sabunu alıp çıkıyor yola. Haliyle hasta yorulmasın diye göstermiyorlar Bozan'a Mehmed Uzun'u.

soL okurlar için bu süreci şu sözlerle anlatıyor Bozan. 

"Kalktım gittim Diyarbekir'e. Ama ne heyecan. Mehmed Uzun'u görürüm belki diye. Bir kasa portakal bir de defne sabunu. Burcu burcu kokuyor her biri. Yetkililer görmeme izin vermediler. Önce enfeksiyon kapar dediler sonra ziyaret yasağı var dediler. Dediler de dediler. Duvarın dibine çöktüm saatlerce bekledim. Baktım hayır yok kimseden sabunu ve portakalları verdim görevliye. 'Ben Hatay'a dönüyorum, bunları Mehmed ağabeye verin olur mu?' dedim. Tam çıkarken bir yetkili 'Hemşerim gel bakalım hele' dedi. Ulan bir ihtimal dedim, ama hiç umudum da yok. 'Sen beni görmedin ben de seni görmedim' dedi ve kapıyı açtı. Bir baktım, Mehmed Uzun içerde. Kader Kuyusu romanı Türkiye'de yeni yayınlanmış. Abi bak romanda bahsettiğin Antakya portakalıdır bu dedim. Gülümsedi. Siz Kürt edebiyatının öncüsüsünüz dedim. Tekrar gülümsedi. 'O kadar değil yahu bizden önce Ereb Şemo'lar vardı' dedi. Defne sabununu kokladı. İçine çekti. Gözlerinin için baktım."

Bu hikayeyi telefonda dinlerken Yusuf Şaylan'ın gözleri doluyor.

"Ben ilk kez İstanbul'da karşılaştım kendisiyle. O zamanlar kitap fuarları Tepebaşı'nda olurdu. Avesta Yayınlarından bizim Abdullah (Keskin) vardı. O tanıştırdı bizi. Kitaplarını okuyordum. Çok da etkileyici bir dili vardı. Ama hiç tanışmamışım. Azıcık da kızıyordum kendisine gıyabında kitaptaki politik konular için. Hazır görmüşken, 'Yahu Mehmed Bey, bir kitabınızda Hitler de Stalin de diyerek verip veriştirmişsin. Hiç Hitler ile Stalin aynı kefeye sığar mı? Hem siz Cegerxwîn'i bilmez misiniz? Onun Stalin şiirlerini okumadınız mı? Şivan'ın bestelerini dinlemediniz mi?" dedim diyor Şaylan ve ekliyor:

"Durdu Mehmed Uzun. 'Bilmez tanımaz olur muyum Cegerxwîn'i. İsveç'te evimde kaldı onca zaman. Yakınen tanırım. Ama hiç bu açıdan düşünmedim. Teşekkür ederim bu uyarı için. Bunu mutlaka düşünüp değerlendireceğim' dedi. Çok keyifli bir çay sohbeti oldu." 

Yusuf Şaylan yazarın yanıtını şu sözlerle yorumluyor: "Bu mütevazilik ve olgunluk hayranlık uyandırıcıydı benim için. Ben bir komünist olarak okuduğum bazı tarih notlarına elbette itiraz ediyorum Mehmed Uzun'un romanlarında. Bu eleştiri hakkımı ayrı tutayım. Ama Mehmed Uzun, Kürt dilinin ve edebiyatının kutup yıldızıdır."

Iğdır'da Mehmed Uzun için yapılan bir heykel. Heykelin dört bir yanında Kürt edebiyat ve sanat tarihinin önemli isimleri yer alıyor.

Kürt edebiyatına içerden bakmak

Yirmiden fazla eserin yazarı Mehmed Uzun. Tüm eserlerini Kürtçe yazmış ve kimi çevirmenler tarafından Türkçeye çevrilmiştir romanları ve araştırmaları. "Selim Temo'nun çevirileri bir başka güzel olur" diyor Yusuf Şaylan. 

Mehmed Uzun'un Kürt Edebiyatına Giriş adlı eserini eline alıyor ve bu kitaptaki edebiyat tarihini okurlara özellikle tavsiye ediyor. "Mehmed Uzun'a kadar biz Muzaffer Oruçoğlu'nun Newroz adlı romanını biliyorduk. Pek yazılan çizilen bir alan değildi haliyle. Malum baskılar tutuklamalar deyince her şey bıçak gibi kesiliyor. Böyle olunca da kitap yerine illegal basılan dergiler giriyor devreye. Konu dergi olunca da edebiyat şiir ve öyküye sıkışıyor ister istemez. Mehmed Uzun, eserlerini Kürtçe yazan biri. Ve Kürt edebiyatı açısından da böyledir. Dil belirler. Yaşar Kemal Türk edebiyatının usta bir yazarı Kürt ama Mehmed Uzun Kürtçe yazan bir Kürt. Dil esastır. Kürt edebiyatına, halkına, kültürüne içerden bakmanızı sağlar. Eserlerini okurken o kültürel imgeleri kolayca yakalarsınız. Kürt edebiyatının ve kültürünün doğayla kurduğu güçlü ilişki sızar sayfalar arasından" diyor. 

Eline Kader Kuyusu romanını alıyor. "Bu roman hem Mehmed Uzun'u birikimini iyi yansıtıyor hem de okumak isteyenler için kısa bir Kürt tarihi kesiti sunuyor. Osmanlı'dan 1950'lere uzanan bir hikaye..."

Boyun eğmemek ve şuurlu bir cesaret

Mehmet Uzun'un Kader Kuyusu romanı Bedirhanileri anlatıyor. Mir Bedirhan isyanından sonra İstanbul'a göç ettirilen Cizre Emiri Mir Bedirhan ve torunlarının hayatı. İlk Kürtçe gazete, İstanbul'da devam eden Kürt entelektüel hayatı, Kürt kültürünün devamlılığı gibi imgeler kitabı sarıyor. Haliyle okuyucuyu da... 

Kader Kuyusu, hayatı bir kuyunun başında başlayıp bir başka kuyunun etrafında sona eren Celadet Ali Bedirhan'ın öyküsünü anlatıyor. Tamamı Latin harflerinden oluşan ilk Kürtçe dergi olan Hawar'ın mimarı olan Celadet'in adı "boyun eğilmemesi gereken yerde gösterilen şuurlu cesaret, yüreklilik ve yiğitlik" manasına geliyor. Evdeki aile büyükleri veriyor bu ismi ona. 

Konakta alınan Kürtçe eğitimlere eşlik eden İtalyanca ve Almanca kursları, Fransız dostlar ve Osmanlı'nın en ileri unsurların Bedirhan ailesi ile kurduğu ilişkiler Celadet Ali Bedirhan'ın da kaderini belirliyor. Söz bu kader konusuna gelince iş değişiyor tabii. Ama Yusuf Şaylan harika bir formül öneriyor. "Ben inanmıyorum tabi böyle şeylere. Ama inananlara inanırım. Dinlerim hikayelerini" diyor gülerek. Bu formül işimizi kolaylaştırıyor. 

"Bedirhan Paşazadeler önemli bir aile. Kürt düşünsel hayatını ciddi manada etkilemişler. Bir yandan da Kürt aydınlarının yaşadıkları sorunları görüyor insan. Kader Kuyusu romanı bu açıdan da kıymetli. Kürt edebiyatından henüz hiçbir eser okumamış olanlarımız için iyi bir başlangıç noktası" diyor. 

                                                            Yusuf Şaylan

'Feleğin devranı kin tutuyordu bize'

Felek kelimesi Kürtçe'de kader yerine kullanılıyor. Ve fermanlar o kaderin en kötü hali. Kürt tarihindeki fermanlara bakıyor insan romanın ufkundan. 

Şaylan bunun için "Biliyor musun? Bu romanı okurken yeniden düşündüm yıllar yıllar sonra. Neredeyse 30 yıl olmuş bu romanı okuyalı. Ama şimdi bakınca anlıyorum ki, Kürt kültürü hala hakkıyla bilinmiyor ve Mehmed Uzun gibi isimlerin sayısı azaldıkça da Kürtler açısından da anlatılamıyor. Böyle yazarların hem kıymetini bilmeli hem de benzerlerinin yetişmesi için dert edinmeli. Mesela Botan Çayı'nın kenarındaki Bırça Belek kasrının üstünde düşen kar tanesini hayal etmek gerekiyor. Hissetmek gerekiyor. Sonra neydi o şarkı? Aram Tigran okurdu" diyor. Gözlerini kısarak düşünüyor. 

"Gelo ew ki bu?" şarkısı diyorum. "Hah işte o. Bırça Belekle başlar bizi alır götürür bazı Kürt illerine. Bu bağlantılarla daha keyifli hale geliyor Kürt edebiyatı. Bak ne güzel işte. Herkesin yanı başında o kültürün içinden tanışıklılar dostluklar var. Yani bu romanları İtalya'da okuyanlardan şanslıyız. Kendimize ait bir şeyler okuyoruz" diyor. 

Kader Kuyusu romanı Osmanlı, Türkiye, Suriye üçgeninde bir tarih anlatısı sunuyor. Anlatım biçimi de çok ilginç. Roman bir fotoğrafla başlıyor ve her bir bölüm bir başka fotoğrafla devam ediyor. Şaylan bu kısmı anlatırken "Mehmed Uzun'un Avrupa'da dünya edebiyatını çok sıkı takip ettiğini gösteriyor bu bize. Zira bu anlatım teknikleri o zamanlar Türkiye'de pek yoktu. Mehmed Uzun belli açılardan biçim olarak da öncülük etti bazı şeylere. Beni düşündüren şey kültürüne bu kadar bağlı olmakla birlikte diğer yandan da dünya edebiyatının her dehlizini iyi bilen bir kişilik olması. Ahmed Arif diyor ya hani 'Düşün, uzay çağında bir ayağımız, Ham çarık, kıl çorapta olsa da biri' diye. Bu da öyle. Bir yandan dünyanın en yeni anlatım biçimleri ve imgeleri diğer yandan Botan'dan gelen sıcak bir çorbanın kokusunu alıyoruz romandan" ifadelerine yer veriyor.

Sohbetimizi bitirirken Mehmed Uzun'un Kader Kuyusu romanındaki ayrılık sahnesini hatırlatıyor Yusuf Şaylan. 

"Bizim gidişimizle, Galata yeniden tarihi bir olaya şahitlik edecekti. Galata aşk ve Aşıklar köprüsü, tarihin şahidi, o çok sevdiğim köprü, şimdi ardımızda kalacak, Marmara'dan Akdeniz'e doğru suları yara yara ilerleyecek, biz yüzlerce insanı, çocuk, kadın, yaşlı, hasta, paşa ve zabiti, uzak diyarlara götürecek gemilerin ardından hüzünlü bir men­dil sallayacak ve usulca bir ayrılık türküsü tutturacaktı.

Ve güneşin ilk ışıklarıyla birlikte Galata mendilini sallamaya başla­dı ardımızdan. Galata açıklarında demirlemiş askeri kayıklar, bizi bek­leyen gemilere yüklerini taşımaya başladı. Ne diyeyim ki?.. Galata, hüzünlü ayrılık türküsüne çoktan başla­mıştı. Feleğin devranı kin tutuyordu bize..."

Kar yağıyor Ankara'ya sohbetimiz biterken. Kitaptaki kimi nüansları anlatırken kızıyor Şaylan. "Öğretmedim gitti sen de şu Kürtçe'yi bize" diyor. Gülümsüyor bir yandan. Mehmed Uzun ve Celadet Beylerin hikayeleri yağan kar tanelerinin altında parıldıyor. 

Haftaya bir başka yazarı konuşmak üzere vedalaşıyoruz.

                                                                   /././

(soL)


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder