Gelenek‘in yeni sayısı çıktı: ‘Din Savaşı Değil Sınıf Savaşı’
TKP'nin teorik yayın organı Gelenek‘in 164. sayısı “Din Savaşı Değil Sınıf Savaşı” başlığıyla yayımlandı.Türkiye Komünist Partisi’nin (TKP) teorik yayın organı Gelenek’in yeni sayısı çıktı.
“Din Savaşı Değil Sınıf Savaşı” başlığıyla çıkan Gelenek’in 164. sayısında “İsrail’in, tarihi, sınıfsal dinamikleri ve emperyalist merkezlerle ilişkisiyle, Siyonizmi var eden maddi destek, medya gücü ve lobileriyle masaya yatırılması gerekiyor. Çünkü bu bir din savaşı değil bir sınıf savaşı” değerlendirmesine yer verildi.
Derginin tanıtım yazısında şöyle denildi:
“Naziler 1937’nin Nisan’ında Gernika kasabasını bombalandığında geriye yalnızca yıkık bir şehir ve yüzlerce ölü bırakmamıştır. İspanya İç Savaşı ve Gernika bir cüret ispatıdır. Alman, İtalyan ve İspanyol faşizmi diğer Avrupalı emperyalist güçlerin gözü önünde bir kıyıma giriştikten yalnızca 2 sene sonra dünya savaşına adım atılmıştır. Guernica barbarlığın resmi olmaktan daha fazlasıdır, bir uyarıdır.
İsrail Devleti dünyadaki büyük güçlerin gözü önünde ve bölgesel hesapların orta yerinde eşi görülmemiş bir katliama imza atıyor. Ama bize anlatılan başka bir öykü. Filistin’in ve sırayla Lübnan’ın, Suriye’nin parçalanması ve yok edilmesi İsrail’in Araplara karşı giriştiği bir medeniyet savaşıymış ya da bir din savaşı gibiymiş gibi gösteriliyor.
Peki bu nasıl mümkün oluyor?
Mümkün oluyor çünkü İsrail İsrail’den ibaret değil. İsrail Devleti de sıradan bir devlet değil. İsrail en başta ABD emperyalizminin vazgeçilmez bir unsuru. İsrail bütün dünyaya yayılmış siyonist şebekenin, muazzam büyüklükteki mali desteğin, büyük tekellerin yaşattığı bir devlet. Tam da bu sermaye ilişkileri İsrail’i canlı tutuyor ve cesaretlendiriyor.
İsrail özel bir misyonla hareket ediyor. Bölgenin sınırlarının yeniden şekillendirilmesi, anti-emperyalist güçlerin belinin kırılması ve emperyalist sistemdeki hesaplaşmaların tıkanıklıklarının aşılması için koçbaşı gibi hareket ediyor. Yani İsrail’in misyonu, varlık sebebi olan Siyonizmden ibaret değil. İsrail’in, tarihi, sınıfsal dinamikleri ve emperyalist merkezlerle ilişkisiyle, Siyonizmi var eden maddi destek, medya gücü ve lobileriyle masaya yatırılması gerekiyor.
Çünkü bu bir din savaşı değil bir sınıf savaşı.”
Tanıtım yazısında Gelenek’in bu sayısının içeriğine ilişkin şu bilgiler verildi:
“Nevzat Evrim Önal, Emperyalist Sistemin Bütünselliğinden Bakıldığında Görülen İsrail yazısıyla İsrail’in neden herhangi bir devlet olmadığı tezimizin altyapısını inşa ediyor ve İsrail’i emperyalist dinamiklerin içerisinde ele alıyor.
Orhan Gökdemir, Yahudi büyük sermayesinin hangi tarihsel gelgitlerin ürünü olduğuna açıklık getiriyor. İsrail büyük ölçüde bu gelgitlerin ürünü ve İsrail’in gücü tam da bu büyük sermayenin gücü.
Serap Emir, Nevzat Evrim Önal’ın açtığı tartışmayı bir adım öteye taşıyor. Ne Din Ne Medeniyet: Filistin’de Sınıf Savaşı, İsrail’in sınıfsal kompozisyonuna ve dolayısıyla Filistin kavgasının sınıfsallığına odaklanıyor.
Tarihi ve güncel dinamikleriyle Filistin kavgasını anlayabilmek için olmazsa olmazımız devrimci mücadelenin nerede ve nasıl konumlandığı. Bugün Filistin solunun direnişteki rolünü ve bu noktaya nasıl gelindiğini anlayabilmek için Refik Derviş’in Ulusal Kurtuluş ve Sosyalizm Arasında Sıkışan Filistin Solu yazısına gözlerimizi çeviriyoruz.
İspanya İç Savaşı’nda faşizme karşı mücadele eden güçlerin tek gerçek ve büyük destekçisi Sovyetler Birliği’ydi. Bugün yaşadığımız Guernica tablosu biraz da Sovyetler Birliği’nin olmadığı bir dünyanın ürünü. Ogün Eratalay, zor bir dönemece odaklanıyor, İsrail’in Kuruluş Süreci ve SSCB yazısıyla İkinci Dünya Savaşı sonrasındaki dinamiklerin İsrail’in kuruluş sürecine nasıl etki ettiğine, Sovyetler Birliği’nin değişen pozisyonunun nedenlerine ışık tutuyor.
Erdal Topparmak, Filistin’in işgaline ideolojik ve siyasal temel oluşturan Balfour Deklarasyonu’nu anlatıyor ve İngiliz emperyalizminin rolüne dikkatlerimizi çeviriyor.
Gamze Erbil, Filistin kavgasıyla gündemimize giren temel bir soruna İran Devrimi üzerinden odaklanıyor. Filistin kavgası bir sınıf kavgasıdır ve bu kavganın geçmişinde devrimcilerin rolü merkezîdir. Oysa ki, nedenleri Refik Derviş’in yazısından okunabileceği gibi, bu rol bugün değişmiş ve direnişin temsiliyeti İslamcı aktörlere geçmiştir. Bu, direnişin varlığını ve kavganın gerçekliğini değiştirmiyor ama bu durum yeni bir tarih yazımına dönüştürülmeye çalışılıyor, “İslamcıları destekleyen komünistlerin hatasının devam ettiği” biçiminde propaganda edilmeye uğraşılıyor. Bu uğraşın bugün açılabileceği tek kapının İsrailcilik olduğunu söylememiz, bununla birlikte İran’da neler olduğunu da en baştan anlatmamız gerekiyor.
İyi okumalar dileriz.”
Dijital olarak yayımlanan yeni sayıya https://gelenek.org adresinden ulaşabilirsiniz. Ayrıca yayımlanan sayının yazılarına soL Haber Portalı'nda da yer vereceğiz.
***
Antalya YİKOB ihalelerde ‘takdir’ hakkını kullanmış -Yusuf Yavuz-
Antalya’daki restorasyon ihaleleriyle ilgili iddialara yanıt veren Antalya YİKOB Başkanı, kanunun idarelere inisiyatif ve takdir yetkisi tanıdığını belirterek ihalelerin usule uygun olduğunu savundu.Antalya’nın Kaş ilçesindeki Patara Telsiz Telgraf İstasyonu ile ilgili ihalenin usule aykırı olarak adrese teslim yapıldığı yönündeki iddialar tartışma konusu oldu.
Antalya Valiliği Yatırım İzleme ve Koordinasyon Başkanlığı (YİKOB) tarafından yapılan restorasyon ihalelerinin benzer şekilde hep aynı firmalara verildiği ve kurumdaki personel ile ihaleleri alan şirketler arasında dolaylı iddiasıyla Valiliğe başvuru yapılarak bu iddiaların araştırılması istendi.
Şikayet başvurusuna yanıt veren Antalya YİKOB Başkanı Yalçın Sezgin ise kanunun idarelere inisiyatif ve takdir yetkisi tanıdığını belirterek yapılan ihalelerin usule uygun olduğunu savundu.
Antalya’da ihaleler neden hep aynı firmaya gidiyor?
Antalya’da yaşayan bir vatandaşın geçtiğimiz ay yaptığı başvuruda, Eylül ve Ekim aylarında Kaş ve Finike ilçelerinde restorasyon ihaleleriyle ilgili şu iddiaların incelenmesi istendi:
“Yapılan ihalelere az katılım sağlanarak adrese teslim ihale yapılıp yapılmadığı, Hazırlanan yaklaşık maliyetlerin mevcut proje ile karşılatılması düşük verilen kalemlerin incelenmesi ve yüksek verilen kalemlerin karşılaştırılması, Yapılan ihalelerdeki firmaların dosya satın alan kişilerin diğer firmalar ile ilgili organik bir bağının olup olmadığının ortaya çıkarılması diğer bir bakışla dosya satın alan kişilerin vekâletnamelerinin kontrol edilmesi ve T.C Kimlik numaralarından ihaleyi alan firmadaki görevlerinin veya SGK kayıtlarının irdelenmesi, İhaleye katılan firmaların teklif cetvellerin tamamın hangi yazıcıdan çıkartıldığı ve aynı karakterde olup olmağı hususlarının özel olarak bilimsel olarak irdelenmesi ve incelenmesi.”
Patara'daki telsiz telgraf istasyonu daha önce restore edilmişti.‘İhalelere davet listesini kimlerin yaptırdığı araştırılsın’
Söz konusu ihalelerde ön görülen uygulama kalemlerinin, uygulama projesi ile tek tek karşılaştırılması talep edilen başvuruda, “İhalede yapılan tenzilat oranlarının düşük tutulması katılımın kısıtlanması rekabet ilkesi açısından değerlendirilmesi, Davet listesini yapan ve yaptıran kişilerin neden çok düşük sayıda tutulduğunun araştırılması, İhaleye katılmayan ve teşekkür gönderen firmaların teşekkür sunarken hangi, gerekçeyi sundukları ve sundukları gerekçenin doğruluğunun araştırılması” talep edildi.
‘Adrese teslim ihale yapılıyor’ iddiası
Antalya YİKOB’da görev yapan birim sorumlularının davet listesini hangi kriterlere göre hazırladığı ve davet edilen firmaların araştırılması istenen başvuruda, “Sonuç olarak adrese teslim yapıldığına inandığım ihalelerin düşük tenzilatlı az katılımlı olduğu açık olarak görülmektedir” iddiasına yer verildi.
Osmanlı döneminde Libya ile haberleşmek için 1906'da Patara'da inşa edilen telsiz telgraf istasyonunun geçmişe ait bir fotoğrafı.Kaş ve Finike’deki ihaleler iddiaların odağında
Başvuruya konu ihalelerin, 2024/1151453 ihale kayıt numaralı ‘Patara Yürüme Yolu ve Telsiz Telgraf İstasyonu Restorasyon İşi’ ile 2024/1153165 ihale kayıt numaralı ‘Finike İlçesi Çavdır Büyük Camii Restorasyon ve Çevre Düzenleme İşi’ olduğu belirtiliyor.
‘Belediyenin iptal ettiği ihalede valilik devreye girdi’ iddiası
13 Eylül 2024 tarihinde yapılan 61.589.480,60 TL bedelli Patara Yürüme Yolu ve Telsiz Telgraf İstasyonu Restorasyon İşi, kuruma ulaşan iddialar ve şikâyet başvuruları nedeniyle Kaş Belediyesi tarafından 10 Ekim 2024 tarihinde iptal edilmişti. Ancak belediyenin iptal kararının kaldırılması için Antalya Valiliği yetkililerinin devreye girdiği iddia edilmişti. Bu iddianın ardından 28 Ekim’de ihaleyi alan firmaya yer teslimi yapıldığı ortaya çıkmıştı.
Patara'daki telsiz telgraf istasyonuyla ilgili bir canlandırma.Daha önce aynı yapının ihalesine 64 firma davet edilmişti
Patara’daki telsiz telgraf istasyonunun onarım ve restorasyonuyla ilgili 2020 yılında yine Antalya YİKOB tarafından yapılan ihaleye, 64 firma davet edilmişti. Davet edilen firmalardan 34’ünün katıldığı ihalenin yaklaşık maliyeti 10 milyon olarak açıklanırken ihale, 6 milyon 793 bin TL ile en düşük teklifi veren firmaya verilmişti. İhaleye çok sayıda firmanın davet edilmesi, kamuya yüzde 30’luk bir kazanç sağlamıştı.
Antalya YİKOB yeni ihale için 8 firma davet etti, 6 firma katıldı
Geçtiğimiz Eylül ayında aynı yapıyla ilgili daha tamamlama amaçlı yapılan 61.5 milyonluk ihaleye ise sadece 8 firmanın davet edildiği, 6 firmanın ise katılım sağladığı öğrenildi. Türkiye’de Bakanlık tarafından yeterlik belgesi verilen 824 firma bulunuyor. Ancak Antalya’da son yıllarda yapılan restorasyon ihalelerinde hep aynı firmaların adının geçmesi, eleştiri boyutunu aşarak şikayet ve suç duyurularına da konu olmaya başladı.
Valilik iddialara yanıt verdi: ‘İhaleler mevzuata uygun’
İddiaların gündeme gelmesinin ardından Antalya YİKOB ise söz konusu iddiaların araştırılması için Valiliğe yazılı başvuru yapan vatandaşa verdiği yazılı cevapta, Patara’daki restorasyon ihalesinin mevzuata uygun olduğu görüşüne yer verildi. Antalya Vali Yardımcısı ve Antalya YİKOB Başkanı Yalçın Sezgin imzasıyla 19 Kasım 2024 tarihinde gönderilen yazılı cevapta, restorasyon ihalesiyle ilgili iddiaların kurum bünyesinde araştırıldığı bilgisine yer verilerek, yapılan işlemlerin usule uygun olduğu savunuldu.
‘Kanun idareye inisiyatif ve takdir hakkı tanıyor’
4734 Sayılı Kanuna atıf yapılan Antalya YİKOB’un yazısında, “Kanun tarafından idarelere 50-100 arasında inisiyatif-takdir hakkı tanındığı ifade edilmiş ve söz konusu durumun ihale süreçlerinde idare tarafından dikkate alındığı” belirtilerek söz konusu dosyanın işlemden kaldırıldığı bildirildi.
Patara telsiz telgraf istasyonu yapılarından biri restore edilmeden önce.Adrese teslim ihale iddialarına suç duyurusu
Antalya YİKOB’un yaptığı restorasyon ihalelerinde ‘kamuya zarar verme’, ‘görevi kötüye kullanma’, ‘haksız kazanç sağlamak amacıyla suç işlemek’ ve ‘ihalelere fesat karıştırmak’ gibi iddialarla Savcılığa yapılan suç duyurusunda ise ihalelere 7-8 firmanın davet edilerek adrese teslim işlerin 4 firmaya verildiği öne sürüldü.
‘Soruşturmalar kapatılıyor’ iddiası
Antalya YİKOB tarafından son bir yılda yapılan ihalelerin incelenmesi istenen suç duyurusunda, Antalya Valiliği’ne konuyla ilgili yapılan şikâyet başvurularının yanıtsız bırakıldığı, konuyla ilgili açılan soruşturmaların da kapatıldığı iddialarına yer veriliyor.
/././
Akıl eksikliği: Suriye diye bir devlet oldu mu?-Erhan Nalçacı-
Suriye Arap Cumhuriyeti tarihsel olarak vardır ve meşrudur. Fransız emperyalizmine ve gaddarca saldırılarına karşı bir halk direnişi ile 1945’te kurulmuştur.
İlber Ortaylı geçen haftalarda “Tarihte Suriye diye bir devlet olmadığını ve önümüzdeki günlerde Suriye’nin küçülebileceğini” söyledi. Kemal Okuyan tarafından bu çarpıtma hızlıca yanıtlandı.
Bu yazıda resmi tarihçinin akıl eksikliğini daha etraflıca ele alalım.
Şu tarihsel kesitte sermaye sınıfının ideolojisini üretmenin ve yayılmacılığı meşrulaştırmanın İlber Ortaylı’ya kaldığı anlaşılıyor. İsrail saldırganlığı ve ABD’nin yeniden Ortadoğu’da kartları karmak istemesi nedeniyle Suriye’nin tekrar bir emperyalist saldırıya uğrayacağı tahmin ediliyor. Ortaylı bu muhtemel operasyona da zemin sunuyor ve Suriye’nin meşru olmadığını ilan ediyor.
Bu oldukça bilinçli ideolojik girdiyi bir kenara bırakalım bir süre ve altındaki mutlak akıl eksikliğini keşfetmeye çalışalım. Ne yazık ki Türkiye’de tarihçilik çoğu kez Marksizm’den yoksun olarak yapılır, dolayısıyla biyolojik zekâdan bağımsız olarak toplumsal olarak akıl eksikliğinden maluldür.
Tarih son altı bin yıldır sınıf mücadelelerinin tarihidir ve geçmişte yaşanan birçok toplumsal olayın genellenmesine dayanan kategoriler ile kavramlaştırılır, bir yerde akılla doldurulur.
“Suriye diye bir devlet olmadı” meselesini incelemek için ilk ele almamız gereken kavramın burjuva devrimi olduğunu söylemeliyiz.
Burjuva devrimleri; feodalizme, soyluluğun egemenliğine, kastlar arasındaki toplumsal eşitsizliğe karşı feodalizmin içinden yükselen burjuvazi ve onun bayrağı arkasına toplanmış halk kitleleri tarafından gerçekleştirilir. Cumhuriyet, laiklik, ulus devlet, güçlerin ayrılığı, halk egemenliği vb. birçok kavram tarih içinde burjuva devrimlerinin sonucunda sahne alır.
Burjuva devrimi kategorisi oldukça güçlüdür, çünkü tarih içinde defalarca tekrarlanarak sınanmıştır.
Örneğin, 1293’te Floransa’da kurulan Floransa Cumhuriyeti’ne yol açan toplumsal olaylar erken bir burjuva devrimi olarak ele alınabilir. 16. yüzyılda Hollanda, 17. yüzyılda İngiltere, 18. yüzyılda Amerika ve Fransa’da gerçekleşen devrimler aynı karakterdedir. Bunların hepsi sermaye birikimi ile güç elde eden burjuvazinin halk kitlelerini harekete geçirerek iktidarı soyluluktan alma deneyimlerini yansıtır.
Ancak 19. yüzyıla geldiğimizde burjuva devrimlerinin özü aynı kalmakla birlikte içeriği değişecektir. Bu değişikliğin çok önemli iki nedeni bulunur:
İlki 19. yüzyılın sonuna doğru emperyalizm çağına girilmiştir ve güçlenen kapitalist ülke dünyanın yeniden pay edilmesini isteyen bir askerileşme ve yayılma güdüsüne sahiptir. İkincisi ise burjuvazi ile birlikte yükselen işçi sınıfı artık burjuvazinin bayrağı altında isyana katılmak yerine kendi bayrağını açma eğilimi taşımakta ve burjuvazinin yüreğine korku salmaktadır.
Burjuva devrimlerinin içeriği değişir, burjuvazi daha iktidara gelmeden gericileşmiş, soylulukla işbirliğine yeltenmiş ve devrimi yapacak kitlelerden korkar hale gelmiştir. Tepeden inmeci, baskıcı ve gerici sınıflarla uzlaşmacıdır.
1789 Fransız Devrimi ile 1871 Alman Devrimi arasında kitlelerin katılımı, devrimci düşünceler, iktidarın alınış tarzı açısından çok büyük bir fark vardır. Almanya, İtalya, Japonya ve İspanya’da geç burjuva devrimleri kısa sayılabilecek bir süre içinde faşist rejimlere dönüşecektir.
Ancak burjuva devrimleri 20. yüzyılda bir kez daha içerik değişikliğine uğrar ve tarihte son kez ilerici bir atılıma kavuşur. Bunun çok temel iki nedeni olmalıdır:
Burjuva devrimleri artık Avrupa merkezli değil, emperyalist ülkelerin sömürge ve yarı-sömürgelerinde patlamaktadır. Dolayısı ile emperyalizmin işbirlikçisi olan soylu sınıfa karşı bir bağımsızlık mücadelesi ile birlikte gitmektedir. İkincisi ise, 1917 Ekim Devrimi’nin kolunun 70 sene boyunca bükülememesi ve bu bağımsızlık mücadelesi ile giden burjuva devrimlerine işçi sınıfı devletinin siyasi, ekonomik ve askeri desteğidir.
Bu yeni durum özellikle İkinci Dünya Savaşı sonrası siyasi coğrafyayı radikal biçimde değiştirdi. Sömürgecilik sistemi çökerken çok sayıda bağımsız ulus ortaya çıktı.
Üstelik söz konusu burjuva devrimleri emperyalizmin gücünün azalmasına, dünyada yeni dengelerin ortaya çıkmasına, Sovyetler Birliği’nin izole edilmişliğinin sonlanmasına neden olacaktı. Burjuva devrimleri daha halkçı, daha devletçi, daha planlamacı, daha aydınlanmacı olarak kendini gösterecekti.
Yirminci yüzyılda sosyalizmin desteği ve emperyalizme karşı bağımsızlık mücadelesi ile birleşen burjuva devrimleri kategorisi ortaya çıktı.
Türkiye’de 1923 Devrimi bu devrimlerin ilk modeli olarak kabul edilebilir.
İkinci Dünya Savaşı sonrası Suriye, Mısır, Endonezya, Hindistan, Irak, Yemen, Cezayir, Pakistan ve adını saymadığımız birçok devrim bu kategoridedir.
Dolayısı ile Suriye Arap Cumhuriyeti tarihsel olarak vardır ve meşrudur.
Fransız emperyalizmine ve gaddarca saldırılarına karşı bir halk direnişi ile 1945’te kurulmuştur.
Aksine emperyalizm ve işbirlikçileri tarafından küçültülmesi meşru değildir.
Hatta ancak bugün sosyalist devrimin cesaret edebileceği Mısır, Suriye ve Yemen’deki devrimleri bir ulus altında birleştiren Birleşik Arap Cumhuriyeti 1958’de kuruldu, burjuva ufkunun darlığı nedeniyle 1961’de sonlandı.
Suudi Arabistan gibi burjuva devriminden yoksun kalan ülkeler ise emperyalizmin işbirlikçisi soylu sınıfın egemenliğinde kaldı.
Öte yandan gerçek çok yönlüdür. Bu kategoriye dâhil olarak kurulan bütün cumhuriyetlerde inişli çıkışlı da olsa işçi sınıfı partileri baskı altında kaldı. Kürtler gibi azınlık halkları eşit vatandaşlıktan çoğu kez yararlanamadılar.
En nihayet Sovyetler Birliği’nin desteğini alarak devrimlerini pekiştiren bu uluslar tekrar emperyalizmle işbirliğine yöneldiler, halk düşmanı piyasa ekonomilerine teslim oldular.
Artık 21. yüzyıldayız. Yüz doksan dört kadar devletin hemen hemen tamamında burjuva iktidarları sürüyor ve bunların içinde bir gıdım olsun devrimci barutu kalan burjuvazi bulunmuyor.
Suriye de dâhil 20. yüzyılda burjuva devrimleriyle kurulan bütün uluslarda tek meşru olan toplumsal olay artık işçi sınıfının öncülüğünde emekçi halkın iktidarı devralacağı devrimlerdir.
Aklını azaltmışlara, gericilere, işbirlikçilere ve yayılmacılara duyurulur.
/././
CHP manzaraları -Aydemir Güler-
Bu CHP’nin elinden, olası yeni badireler karşısında Erdoğan’a hayat öpücüğü vermekten başka bir şey istese de gelmeyecektir.
Kılıçdaroğlu yargılanmaya başladı. Mahkemede yaptığı konuşma, genel başkanlıktan düşeli beri izlediği çizgiye uygun biçimde ve beklendiği gibi radikal bir içerikteydi.
Kemal Beyin bu çizgisi, kaybettiği kongreden sonra başlamıştı. Yoksa 13 yıllık “Kılıçdaroğlu CHP’si” Erdoğan’ın tabiriyle AKP’nin “Yeni Türkiye’sine” ayak direyen Baykal liderliğinin özeleştirisi veya yadsınmasıdır. “Ayak direme” dedim, çünkü Deniz Baykal dönemini Cumhuriyeti yıkıp tasfiye etmeyi programlamış iktidara karşı “direniş” saymak son derece temelsiz olur. Erdoğan’ın siyaset yasaklısı durumdan milletvekilliğine geçip liderliğini hayata geçirmesinde bile Baykal’ın emeği vardı…
Baykal’ın yerini Kılıçdaroğlu’na bırakmasına varan değişim, bir kasete bağlanmıştı. Bana sorarsanız, Fethullahçı kumpasından başka şeye benzemeyen o tür vakalar, çok daha sağlam ve köklü nedenleri olan süreçlerin adının ve noktasının konmasından ibarettir. Nitekim bir siyasetçinin özel yaşantısından çok daha vahim ve doğrudan politik karakterde nice skandala Erdoğan kendince direnmemiş midir?
Erdoğan’ın dayanıklılığı kişisel kahramanlıktan değil, asıl belirleyici dinamiklerin Erdoğan’dan yana olmasından kaynaklanmıştı. Ayakkabı kutularından mühimmat dolu TIR’lara kadar neler gördük… Ama Tayyip Beyin devam etmesini isteyen “Tanrılar”, Baykal’ın ipinin çekilmesi için yatak odasında yeterli neden bulmuşlardı.
Toparlarsak, Baykal-Kılıçdaroğlu bayrak değişiminin anlamı, ana muhalefetin, mızmızcı bir “Eski Türkiye” diretmesinden vazgeçip “Yeni Türkiye”yi kabullenmesidir. Bu özün yanında isimlerin ne önemi olabilir?
Kılıçdaroğlu CHP’si, laikliğin dayatma, Cumhuriyetin tepeden inmeci olduğunu kabul etti. “Müslüman Anadolu halkının hor görüldüğü” yolundaki AKP uydurmalarına boyun eğdi. “Dünya değişti” nakaratıyla liberalizmin bayrağını sahiplendi. Böylece yeni bir muhalefet inşa edilmiş oldu.
Diğer cephede ise yakın tarihin en uzun süreli iktidarını kuran AKP, karşısındaki toplumsal direnci bir türlü kıramıyordu. Toplumun çoğunluğunun ikna olmadığı, önemli bir kesiminin de mutlak karşıtlık hissettiği bir dönüşümün, ana muhalefet tarafından aklanması basit bir olay değildir. AKP nice badireyi toplumsal direncin CHP eliyle sönümlendirilmesi sayesinde atlatmıştır. Laikliğin tehlikede olmadığını söyleyen Kılıçdaroğlu’nun Yenikapı’da Erdoğan’la saf tuttuğunu hatırlatmak yeterli olur…
CHP merkezinin hiç mücadele vermediği, elbette doğru değildir. Ama bunun özeti, AKP’siz AKP rejimi taahhüdünün ötesine geçmez. AKP dinselleşmeyi tarikat renklerine boyayarak toplumun daha geniş kesimleri tarafından kabullenilemez hale getirmişti. Görülmemiş bir yoksullaşma yaratarak piyasacılığın meşruluğuna gölge düşürmüştü. Dünya dengelerinde icra ettiği dans son derece sorunluydu… CHP ise bütün bunları yutulması daha kolay olabilecek bir ambalaja sokmayı vaat ediyor, sırtını da Atlantik ittifakı geleneğine, Amerikancılığa yaslayacağını işaret ediyordu.
CHP’nin AKP’nin rakibi mi tamamlayıcısı mı olduğunun belirsizleşmesinin hesabını ödemek Kılıçdaroğlu’na kaldı. Ama kongreden sonra bir Özel döneminden bahsedebiliyor muyuz; bunun yanıtını vermek zor. CHP’de hiziplerin sayısını kimse bilmiyor. Genel Başkan aslında en güçlü hizbin başında bile değil. Parti benzersiz bir kaos içinde deviniyor.
Özgür Özel, değiştirmek için ne bir nedene ne de niyete sahip olduğu selefinin çizgisinin mantıksal devamıdır. Hal böyle olunca hat değiştiren Kılıçdaroğlu olmuştur. O gün bugündür, Kemal Bey parti merkezinin hayli “solunda” tınılar veriyor. Mahkeme salonunda da, her ne kadar sözü sonradan sağ-sol ayrımını yok saymaya bağlasa da, kendini “Deniz’in, Mahir’in, Hüseyin’in yoldaşı” ilan etmesi bundandır…
Cumhurbaşkanına hakaret suçlamasıyla çıktığı mahkemede suç isnat edilen sözlerinden daha fazlasını telaffuz etmekten kaçınmayan Kılıçdaroğlu’nun hedefinde Erdoğan’ın mı, yoksa CHP içindeki diğer hiziplerin mi olduğuna karar vermekse hakikaten zordur.
Bu sahte radikallik bile Özel’e solu kapatıyor ve CHP merkez yönetimi çareyi AKP limanına sığınmakta buluyor. CHP’nin yurtdışı örgütlenmesini MİT’e, yani Başkan'ın en karanlık kadrosuna teslim etmesini başka nasıl yorumlayabiliriz? Özgür Özel, AKP’den özür dilemek için, partili milletvekillerinin İçişleri Bakanı'nın şefliğinde bir grup AKP’li tarafından itilip kakılmasını bile kaçırmamıştır! Zaten bu süreç esas olarak yerel seçimleri kazanıp erken seçim istememekle başlamıştı…
Bu CHP’nin elinden, olası yeni badireler karşısında Erdoğan’a hayat öpücüğü vermekten başka bir şey istese de gelmeyecektir.
/././
İsrail Ordusu hakkında anlatılmayanlar -Ogün Eratalay-
Yıllarca Batı medyası tarafından “yenilmez” addedilen İsrail Ordusu hakkında bilinmeyenleri kamuya açık kaynaklardan derleyerek, oluşturulmaya çalışılan “efsane”nin ardındakilere bakmayı amaçladık.
7 Ekim günü HAMAS önderliğindeki Filistin Direnişine ait silahlı gruplar İsrail Ordusuna büyük zayiat verdiğinde orduya dair sorgulamalar başladı. Günümüzde karşısında düzenli bir silahlı kuvvet bulunmayan bu ordu, Gazze, Lübnan ve Suriye bölgelerinde her gün sayısız katliama imza atıyor, sivil halkı öldürüyor. Gelin bu ordunun iç yüzüne biraz daha yakından bakalım.
Kısa tarihçe
İbranice adı Tsva ha-Hagana le-Yisra’el olan İsrail Ordusunun resmî adı İsrail Savunma Kuvvetleri şeklinde. “Savunma” kısmını yorum yapmadan geçiyoruz. Ordunun en yetkili komutanı Genelkurmay Başkanı Herzi Halevi, İsrail Savunma Bakanı İsrael Katz’a bağlı. İsrail Devletinin bağımsızlık ilanıyla eş zamanlı olarak 26 Mayıs 1948 tarihinde kurulan ordu, o dönemde faaliyette olan paramiliter örgütler Haganah, İrgun ve Lehi gibi yapıların bir araya gelmesiyle oluşturulmuş. Ordu kuruluşundan günümüze kadar bölgedeki Arap devletleriyle sürekli savaş halinde. Ancak Mısır ve Ürdün ile imzalanan barış antlaşmalarının ardından öncelikler değişmiş ve yeni verili duruma göre yeni cepheler tarif edilmiş. Buna göre Lübnan’ın güneyi, Suriye ve Filistin toprakları (Gazze, Batı Şeria ve Doğu Kudüs) odaklanılan bölgeler olmuş, Mısır ve Ürdün sınırları önceki dönemlerin aksine askerî strateji açısından önemini yitirmiş durumdadır.
İsrail Ordusu kuruluşundan sonra başlayan süreçte ama özellikle de yoğun olarak 1967 yılındaki Altı Gün Savaşıyla beraber ABD ve İngiltere ile doğrudan işbirliği ve askerî müttefiklik ilişkisine girmiştir. Bu kapsamda İsrail Ordusu son teknoloji silahların ilk kez kullanıldığı, en güncel istihbarat bilgilerinin paylaşıldığı, mensuplarının bu ülkelerde ortak olarak eğitildiği bir müttefik haline gelmiştir. Bu ilişkiler 1967 yılında İsrail tarafından “yanlışlıkla” batırıldığı iddia edilen ABD casus gemisi USS Liberty olayı gibi hadiselere rağmen sorunsuz sürmüştür. Günümüzde örneğin ABD tarafından üretilen son teknoloji ürünü F-35 savaş uçağını ilk kullanan ülkelerin başında İsrail gelmekte, özellikle askeri mühimmat ve lojistik açılardan İsrail Ordusu “gizli” üye olduğu NATO ülkelerinden olağanüstü yardımlar almaktadır.
7 Ekim Saldırılarının ortaya çıkardığı zaafiyetler
Yakın zamana kadar özellikle Batı medyası tarafından dünyanın en iyi ordusu olarak tanımlanan ve yenilmez olduğu iddia edilen İsrail Ordusunun, 7 Ekim günü HAMAS önderliğindeki Filistin Direnişi tarafından gerçekleştirilen saldırı sonrasında büyük yapısal zaaflara sahip olduğu ortaya çıktı. İsrail Ordusunun resmî internet sitesinde yayınlanan ilgili döneme ait raporlarda satır aralarında bu bilgilere çarpıcı olarak yer verilmiş. Verilen bilgilerden özellikle Gazze sınırına sadece bir kaç kilometre uzaktaki Bari (veya Be’eri) adlı Kibbutz’da yaşananlara dair yapılan analizler çarpıcı nitelikte.
Bari Kibbutzundaki çarpışmaları resmeden haritaÇatışmalara katılan askerlerle ve kibbutzda bulunanlarla yapılan görüşmeler ve çok çeşitli kaynakların incelenmesi sonucunda varılan sonuç, İsrail Ordusunun Bari Kibbutz’unu koruma görevinde başarısız olduğu yönünde. Raporda Filistinli 300 direnişçiye karşı yaşanan çatışmalarda 23 İsrail askerinin ve 8 milisin öldüğü belirtilirken 101 sivilin öldürüldüğü ve 30 kişinin de Gazze’ye götürüldüğü bildiriliyor. Araştırma yapan ekibin ulaştığı bulgular arasında sabah 06:30’da başlayan saldırılara karşı ilk direnişi kibbutzdaki yerel milislerin gösterdiği anlaşılıyor. Ancak saatler sonra 09:00 ila 13:30 arasında bölgeye ulaşabilen ilk ordu birlikleri ise ağır zayiat verdikten sonra çekilmek zorunda kalmıştır. Saat 18:00 sularında kibbutzda yaklaşık 700 İsrail askeri çatışmalara katılmış durumdadır. Bu aşamada Filistinli direnişçilerin çoğu geri çekilmiş durumdayken kibbutz gece 22:00-ertesi sabah 05:00 arasında büyük ölçüde İsrail Ordusu denetimine geçer. Ertesi gün saat 15:00’e kadar bazı tekil noktalarda çatışmalar devam eder.
Yapılan analiz sonrasında varılan sonuçlar şu şekilde:
- İsrail Ordusunun binlerce savaşçının eş zamanlı bir şekilde çok geniş bir alanda koordineli şekilde yapacağı saldırıya karşı hazırlıksız olduğu ortaya çıkmıştır. Alınan önlemler ve destek planları noktasal saldırılara karşı olduğu için acil durum planları çökmüş, işlememiştir.
- İsrail Ordusu saldırının ertesi gününe kadar genel resme vakıf olamamış, ordunun edindiği kimi istihbaratı gerekli kanallarda değerlendiremeyip, kibbutzdaki birimlerle paylaşmadığı ortaya çıkmıştır. Genel olarak komuta kontrolde yaşanan sıkıntılar en küçük ölçekte bile yaşanmış, kibbutza gelen birlikler uzun süre ateş hattına ulaşamamıştır. Zamanında yeterli destek gelmemiştir.
- Kibbutz içinde yerleşik milisler Filistinlilere karşı ilk cephe hattını kurmuş ve ordu birlikleri gelince bile çatışmaya devam etmiştir. Bu durum hem “barışçıl” olarak adlandırılan kibbutzların aslında gasp ettikleri Filistin topraklarında bulunmalarından kaynaklanan tehdit algısıyla bünyelerinde oldukça güçlü silahlı yapılar barındıran yarı-askeri kamplar haline geldiğini de göstermektedir.
- Kibbutz içindeki çatışma sırasında İsrail Ordusu mensuplarının kibbutz sakinlerine “kabul edilemez ve uygunsuz” davranışlarda bulundukları teslim edilmiştir. Bu davranışların ne olduğunun ayrıntısına girilmemiştir. Burada satır arasında Pesi Cohen’in evinde yaşanan rehine krizinin de Savunma Bakanlığı, Genelkurmay Başkanlığı ve İsrail İstihbarat Teşkilatı Shin-Bet tarafından koordine şekilde çözümlendiği(!) belirtilmekte. Burada yaşananlara hemen aşağıda değineceğiz.
Ordunun doktrini
İsrail Ordusunun doktrini uluslararası kurallar, İsrail Devleti yasaları, Yahudilik inancının gerekleri ve askerî pratikle şekillenmekte. Resmî belgelerde ordu mensuplarının yasalar çerçevesinde vatanlarını ve yurttaşlarını korumakla görevli olduğu, insan haklarına saygılı olunduğu yazılı. Ancak yazılı olmayan kurallar da var. Bunlar arasında Hannibal yönergesi ve Dahiya doktrini en kötü şöhrete sahip olanlar.
Hannibal yönergesi İsrail’in Lübnan’ı işgali sırasında yaşanan rehine krizleri sonucu ortaya çıkmış. Lübnanlı direnişçiler İsrail askerlerini kaçırıyor ve sonrasında İsrail’in elindeki direnişçilerle takas gerçekleşiyordu. İsrail yönetimi tarafından prestij kaybı olarak değerlendirilen bu duruma çare olarak getirilen yönerge uyarınca bir İsrail askerinin rehin alınmasındansa öldürülmesi tercih edilir hale geliyor ve bu yönde adım atılıyordu. Az önce bahsettiğimiz Pesi Cohen evi örneğinde de bu durum yaşanmış, evde rehin alınan İsrail askerleri olduğu bilinmesine rağmen tank atışlarıyla ev yerle bir edilmiş ve sorun çözülmüştür! Benzer şekilde 7 Ekim saldırılarının ardından beraberinde rehinelerle Gazze’ye dönme yolunda olan çok sayıda araç, içinde İsrailliler olduğunun bilinmesine rağmen İsrail birliklerinde vurulmuştur.
Dahiya doktrini ise asimetrik savaş sırasında geleneksel savaş kriterlerinin geçerli olmayacağı yönündeki sava dayanır. Adını 2006 Lübnan Savaşı sırasında Hizbullah’ın karargâhının bulunduğu mahalleden alan doktrine göre düzenli ordu birliklerinden ziyade gerilla savaşı şeklinde savaşan düşmanı ortadan kaldırmak için sivil zayiatlar kabul edilir. 2006 yılındaki savaşta Dahiya’da mahallesi yoğun bombardıman altında kalmış ve çok sayıda sivil hayatını kaybetmişti.Bu doktrinin de günümüzde Gazze, Lübnan ve Suriye’de kullanıldığını biliyoruz.
Zorunlu askerlik ve ideolojik müdahale
Kanunlara göre 18 yaşından büyük tüm İsrail vatandaşları askerlik görevini zorunlu şekilde yerine getirmek durumunda. Sadece Arap vatandaşlara (Dürziler hariç) seçme şansı verilmiş durumda, bunun dışında dini, fiziksel ve psikolojik gerekçelerle görevden muaf olunabiliyor. Ultra ortodoks Haredi Yahudiler de askerlikten muafken Haziran 2024’de yürürlüğe giren yasayla onlara da zorunlu hale getirildi. 2015 yılından sonra erkeklerde mecburi hizmet süresi 32 ay olurken kadınlarda bu süre 24 ay. Bunun dışında profesyonel olarak orduda kalmak isteyenler de belirli sınavların ardından görevlerine devam edebiliyor. Zorunlu hizmetin ardından terhis olan askerlerin yedeklik dönemi başlıyor. Yedekler, 40 yaşına kadar üç yılda bir olmak üzere bir ay boyunca kışlada eğitim görüyor. Olası bir savaş durumunda aktif hale geliyorlar. İsrail Ordusunda Dürziler, Çerkezler ve Bedevilerin geleneksel varlıkları bulunmakta ve Yahudi olmayan bu azınlıklara orduda görev yapmaları için çeşitli ayrıcalıklar sağlanmaktadır. Son dönemde Etiyopyalı Yahudilerin İsrail’e yoğun şekilde göç etmeleriyle beraber bu topluluğun topluma entegrasyonunda silahlı birlikler de kullanılmıştır.
İsrail Ordusu yoğun bir radikal dinci-milliyetçi ideolojiye maruz kalmaktadır. Yaşadıkları devlet herhangi bir devlet değil, Yahudilerin tek anavatanı olarak görülmekte ve buna göre her şeyin üzerinde tutulmaktadır.
- Hiçbir şekilde kamuoyu nezdinde haber programlarında veya benzeri mecralarda askerî yenilgiler veya kayıplardan bahsedilmemektedir.
- Dini inanışlar ve dogmalar mutlak doğru olarak kabul edilmekte ve sorgulanmasına izin verilmemektedir. Benzer bir tutum ordu için de geçerlidir. Ordunun eksikleri veya hataları olsa da bunlar çok sınırlı şekilde gündem edilmekte, onun yerine askerlerin fedakarlıkları ve kahramanlıkları anlatılmaktadır.
- İsrail Ordusunun bir üyesiyseniz asla yalnız olmazsınız yönünde bir “dayanışma” sergilenmektedir. Öyle ki orduda “yalnız asker”lere yönelik destek programları vardır. “Yalnız asker” birinci derece aile bireylerini kaybetmiş veya onlar olmadan İsrail’e göçmüş kişileri kapsamaktadır. Bu kişiler için özel yardım hatları, özel uygulamalar ve destek programları mevcuttur.
- Son dönemde askere alınan Haredi Yahudilerine dini ayrıcalıklar tanınmakta, inanışlarına göre ikinci sınıf vatandaş olan kadınlarla temasları olabildiğince azaltılmakta ve “laik” askerlerden ayrı sosyalleşme ortamları yaratılmaktadır.
Her şeye rağmen yaşananlar İntihar eden asker, Eliran Mizrahi
Mizrahi meslekten bir asker değildi. Zorunlu askerlik görevini yapmış, inşaat sektöründe çalışan bir şantiyeciydi. 7 Ekim’in ardından İsrail kamuoyunda yayılan ideolojik atmosfere kapıldı, yedek olarak çağrıldığı birliğinde zırhlı dozer şoförü olarak görev yaptı. 6 ay boyunca Gazze’de yaşadıklarını yardımcı şoför arkadaşı “çok zordu” şeklinde özetliyor. Direnişçilerin sürekli ateşine maruz kalan Eliran, İsrail Ordusunun cephede yaptıklarına şahit oluyor, muhtemelen işlenen savaş suçlarının bizzat ortasında yer alıyordu. Zaten bu yüzden terhis olduktan sonra hemen travma sonrası stres bozukluğu tedavisi almaya başladı. Ancak İsrail toplumunda anlatılan “aynı gemideyiz” söyleminin yalan olduğu, tedavi sürecinde aksaklıklar, yeniden cepheye çağrılma, desteğin kesilmesi gibi olgularla ortaya çıkıyor. Dört çocuk babası Mizrahi de cepheden veya “katliamdan” tamamen kurtulduğunu düşündüğü bir anda yeniden silah altına alınmaya çağrıldığında, dozerle sivil cesetlerini inşaat hafriyatıymış gibi bir yerden bir yere atmaktansa canına kıymayı yeğliyor.
İsrail’de her türlü istatistik saklanıyor ve egemen ideolojiye uyumlu olacak şekilde değiştiriliyor. Buna rağmen her yıl 6 bin intihar girişiminden 500 tanesi başarılı oluyor, bu rakamların bir asker toplumunda yaşanıyor olması çok çarpıcı. Hele hele 7 Ekimden bu yana en az 15 bin yaralı İsrail askerinin iyileşmek için cephe gerisine çekildiği ve nekahat süreçlerinde benzer sorunlarla karşılacakları düşünüldüğünde.
Bir de 7 Ekim öncesinde orduda yaşanan protestolardan bahsedelim. Ülke çapında Netanyahu hükümeti karşıtı protestolar ve eylemler orduda da etkili olmuş, özellikle hava kuvvetlerinde bazı pilotlar Netanyahu için görev yapmayacaklarını dile getirip askeri görevlere çıkmayı reddetmişti. Bugün artık o ortamdan bahsetmek olası değil. Ancak yine de bu kadar güçlü bir militarist atmosferde hükümet karşıtı eylem yapma bilincinin olmuş olması tarihsel olarak bakıldığında önem taşıyor.
*
İsrail Ordusu bugün içindeki çelişkilere ve çatlaklara rağmen emperyalistlerin istediği şekilde işlemeye devam eden bir savaş makinası. Hem İsrail toplumuna hem de bölge halklarına yönelik bir zor aygıtı olan bu makinanın yenilmesi için ilk adım işgale karşı örülen direnişlerin kazanacağı başarılarla olabilecek.
İnsanlık eşitlik ve özgürlüğün hâkim olduğu komünist bir dünyaya doğru ilerleyecekse, bu yolun bir noktasında İsrail devletinin en azından mevcut hali yıkılmak zorunda.
Lenin’in, Emperyalizm eserinde, bu olguyu “kapitalizmin en üst aşaması” olarak tanımlarken yaptığı en temel vurgulardan biri, üretimin dünya çapında toplumsallaşmasının benzersiz bir düzeye ulaşmış olmasıydı. Öte yandan üretim uluslararası düzeyde toplumsallaşsa da mülk edinme özel kalmaya devam etmekte, özel ekonomi ve özel mülkiyet ilişkileri toplumsallaşan üretimi (yani emeği) kuşatan, içinde çelişki biriken bir kabuk olarak varlığını sürdürmekteydi.1
Tekelleşmiş ve emperyalist bir karakter kazanmış sermayenin öbeklendiği bir avuç emperyalist ülke, tüm dünya çapında emek gücünü, doğal kaynakları ve pazarları paylaşmış; dünya 19. yüzyılın sonlarından itibaren artık ancak “yeniden paylaşılabilir” hale gelmişti. Lenin eserini yazdığı sırada, söz konusu emperyalist güçler iki düşman kampta toplanmış ve bu yeniden paylaşım için birbirleriyle amansız bir savaşa tutuşmuştu.
İnsanlık bu emperyalist kıyıcılığa Büyük Ekim Devrimi ve Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’nin kuruluşu ile cevap verdi. 1917 Ekiminde açılan “Kısa Sovyet Yüzyılı” boyunca emperyalist tahakküm ve yayılmacılık kuşkusuz ortadan kalkmadı; ancak Sovyetler Birliği’nin güçlenmesinin, bilhassa da 2. Dünya Savaşı’nı kazanmasının etkisiyle bu tahakkümün açık politik biçimi olan sömürge yönetimleri dağıldı ve devasa nüfusların yaşadığı coğrafyalarda bir kısmı sosyalist olan bağımsız ülkeler kuruldu.
Bu ülkelerin pek çoğunda sosyalizm 1980’lerin sonundan itibaren karşı devrimlerle yıkıldı ve emperyalist kapitalizm tekrar dünya çapındaki tek sistem olarak egemenliğini tesis etti. Ne var ki, reel sosyalizmin yıkılmasının ardından, emperyalistlerin başka ülkeleri sömürgeleştirerek tamamen inhisarına alması ve rakip emperyalistleri bu ülkelerin pazarından, emek gücünden ve doğal kaynaklarından mahrum bırakması pratiği tekrarlanmadı. Dünyanın paylaşımına çok “rijit” bir karakter kazandıran ve emperyalistler arası rekabeti kaçınılmaz biçimde fetih savaşlarına doğru sürükleyen bu sistemden farklı olarak, Sovyet sonrası dünyada ülkeler kâğıt üzerinde egemenliğini korudu. Ne var ki, borç krizlerinin ardından dayatılan IMF yapısal uyum programları, Dünya Ticaret Örgütü tarafından ilerletilen serbest ticaret doktrini, Avrupa Birliği ve NATO genişlemesi gibi “barışçıl” süreçler; bunlar işe yaramadığında ise çok uluslu güçler tarafından yapılan askeri operasyonlarla, her ülke tek bir emperyalist ülkeden ziyade daha genel anlamda emperyalist sisteme çok daha derin bağlarla eklemlendi ve bu manada ekonomik bağımsızlığını yitirdi. Ülkelerin meta ve sermaye dolaşımına tamamen açık hale geldiği bu sürece, emperyalist ülkelerdeki sanayi sermayesinin önemli bir bölümünün meta üretimi amacıyla başta Çin olmak üzere ucuz emek coğrafyalarına ihracı ve bu harekete ters yönde bir emek göçü eşlik etti.
Düzenin egemen ideolojisinde “küreselleşme” olarak adlandırılan bu süreç, meta üretiminin uluslararasılaşması açısından da yeni bir toplumsallaşma düzeyine ulaşılması anlamına geldi. Günümüz dünyasında artık, son kullanıcı tarafından satın alınmış ve dolaşım sürecini tamamlamış neredeyse hiçbir metanın değer zincirinin tek bir ülkede başlayıp bitmiş olması mümkün değildir. Emperyalist sistemin Sovyetler Birliği’nin yıkılmasından bu yana ulaştığı entegrasyon düzeyi, her bir emperyalistin esasen kendi sömürgeleriyle bloklaştığı 1914 öncesi durumdan çok daha ileridir.2
Bunun yanı sıra, sistemde toplam sermaye birikimi öylesine artmış durumdadır ki, klasik emperyalist ülkeler (ABD, İngiltere, Almanya, Fransa ve Japonya) dışında bir dizi ülke, bu karmaşık entegrasyon düzeyinin yarattığı zorunlulukları ve olanakları kullanarak, yani “oyunu kurallarına göre oynayarak” kendi emperyalist girişimlerini ilerletebilmekte ve emperyalist rekabeti şiddetlendirerek sistemde önemli birer ek çelişki kaynağına dönüşmektedir. Bu kategoride, hiç şaşırtıcı olmayacak bir biçimde, sosyalizm çözülürken arkasında bıraktığı merkezi devlet aygıtının bütünlüğünü koruyabilmiş olan Çin ve Rusya başı çekmektedir; ancak Hindistan, Brezilya, Arjantin ya da Türkiye gibi, kapitalist üretim biçiminin gelişkin olduğu her ülke potansiyel bir kriz kaynağıdır.
Emperyalist entegrasyonun emperyalist ülkelerde kapitalizmin ulusal işleyişi açısından sonuçları
İnceleme nesnemiz olan İsrail’e geçmeden önce, buraya kadar çizdiğimiz çerçeveden yola çıkarak, bugün emperyalist sistemin sahip olduğu ve konumuz açısından önemli kimi hâkim çelişki ve karakteristikleri not etmemiz iyi olacaktır:
Birincisi, mevcut entegrasyon düzeyinde kapitalizmin yapısal işleyişi tek bir ülkeye bakarak anlaşılamaz. Marx’ın Kapital eserinde ortaya koyduğu, sermaye birikiminin ve buna bağlı olarak kapitalist üretim biçiminin işleyiş prensipleri, kapitalizmin emperyalist aşamasında esasen uluslararası bir karakter kazanmıştır. Emperyalist sistem, kapitalizmin tüm çelişkilerini, ulus devletler arasında dünya çapında bir işbölümü yaratarak (ve bunu yaparken üzerine yeni çelişkiler ekleyerek) yeniden üretmektedir. Bu ortamda tek bir ulus devlete bakıldığında kitaba hiç uygun olmayan şeyler görmek mümkündür. Örneğin pek çok gelişkin kapitalist ülkeye bakıp “işçi sınıfı tarih oldu” saçmalığı dillendirilebilmektedir; çünkü artı değerin fiziki üretimini gerçekleştiren sanayi sermayesi, kaynağı bu ülkeler olsa da üretim faaliyetini başka coğrafyalarda gerçekleştirmektedir. Ya da İsviçre kapitalizmi, olağanüstü bir sermaye birikimine ve Nestlé, Roche, Novartis gibi büyük sanayi tekellerine kaynak olmakla beraber, esasen burjuvazinin dünya çapındaki “soru sormayan ve mevduat sahibinden başka kimseye hesap vermeyen bankeri” rolünü üstlenmiştir. Kapitalizmi sadece bu ülkeye bakarak anlamaya çalışırsanız, onu tefecilik ve kara para aklamadan (ve kayak yapmaktan) ibaret zannedebilirsiniz.
İkincisi, bu uluslararası işbölümünün karmaşıklığı ve diğer yandan artık sömürge tipi, ulusal egemenliği ortadan kaldıran tahakküm biçimlerinin kurulamıyor olması, artı değer üretimini ucuz emek coğrafyalarına kaydıran emperyalist ülkelerin kapitalizmin uluslararası işleyişi üzerindeki kontrol yeteneklerini zayıflatmıştır. Lenin’in Emperyalizm eserinde Hobson’dan aktardığı şu pasaj önemli ölçüde gerçekleşmiş ama sonuçları klasik emperyalist ülkeler açısından zannedilenin aksine pek hayırlı olmamıştır:
“Önümüzdeki olasılıklar, Batı ülkelerinin daha geniş bir birliğinin habercisi, Büyük Güçlerin Avrupa Federasyonu: Bu federasyon, dünya uygarlığı davasını ileri taşımayacaktır, Batı asalaklığının ortaya koyduğu büyük bir tehlike anlamına gelebilir: Üst sınıfları Asya ve Afrika’dan büyük haraçlar alan, ve bu haracın yardımıyla, kitlesel tarım ve sanayi ürünleri üretimine dahil olmayan, yeni bir mali aristokrasi denetiminde kişisel hizmetler ya da ikincil sanayi ile uğraşan itaatkâr işçi ve memur kitlelerine sahip bir grup ileri sanayileşmiş ülke anlamına gelir. Böyle bir teoriyi (beklentiyi denmeliydi), dikkate almaya değmeyeceğini ileri sürerek küçümseyenler, günümüzde Güney İngiltere’nin şimdiden bu duruma gelmiş bulunan bölgelerinin toplumsal ve iktisadi koşulları üzerinde düşünsünler. Çin’in, dünyanın gördüğü en büyük potansiyel rezervden, Avrupa’da tüketmek üzere kâr çıkaracak olan finans grupları, yatırımcılar, siyasi ajanlar ile ticaret ve sanayi çalışanlarının iktisadi kontrolüne tabi olması durumunda sistemin ulaşabileceği devasa boyutları düşünsünler. Elbette durum fazlasıyla karmaşık ve dünya güçleri arasındaki oyunlar, geleceğin yalnızca tek bir doğrultuda canlandırılması için fazlasıyla hesap edilemez durumda. Ama günümüzde Batı Avrupa emperyalizmini yöneten etmenler bu yöne doğru gidiyor ve karşı çıkılmadıkça veya gidiş yönü değiştirilmedikçe, sürecin böyle bir sona doğru ilerlemesini sağlıyorlar.”3
Hobson’un öngörüsünün isabetliliğine bugünden geriye doğru bakıldığında bir kehanet yeteneğine sahip olduğu düşünülebilir, ama aslında perşembenin gelişi çarşambadan bellidir. Daha önemlisi ise, bir burjuva ideologu olan Hobson’un, “Çin egemen ve bağımsız bir güç olursa ne olur?” sorusunu hiç sormamış olmasıdır. Ne var ki, emperyalist kapitalizmin sömürgeci eğilimine karşı emekçi insanlığın Büyük Ekim Devrimi’yle başlayan kalkışması, henüz başarıya ulaşmamış, hatta önemli bir gerileme yaşamış olsa da düzeni çok daha çelişkili hale getirmiş; klasik emperyalist ülkelerin, kapitalist üretimin işçi sınıfı üzerindeki yıkıcı etkisi başta olmak üzere çelişkilerini yoksul coğrafyalara ihraç etme ve merkezde Roma gibi asalak bir sefahat. cenneti yaratma çabası düzenin bir bütün olarak kararsızlaşmasıyla sonuçlanmıştır.
Üçüncüsü, Lenin, Hobson’un emperyalist merkezlerde işçi sınıfının “kişisel hizmetler ya da ikincil sanayi ile uğraşan itaatkâr işçi ve memur kitlelerine” dönüşeceği vurgusunu (Marx’ın Hegel’e yaptığına benzer bir biçimde) materyalist bir zemine oturtur ve “işçi aristokrasisi” kavramını öne sürer. Buna göre, emperyalist tekeller yoksul ülkelere ihraç ettikleri sermayeden o denli büyük bir uluslararası kâr sağlamaktadır ki, bunun bir kısmını sermaye birikimine dahil etmek yerine kendi ülkelerindeki işçi sınıfını (ya da en azından onun bir bölümünü) satın almak için kullanmaları onlar açısından makul bir politik tercihe dönüşmüştür.4
Bunun sonucunda emperyalist merkezlerdeki işçi sınıfının, bilhassa da eğitimli işçilerin emperyalist sermayeden dökülenlerden zenginleşerek orta sınıflaşması, yukarıda işaret ettiğimiz “Romalaşma” halinin tamamlayıcısıdır. Dünya kapitalizminin bütünselliğinden bakıldığında, bu ülkelerde orta sınıf öyle genişlemiştir ki, bazı durumlarda (bilhassa Hollanda, Belçika gibi küçük nüfuslu emperyalist ülkelerde) yurttaşların tamamını kapsar hale gelmiştir. Emperyalist ülkelerdeki bu genişlemiş orta sınıf, objektif olarak, yükselmiş yaşam koşullarını Lenin’in “kupon kesmek” olarak adlandırdığı emperyalist zenginlik transferine borçludur. Yani mevcut konforlu ve ayrıcalıklı yaşamını sorgulayacak bir devrimci eylemliliğe yönelmediği ve statükoyu korumaya çalıştığı müddetçe, suç ortağıdır.
Yoksul coğrafyalardan bu merkezlere akın eden ve yurttaşların sahip olduğu pek çok haktan yoksun bir biçimde bu ülkelerdeki toplumsal yapının en altına yeni bir katman olarak yerleşen göçmen işçiler ise hem bu eğilimi güçlendirmekte hem de yeni çelişkiler yaratmaktadır.
Emperyalist rekabetin bir sonucu olarak İsrail5
2. Dünya Savaşı sonunda İsrail’in yaratılması, emperyalist kapitalist sistemde Yahudi sermayesi açısından uzun yıllardan beri birikmekte olan bir dizi çelişkinin çözümüne yönelik bir politik girişimdi.
Süreç, maddi kaynaklarıyla birlikte kısaca şöyle özetlenebilir:
Kapitalist üretim biçiminde sermaye birikiminin en önemli dinamiklerinden biri sermaye sınıfının iç mücadelesi olan rekabettir. Ne var ki, rekabet asla liberallerin iddia ettiği üzere serbest piyasanın görünmez elinin tanrısallığı ve dokunulmazlığı altında işleyen, “en iyi olan kazansın” centilmenliğinin herkesçe benimsendiği kurallı bir mücadele değildir. Rekabet çelişkili ama sermaye birikiminin mantığına gayet uygun bir biçimde, hem gönüllü öbekleşmeler hem de el koyma ve mülksüzleştirme yoluyla sermaye merkezileşmesi, yani tekelleşme yaratır. Tekel ise sadece ekonomik değil, bundan ayrılamayacak biçimde aynı zamanda politik güç demektir; zira tekelleşme yarışında önde giden sermaye öbekleri devlet aygıtının işleyişinde de daha fazla söz sahibi olur. Böylece kapitalizmi emperyalist aşamasına taşıyan temel dinamik olan tekelleşme, oyununun hakemi kılığındaki devleti de güçlü sermayeden yana taraflı hale getirir.
Tüm tarihi boyunca etnik ve kültürel açıdan “vatansız” olmuş olan Yahudi halkına mensup burjuvalar kapitalizmin ortaya çıkış ve yükseliş dönemi boyunca diğer tüm sınıfdaşları gibi sermaye biriktirmiş; kapitalizm 19. yüzyılın sonlarında emperyalist aşamasına ulaşırken bazı Yahudi sermaye grupları da emperyalist ölçekte faaliyet gösterecek sermaye birikimine ulaşmıştı. Örneğin dört ülkeye (İngiltere, Fransa, Avusturya ve İtalya) yayılmış olan Rothschild finans sermayesi, kapitalizmin emperyalist aşamasının en sembolik projelerinden biri olan Süveyş Kanalı’nın finansmanını üstlenmişti ve sermayesini esasen, Lenin’in de emperyalizmin gelişmesi açısından çok önemsediği, metaların uluslararası dolaşımını kolaylaştırarak üretiminin de uluslararasılaşabilmesini sağlayan ulaştırma projelerine, bilhassa da demiryolu projelerine finansman sağlayarak biriktiriyordu.
Ne var ki Yahudilik, “tanrı tarafından seçilmiş millet” anlatısıyla sermaye öbekleşmesine ideolojik zemin sağlamaya çok uygun bir din olsa da önemli bir eksiklik vardı: Bu öbekleşmenin çatısını sağlayacak ve onu ihtiyaç duyduğu şiddet aygıtıyla donatacak bir Yahudi devleti.
Kapitalizmin emperyalist aşamasına ulaşmasıyla birlikte yükselen Siyonizm, tekelleşmiş Yahudi sermayesinin bu eksikliğini gidermeye yönelik bir emperyalist projeydi. Theodor Herzl, 1896’da yazdığı ve Siyonizmin temel metni kabul edilen Yahudi Devleti’ni bu yüzden Yahudi sermayesinin o dönemdeki en büyük temsilcisi olan Rothschild ailesine hitap olarak tasarlamıştı.6
Herzl’ın projesi o dönemde pek destek görmedi, zira henüz koşullar bir Yahudi devletinin kuruluşunu dayatmıyordu. Bunu Yahudi sermayesi açısından bir zorunluluk haline getiren, öncesinde Nazizmin yükselişini de kapsayacak biçimde 2. Dünya Savaşı oldu. Nazilerin Yahudi mal varlıklarına el koyma ve bunu Alman sermayesine aktarmaya yönelik Aryanizasyon politikası, Yahudi sermayesine, ne kadar uluslararasılaşırsa uluslararasılaşsın emperyalizm çağında bir devlet aygıtına sahip olmamanın rekabette nasıl korkunç sonuçları olabileceğini göstermişti: Nazizmin yayıldığı coğrafyada yerleşik olan Yahudi büyük burjuvazisi, Holokostta can veren milyonlarca yoksul Yahudi emekçi ve Yahudi küçük burjuvanın aksine kaçıp canını kurtarmış; ama onu sınıfsal olarak tanımlayan, dolayısıyla varoluşu açısından canından daha kıymetli olan maddi zenginliğini büyük ölçüde arkada bırakmak zorunda kalmıştı (örneğin Rothschild ailesinin Avusturya’daki kısmı tüm mal varlığını yitirmişti). Dahası, Yahudi burjuvazisinin Doğu Avrupa’dan kaçan bölümü için, sermayelerini kısmen kurtarabilmiş olsalar da artık geri dönebilecekleri bir ülke yoktu: Sovyetler Birliği’nin zaferi Yahudi sermayesi açısından ırkçılıktan çok daha büyük bir tarihsel tehdit olan, Siyonizmin başlıca düşman olarak tanımladığı7 sosyalizmi bu coğrafyaya taşımıştı. Dolayısıyla bu sermayedarlar ya sakatlanmış sermayeleriyle, kapitalizmin gayet gelişkin ve sermaye birikiminin çok güçlü olduğu Batı ülkelerinin zorlu rekabet koşullarında hayatta kalmaya çalışacak ya da kendilerine yeni bir ülke bulacaktı.
Öte yandan, bir de büyük ve geçici fırsat penceresi mevcuttu. Holokost’un savaşın bitiminde tüm boyutlarıyla görünür hale gelen dehşeti, çilekeş Yahudi halkı adına yapılıyor olduğu iddia edilebilecek herhangi bir eyleme büyük bir meşruiyet alanı açmıştı.
İsrail, 2. Dünya Savaşı’nın sonunda, bu meşruiyet penceresi istismar edilerek, tarihin akışı ve insanlığın ilerleyişinin tam tersi istikamette gerici bir çerçevede kuruldu. Sömürge imparatorlukları nihai olarak çökerken sömürgeci anlamda yerleşimci, fetih ve ilhak tarihte en kesin biçimde reddedilirken fetihçi ve ilhakçı, modern devletin laiklik ilkesi tüm dünyada yaygınlık kazanırken din temelli, soykırım insanlığa karşı işlenebilecek en büyük suç mertebesine yükseltilirken soykırımcıydı.
Kuruldu ve yaşatıldı, çünkü sadece Yahudi sermayesi değil, genel olarak emperyalist sermaye açısından işlevli olacaktı.
İsrail’in emperyalist sistemdeki işlevi
İsrail yadsınamaz biçimde dışarıdan mali destekle kurulmuştur. Kuruluş dönemi olarak görebileceğimiz 1948-1965 yılları arasında İsrail’e dış kaynaklardan 8,33 milyar dolar kaynak aktarılmıştır8 ve bu rakam, dönem boyunca doların hiç enflasyon görmediği düşünülse dahi, İsrail’in 1965 senesindeki GSYİH’sinin yaklaşık iki katına tekabül etmektedir.9 İlk yıllarda bu eğilim daha da belirgindir; örneğin 1949-1954 yılları arasında yaklaşık 2 milyar dolar düzeyinde olan İsrail’in dış harcamalarının yalnızca 420 milyon doları, yani dörtte biri İsrail’in cari gelirleri ile finanse edilmiş, geri kalan 1,6 milyar dolar sermaye transferi ve borçlarla kapatılmıştır ve bu meblağın yarısı ABD kaynaklıdır.10
Öte yandan bu dış destekte Yahudi sermayesinin önemli payı olsa da İsrail’in “Yahudi sermayesi tarafından kurulduğunu” söylemek mümkün değildir. Yukarıda bahis konusu 8,33 milyar doların 2,87 milyar doları “Yahudi örgütleri, kişiler ve Yahudilere ait özel vakıflar” tarafından aktarılmıştır11, dolayısıyla bunun bir bölümünün hiç de sermayedar denemeyecek ve yaşanan acılar karşısında dindaşlarına yardım etmeyi kendisine görev bilen sıradan insanlar olduğunu tahmin etmek zor değildir.
Bugün de Yahudi sermayesinin İsrail’i kendi asli ülkesi olarak gördüğü söylenemez. 2022 yılında Forbes İsrail’in yayınladığı listeye göre, dünyadaki 267 Yahudi dolar milyarderinden yalnızca 60’ı İsrail’de oturuyordu. Bunlardan en zengin 20 tanesinin hiçbiri İsrail’de yerleşik değildi, en zengin elli tanesinin yalnızca dördü (babaları Sami Ofer’in mirasına konmuş olan Eyal ve İdan Ofer ile çevrimiçi oyun şirketi Playrix’in kurucusu Dmitri ve İgor Bukhman biraderler) İsrail’de oturuyordu ve Yahudi dolar milyarderlerinin toplam serveti içerisinde İsrail’de oturanların payı yüzde 10’u bile bulmuyordu.12
Yani, Yahudi sermayesi söz konusu olduğunda, Siyonist İsrail projesinin esasen ABD’de yerleşik olan emperyalist Yahudi sermayesinden ziyade 2. Dünya Savaşı’nda mahvolan Yahudi sermayesi için bir anavatan inşası olduğu açıktır. Sermayenin, düşeni yemenin başlıca kanunlardan biri olduğu rekabet dünyasında kimse kimseye böyle bir hayır işlemeyeceğine göre, İsrail’in kuruluşu ve varoluşunun mantığı başka yerde aranmalıdır ve şu pasajdaki vurgu yüzde yüz doğrudur:
“İsrail ekonomisi tamamen Siyonizmin ve yerleşimci toplumun Orta Doğu’da bir bütün olarak yerine getirdiği özel politik ve askeri rol üzerine kurulmuştur. İsrail, Orta Doğu’nun geri kalanından izole bir şekilde ele alındığında, sermaye girişinin yüzde 70’inin ekonomik kazanç amaçlı olmaması ve kârlılık arayışından bağımsız olması gerçeğinin bir açıklaması yoktur.”13
Bu mantık, askeri harcamalar verilerine bakıldığında görülmektedir. Her yıl yayınlanan Stockholm Uluslararası Barış Araştırmaları Enstitüsü (SIPRI) Askeri Harcamalar Endeksini14 açıp, 1948 yılından bu yana ülkelerin yaptığı harcamaların GSYİH’lerine oranının ortalamasını aldığınızda ve kişi başına milli geliri yılda 626 dolar olan Eritre’yi liste dışı bıraktığınızda, İsrail’in yüzde 12 ortalama ile dünyada milli gelirinin en büyük bölümünü savaşa harcayan ülke olduğu ortaya çıkıyor. Listeyi aşağı doğru takip ettiğinizde yedi Orta Doğu ülkesini daha (sırayla Umman, Suudi Arabistan, Ürdün, Suriye, Kuveyt, Katar, Irak) geçiyor ve sonra, dokuzuncu sırada dünyanın en büyük şiddet potansiyelini elinin altında tutan emperyalist egemen ülke ABD’ye varıyorsunuz.
İsrail’in askeri harcamalarının ortalama yüzde 15’i doğrudan ABD tarafından karşılanıyor. Hibe niteliğindeki bu transferin büyük bölümü FMF (Foreign Military Financing – Yabancı Askeri Finansman) çerçevesinde parasal olarak iletiliyor ve tek şart İsrail’i bu parayla ABD’de üretilen askeri ekipman ve hizmetler satın alması. Ayrıca ABD, zor anlarda İsrail’in savunmasına olağanüstü katkıda bulunmaktan geri durmuyor. Örneğin 2023’te 3,9 milyar dolar olan askeri yardım, 2024 yılında şimdiden 12,5 milyar dolara ulaşmış durumda. Yani ABD, İsrail’in halihazırda yürütmekte olduğu soykırım ve ilhak savaşını doğrudan finanse ediyor.15
Tüm bunlar bize, İsrail’in emperyalist dünya sistemindeki işlevine dair ipuçları veriyor.
Kuşkusuz, 2. Dünya Savaşı’nın ardından, Yahudi halkının Nazilerin elinde yaşadığı zulmün yaralarının bir ölçüde sarılması ve güvenliğinin sağlanması için bir ülke sahibi olması gerektiği emperyalist olmayan, sol bir çerçeveden de kolaylıkla savunulabilecek ve tartışılabilecek bir pozisyondu. Öte yandan, emperyalizm var olduğu müddetçe dünyanın hiçbir yerinde barış kalıcı olamayacağı için, tabii ki emperyalistlerin müdahil olduğu herhangi bir “çözüm” süreci yeni çelişkiler ve çatışma ihtimalleri yaratırdı. Ne var ki, emperyalizm büyük bir oldubittiyle Siyonist İsrail projesini hayata geçirdi. Böylelikle Yahudi devleti, hem işgal ettiği topraklarda yaşayan vatanı elinden alınmış Filistin halkına hem de bunun yarattığı bölgesel gerilimlerin bir uzantısı olarak çevresindeki ülkelere sürekli şiddet uygulamak zorunda olacağı; bu şiddeti uygulama becerisine her an sahip olmaksızın ve sık sık uygulamaksızın varlığını sürdüremeyeceği bir biçimde kuruldu.
Dolayısıyla, Türkiye’deki emperyalizm sevdalıları tarafından da sık sık dillendirilen “savaşmadan duramayan barbar Araplar” teranesinin bir gerçekliği bulunmuyor. Orta Doğu’da yaşanan çatışmaların tamamı emperyalist kışkırtmalardan, büyük bölümü de doğrudan doğruya kendisi bir kışkırtma olan İsrail’in varlığından kaynaklanıyor. Bu küçük ama bir savaş makinesi olarak tasarlanmış ülke, kurulduğu günden bu yana Orta Doğu’yu sürekli ya savaş ya yakın savaş halinde tutuyor. Bu süreklileşmiş gerilim, bölgenin ve bölgedeki ülkelerin istikrar kazanmasını imkânsız hale getiriyor, ayrıca her ülkeyi daha fazla silah harcamasına yönlendiriyor. Böylelikle emperyalist sömürgeciliğe dair anıların halen taze olduğu, bir kısmı İsrail ile aynı yıllarda, bir kısmı ise 1930’larda ulusal bağımsızlıklarını kazanmış ülkelerden oluşan ve dünya petrol fiyatını belirleme olanağına sahip bu kritik coğrafya, emperyalizm tarafından doğrudan tahakküm kurulmaksızın çok daha etkin biçimde manipüle edilebiliyor ve yönetilebiliyor.
Sonuç: Emperyalizmin kısır karnından ölü doğmuş, çürüyen bir toplum
İsrail, İsviçre gibi bir ülke. Emperyalist sistemin bütünselliğine bakmadan değerlendirdiğinizde, kapitalizmi nasıl sadece İsviçre’ye baktığınızda kara para aklamacılıktan ibaret zannederseniz, sadece İsrail’e baktığınızda da katliamcılıktan ibaret zannedersiniz.
Öte yandan emperyalist kapitalizm ikisi de olmadan yapamaz. Dolayısıyla bu işlerde uzmanlaşmış, kural kanun dinlemeyen ülkelerin bulunması emperyalist sistemin işleyişine uygun ve onu kolaylaştıran, zorunlu ama sevimsiz işlerin sistemin bütünü pek meşruiyet kaybına uğramadan halledebilmesini sağlayan bir durumdur.
Böyle insanlık dışı bir misyonla varlığını sürdüren bir ülkenin toplumu da doğal olarak buna göre çürür.
İsrail’in nüfusu, dünyanın çeşitli yerlerinden ekonomik nedenlerle ya da maruz kaldıkları ayrımcılıktan dolayı, ülkenin resmi olarak kuruluşundan önce ya da sonra bu coğrafyaya göç eden Yahudilerden ve onların çocuklarından oluşuyor. Burada üç büyük öbek göze çarpıyor: Doğu Avrupa’dan, bilhassa 2. Dünya Savaşı sonrası göçenler, Arap ülkelerinden, bilhassa İsrail’in kuruluşundan sonraki yoğun savaşlı dönemde göçenler ve Sovyetler Birliği dağıldıktan sonra Rusya ve Ukrayna’dan göçenler.16 Bu üç öbek arasındaki ayrım çizgileri, aynı zamanda toplumun sınıfsal ve fonksiyonel işbölümü öbeklerini de belirliyor. Doğu Avrupa’dan göçenler, hem en belirgin “kurucu” öbek olduklarından, hem tarihsel olarak daha eğitimli ve zengin arka planlardan geldiklerinden, yeni ülkenin egemen sınıfını, profesyonel beyaz yakalılarını ve siyasetçilerini oluşturmuş durumda. İkinci öbek, İsrail’in kuruluşundan sonra Arap ülkelerinde yükselen öfkeden kaçarak, genel olarak da daha yoksul bir arka plandan gelenlerden oluşuyor. Bu öbek İsrail’de de toplumun görece yoksul, mavi yakalı işlerde çalışan kesimini oluşturuyor; ama daha önemlisi, İsrail’e göç etmelerinin sonucunda yaşam standartlarında önemli bir yükselme yaşıyor.17 Benzer bir durum, Rusya ve Ukrayna’dan, önce karşıdevrimden sonraki karanlık on yılda kitlesel biçimde yaşanan, devamında yavaşlayan ancak iki ülke arasında tırmanan gerilimle birlikte tekrar hızlanan göçte de görünüyor.18
Dolayısıyla İsrail toplumunda herhangi bir kapitalist toplumda olması beklenen sınıfsal eşitsizlikler mevcut, bunlar etnik bir bağlantıya da sahip.19 Bu eşitsizlik İsrail ordu hiyerarşisinde de yeniden üretiliyor.20 Buna rağmen, İsrail’in yoksulları, kendi konumlarını dünyanın genelindeki yoksullarla, bilhassa da yanı başlarında yaşayan, pencerelerinden baktıklarında bombalandıklarını seyredebildikleri Filistinlilerin sefaletiyle karşılaştırdığında, sahip oldukları tartışmasız biçimde yüksek refah düzeyi onları statükoya bağlıyor. Bu bağlamda, İsrail işçi sınıfı, makalenin başlarında alıntıladığımız “işçi aristokrasisi” soyutlamasına tam anlamıyla uygun hareket ediyor. Ve yine yukarıda tartıştığımız çerçevede, bu işçi aristokrasisi, hiçbir Yahudi işçinin kabul etmeyeceği sömürü koşullarında çalışan Filistinli işçiler başta olmak üzere giderek genişleyen bir göçmen işçi katmanının varlığı ile toplumsal hiyerarşide alttan destekleniyor.21
Bu sınıf uzlaşması, İsrail’in kuruluşundan, hatta daha öncesinden beri bilinçli bir biçimde ve titizlikle, sürekli yeniden üretildi. Bunun en önemli kurumu olan ve 1920’de kurulan, kurulduğu tarihten itibaren İsrail’deki işçilerin sendikal örgütlenmesinin neredeyse tamamını içeren ve Siyonist korporatizmin taşıyıcısı olan Histadrut, daima İsrail devletinde çok önemli bir yere sahip oldu. Öyle ki, Histadrut’un 1921-1935 yılları arasında görev yapan kurucu genel sekreteri, aynı zamanda İsrail’in ilk başbakanı olacak David Ben-Gurion’du. Ben-Gurion dışında Levi Eshkol ve Golda Meir gibi pek çok kurucu siyasetçi de Histadrut’tan çıkmıştı.22
Öte yandan, İsrail’in ayrıcalıklı Yahudi işçi sınıfı, ülkenin uğursuz misyonuna sadece refahtan pay alarak ve sessizce onay vererek dahil olmuyor. İsrail devleti, kendisiyle benzer zenginlik düzeyinde başka hiçbir ülkede görülmeyen yaygınlıkta bir askeri ve bürokratik örgütlenmeye sahip. Toplumun çok büyük bir bölümü, en azından hayatının bir döneminde Filistinlilere yönelik baskıda fiili bir rol üstleniyor. Buna ek olarak pek çok İsrailli Gazze ve Batı Şeria’da Filistinlileri silah zoruyla kovup evlerini ve topraklarını gasp ediyor ve bunu yaparken sadece bir devlet şiddetinin parçası olmuyor, aynı zamanda bireysel olarak zenginleşiyor.
Dolayısıyla, sıradan İsrail vatandaşlarının İsrail devletinin yürüttüğü katliamları sahiplenen, öven, bu insanlık dışı eylemlerle lümpen biçimlerde böbürlenen tavırları, ne kadar iğrenç olursa olsun şaşırtıcı değil. Zira bu ülkede işçi aristokrasisinin varlığı çok daha aktif bir suç ortaklığına dayanıyor.
Emperyalist sistemin bütünselliğinden bakıldığında İsrail, Orta Doğu’da süreklileşmiş bir kanlı şiddet atmosferi yaratmak için kuruldu ve gerek askeri gerekse ekonomik açıdan emperyalist sistemin işlerliğine bağımlı varlığı da bu misyonu yerine getirmeye devam etmesine bağlı. Bu ülkenin, işlediği suçların ölçeğinin ötesinde bu suçlara kaynaklık eden ontolojisinin mantığından dolayı varlığının sürmesi emekçi insanlığın çıkarlarına taban tabana zıt ve rehabilite edilmesi mümkün değil. İnsanlık eşitlik ve özgürlüğün hâkim olduğu komünist bir dünyaya doğru ilerleyecekse, bu yolun bir noktasında İsrail devletinin en azından mevcut hali yıkılmak zorunda.
İşte bu yüzden, İsrail ile Filistin arasındaki savaş gerçekten de sınıf savaşı. İşçi sınıfının dünya çapında güçlenmesi için, kendi vatandaşı olan işçilerin de büyük ölçüde desteğini alan İsrail devletinin yenilmesi ve işlediği suçların hesabını vermesi gerekiyor.
Tıpkı Nazi Almanyası gibi.
- 1.V.I. Lenin, Kapitalizmin En Üst Aşaması: Emperyalizm, çev. Levent Özübek, İstanbul: Yazılama Yayınları, 2019, s.28 ve 133.
- 2.İhracatın üretime oranı, üretimin uluslararası anlamda toplumsallaşmasına dair iyi bir göstergedir. Şu kaynakta yer alan ikinci grafikten (Grafik başlığı “Value of exported goods as a share of GDP” – İhraç edilen malların değerinin GSYİH’ya oranı), bu göstergenin emperyalizmin ortaya çıkış dönemi (1871-1913), iki savaş arası dönem (1914-1945), Keynesçi dönem (1946-1972), neoliberalizmin birinci dönemi (1973-1991) ve neoliberalizmin Sovyet sonrası ikinci dönemi (1992- günümüz) dönemlerindeki seyri arasındaki farklılıklara bakılabilir: https://ourworldindata.org/trade-and-globalization (Erişim tarihi 10.11.2024). Görüleceği üzere Sovyetler Birliği’nin yıkılmasının ardından gelen entegrasyon sürecinde meta ticareti, emperyalizmin ilk dönemine göre yalnızca çok daha yüksek bir düzeyde gerçekleşmemiş, aynı zamanda çok daha dinamik bir seyir izlemiştir.
- 3.Hobson’dan aktaran Lenin, Emperyalizm, s.109.
- 4.Lenin, Emperyalizm, s.16.
- 5.Bu alt başlıkta Yahudi sermayesinin birikimi ve Siyonizmin yükselişi süreçlerine konumuzun gerektirdiği kadarıyla özet olarak değineceğiz; Gelenek’in bu sayısında Orhan Gökdemir ve Erdal Topparmak’ın makaleleri bu meseleyi çok daha detaylı biçimde ele alıyor. Erdal Topparmak, “107 Yıllık Sahtekarlığın Belgesi: Balfour Deklarasyonu”; Orhan Gökdemir, “İsrail’in Arkasındaki Asıl Güç: Yahudi Büyük Sermayesi”, Gelenek 164, 2024.
- 6.Topparmak, age.
- 7.Topparmak, age.
- 8.Galina Nikitina, The State of Israel: A Historical, Political and Economic Study, Moskova: Progress Publishers, 1973, s.280-281.
- 9.https://data.worldbank.org/indicator/NY.GDP.MKTP.CD?end=2023&locations=… (Erişim tarihi: 10.11.2024).
- 10.Galina, agy.
- 11.Galina, agy.
- 12.“The World’s Jewish Billionaires”, Forbes Israel, 2 Şubat 2023, https://forbes.co.il/e/rankings/2022-jewish-billionaires/ (Erişim tarihi: 10.11.2024).
- 13.Haim Haneghi, Moshe Machover ve Akiva Orr, “The Class Nature of Israeli Society”, New Left Review I/65, Ocak/Şubat 1971, https://newleftreview.org/issues/i65/articles/haim-haneghi-moshe-machov… (Erişim tarihi 10.11.2024).
- 14.https://www.sipri.org/databases/milex (Erişim tarihi 10.11.2024).
- 15.https://www.cfr.org/article/us-aid-israel-four-charts#chapter-title-0-1 (Erişim tarihi: 10.11.2024).
- 16.Burada Aşkenazi ve Mizrahi başta olmak üzere İsrail Yahudi ulusunu oluşturan etnik kökenleri ve bunlara bağlı kimlikleri kendi içinde tartışmıyorum; bu etnik kökenlerden gelen ve İsrail’e göç eden Yahudi öbekleri arasındaki maddi eşitsizlikler ve her biri içindeki görece homojenliğin, İsrail toplumunun sınıfsal ve fonksiyonel işbölümünde yeniden üretildiğini iddia ediyorum.
- 17.Haneghi ve ark., age.
- 18.Sergio DellaPergola, Diaspora vs. Homeland: Development, Unemployment and Ethnic Migration to Israel, 1991-2019 (Jewish Population Studies No.31), Kudüs İbrani Üniversitesi Avraham Harman Çağdaş Yahudilik Enstitüsü, 2020, s.43-45.
- 19.“Inequality between Israel’s Mizrahi, Ashkenazi Jews to be measured in new statistics”, The Times of Israel, 10 Eylül 2022, https://www.timesofisrael.com/inequality-between-mizrahi-ashkenazi-jews… (Erişim tarihi: 10.11.2024).
- 20.Dana Kachtan, “The Construction of Ethnic Identity in the Military—From the Bottom Up”, Israel Studies 17(3), 2012 Güz, s.154.
- 21.Filistinli işçilerin çalışma koşullarını Gelenek’in bu sayısında Serap Emir’in makalesi detaylı biçimde ele alıyor. Serap Emir, “Ne Din Ne Medeniyet: Filistin’de Sınıf Savaşı”, Gelenek 164, 2024. Buna ek olarak, yakın geçmişte İsrail Hükümetinin, “Demir Kılıçlar Savaşı bağlamında ekonomik istikrarı güçlendirmek”, yani savaşla beraber çalışma izinleri iptal edilen 13 bini aşkın Gazzeli işçiden boşalan yerleri doldurmak ve işçi aristokrasisini Filistinlilerin varlığını azaltarak ama genişletilmiş biçimde yeniden tahkim etmek için bir düzenlemeye gitti ve ülkeye gelebilecek yabancı işçi sayısının tavanını nüfusun yüzde 3,3’üne yükseltti. İsrail Başbakanlık Ofisi ve Çalışma Bakanlığı tarafından yapılan ortak basın açıklamasının metnine şuradan bakılabilir: https://www.gov.il/en/pages/pmo-labor-ministry-joint-statement-15-may-2… (Erişim tarihi 10.11.2024).
- 22.Haneghi ve ark., age.
***
İmamoğlu Almanya'da: Konuşma yaptığı vakfı nereden tanıyoruz?
İmamoğlu Almanya'yı ziyaret etti. Helmut Schmidt Vakfı'nın etkinliğine de katıldı. Vakfa adını veren eski başbakan, Alman sermayesine hizmette kusur etmeyen bir anti-komünist.İstanbul Büyükşehir Belediye (İBB) Başkanı Ekrem İmamoğlu, Almanya'ya gitti.
Dün başkentte Türkiye Cumhuriyeti Berlin Büyükelçisi Ahmet Başar Şen’i ziyaret etti. Büyükelçi Şen tarafından yaklaşık 1 saat ağırlanan İmamoğlu ardından Berlin Eyalet Meclisi oturumuna misafir olarak katıldı. İBB Başkanı, meclis üyelerince alkışlandı.
İmamoğlu, Berlin Belediye Başkanı Kai Wegner'le de görüştü.
'Her şey değişecek'
Ekrem İmamoğlu daha sonra da Helmut Schmidt Vakfı'nın "Adil Bir Demokrasi İçin" konulu etkinliğinde konuşma yaptı. İmamoğlu, "Türkiye ile Almanya arasında 1961 yılında imzalanan iş göçü anlaşmasının bugün bile ele alınması gereken stratejik bir adım olduğunu" söyledi.
Türk-Alman ilişkilerinin önemini vurgulayan İmamoğlu, Almanya'da 3,5 milyona yakın Türk kökenlinin yaşadığına işaret ederek, "Türkiye'den göç etmiş bu insanların Almanya'ya iyi uyum sağladığını ve bunun Almanya için bir avantaj olduğunu" kaydetti.
Ekrem İmamoğlu, vakfın etkinliğindeki konuşmasında, Almanya'daki Türklerin yaşadıkları bölgelerde siyasete daha fazla katılım sağlamalarını da istedi.İBB Başkanı Ukrayna'daki savaşta ve Gazze'de on binlerce insanın öldüğünü ve milyonlarca insanın yerlerinden edildiğini belirterek "insani trajedilere tepki gösterilmesi gerektiğini" ifade etti.
İmamoğlu Berlin'deki temasları çerçevesinde Kreuzberg semtindeki Türk esnafı da ziyaret etti. Esnafla sohbet eden İmamoğlu, "Her şey değişir. Her şey değişecek. Değişmeden olur mu? Adımlar atıyoruz, hukuksuzluğa, haksızlığa karşı mücadele veriyoruz. Ülke insanı iyilik istiyor. Bir arada güçlü olduğumuzu herkese hissettirmeliyiz. Önce güçlü bir millet iktidarı için gerek" dedi.
İmamoğlu daha önce de Almanya'ya gitmiş ve bir dizi ziyarette bulunmuştu. Haziran ayındaki "gezi"sinde Siemens yetkilileriyle toplantıya katılmıştı.
Helmut Schmidt: Sermayeye hizmette hiç kusur etmeyen bir başbakan
Helmut Schmidt Vakfı adını 2015 yılında 97 yaşında hayatını kaybeden eski Almanya Başbakanı'ndan alıyor.
Schmidt, İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra ülkenin kaderine damga vuran birkaç politik figürden biri. Almanya Sosyal Demokrat Partisi SPD'nin en etkili ismi olan Schmidt'in Alman emperyalizmine büyük katkıları oldu. Başbakanlığı döneminde Alman büyük sermayesine yaptığı hizmetlerin dışında, iktidar dönemi dışında da sermayenin akıl danışmanlarından biri olageldi.
Başbakan olarak 1974'ten 1982'ye kadar kazanılmış hakları geriletmek için çaba harcadı. Soğuk Savaş'ın merkez üssünün 70'li yılların ortasına kadar Almanya olmasından dolayı işçi haklarına pek dokunamadı ama sendikaların sınıf perspektifini yitirmesinde Schmidt politikalarının payı büyük oldu.
Komünist hareketin akademideki baş düşmanı olan Karl Popper ile sıkı dostluğu vardı. Reel sosyalizme ve komünist harekete karşı savaş yürüttü. Willy Brandt'ın anti-komünist kararnamesi olan ''Radikaller Kararnamesi''nin hayata geçmesi konusunda canla başla çalıştı. Binlerce anti faşist, barış taraftarı, komünist partisi üyesi mesleklerinden uzaklaştırıldılar.
Tevfik Taş, soL'a daha önce Helmut Schmidt'le ilgili yazdığı yazıda şöyle diyordu: (https://haber.sol.org.tr/dunya/helmut-schmidti-nasil-bilirdiniz-137067)
"İyi bir hatipti. Gerçekleri çarpıtmayı çok iyi beceriyordu. Sosyal demokrasinin işçi sınıfına karşı olan geleneksel ihanet çizgisine hep sadık kaldı. Açık edemedikleri ihanet çizgilerini Soğuk Savaş döneminin uygun atmosferinde daha fazla gizleyemeyerek ünlü 1959 Godesberger Programı'nda ifadesini bulan, sınıfın terk edilerek 'kitle' partisi olma ile başlayan dönemde yıldızı parlayan politikacıların baş sırasında geldi Helmut Schmidt.
Schmidt, bir sermayeseverdi. Ve çok söylendiği üzere o bir, 'devlet adamı'ydı. Müesses nizamı koruyup, kollamayı kendisine görev edinmiş bir devletin adamıydı. Onun için bütün burjuva devlet ağlıyor.
Liberal Die Zeit gazetesinin yıllarca yöneticiliğini yaptı. Emeğin hakkını, burjuvazinin payının hep gerisine yazdı. Sosyal demokrat olduğu için de emekten pek tepki almadı. Küstahtı, kibirliydi ama sosyal demokrattı da!"
***
(soL)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder