20 Kasım 2024 Çarşamba

soL "KÖŞEBAŞI" + "GÜNDEM" -20 Kasım 2024-

Köfteci Yusuf enerji sektörüne giriyor: Balıkesir'e elektrik satacak -Yusuf Yavuz-

Enerji alanında yatırım yapmaya hazırlanan Köfteci Yusuf, Susurluk'ta Rüzgar Enerjisi Santralı kuracak. Bakanlık, 18 Kasım’da projeyle ilgili ÇED sürecinin başladığını duyurdu.

Türkiye’de enerji alanında yatırım yapan girişimciler arasına Köfteci Yusuf da dahil oldu.

Geçtiğimiz aylarda restoran zincirinin bir şubesinde domuz eti kullanıldığı iddialarıyla gündeme gelen markanın, ‘Köfteci Yusuf Rüzgar Enerji Santralı’ adıyla enerji sektörüne yönelmesi dikkat çekti.

'Köfteci Yusuf RES' için ÇED süreci başlatıldı

Çevre, Şehircilik ev İklim Değişikliği Bakanlığı, 18 Kasım’da "Köfteci Yusuf Hazır Yemek Temizlik Canlı Hayvan Et Mamulleri Entegre Gıda İthalat İhracat San. ve Tic. A.Ş." tarafından yapılması planlanan "Köfteci Yusuf Rüzgar Enerji Santrali" projesiyle ilgili ÇED sürecinin başladığını duyurdu.

Balıkesir’in Susurluk ilçesine bağlı Asmalıdere Mahallesi, Tosunalanı Mevkii’nde yapılması planlanan RES projesi toplam 3 türbinden oluşacak. İki ayrı projeden oluşan Köfteci Yusuf Rüzgâr Enerjisi Santralı’nın kurulacağı bölgenin Kuzeybatı-Güney ana kuş göç yolu üzerinde yer aldığı, özellikle Leylek ve Yırtıcı göçlerinin gerçekleştiği İstanbul-Çanakkale-Hatay kesiminin üzerinde bulunduğu belirtildi.

RES kurulacak bölge kuş göç yolu üzerinde

Köftesi Yusuf RES için hazırlanarak Bakanlığa sunulan Proje Tanıtım Dosyasında (PDT), Proje sahasının Tarım ve Orman Bakanlığı tarafından yapılan çalışmalarda kuş göç rotası üzerinde kaldığının tespit edildiği bilgisine yer verildi. Uzman görüşü de eklenen Proje Tanıtım Dosyasında, “Proje alanına yönelik Sonbahar 2023 kuş göç dönemi ornitolojik izleme raporu hazırlanması çalışmaları kapsamında saha çalışması gerçekleştirilmiştir. Bu gözlem, inceleme ve değerlendirme çalışmaları sonuçlarına göre, araştırma alanı ve yakın çevresinde 42 kuş türü saptanmıştır. Tespit edilen türlerin büyük çoğunluğu yüzde 81’i ötücü kuşlardan (Passeriformes) meydana gelmektedir. Süzülerek uçan Gündüz yırtıcıları ve büyük kanat açıklığına sahip su kuşları veya Leylek gibi türlere ise çok az yüzde 19 oranında rastlanmıştır” bilgisine yer veriliyor.

Proje dosyasında 'kuşlar için sorun olmayacak' denildi

Türbin pervanelerinin uzunluğu ve etki alanına göre, her türbinin bulunduğu noktanın yaklaşık 100-150 m çapındaki bir alanın kuşlar açısından tehlikeli ve riskli olduğu vurgulanan uzman raporunda, “Bu nedenle rüzgâr santrallerinde türbinler arasındaki mesafeler, bu etki alanı göz önünde bulundurularak konumlandırılmalıdır ve buna göre mesafe bırakılmalıdır. Bu durumda Köfteci Yusuf 5 ve 6 RES’te yer alan türbin arası mesafeler etki alanı göz önüne alındığında, alanda tek türbin bulunmakta olup, kuşların çarpmadan türbin aralarından güvenli bir şekilde geçmelerini sağlayabilecek mesafelerde sorun olmasının söz konusu olmadığı görülmektedir” denildi.

3246 ton hafriyat çıkacak, enerji Balıkesir'e satılacak

Toplam 3 türbinden oluşacak Köfteci Yusuf Rüzgâr Enerji Santrali’nde üretilmesi planlanan elektrik enerjisinin Balıkesir 1 TM’ye bağlanacağı belirtilirken, proje dosyasında inşaat aşamasına ilişkin ise şu bilgilere yer verildi: “Köfteci Yusuf Hazır Yemek Temizlik Canlı Hayvan Et Mamulleri Entegre Gıda İthalat İhracat San. Ve Tic. A.Ş. tarafından gerçekleştirilmesi planlanan ‘Rüzgâr Enerji Santrali (2 Adet Türbin - 2 MWm / 1,998 MWe)’ projesi kapsamında, türbin alan kazısı ve yol kazısı faaliyetleri ile betonarme yapıda toplam 50 m 2 olan 2 adet köşk ve konteyner şeklinde 10 m2’lik 1 adet güvenlik binasından oluşan yapıların inşaat işlemleri gerçekleştirilecektir. Bu kapsamda oluşacak toplam hafriyat miktarı 3.479,2 ton olup detaylı hesaplamaları ‘İnşaat Aşamasında Oluşacak Hafriyat Atığı’ başlığı altında verilmiştir. Söz konusu inşaat aşamasında sökme, yükleme, nakliye ve boşaltma işlemleri sırasında toz oluşacaktır. Toz emisyonu kütlesel debi hesaplamaları kontrolsüz emisyon faktörleri kullanılarak hesaplanmıştır. Proje kapsamında yapılacak olan arazi hazırlık ve inşaat toplam 5 ay süreceği öngörülmektedir. Türbin alan kazısı ve yol kazısı faaliyetleri ile inşaat aşamasında toplam 3246,1 ton hafriyat çıkartılacaktır. Bu durumda toplam saatlik hafriyat miktarı 2,70 ton/saat olacaktır.”

Enerjide üretime destek, tüketiciye yüksek fatura

Türkiye’de doğrudan iştigal alanı enerji olmayan farklı sektörlerden yatırımcılar alım garantisi verilen ve desteklenen enerji sektörüne yöneldi. Enerji üretimi ve dağıtımını özelleştirerek kamusal bir hizmet olmaktan çıkaran politikalar, bu alanı birçok girişimci için alım garantili ve kazançlı bir yatırım alanı olarak görülmesine neden oluyor. Ancak şirketlere verilen yatırım ve üretim desteğine karşın tüketiciler kamusal bir hizmet olması gereken elektrik tüketiminde dünyanın en yüksek faturalarına maruz kalıyor.

Türkiye pahalı elektrikte ilk 10'da

Son ABD seçimlerinde Donald Trump’ı destekleyen X’in sahibi Elon Musk, kişisel hesabından yaptığı paylaşımda Türkiye’nin de içinde yer aldığı grafiği paylaşarak, İngiltere ve Avrupa’daki elektrik fiyatlarının pahalı olmasını “Vay canına, İngiltere ve Avrupa’da elektrik fiyatları inanılmaz yüksek!” sözleriyle eleştirmişti. En pahalı elektriği kullanan İngiltere’nin ilk sırayı paylaştığı grafikte, Türkiye Almanya, İtalya, Fransa, Japonya ve Brezilya’dan sonra 7. Sırada yer alıyor. Financial Times’in hazırladığı grafikte, en pahalı elektrik enerjisi kullanan ülkeler arasında 7. Sırada bulunan Türkiye’nin altında Meksika, Kuzey Kore, Tayland, Hindistan, Tayvan, Arjantin, ABD, Kanada, Endonezya, Rusya ve Çin gibi ülkeler yer alıyor.

                                                                 /././

İzmir'de deniz taşkınları neden önlenemiyor?-Mehmet Arguvanlı-

"Doğa olaylarına karşı dirençli bir kent yaratmak için ülkemizin kaynaklarını, halkın yaşam kalitesini geliştirecek siyasi iradeye, planlı bir kalkınma anlayışına ihtiyaç duyulduğu açıktır."

İzmir metropol alanı kıyı şeridinde 2018 yılından itibaren sıklaşan periyotlarla deniz taşkınları görülmeye başlandığı ve bu taşkınların Konak ve Karşıyaka sahil kesiminde etkili olduğu görülmektedir. 

2012 yılından bugüne 6 deniz taşkının kış, 3 deniz taşkının ise sonbahar mevsiminde yaşandı. Taşkınların görüldüğü ilçeler açısından bakılacak olursak 5 taşkının Konak, 5 taşkının ise Karşıyaka’da (23.12.2019 ve 26.11.2023 tarihinde Konak ve Karşıyaka’da birlikte) yaşandığı görülmektedir.

İzmir’de deniz taşkınları yağışlı günlerde yaşanmakla birlikte, 2006 yılı Ağustos ayında, yağışsız bir günde Karşıyaka sahilinde, Karşıyaka Yelken Kulübü civarında taşan deniz suyunun, kıyıdaki rekreasyon alanı ve Cemal Gürsel Caddesi’ni aştığı da görülmüştür.

Son 12 yılda Alsancak ve Karşıyaka'da yaşanan taşkınlar

-21.09.2015 Cumhuriyet Meydanı

-18.01.2018 Alsancak Kordon

-23.12.2019 Karşıyaka-Alsancak Kordon

-05.02.2020 Cumhuriyet Meydanı

-14.12.2020  Karşıyaka

-08.02. 2021 Karşıyaka

-29/30.11.2021 Karşıyaka

-26.11.2023 Karşıyaka-Alsancak Kordon  

Taşkınlarda iklim değişiminin rolü

Sanayi devriminin yol açtığı CO2 başta olmak üzere CH4 ve N2O salınımları, iklim değişikliğinin önde gelen nedeni olmakla birlikte, arazi kullanımı, kentleşme ve sanayileşmede toplumun büyük bir bölümünün yararını esas alan karar ve uygulamaların hayata geçirilmemesi ile kentsel altyapı yetersizlikleri de iklim değişikliğinin yol açtığı doğa olaylarındaki değişimlere karşı kentlerin ve toplumların dirençsiz olmalarının ana nedenidir.

Sanayi devriminin başladığı kabul edilen 18. yüzyılın ikinci yarısında 275 ppm olan atmosferdeki CO2 konsantrasyonu, günümüzde 415 ppm seviyesine, CH4 konsantrasyonu 722 ppb’den 1931 seviyesine ve N20 konsantrasyonu 270 ppb’den 337 seviyesine yükselmiştir.

Sera gazları olarak adlandırılan ve iklim değişikliğine yol açan bu gazların salınımındaki artış, sanayi devriminin başlangıcından bu yana hava sıcaklığında ortalama olarak 1.1 santigrat derece artışa neden olmuştur. 

İklim değişikliğine bağlı olarak dünyanın farklı coğrafyalarında ortaya çıkacak etkilerin farklı olacağı açıktır. Türkiye’de iklim değişikliğine bağlı olarak sıcaklık artışlarının görüleceği, Doğu Karadeniz Bölgesi’nde yağışlarda artış yaşanırken, Ege, İç Anadolu ve Güneydoğu Anadolu Bölge’lerindeki yağışlarda azalmalar olacağı öngörülmektedir. Ancak beklenen değişimler yalnızca yağış miktarları ile sınırlı olmayıp, yağış rejimlerinde de değişiklikler olacağı, yağışlı gün sayıları ve yağış sürelerinde de azalmalar olacağı da ifade edilmektedir. Özellikle yağış sürelerinde görülecek azalmalar, yağış şiddetinin artması anlamına geleceği için, taşkın riskinde de artış olacaktır.

Özellikle, kentsel alan içerisindeki dere yatakları kesitleri, yağmur suyu şebekesi kesitleri ve birleşik (atıksu ve yağmur suyunu birlikte taşıyan) şebeke hatları kesitleri, yağış rejimindeki bu değişiklik sonrası, yetersiz hale gelebilecek ve bu durumda özellikle kentlerin düz veya düşük eğimli alanlarında taşkın riski artacaktır.

İklim değişikliğinin yol açtığı küresel ısınmanın bir etkisi de ısınan atmosferin genleşerek yoğunluğunun düşmesi ve buna bağlı olarak deniz kıyısında 1.013,25 milibar olan hava basıncının azalmasıdır. Nitekim 26 Kasım 2023 tarihinde, Konak’ta metrekareye 21,1 ve Karşıyaka’da 16,6 mm yağış düşmesine rağmen yaşanan fırtına ve hava basıncının da 970 milibar düzeyinde olması, yanlış yapılaşma ve yetersiz altyapı ile birleşince, yukarıda bahsedilen deniz taşkınları meydana gelmiştir.

26 Kasım 2023 tarihinde, benzer meteorolojik koşulların yaşandığı İskenderun ve Doğu Karadeniz Bölgesi’nde, İzmir Alsancak ve Karşıyaka gibi denizin doldurularak yapılaşmaya açıldığı alanlarda deniz taşkınlarının yaşanması, doğayla uyumlu olmayan kentleşme veya yapılaşmaların iklim değişikliği süreçlerinde güvenilir bir yaşam ortamı sağlayamayacağı gibi, can kayıpları ile birlikte yüksek maddi hasarlara da yol açacağının bir göstergesidir.

Deniz taşkınlarının olası boyutları ve alınacak önlemler

İzmir’de iklim değişikliği nedeniyle meydana gelebilecek deniz taşkınlarının kıyıdan 1 kilometre mesafeye kadar olan  Mavişehir, Atakent, Alaybey ve Tersane mahallelerini tamamen, Bostanlı, Aksoy, Donanmacı, Tuna, Yalı ve Bahçelievler mahallelerini kısmen etkileyeceği, deniz taşkınlarının toplamda 3,3 kilometrekarelik alanda 160 bin konutun etkileneceği, Aybüke Cangüzel ve Çiğdem Coşkun Hepcan tarafından 2024 yılında yayımlanan “Climate Chance Vulnerability Assesstment of Karşıyaka, İzmir” başlıklı bir çalışmada ifade edilmiştir. Aynı çalışmada, 500 yıllık tekerrüre sahip bir yağışa bağlı olarak yaşanacak taşkında ise 9 mahallenin yer aldığı 3,31 kilometrekarelik bir alanda 275 bin 400 konutun, ağır bir şekilde etkileneceği belirtilmektedir.  

Cangüzel ve Hepcan tarafından yürütülen çalışmada dile getirilen bir diğer konu ise, İzmir’de gerçekleşmesi beklenen deniz seviyesi yükselmesinin, birçok kaynakta belirtildiği gibi 1 metre değil, 2,04 metre yüksekliğinde olabileceğidir. 

Stefano Salata, Koray Velibeyoğlu, Alper Baba , Nicel Saygın, V.Thompson Couch ve Taygun Uzelli tarafından hazırlanan “Adapting Cities to Pluvial Flooding: The Case of İzmir” başlıklı çalışmada ise, İzmir nüfusunun gelecek 10 yılda 2 milyon kadar artarak 6,5 milyon kişiye yükselebileceği belirtilerek, 1999 ile 2018 yılları arasındaki sürede 33 bin hektar tarımsal alanın , yarı doğal- kentsel alana dönüştüğü, kentleşmenin 26 bin hektarlık bölümünün düz ve verimli alanlarda gerçekleştiği ifade edilmiştir. İzmir kentsel alanlarının yüzde 75’inin yağmur suyu infiltrasyonu açısından geçirimsiz alan kategorisinde olduğu ve bu durumun, yüzeysel akışı arttırarak, taşkın riskini yükselttiği vurgulanmıştır. Aynı çalışmada, İzmir metropol alanının ancak yüzde 10’luk bir bölümünün, yağmur sularının yol açacağı bir taşkına karşı oldukça dirençli olduğu ifade edilmiştir.

Ancak, İZKA’nın 2024 yılında yayımlamış olduğu “İzmir Nüfus Projeksiyonu Raporu 2022-2050” adlı raporda ve Mümtaz Peker’in “İzmir Nüfus Projeksiyonlarının Değerlendirilmesi” başlıklı 2022 tarihli çalışmada 2030 yılı için öngörülen nüfuslar, yukarıdaki makalede öngörülen nüfustan yaklaşık olarak 1 milyon kişi kadar daha düşüktür. Diğer yandan, iklim değişikliğinin olası etkilerini irdeleyen birçok çalışmada, Türkiye dahil, yağışlarda azalma görülecek ülkelerde yaşanacak tarımsal üretim azalışı nedeniyle, kırsal alandan büyük kentlere göçün ivmeleneceği vurgulanmaktadır. 

Her şeye rağmen, hem nüfus artışının yol açacağı kentsel alan büyümesi hem de küresel ısınma sonucunda yağış rejiminde ve deniz seviyesinde görülecek değişmeler, İzmir’de deniz seviyesinin yükselmesi veya yağışa bağlı taşkın olaylarının görülme sıklığını ve etkileyeceği alan ile nüfus büyüklüğünü artıracaktır. Yalnızca mali kayıplar değil can kayıpları ve sağlık problemlerine yol açabilecek bu risklerin ortadan kaldırılması için bütünlükçü ve geniş toplum kesimlerinin esenliğini esas alan politika, planlama ve uygulamaların hızla ve karalılıkla hayata geçirilmesi gerekmektedir.

Yukarıda bahsedilen akademik çalışmaların dile getirdiği riskler, İzmir’de deniz taşkınlarına karşı bugün Alsancak Kordon’da “alınan önlemlerin”, riskli bölgelerin yalnızca küçük bir bölümünü kapsadığını, teknik olarak yetersiz ve bütünlükçü bir anlayıştan uzak olduğunu, Alsancak, Halkapınar ve Bayraklı gibi düşük kotlu ve zayıf zeminli alanlarda nüfus yoğunluğunu çok yükseltecek gökdelenler yapılmasının, geniş anlamda iklim değişikliğinin olumsuz etkilerine, dar anlamda ise deniz taşkınlarına maruziyetin boyutlarını artıracağını ve bunun sonucunda alınacak önlemlerin kapsamının ve mali boyutlarının artacağını göstermektedir. 

Ayrıca, İzmir’in merkezi konumundaki tarihi Kemeraltı Çarşısı’nın, yıllardır süren yağmur suyu şebekesi yapımı sonrası, bu yılın Kasım ayı ortasındaki yağışta yine sular altında kalması, alınan önlemlerin yeterliliği konusunda bir göstergedir. Diğer yandan, 25 Kasım 2013 tarihinde Güzelyalı Meteoroloji İstasyonu tarafından metrekareye 53,5 mm yağış düştüğü bildirilen tarihte, Meles Deresi kıyısına konuşlandırılmış alanda bulunan İzmir Büyükşehir Belediyesi İtfaiye Dairesi çalışanları ve araçlarının, yüksekliği yarım metreyi aşan yağmur suları nedeniyle mahsur kaldıkları gerçeği de, 12 Temmuz 2024 tarihinde Alsancak’ta 2 yurttaşımızın yağışlı bir havada elektrik çarpması sonucu yaşamlarını kaybetmesi; 2 Şubat 2021’de Menderes’te 2 yurttaşımızın, 7 Ağustos 2014 tarihinde Konak’ta 1 yurttaşımızın ve 17 Aralık 2001 tarihinde Bostanlı’da 1 yurttaşımızın yağışlara bağlı olarak boğularak ölmeleri unutulmaması ve unutturulmaması gereken gerçeklerdir.  

Yaşanacak deniz veya yağmur suyu taşkınlarında, konutlar, okul, hastane gibi kamu binaları ile birlikte içme suyu şebeke ve isale hatları, atıksu şebeke, kolektör, ana kuşaklama kanalı ile atıksu pompa istasyonları ve arıtma tesislerinin de ne kadar ve nasıl etkileneceğinin irdelenerek, alınacak önlemlerin belirlenmesi ve hayata geçirilmesinin planlanması, benzer bir çalışmanın diğer kentsel alt yapı bileşenleri için de gerçekleştirilmesi zorunludur.

Yalnızca iklim değişikliğinin yol açtığı, açacağı doğa olaylarına değil, deprem gibi doğa olaylarına karşı da dirençli bir kent, bir ülke yaratmak için ülkemizin kaynaklarını, halkın yaşam kalitesini ve doğal varlıkları koruyacak, geliştirecek politikalara ve siyasi iradeye, planlı bir kalkınma anlayışına bu anlayışı hayata geçirecek kurumlara ihtiyaç duyulduğu açıktır.

                                                                /././

Türkiye büyümezse küçülür mü? -Fatih Yaşlı-

"Ulusal bir mesele olan Kürt sorunu ümmetçi/dinsel bir perspektifle çözülemeyeceği gibi emperyal hedefler peşinde koşmak da çözümü, yani barışı beraberinde getirmez."

Milliyetçilik literatürünün üzerinde geniş bir mutabakat sağlanmış kabullerinden biri ulusların milliyetçiliği değil, milliyetçiliğin ulusları yarattığı yönündedir. Yani tarihsel olarak sahneye önce milliyetçilik çıkmış, milliyetçi entelektüeller, tarihçiler, dilbilimciler ve sonra da devletler ulusları yaratmışlardır. 

Bu kabul doğrudur; yani bundan iki yüz yıl öncesine kadar dünyanın hiçbir yerinde hiç kimse kendisini “ulus” adlı bir kolektif kimliğin parçası olarak görmemekte, buradan bir kolektif aidiyet geliştirmemekte ve “İngiliz, Alman, Fransız, Türk, Kürt” diye tarif etmemektedir, çünkü ortada henüz ulus diye bir şey yoktur. 

Bu söylediklerimiz etnik olarak İngilizlerin, Almanların, Fransızların, Türklerin, Kürtlerin vs.nin iki yüz yıl öncesine kadar var olmadıkları anlamına gelmez. Bunlar belli bir soydan gelip belli bir coğrafyada yaşayıp belli bir dili konuşmaları anlamında elbette ki birer etnik grupturlar ama bir kolektif kimlik ve aidiyet duygusu olarak İngilizlikten, Almanlıktan, Fransızlıktan, Türklükten, Kürtlükten söz etmemiz mümkün değildir. Bu kimlik ve aidiyet duygusu modern zamanlarda, modern devletlerle ve elbette ki kapitalizmle birlikte icat ve inşa edilecektir. 

Marksizm açısından da ulus bir icat ve inşa sürecidir ve Marksizmin temel analiz birimi ulus değil sınıftır; yani Marksistler dünyayı farklı ulusların birbirleriyle mücadelesi üzerinden değil, sınıflar mücadelesi üzerinden okudukları gibi, ulusu ve ulusal birlik ve ulusal çıkarlar gibi kavramları da sınıf mücadelesinin üzerine örtülmüş bir örtü olarak görürler. Milliyetçilik her zaman bir illüzyon yaratır ve egemen sınıfın çıkarlarını ulusal çıkarlarmış gibi gösterir, “milli birlik, beraberlik” söylemi de sömürüyü gizlemek için kullanılır.  

Tüm bunlar elbette ki Marksistlerin yirminci yüzyıl boyunca tanıklık edilen ulusal devrimlere ve ulusal kurtuluş hareketlerine kayıtsız kaldıkları anlamına gelmez; çünkü bu devrimler hem sömürgeciliğe ve emperyalizme darbe vurma hem de gerçekleştikleri coğrafya açısından tarihsel bir ilerlemeye tekabül edip sosyalizme giden yolu kısaltma potansiyeline sahiptirler. 

Ulusal sorun ve ulusal kurtuluş mücadeleleri söz konusu olduğunda Marksist literatüre ve sosyalist siyasete yapılmış en ünlü katkı “ulusların kendi kaderini tayin hakkı” kavramsallaştırmasıyla Lenin’den gelmiştir. Lenin, “halklar hapishanesi” diye de adlandırılan Rusya’nın ve Birinci Dünya Savaşı sonrasının dünya konjonktürüne bakarak bu kavramı ortaya atmış ve uluslararası ölçekte bir etki yaratmıştır. O tarihten itibaren de tıpkı bizim Milli Mücadele örneğinde olduğu gibi ulusal kurtuluş hareketleri sosyalizmin doğal müttefiki olarak kabul görmüş ve desteklenmiştir. 

Bu hak “ayrılık hakkı”nı da içermektedir ve esas tartışmalı başlık burasıdır; Lenin’e göre bir ulusun kendi kaderini tayin hakkı, birlikte yaşadığı egemen ulustan ayrılma ve kendi ulus-devletini kurmayı da kapsamaktadır. Ancak bu hakkın tanınması ile bu hakkı talep eden öznenin kayıtsız şartsız desteklenmesi arasında çok ince bir ayrım vardır; sosyalistler tarihten, konjonktürden, verili sınıfsal kompozisyonlardan ve güç ilişkilerinden azade bir tutum alarak her ne olursa olsun ayrılıkçı özneyi ve onun taleplerini savunmazlar, söz konusu ulusal mücadelenin sınıf mücadelesiyle bağlantısına, sosyalist devrim ve iktidar hedefiyle olan ilişkisine, o hedefe yaptığı katkıya, iç ve dış güç dengelerine ve emperyalizmin mevcut yönelimlerine bakarlar, ona göre bir tutum sergilerler. 

Zaten Lenin de bu ayrıma gider ve şöyle der: 

Her ulusun ayrılma hakkı için ‘evet’ ya da ‘hayır’ biçiminde bir yanıt istemek, pek pratik bir tutum gibi görünmektedir. Gerçekte bu saçmadır; böyle bir tutum teoride metafizik bir anlayışı gösterir, pratikte ise proletaryanın burjuvazinin siyasetine boyun eğmesi anlamını taşır. Burjuvazi her zaman kendi ulusal istemlerini ön plana çıkartır. Bunları kesinlikle ileri sürer. Ama proletarya için bu istemler sınıf savaşımının çıkarlarına bağımlıdır. 

Dolayısıyla hakkın mevcudiyeti ve kabulü başka bir şeydir, bu hakkın kayıtsız şartsız desteklenmesi başka bir şey; Lenin’in ve sosyalistlerin tutumu açık bir şekilde ikincisinin reddi üzerine kuruludur, mesele ulusal sorunun sınıf mücadelesiyle ve sosyalizm perspektifiyle bağlantısıdır.  

***

Tüm bunları elbette ki teorik/akademik kaygılarla yazmıyoruz; şimdilerde Kürt sorunu başlığında yeniden bir “çözüm süreci”nden bahsedilmeye başlandığı ve bu da solda bir kez daha ulusların kendi kaderini tayin hakkı tartışmasını tetiklediği için yazıyoruz. 

Öncelikle şunu söyleyelim, Kürt sorunu bir “ulusal sorun”dur; yani Kürtlerin siyasal statüleriyle ve kolektif haklarıyla ilgilidir. Bu sorun teorik olarak mevcut sınırlar içerisinde eşit haklara sahip yurttaşlar olarak yaşamaktan ayrı bir devlet kurmaya kadar uzanan bir genişlikte farklı çözüm önerilerine açıktır. Çözümün ne olacağını ise iç ve dış aktörlerle güç dengeleri ve güç mücadeleleri belirleyecektir. 

Kürtler bugün uluslaşma ve ulusal mücadele bağlamında geldikleri yer itibariyle kendi kaderlerini tayin etme, yani bir ulus olarak varlıklarını nasıl sürdürecekleri konusunda hayli yol almış durumdadırlar. Dolayısıyla mesele zaten giderek zemini güçlenen bu hakkı tanıyıp tanımama değildir; mesele sosyalistlerin kendi hedefleri açısından hem Kürt siyasi hareketiyle nasıl bir ilişki kuracakları hem de nasıl bir çözüm peşinde koşacaklarıdır. 

Açık bir şekilde söylemek gerekir ki Kürt siyasi hareketi siyasi yelpazenin solunda yer almakla birlikte artık sosyalist bir hareket değildir; teorik düzeyde bakıldığında, Mouffe ve Laclau’nun “radikal demokrasi”sini sahiplenmekten tutun da Murray Bookchin referanslarına uzanacak bir şekilde liberal ve post-marksist hatta zaman zaman anti-marksist bir karakter taşımaktadır.

Pratik düzeyde ise tablo daha vahimdir; giderek milliyetçileşen ve sosyalizmden uzaklaşan Kürt siyasi hareketi, bunun kaçınılmaz sonucu olarak tıpkı Türkiye yönetici sınıfı gibi kaderini emperyalizme bağlamış ve bölgesel denklemde emperyalizmden yana saf tutmuş durumdadır. Üstelik son gelişmeler bunu daha da görünür hale getirmiştir; İsrail’in Gazze’de sürdürdüğü soykırıma net bir tavır alınmaması bununla ilgilidir, ABD ve İsrail’in bölgeye dair planlarına bakıp burada “bereket” görmek bununla ilgilidir, Türkiye yönetici sınıfına “birlikte büyüyebiliriz” şeklinde mesajlar göndermek bununla ilgilidir. 

Dolayısıyla Kürt sorunun varlığı ve Kürtlerin sahip olması gereken haklar tartışılmaz bir gerçeklik olmakla birlikte, “Kürt sorunu çözülmeden hiçbir şey çözülmez” şeklindeki bir tutumla iktidarın yeni “açılım”larına destek vermek de “neylerse güzel eyler” diyerek kayıtsız şartsız, sorgusuz sualsiz bir şekilde Kürt hareketinin peşine takılıp ajandasını ajandamız yapmak da bizim açımızdan kabul edilebilir değildir. Bunu böyle söylemek ise ne iddia edildiği üzere anti-Leninist ya da ulusalcı bir tavırdır ne de Kürt düşmanlığıdır, meseleyi sosyalizm mücadelesi perspektifine yerleştirmektir. 

***

Daha da somutlayalım; bugün iktidar tıpkı 2013’te olduğu gibi ama bu sefer “ömür boyu başkanlık” adına “İslam kardeşliği” vurgulu ve emperyal heveslerle soslanmış yeni bir açılımın peşinde. Kürtlere bu sefer havuç olarak Öcalan’a özgürlükle birlikte Ortadoğu’da değişen dengeler üzerinden yeni bir partnerlik ve Türkiye’yi birlikte büyütme öneriliyor. Kürt siyaseti de bunu bir koza çevirip “ya bizle büyürsünüz ya da küçülürsünüz” diyerek Türk tarafını masaya oturtmaya çalışıyor. Yani taraflar Kürt sorununu Türkiye içerisinde değil, bölgesel bir denkleme yerleştirerek çözebileceklerine inanıyorlar. 

Peki sahiden de öyle mi? Kürt sorununun çözümü Türklerle Kürtlerin birlikte İslami bir emperyal projenin peşinde koşması mı ya da bir soru daha ekleyecek olursak Türkiye büyümezse küçülür mü? 

Bu iki sorunun da bizim açımızdan yanıtı hayır. Ulusal bir mesele olan Kürt sorunu ümmetçi/dinsel bir perspektifle çözülemeyeceği gibi emperyal hedefler peşinde koşmak da çözümü, yani barışı beraberinde getirmez. Türklerle Kürtlerin Türkiye sınırlarının ötesine uzanan, sınırları değiştirmeyi hedefleyen ve başkalarıyla savaşmaları için yapacakları bir barış, barıştan başka her şeye benzeyecektir çünkü. Türkiye’nin büyümezse küçüleceği yönündeki iddia ise onu Ortadoğu bataklığına sokup parça parça olmasına yol açmak dışında başka bir anlam taşımamaktadır şu konjonktürde.

Tüm bunları söylemek bizim Kürt sorununda bir çözüm istemediğimiz anlamına mı gelir peki? 

Bu sorunun da yanıtı açık bir şekilde hayır; istenildiği kadar indirgemeci ya da ertelemeci denilsin, biz Türklerle Kürtleri buluşturabilecek esas ortak paydanın emek olduğuna, Kürt sorununu Türk ve Kürt emekçilerin birliğinin çözebileceğine, çözümün de Türkiye topraklarında olduğuna inanıyoruz. Türkler, Kürtler ve diğer etnik gruplardan emeğiyle geçinen herkesi kapsayan bir “Türkiye işçi sınıfı” tanımı ve bundan neşet eden bir “Türkiye halkı” kurucu kimliği, sosyalist ortak vatanda, eşit ve barış içerisinde yaşamamızın sahici tek garantisidir çünkü.

                                                              /././

Çocuk katilleri…-Ali Ufuk Arikan-

"Çocuklar için, çocuklarımız için ayağa kalkmalı, gerçek katilleri, gerçek katillerin düzenini yıkmalıyız."

Hurda paralarıyla yine hurdacıdan alınan bir ısıtıcı, kış geliyor, çocuklar üşümesin diye…

Fadime Nefes, Funda Peri, Aslan Miraç, Masal Işık, Aras Bulut…

Şimdi aramızda değiller. 

Arkalarından sadece göz yaşı döküp bu düzene son veremediğimiz için utanç duyabiliyoruz.

Bugün 20 Kasım Dünya Çocuk Hakları Günü. 

Gelin bu vesilesiyle Peri’nin, Masal’ın ve kardeşlerinin kısa öyküsünün bize bıraktıklarına yakından bakalım…

***

Daha ortada hiçbir bilgi yokken bir an duraksamadan, hiç düşünmeden ve dinlemeden 5 çocuğunu kaybeden anneyi, Melisa Sinem Akcan’ı hedef tahtasına oturttular.

“Yaşam tarzı” dedi biri, hiç utanmadı.

“Uyuşturucu kullanıyor iddiası” var dedi bir gazeteci. Elinde hiçbir somut bilgi olmadığı halde bunu yaymaktan hiç utanmadı.

“110 bin lira yardım yaptık” dedi düzeni temsil edenler, hiç ama hiç utanmadılar!

Nedir bu yaşam tarzı dedikleri? 

Devletin kaynaklarıyla servetlerine servet katanlar, halkı soyanlar, yalılarda, saraylarda yaşayıp halka şükredin diye vaaz satanlarınkinden daha utanç verici bir yaşam tarzı mı var?

Kendine gazeteci sıfatını yakıştırıp, yoksul bir anneyi, üstelik 5 çocuğunu kaybettikten hemen sonra “uyuşturucu iddiaları var” diye hedef almak. Üstelik buna dair tek bir kanıt dahi gösterme ihtiyacı duymamak, bundan daha utanç verici bir gazetecilik örneği mi var?

Gelelim 110 bin liralık utanmazlığa.

5 çocuğun ve annelerinin yaşadığı barakayı hepimiz gördük değil mi? 

110 bin lira verdik diyorlar.

Bu ülkede patronların vergi borçları milyon milyon silinirken, yandaşlara teşvik adı altında milyarlarca liralık kıyaklar yapılırken bir ailenin insanlık dışı koşullarda yaşamasına göz yuman, o barakaya 110 bin liralık destek verdik diye övünen bir düzen…

Üstelik bunun bile doğru olmadığını öğreniyoruz. Şöyle diyor anne: “Ben 110 bin liralık yardım almadım, bırakın 100 bini hiç yardım almadım. Asla para almadım. Tersine bana 8 bin liralık yardım yapılıyordu, onu da 4 bin liraya indirdiler. Bu dört bin lira ile 5 çocuğuma nasıl bakarım?”
 
Bunu o akşam evden ne kadar tereddütlü çıktığını gösteren şu cümlelerden anlamıyor muyuz zaten: 

“Gündüz topladığım hurdaları evin bahçesine bıraktım. 5 çocuğum da evdeydi. Çıkmadan önce evde çocukları uyuttum. Çıkmadan elektrikli sobayı yakayım mı yakmayayım mı diye düşündüm. Tereddütte kaldım. Hava soğuktu. Çocuklarım üşümesin diye sobayı yakmaya karar verdim. Daha sonra sobayı yakıp hurdacıya doğru yola çıktım. Bahçede duran hurdaları satmak için hurdacıya gittim. 800 liraya hurdaları sattım. 15-20 dakika içinde geri geldim.”

Tüm bu tereddüt ve korkuya rağmen, o çocukların hayatta kalması için o hurdalar toplanmalıydı, 800 lira için evet.

Her şeyi konuşuyoruz, her şeyi…

Anneyi suçluyoruz, annenin ailesini suçluyoruz ve dahasını.

Peki, kimler aklanmaya çalışıyor bu tabloda, kimler sürekli sütten çıkmış ak kaşık oluyor, kimler dokunulmaz ve suçlanamaz oluyor tüm bu yaşananlara rağmen?

“Yaşam tarzı” diyen, “ama uyuşturucu iddiası var” diyen, “110 bin liralık yardım yaptık ya, daha ne” diyenler hiç kuşkusuz.

Hepsinin, tüm bu kirli isimlerin ve adımların arkasında içinde yaşadığımız bu kan emici düzen var.

Ve evet, bugün onların günü. Bugün 20 Kasım Dünya Çocuk Hakları Günü.

Bir yanda Peri ve kardeşlerinin öyküsü, diğer yanda özel hastanelerin daha fazla kâr için öldürdüğü bebekler… Daha dün öğrendik, Niğde’de Engelsiz Yaşam Bakım, Rehabilitasyon Merkezi'nde hayatını kaybeden 10 yaşındaki engelli çocuğun yanı sıra merkezde bakım gören 15 çocuğa kötü muamelede bulunulduğu ve mahremiyet ihlali yapıldığını.

Çocuklar için, çocuklarımız için ayağa kalkmalı, gerçek katilleri, gerçek katillerin düzenini yıkmalıyız.

Evet, bu düzen yıkılmalı. Nefes için, Peri için, Masal için, Aslan için, Aras için… 

Onların yaşadığı, şeker de yiyebildiği bir ülke için.

                                                                 /././

Grev ateşinde yanan yelekler: Kadıköy’de 1 dakikalık grevin hikâyesi -İrem Yıldırım-

1 dakika bile sürmeyen bir grevin arkasında yıllardır planlanan, işlenen, büyüyen bir güç var. Patronların sendikacılığı, belediyelerin şirkete dönmesi; hakkını arayan işçinin önüne dağ oldu.

Kadıköy Belediyesi işçileri dün rekorlar kitabına girecek bir grev süreci yaşadı.

Çalışma koşulları, düşük ücret gibi konularda belediye yönetimiyle anlaşamayan işçiler saatler 00:00’ı gösterdiğinde greve çıktı.

Ancak, grev 00:01’de cep telefonlarına gelen “imzalar atıldı” mesajıyla son buldu.

İşçilerin muhatap bulamadığı, şube yöneticilerinin “bizim haberimiz vallahi yok” dediği anlaşmayla, bu grev oldukça kısa sürdü.

1 dakikalık grev ve işçilerin iradesi olmadan imzalanan sözleşme için kullanılan sıfat aynı, “berbat”

Hayırsız ‘hayırlı olsun’ mesajı

Hemen alt tarafta İstanbulluların büyük bir kısmı kalabalık içinde metrobüs/marmaray sırasında itişirken, Kadıköy Belediyesi işçileri yeni yaktıkları grev ateşinin etrafında toparlanıyordu.

Onlar toparlanırken işveren ve işçi tarafları masada pazarlık yapıyordu. İşçilere göre bu pazarlık süreci “at pazarlığı”na benziyor. 1 lira 1 lira zam yapan işveren sendikasıyla oturulan masaya “oyalama masası burası” diyorlar artık.

Saatler 00:00’ı gösterirken çekilen halaylar daha coşkulu, atılan sloganlar daha güçlüydü Kadıköy Belediyesi önünde.

Yeleklerini giyip belediye binasının çatısından sarkıtılacak “Bu iş yerinde grev vardır” pankartı için geri sayım yaparken, bir başka geri sayım daha yapıldığını bilmiyorlardı.

Herkese 00:01’de gelen mesaj tüm coşkulu sesleri bastırdı; derin bir sessizlik çöktü.

İşçilerin telefonlarına gelen şu mesaj tüm sesleri susturmuştu:

“Kıymetli mesai arkadaşlarımız;

Belediyemiz KASDAŞ Şirketi ile Genel-İş Sendikamız arasındaki toplu iş sözleşmesi görüşmeleri, bugün yapılan son görüşme sonucunda, her iki tarafın olumlu yaklaşımlarıyla, anlaşma ile sonuçlanmıştır.

Tüm çalışma arkadaşlarımıza hayırlı olsun.”

Kadıköy Belediyesi işçilerini sessizliğe gömen mesaj.

Varillerde yakılan yalnızca yelekler olmadı

Pankart sallandı. İşçiler kavganın henüz ilk dakikasındayken gelen mesajla anlaştıklarını öğrendiler.

Hangi ücrete, nasıl koşullara imza atıldığına dair hiçbir fikirleri yoktu.

Umutla etrafında toparlanarak yaktıları kavga ateşine bu sefer grev yeleklerini attılar, kafalarında bambaşka düşüncelerle.

Şube yetkililerinin “hiç kimseye ulaşamıyoruz, kabul edilebilir bir durum değil” sözlerine karşın sendikadan istifa edeceklerini söyleyen işçilerin sesi yükselmeye başladı bu sefer.

Uzun süre imzalanan sözleşmenin maddelerini dahi öğrenemeyen Kadıköy Belediyesi işçileri için sonuç tam anlamıyla bir fiyaskoydu.

İmzalanan sözleşmeyle en düşük günlük brüt ücret 1500 lira. Günlük brüt ücretler Kartal'da 1430 lira, Ataşehir'de 1460 lira, Maltepe'de 1480 lira olarak belirlenmişti.

Belediyeler hatta özellikle CHP'li belediyeler, ücretleri duyururken ısrarla brüt ücretleri açıklıyor. İşçinin eline geçen para brüt değil net ücret, amaçlarıysa maaşlar yüksekmiş algısı yaratabilmek.

Oysa, brüt halleriyle bile belirlenen maaşlar yoksulluk sınırında. Maaşların net hallerinde birçok işçinin maaşı CHP Genel Başkanı Özgür Özel'in önerdiği "30 altında yokuz" sloganlı asgari ücretin bile altında.

Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu’na (DİSK) bağlı Türkiye Genel Hizmetler İşçileri Sendikası (Genel-İş) bunu sadece Kadıköy’de değil; Kartal, Maltepe ve Ataşehir’de de yaptı. Sosyal Demokrat Kamu İşverenleri Sendikası’nın (SODEM-SEN) şubelerle yaptığı pazarlık, genel merkezin işçilerden habersiz attığı imzayla son buluyor her seferinde.

En hızlı grev mi en berbat grev mi?

soL, dünyanın en hızlı grevine katılan işçilerle konuştu. Kırgın oldukları her cümleleriyle ortada.

Anadolu Yakası 1 No'lu Şube Başkanı Nazan Gevher Çam Ay’ın “hiç kimseye ulaşamıyoruz, kabul edilebilir bir durum değil” sözlerine yanıt olarak “Biz bile biliyorduk böyle yapacaklarını, nasıl böyle bir şey olacağını bilmiyorlardı?” diyorlar.

Geçen sefer de ondan önceki seferde de aynı şeylerin yaşandığını hatırlatarak “istifa edilmedikçe bu önümüzdeki sene de sürer” düşüncesi hakim. 

“İşçiler neden hakkına sahip çıkmıyor” sorusunu ya da suçlamasını hatırlatıp yanıtlıyorlar: “İşte bu yüzden. Her sene aynı senaryo. Hangi sendikayla nasıl hakkımıza sahip çıkalım?”

Süreci nasıl değerlendirdiklerine yönelik soruya tek kelimelik cevap da belli: “Berbat”

Hiç bu kadar kötü bir sözleşme görmediklerini söyleyen işçilerden Levent*, cumartesi-pazar için mesai verilmemesine mana bulamıyor. İstanbul’un en kalabalık ilçelerinden biri Kadıköy'de temizlik işçileri ne insanca bir yaşam sağlayacak ücret alıyor ne düzgün koşullarda çalışıyor. Öte yandan bu kalabalığa yetmeyecek kadar az kişiyle bu iş yapılıyor. 

Osman* evli, 2 çocuğu var. Temizlik işçisi olarak yıllardır çalışıyor ve kirada oturuyor. Osman'ın sorusu net:

“Şu anda kiram 12 bin lira ama Ocak ayında yenilenecek. Ev sahibi yeni kira için 25 bin liradan bahsediyor. Şu imzalanan sözleşmeyle bizim elimize geçecek parayı düşününce kiradan geriye kalanla çocuk mu okutacağız, karnımızı mı doyuracağız?”

                                         Grev kararı asılırken, henüz işçiler gelen mesajdan habersiz.

Patronlara örgütlülük serbest, peki ya işçiye?

Belediyelerdeki toplu iş sözleşmesi döneminin parlayan yıldızı SODEM-SEN oldu. AKP’li belediyelerin patron sendikası MİKSEN’in yerine CHP de kendi MİKSEN’ini kurdu, yani SODEM-SEN'i.

Patronlar tarafından kurulan bu sendikaları, TKP Merkez Komite üyesi Alpaslan Savaş temel amacından başlayarak anlattı:

“Sektörlerde patronlar, patron sendikası kuruyorlar. Patron sendikalarının temel amacı, işçi sendikaları karşısında koordine olmayı sağlamak ve işçilerin karşısına örgütlü bir şey çıkarmak. Birbirleriyle sektörde rekabet ediyorlar ama işçi meseleleri söz konusu oldu mu yan yana geliyorlar. Adına sendika diyorlar ancak bu bir patron örgütü. Bir tekel oluşturuyorlar, sözleşmeleri baskılıyorlar, ücretleri düşük tutuyorlar, grup sözleşmesi yapıyorlar.”

Sadece SODEM-SEN değil birçok patron sendikası var; Metal Sanayicileri Sendikası (MESS), Kimya, Petrol, Lastik ve Plastik Sanayii 

İşverenleri Sendikası (KİPLAS), Çimento Endüstrisi İşverenleri Sendikası (ÇEİS) gibi. Belediyelerde çok popüler değildi. AKP’nin belediye iş kolunda MİKSEN isimli bir sendikası vardı. CHP de kendi belediyelerinde sözleşmeleri baskılayabilmek üzere bir işveren sendikası kurdu. SODEM-SEN’in ilk başkanı da eski İzmir Büyükşehir Belediyesi Başkanı Tunç Soyer’di.

SODEMSEN genel kurul toplantısı 21 Kasım 2019’da yapıldı. 2021’de faaliyete geçen SODEM’in kurucu üyesi olan dönemin İzmir Büyükşehir Belediye Başkanı Tunç Soyer ilk Yönetim Kurulu Başkanı oldu. Şu anda yönetim kurulu başkanı, Çankaya Belediye Başkanı olan Hüseyin Can Güner.

Savaş bir noktaya daha dikkat çekerek devam ediyor:

“Belediyeler aslında kamu hizmeti veren yerler. Toplu sözleşmelerini bir işveren sendikasıyla yürütmesi belediyelerin şirket kafasıyla yönetildiğinin de göstergesi. Piyasa koşullarına göre şirketleştirip çalıştırıyorlar. Öte yandan belediye kolundaki işveren sendikaları, tek tek her belediyede belediye başkanının devreye girmesini, inisiyatif alıp farklı farklı sözleşmelerin çıkmasını kesmek istediler. Amaçlanılan şey grup sözleşmesi. Tek bir sözleşme yapalım ve tüm belediyeleri bağlasın muradındalar. Fiilen şu anda bunu yapıyorlar. Aynı anda balıklama atlamıyorlar ancak, SODEM-SEN yürütüyor süreci, ondan sonra tepede CHP yönetimiyle sendikanın genel merkezi imzalıyor sözleşmeyi. Aslında şu anda da birbirine çok yakın ve teknik bir sözleşme yapıyorlar. Bir vadeden sonra bunu SODEM-SEN’le yapmış olacaklar.

Patronların Ensesindeyiz Belediye Emekçileri Ağı, birbirini takip eden tıpatıp benzer bu süreçlere yönelik eleştiride bulunurken şu soruyu soruyor: “Böyle işçi sendikaları varken SODEM-SEN’e ne gerek var?”

*İşçilerin isimleri istekleri doğrultusunda değiştirilmiştir.

                                                              /././

Nedir bu Sabancılar için 'çektiğimiz'?-Sevgi Saklamaz-

"Büyük büyük holdinglerin kirlerini örtme çabasıyla sanatı paravan olarak kullanması ilk kez rastladığımız bir durum değil. Sabancılar da bunu yeni keşfetmedi."

2024 Dünya Göç Raporuna göre dünya genelinde tahminen 281 milyon kişinin uluslararası göçmen statüsünde olduğu belirtiliyor. Raporu yayınlayan Uluslararası Göç Örgütü, 2050 yılına kadar en az 44 milyon en fazla 216 milyon kişinin ise iklim göçmeni olabileceğini öngörüyor.

İklim göçü, “anormal derecede şiddetli yağışlar, uzun süreli kuraklıklar, çölleşme, çevresel bozulma veya deniz seviyesinin yükselmesi ve siklonlar" gibi ani veya kademeli olarak iklimle şiddetlenen felaketlerin etkisiyle yaşanan göçü ifade ediyor. 
Peki iklim krizi ya da iklim göçü hakkında yazı yazmak aklıma nereden düştü? 

“Çok göç olmadan çek”, Sabancı Vakfı’nın 9’uncusunu düzenlediği kısa film yarışmasının bu yılki sloganı. Yarışmanın teması da “iklim göçü”. Büyük büyük holdinglerin kirlerini örtme çabasıyla sanatı paravan olarak kullanması ilk kez rastladığımız bir durum değil. Sabancılar da bunu yeni keşfetmedi.

Depremzedenin elektriğini, suyunu kim kesti?

Sabancı Vakfı Kısa Film Yarışması’nın çağrısında kimi vurucu ifadeler var:

“Gelecekte milyonlarca insan, aşırı iklim olayları nedeniyle yaşadığı yeri terk etmek zorunda kalabilir.” 

İklim olayları insanları yerinden ediyor. Sabancılar da insanları yerinden ediyor. 6 Şubat depremleri sonrası insanların yaşadığı çadırlara elektrik sayaçları takan Sabancılar, defalarca kez faturalarını ödenmediği gerekçesiyle depremzedelerin elektriğini kesti.

Depremzede esnafa destek olsun diye inşa edilen Hatay Defne’deki Harbiye Esenbulak Çarşısı’nın elektriği AFAD'ın ödemediği faturalar nedeniyle Sabancı Holding'e ait Toroslar EDAŞ tarafından kesildi.

Türkiye Komünist Partisi’nin deprem sonrası Hatay’da kurduğu su arıtma cihazlarından birinin elektriği yine Sabancı Holding’e ait EnerjiSA tarafından kesildi. Elektriğe ve suya erişimi olmayan insanların yerinden yurdundan ayrılıp başka kentlere göçmesinin sorumlusu Sabancılar değil midir?

Ormanları kim talan etti?

EnerjiSA’nın toplam 8 adet Rüzgar Enerjisi Santrali ve 12 adet Hidroelektrik Santrali var. Sabancılar her yerde "Yaşam alanlarımızı elektrik üretimi için yok etmenize izin vermeyeceğiz" diyen yurttaşlarca protesto ediliyor.

Aydın’da yapılmak istenen rüzgar enerjisi santrali için halkı ikna toplantılarından birinde yurttaşlar şöyle isyan ediyor: "Bu alanlarda çok önemli bir biyoçeşitlilik var, yaban yaşamı var. Binlerce yıl önceden gelen tarihi kalıntılar var. Bu değerlerimizin, ormanlarımızın, incir bahçelerimizin elektrik üretimi adı altında bizleri kandırarak elimizden alacaklar, bir şirkete verecekler. Bu RES'ler dikilirse geleceğimiz gidecek! Sabancı'nın bu yanlıştan dönerek bizim yaşam alanlarımızı terk etmesini istiyoruz. Bunun için Sabancı Holding'in yöneticilerine mailler attık, atmaya devam edeceğiz"

İncir bahçeleri, ormanları, yaşam alanları talan edilen yurttaşların yerinden yurdundan olması Sabancıların kabahati değil midir?

Yangınlar kimin tellerinden çıktı?

Orman yangınların yaklaşık yüzde 4’ü enerji nakil hatlarından kaynaklanıyor. Bu yangınlarda yanan alansa toplam yanan alanın yüzde 20’sine denk geliyor. Sabancı, özelleştirilen elektrik dağıtımının en büyük aktörlerinden biri olunca sonuç kaçınılmaz oluyor. Son örnek geride bıraktığımız yaz yaşandı. 

Ankara Kızılcahamam'dan başlayıp Bolu’nun Gerede'ye ulaşan orman yangın elektrik direklerinin değişimi için yapılan çalışma sırasında çıktı.

Başta yaşlılar, kadınlar, çocuklar ve engelli bireyler olmak üzere 123 kişi tahliye edildi. Demirler köyü yaylasında 10 ev yandı. İklim değil, Sabancı'nın kâr hırsı insanları yerinden etti. 

İsrail'e çimentoyu kim gönderdi?

Sabancıların yarışmasının çağrı metninden devam edelim:

“Hem iklim göçmenleri hem de göç edilen yerdeki yurttaşlar gıda ve sağlık hizmetlerine erişim sıkıntısı ile karşı karşıya!”

Bir yıldan uzun zamandır İsrail’in sürdürdüğü soykırıma karşı, Türkiye’de epey zaman sonra çıkan ticari kısıtlamalara uymayıp, İsrail’e çimento ihracatını sürdüren AkçanSA, adından da anlaşılacağı üzere Sabancı Holding’e bağlı bir şirket. Yani saldırının başından itibaren Filistinlilerin ülkesini, yurdunu terk etmek zorunda kalmasının sorumlularından biri de Sabancılar değil midir?

Sabancıların günahı bir değil. Sabancılar tek de değil. Sermaye, her gün yaşam alanlarımızı, yaşam sevincimizi, yaşam kalitemizi işgal etmeye devam ediyor.

Sanatı da istedikleri gibi eğip büküyor. İyisi mi çokça göçler yaşanmadan bu asalak sınıfı sırtımızdan atalım.

"Çok geç olmadan!"

                                                             /././

Ukrayna'da tırmanan gerilim: ABD füzeleriyle Rusya'ya saldırı, Moskova'nın nükleer doktrini yürürlükte

ABD Başkanı Biden'ın izin vermesinden birkaç gün sonra Ukrayna, Rusya'ya ABD yapımı uzun menzilli füzelerle saldırdı. Bir kaç saat öncesinde Putin, yeni nükleer doktrin kararnamesini imzaladı.(https://haber.sol.org.tr/haber/ukraynada-tirmanan-gerilim-abd-fuzeleriyle-rusyaya-saldiri-moskovanin-nukleer-doktrini)

                                                          ***

Yenidoğan Çetesi birbirine düştü: Hemşireden 'SGK' itirafı

Soruşturmayı başlatan ilk şikayet açık edildi. Çete liderinin avukatı şikayet dilekçesi hakkında suç duyurusunda bulundu. Bir hemşire "SGK'dan para almak için yatışlar uzatılıyordu" dedi.(https://haber.sol.org.tr/haber/yenidogan-cetesi-birbirine-dustu-hemsireden-sgk-itirafi-396240)

                                                               ***

Ticaret Bakanlığı'ndan itiraf gibi değişiklik: İsrail'e mal gitmesin diye onay süreci tek elde toplandı.

                      Kapak Fotoğrafı: Gazze'de yerinden edilmiş çocuklar yemek kuyruğunda

İsrail'e Filistin kılıfında süren ihracata tepkiler büyünce prosedür değişikliğine gidildi. İki ülkede de birer kurum yetkilendirildi ama bu adımın Türkiye ayağına bilerek resmiyet kazandırılmadı.(https://haber.sol.org.tr/haber/ticaret-bakanligindan-itiraf-gibi-degisiklik-israile-mal-gitmesin-diye-onay-sureci-tek-elde)

                                                              ***

Husiler 'İsrail'e yük taşıdı' diye Türk gemisini füzeyle hedef aldı: Şirket Binali Yıldırım'la bağlantılı

Inca Queen adıyla da bilinen Anadolu S gemisinin sahipleri Mi-das Line, Anadolu Maritime ve Oras Denizcilik

Inca Queen adıyla da bilinen Anadolu S gemisinin sahipleri Mi-das Line, Anadolu Maritime ve Oras Denizcilik

Husiler İsrail'le bağlantılı olduğu gerekçesiyle bir Türk yük gemisini hedef aldı. Geminin resmi rotası İsrail'i son iki ayda üç defa teğet geçmiş. Patronuysa eski Başbakan Yıldırım'la bağlantılı.(https://haber.sol.org.tr/haber/husiler-israile-yuk-tasidi-diye-turk-gemisini-fuzeyle-hedef-aldi-sirket-binali-yildirimla)

                                                           ***

TARİŞ'teki vurgun gün yüzüne çıktı: Eski müfettiş yüz milyonlarca liralık yolsuzluğu anlattı

TARİŞ'te yönetim değişikliği sonrası saçılan yolsuzlukta yüz milyonlarca liralık vurgun yapıldığı anlaşıldı. Usulsüzlüğü ortaya çıkaran ancak raporu görmezden gelinen eski müfettiş soL'a konuştu.
Türkiye'nin en büyük üzüm üretim kooperatiflerinin bulunduğu Manisa'da üreticiler, TARİŞ'in bazı politikalarından şikayetçi olmuş ve zararına satış yapmalarına neden olduklarını dile getirmişti. Üreticilerin tepkileri devam ederken Manisa Alaşehir TARİŞ'te milyonlarca liralık vurgun yapıldığı ortaya çıkmıştı.

Son Mühür'de Ağustos ayında yer verilen haberde TARİŞ Alaşehir'de yürütülen soruşturma neticesinde 86 milyon liralık bir vurgun yapıldığı, muhasebe müdürünün de tutuklandığı aktarılmıştı. Tutuklanan muhasebe müdürü, kendisiyle birlikte yolsuzluğa karışan 6 kişinin daha ismini verirken 3 bin tonluk üzümün de kayıp olduğu iddia edilmişti.

"İmzalar çift imza şeklinde atılıyor. Kurumun ilgili müdürü, muhasebe müdürü ya da muhasebe şefi imzayı atar ve dışarıda da kooperatif müdürü ya da şef imzayı atar. Bu nedenle muhasebe müdürünün tek başına böyle bir iş yapma olasılığı çok düşük" diye ifade edilen yolsuzluk soruşturmasında, yolsuzluğun daha üst kademelere doğru genişleme olasılığı konuşulanlar arasındaydı.

Aralık ayında TARİŞ Üzüm Tarım Satış Kooperatifleri Birliği Başkanlığına gelen Ferhat Şen'in teftişleri sonucu ortaya çıkan yolsuzluğun bir önceki başkan Ali Rıza Türker döneminde yapıldığı belirtilirken, tutuklanan muhasebecinin emekli olduğu öğrenilmişti.

Ferhat Şen Ağustos ayında yaptığı açıklamada "Yolsuzluk üzüm hesabıyla 3 bin ton kuru üzüme tekabül ediyor. Günümüz üzüm Fiyatıyla çarptığımızda 300 milyon TL ye denk geliyor" demişti.

Yolsuzluk Meclis'e taşınmıştı

Konu geçtiğimiz aylarda Meclis'e de taşınmıştı. DEM Parti İzmir Milletvekili İbrahim Akın, Manisa TARİŞ'te yönetimin el değiştirmesiyle birlikte uzun süredir devam eden usulsüzlüklerin ortaya çıkması hakkında Ticaret Bakanı Ömer Bolat'a soru önergesi yöneltti.

Akın, başkanlık görevini 36 yıl sürdüren ve seçimi kaybeden Ali Rıza Türker'e ait dokümanların incelenmesiyle ortaya çıkan yolsuzlukla ilgili "Bakanlığınız tarafından Manisa TARİŞ Üzüm Birliği'nde bugüne kadar herhangi bir denetim yapılmış mıdır? Yapılmışsa bu denetimlerde söz konusu iddiaları içeren herhangi bir bulguya rastlanmış mıdır?" diye sormuştu.

'Yolsuzluğu denetimde tespit etmiştik'

TARİŞ Üzüm Birliği’nde uzun yıllar müfettişlik yapan Türkiye Komünist Partisi Bayraklı İlçe Başkanı Rahmi Rençber, yolsuzluk iddialarıyla ilgili açıklama yaptı.

Rençber yolsuzluğa imza atan ve tutuklanan muhasebe müdürünün yıllar önce kendisi tarafından suçüstü yakalandığını ve kendisinin "derhal işten atılması" yönünde rapor yazdığını söyledi. Muhasebecinin dönemin genel müdürü tarafından korunduğunu belirterek, "üreticilerin çalınan parasının bu kişiden tahsil edilmesi gerektiğini" ifade etti. 

TARİŞ'in kökeni

TARİŞ, kökleri 1910'lu yıllara dek uzanan, başlangıçta incir ve üzüm daha sonra pamuk ve zeytinyağı ürünleri temelinde örgütlenen dört kooperatif birliğinin ortak adı-. Bu dört birliğin her biri ayrı tüzel kişiliğe sahip.

TARİŞ Üzüm Birliği'nin temeli, üzüm fiyatlarındaki düşüşü durdurmak üzere 1931 yılında Alaşehir'de ve daha sonra Manisa, Turgutlu ve Salihli'de kurulan Bağcılar Kooperatifi ile atılıyor.

Bir üretici kooperatifi olarak faaliyetine başlayan Bağcılar Kooperatifi, üzüm piyasasını düzenlemek amacıyla Türkiye İş ve Ziraat Bankası'nın ortaklaşa kurduğu Üzüm Kurumu (TARİŞ Ltd.Şti) ile 1938 yılında birleşerek faaliyetini TARİŞ Üzüm Birliği olarak sürdürmeye devam ediyor.

"TARİŞ" sözcüğü, kuruluş yıllarında birliğe destek olan bankalardan Tarım Bankası (Ziraat Bankası) ile İş Bankası'nın ilk hecelerinden oluşuyor.

TARİŞ Ege Bölgesi'nde 7 ilde, yaklaşık 100 bin üretici ortağın örgütlendiği, 106 kooperatifin bağlı olduğu bir yapı.

'Bu kuruluşların her şeyi kamunun mülkündedir'

Rahmi Rençber olayı şöyle anlattı:

"2010 yılında birliğe ait Sirke Pekmez İşletmesi'nin denetimi sonucunda düzenlediğim soruşturma raporunda, işletmenin muhasebesi ve kasasından sorumlu muhasebecinin işletmeden 70 ton civarı üzüm cibresini kayıt dışı sattığını, bedelini de kendi uhdesinde bıraktığını, konuyla ilgili müfettişliği kandırmaya yönelik sahte tutanaklar düzenlediğini, bu fiilleriyle açıkça işverenin güvenini kötüye kullandığını ve dolayısıyla derhal tazminatsız olarak işten atılması gerektiğini açıkça belirtmiştim.

Fail tarafından da bizzat itiraf edilen bu suçlar karşısında yapılması gereken işleme dair tartışılacak bir konu yoktur. Çünkü bu kooperatif kuruluşların mülkü, eşyası, parası kamu mülkündedir ve bunlara dokunan da yanar, dokunana göz yuman da. Yani bu kurumlardaki hiçbir organın bu suçları işleyenleri affetme yetkisi bulunmamaktadır. Ancak bazı yöneticiler 30-40 yıl boyunca o koltuklarda oturunca kanunu, nizamı unutup bu köklü kurumları kendi çiftlikleri gibi yönetmeye başlıyorlar."

'10 bin üzüm üreticisine sesleniyorum, çalınan para sizlere ait'

2 yıla yakın bir süre raporunun sümen altı edilerek işleme alınmadığını söyleyen Rençber, raporun görüşüldüğü Disiplin Komisyonu toplantısında da söz konusu suçları işleyen kişinin kurumda aynı pozisyonda çalışmaya devam etmesine karar verildiğini aktardı. Eski müfettiş, "Aldıkları bu karara tek satır gerekçe bile yazamadılar çünkü tek gerekçe bu kişinin 'yüksek dereceden torpilli' olmasıydı" dedi.   

"Bu birliğin kooperatiflerine ortak olan 10 bin üzüm üreticisine sesleniyorum. Bu çalınan para sizlere aittir" diyen Rahmi Rençber, "Ortağı yani sahibi olduğunuz kuruluşun kasasında 300 milyon lira daha fazla para olacaktı. Siz ve sizden önceki on binlerce üreticinin 100 yıldır bu kooperatiflere 15-20 taksitte ödediği toplam sermayenin kat be kat fazlası olan bir paradan bahsediyoruz" şeklinde konuştu.

TARİŞ Üzüm Birliği'ne bağlı olarak Alaşehir, Salihli, Sarıgöl, Kavaklıdere, Ahmetli, Yeşilyurt, Saruhanlı, Manisa, Turgutlu, Akhisar, Çobanisa, Buldan ve Menemen olmak üzere 13 Üzüm Tarım Satış Kooperatifi faaliyet gösteriyor. Bu kooperatiflerin toplam 10 bine yakın üretici ortağı bulunuyor.

'Kooperatifler ayak bağı olarak görülüyor ama aksi mümkün'

Dönemin Birlik Başkanı'nın da kayıpta büyük rolü olduğunu hatırlatan Rahmi Rençber, "Dayanışmaya, kamuculuğa, sosyalizme inanan insanların elinde bu kooperatiflerde neler yapılabileceğini Ovacık örneğinde hep birlikte gördük. O küçücük ilçede bir komünist başkan 85 milyonluk koca memlekete 'kooperatifçiliği' öğretti, sevdirdi" dedi.

Ülkeyi yönetenler açısından kooperatiflerin "ayak bağı" olarak görüldüğünü söyleyen eski müfettiş, bu birliklerin çoğunun küçülüp üreticinin güvenini kaybettiğini ifade etti:

"Tek dertleri o koltuklarda bir gün daha fazla kalabilmek, eş dost hısım akrabayı buralara yerleştirmek, olabildiğince nimetlerinden sebeplenmektir. Bu yüzdendir ki son yıllarda bu birliklerin çoğu ciddi ölçüde küçülerek 'üreticinin güven kapısı' olmaktan uzaklaşmış, buna karşılık yönetici gelirleri kat be kat artmıştır. Bunu tersine çevirmenin tek yolu da bu kuruluşlara dayanışma kültürünü hakim kılmaktır."

                                                               ***

(soL)








Hiç yorum yok:

Yorum Gönder