23 Kasım 2024 Cumartesi

Cumhuriyet "KÖŞEBAŞI" -23 Kasım 2024-

 

Trump ve liberal demokrasinin ölümü -Ergin Yıldızoğlu-

Bu kez Trump, Yüksek Hâkimler Kurulu’nda (Anayasa Mahkemesi), Senato ve Meclis’te çoğunluğa sahip! Bu zeminde Trump ikinci başkanlık dönemine, Washington’da yerleşik düzeni, parlamenter demokrasiyi kökten sarsacak bir başlangıçla girdi. Pete Hegseth’in savunma bakanı, Tulsi Gabbard’ın ulusal istihbarat direktörü, Matt Gaetz’in başsavcı ve Robert F. Kennedy Jr.’ın sağlık bakanı olarak atanması gibi kararlar, yerleşik düzeni, ana akım (liberal) medyayı sarstı. 

LİYAKAT, SADAKAT

Trump’ın, devletin en önemli kurumlarının başına atadıkları, yalnızca geleneksel ölçütlere uymayan figürler değil. Bunlar öncelikle, liyakat değil sadakat ve ideolojik bağlılık temelinde seçilmiş “kadrolar”. Savunma Bakanlığı için seçilen Pete Hegseth, Hıristiyan-milliyetçi hareketten gelen bir İslam düşmanı ve Fox TV sunucusu; askeri deneyimi onbaşılık konumunun ötesine geçmiyor. Hegseth, Pentagon’da generallerin en azından 1/3’ünün “woke” olduğunu, köklü tasfiye ve değişikliklerin gerekli olduğunu savunuyor. Ulusal istihbarat direktörü olarak atanan Tulsi Gabbard, komplo teorilerine yatkınlığı, Beşşar Esad’ı, Putin’i destekleyen açıklamalarıyla, tartışmalı diplomatik geçmişiyle biliniyor. 

Başsavcı olarak atanan Matt Gaetz ise bu pozisyona hiç uymayan bir isim. Gaetz’in, hukuk kariyeri, Florida’nın Fort Walton kasabasında bir hukuk firmasında iki yıl çalışmış olmaktan oluşuyor. Gaetz, Florida Eyalet Senatosu’na seçilince hukuk pratiğini tamamen bırakmış; hakkında cinsel taciz ve pedofili suçlamaları ile açılmış bir soruşturma da var. Bu acayip atamalardan biri de Robert F. Kennedy Jr.’ın sağlık bakanı olarak seçilmesi. Kennedy, aşı karşıtlığıyla tanınıyor. Sağlık Bakanlığı’na böylesine kritik bir figürün atanması, Trump’ın halk sağlığı politikalarını ideolojik bir zemin üzerinde yeniden şekillendireceğinin işareti olarak değerlendiriliyor. Çevre Koruma Ajansının başına atanan Lee Zeldin de maden çıkartma ve petrol lobilerinin adamı. Çevre korumaya ilişkin denetimleri büyük ölçüde kaldırmayı amaçlayan Zeldin, küresel ısınmaya inanmıyor, Paris anlaşmasına da karşı.

Trump’ın Elon Musk’ı, yanına Vivek Ramaswamy’i koyarak hükümet yapısını yeniden düzenlemek üzere, “Hükümet Verimliliği Departmanı” başkanı olarak ataması da “garip”. Böyle bir departman henüz yok. Musk’ın teknoloji odaklı vizyonu ile Ramaswamy’nin tüm düzenlemelere, vergilere karşı aşırı sağcı kimliği, Trump’ın devleti yeniden yapılandırma planlarının temel taşları olarak görülüyor. Ancak, Musk’ın milyarlarca dolarlık devlet sözleşmelerine sahip olması, etik sorunları da gündeme getiriyor. 

ŞOK VE ‘SÜREÇ OLARAK FAŞİZM’

Bu atamalar, Washington’da, medyada şok etkisi yaptı. Cumhuriyetçi çevrelerde bile Hegseth, Gabbard, Gaetz, Zeldin ve Kennedy gibi adayların senatoda onaylanmasının zor olduğunu söyleyenler var. Ancak, şimdi kongrenin iki meclisini de kontrol eden Trump “ara dönem atamaları” gibi prosedürleri kullanarak, bu onay süreçlerini, dolayısıyla Senato’yu (yasamayı) devre dışı bırakabilir, ya da Cumhuriyetçi Parti’nin Senato ve Meclis temsilcilerini tamamen kendisine biat ettirerek kongreyi anlamsızlaştırabilir. 

Trump’ın amacı, Hannah Arendt’in totaliter rejim analizlerini anımsarsak,  “yeteneksiz ve çapsızları atayarak” yalnızca sadık bir ekiple çalışmak değil. Trump bu atamalarla ABD’de liberal demokrasinin klasik “çifte hükümet”  modelini önce çalışamaz hale getirip, sonra yıkmayı amaçlıyor. Bu modelde devletin kalıcı yapıları -özellikle güvenlik bürokrasisi- seçimle gelen hükümetlerin karşısında belli bir otonomiye, denetleme kapasitesine sahiptir. Bu otonomi, devletin sürekliliğini ve “tarafsızlığını” korur. Adeta, “Hükümetler gelir gider, devletin biçimi değişmez”

Bu kez Trump, bu otonomiyi ortadan kaldırarak devletin her güç merkezi/ kurumu üzerinde kişisel kontrolünü kurarak devletin biçimini değiştirmeyi amaçlıyor. Bu atamaların, yalnızca kurumsal bağımsızlığı değil, denge ve denetim mekanizmalarını da etkisizleştirerek “süreç olarak faşizmi” hızlandıracaktır. Trump’ın ikinci dönemi karşımıza, yalnızca bir hükümet değişikliği olarak değil; devletin yapısını kökten dönüştürmeyi amaçlayan bir faşistleşme süreci olarak çıkıyor.

                                                   /././

Yeni düşman ‘wokizm’-Ergin Yıldızoğlu-

ABD’de Demokratlar seçim yenilgisinin nedenlerini araştırıyor. Sınıftan kopmak, “Wokizm” (“woke” savları savunmak) önde gelen nedenler arasında.  Demokratlar, son yıllarda iyice sağa kayan sosyal medya platformlarının, basın ve TV kanallarının etkisine cevap verecek güçlü platformlardan yoksun olduklarına da dikkat çekiyorlar. Ancak, “Eğer yoksun olmasalardı bu platformlarda ne anlatacaklardı” sorusu varlığını koruyor.

İŞÇİ SINIFI AMA...

Bu da sınıftan “kopmuş olmak” konusuna bağlanıyor. “Sınıftan kopmuş olmak”  doğru bir saptama. Ancak, işçi sınıfının farklı kesimlerinin farklı beklentiler içinde olması gibi bir sorun da var. Örneğin, sermaye krize uyum sağlamaya çalışırken bir yıkım yaşayan sektörlerde işçiler bir nostalji ve savunma, var olanı koruma arzusu, gibi muhafazakâr eğilimler geliştiriyorlar. İşçi sınıfının kendine güvenli, mücadele etmeye daha yatkın kesimleriyse en ileri teknolojilerle çalışan sanayi ve hizmet sektörlerinde yoğunlaşıyorlar bunların ideolojik hatta kültürel özellikleri, birinci kesim ile çoğu kez uyum içinde olmuyor. Sınıfla yeniden buluşmak için “Bu iki kesim birden nasıl kavranabilir, kavranamazsa, hangisine öncelik vermek gerekir?” gibi sorulara cevap vermek gerekiyor.

‘KOMÜNİZM’ YOK ‘WOKE’ VERELİM

Demokratlar, sonuçta yüzde 48+ oy almış olmalarına karşın seçim kampanyası boyunca “woke” söylemde çok ileri giderek halktan koptuklarını düşünüyorlar. Bu düşünce, woke’u bir “ideolojik virüs” olarak gören Elon Musk ve tüm faşist hareketin seçimlerin hemen ertesinde hızla yükseltmeye başladığı “anti-woke dalgayla” buluşuyor.

Reagan başkan olduğunda, 1970’lerin ilerici mirasının, hafızasının toplum üzerindeki etkisini silmek, egemen ideolojiyi güçlendirmek için antikomünist  bir dalgayı, “iblis imparatorluk” gibi dini tonlarla da süsleyerek yükseltmişti. Şimdi, faşist hareket, “me too”, “Siyah yaşamlar da önemlidir” gibi hareketleri, LGBTQ+ yaşamların, cinsel tercihlerde akışkanlığın normalleşmeye, ABD’nin ırkçı geçmişinin de sorgulanmaya başlanması gibi eğilimleri bastırmak için bir “anti-woke” dalga yaratmaya başladı.

“Woke”, toplumdaki ekonomik, siyasi, cinsiyetçi, etnik ayrımcılıkların, adaletsizliklerle, var olan düzeni meşrulaştıran tarih anlatısının içinde gizli emperyalist, ırkçı, hatta soykırımcı geleneklerle mücadele etmeye ilişkin bir deyim. Toplumsal gerçeklik “bir simgesel sistem” olduğu için “wokizm” dilin içinde, bu adaletsizlikleri, emperyalist ırkçı gelenekleri sürdüren söylemler ve kavramlar konusunda özellikle duyarlı. Bunun sonucu “wokism” sık sık kimi deyimleri, kavramları, bunları kullananları teşhir ediyor; bunları popüler söylem içinde bastırmaya çalışıyor. 

Dil aynı zamanda bir çıkar çatışmaları alanı olduğu için (Bakhtin: Heteroglossia), woke’un bu pratiği “kurulu düzenin” ideolojisiyle, kültür endüstrisi ile sık sık çatışıyor, özellikle muhafazakâr ve faşist akımların temsilcilerinin nefretine hedef oluyor. Örneğin ABD’nin doğuş yıllarından bu yana ırkçı bir boyuta sahip olduğunu ortaya koyan Eleştirel Irk Teorisi (Critical Race Theory) büyük bir tehlike olarak algılanıyor. Birçok eyalet bu teorinin okullarda okutulmasını yasakladı. Bu eyaletlerin çoğunda evrim teorisi de okutulmuyor.

Anti-woke dalga, wokizmin konuşma özgürlüğünü sınırladığını iddia ediyor. Çünkü faşist hareket, ırkçı, cinsiyetçi, homofobik bir dili, etnik azınlıkları yabancıları hedef alan şakaları, bir eleştiriyle, içeriğinin teşhir edilmesi riskiyle karşılaşmadan rahatça yayabilmek istiyor. Sol hareketin bir kısmı da kimlik siyasetinden bıkmış olarak “Ama bu wokizm de çok ileri gitti” diyerek sağcı söyleme katılıyorlar. 

Halbuki, bugün wokizmin, haklarını korumaya çalıştığı, cinsiyete, ırklara, milliyetlere, ilişkin farklıklardan kaynaklanan kimi kimlikleri, 1970’lerde işçi sınıfının içindeki farklılıkları yönetebilmek, sınıfı daha iyi bütünleştirebilmek amacıyla sınıf mücadelesi söylemine biz sosyalistler eklemeye başlamıştık. Sonra yenilgilerin, postmodernizmin, neoliberalizmin etkisiyle (bu başka bir yazının konusu) bu farklılıklar otonomi kazanmaya başladılar. Bugün sorun bu farklıları yok etmekle (wokizmi yıkmakla) değil işçi sınıfı mücadelesine entegre etmekle ilgilidir. Dostla düşmanı karıştırmayalım!

                                                  /././

G20’nin dönüşümü -Mehmet Ali Güller-

Uluslararası Ceza Mahkemesi (UCM), İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu  hakkında tutuklama emri yayımladı. ABD yönetimi, UCM’nin bu kararını engellemek için aylardır mahkemeye ağır baskı uyguluyordu.

UCM’nin bu kararı, elbette pek çok yönüyle incelenecektir ve tartışılacaktır. Ancak ben bugün meseleye, uluslararası kurumların dönüşümü açısından bakmak istiyorum. 

Dolayısıyla soru şu: UCM ABD’nin ağır baskısına rağmen bu kararı nasıl alabildi? Yanıtı hukukun bağımsızlığı, üstünlüğü gibi kavramlarda değil elbette. Yanıt, dünyanın değişmesiyle ilgili. Küresel Güney’in ekonomik ve siyasi etkisi arttıkça, Atlantik’in uluslararası kurumlar üzerindeki hegemonyası zayıflıyor. Somutlarsak Çin güçlendikçe ABD’nin uluslararası kurumlar üzerinde etkisi dengeleniyor.

SONUÇ BİLDİRGESİNDE KÜRESEL GÜNEY ETKİSİ

Bu dengenin görüldüğü uluslararası platformlardan biri de G20’ydi. 2022 ve 2023’teki zirveler o dengeyi yansıtmıştı. Bu yıl 18-19 Kasım 2024’te Brezilya’ın Rio de Janerio kentinde düzenlenen G20 Zirvesi ise artık ağırlığın Küresel Güney lehine değişmeye başladığını ortaya koydu.  

“Adil Bir Dünya ve Sürdürülebilir Bir Gezegen İnşa Etmek” temalı G20 Zirvesi’nin 85 maddelik sonuç bildirgesinde dikkat çeken sonuçlar şunlardı:

1) Ukrayna konusunda “kapsamlı, adil ve kalıcı bir barışı destekleyen tüm ilgili ve yapıcı girişimlere” destek açıklandı. 

2) Gazze’de kapsamlı bir ateşkes çağrısı yapıldı. Ayrıca Filistin’de “felaket yaratan insani durumla ilgili derin endişe” açıklandı. 

3) “Güvenlik Konseyi’nin 21. yüzyılın gerekliliklerini ve gerçeklerini karşılayan, daha temsili, kapsayıcı, verimli, etkili, demokratik ve sorumlu ve aynı zamanda tüm BM üyeleri için daha şeffaf hale getiren bir reformu destekliyoruz”  denilen bildirgede, Afrika, Asya-Pasifik, Latin Amerika ve Karayipler’den temsilin artırılması için “Güvenlik Konseyi’nin genişletilmesi çağrısında” bulunuldu. 

Küresel Güney’in G20’deki diğer etkileri de şunlardı: Afrika Birliği G20’ye tam üye olarak katıldı, Arap Birliği liderleri ve BRICS Yeni Kalkınma Bankası başkanı zirveye davet edildi.

ALMANYA’NIN G20’DEKİ ÜÇ HOŞNUTSUZLUĞU

Bu tür metinler, içeriğinde ne olduğu kadar neler olmadığı bakımından da çok önemlidir. Bu nedenle Almanya Başbakanı Olaf Scholz’un bildirgeyi yorumlaması çok şey anlatıyor. Scholz’un sonuç bildirgesi hakkında sıraladığı şu üç memnuniyetsizlik, G20’nin artık Atlantik’in kararlarını dikte ettiği bir platform olmaktan çıktığını ortaya koyuyor.

1) Scholz G20’nin Rusya’yı açıkça suçlamamasından rahatsız: “G20’nin Ukrayna’daki savaştan Rusya’nın sorumlu olduğunu açıkça ifade edecek kelimeleri bulamaması çok yavan.”

2) Scholz, G20 sonuç bildirgesinin “İsrail’in kendini savunma hakkına işaret etmemesinden rahatsız: “Hamas, Hizbullah ve İran’dan gelen tehditler karşısında İsrail’in kendini savunma hakkına değinilmemesinden üzüntü duyuyorum.”

3) Scholz ayrıca bildirgede çatışmanın yayılmasından Hamas’ın sorumlu tutulmamasından da memnun olmadığını belirtti (Harici, 20.11.2024).

SÜPER ZENGİNLERE KÜRESEL VERGİ

En önemsediğim konuyu ise sona bıraktım: Ev sahibi Brezilya Cumhurbaşkanı Lula da Silva, G20 Zirvesi’nde “süper zenginlere küresel vergi uygulanmasını” önerdi.

Lula da Silva, dünyada 3.300 milyarderin bulunduğunu, bu kişilerin bulundukları ülkedeki servetlerinin sadece yüzde 2’sini küresel vergi olarak ödemesi durumunda, yoksulluk, açlık ve iklim değişikliğiyle mücadele projelerinin kaynak sorununun çözüleceğini belirtti.

Süper zenginlerin servetine vergi konusunun G20’ye konuşulmuş olması kritik önemdedir ve etkilerini önümüzdeki yıllarda daha iyi göreceğiz.

Sonuç olarak Küresel Güney’in ağırlığıyla çok kutuplu bir dünyanın inşası, süreç inişli ve çıkışlı olsa da adım adım daha adil ve eşit bir uluslararası ilişkiler düzenine ilerliyor.

                                                       /././ 

Teğmenler meselesi -Mehmet Ali Güller-

Teğmenler meselesi, AKP’nin 22 yıldır sürdürdüğü Türk ordusunu dönüştürme operasyonlarının yeni aşamasıdır. Türk Silahlı Kuvvetleri’nin (TSK) konuyu “disiplinsizlik” diyerek açıklaması ise teslimiyettir.

Dün “Mustafa Kemal’in askerlerini” bastırsınlar diye “Fethullah Gülen’in askerlerinin” önünü açanlar, bugün “Tayyip Erdoğan’ın askerlerini” oluşturmanın hayalini kurmaktadır. 

Mesele budur.

İKTİDARIN DAVASI

AKP’nin herhangi bir parti olmadığı, bir “davası” bulunduğu, o davaya göre adım adım kurumları biçimlendirdiği, rejimi ve sistemi dönüştürdüğü muhalefet cephesinin bir bölümü tarafından tam anlaşılmadıysa da çoğunluğu tarafından görülmüştür artık.

AKP bu amacı gerçekleştirmek için herkesle işbirliği yapabilecek durumdadır; zira yola “İktidar olmak için gerekirse papaz elbisesi bile giyilir” anlayışı ile çıkmıştır. 

AKP’nin “Hıristiyan kulübü” gördüğü AB’yle işbirliği yaparak reform adı altında Türk devletinin kurumlarını dönüştürmesi, FETÖ ile işbirliği yaparak yargıyı ve güvenlik bürokrasisini dönüştürmesi tipik örneklerdir.

FETÖ ASKERLERİNİ KİM YERLEŞTİRDİ?

AKP’nin davasının önündeki en önemli engel TSK’ydi. AKP’nin TSK’yi dönüştürme operasyonları iki ana başlıkta incelenebilir:

1) FETÖ’yle işbirliği dönemi:

FETÖ, AKP iktidarından önce TSK’ye sızmaya çalışıyordu. 28 Şubat o sızmalara karşı yapılmış önemli bir çabaydı, sonuç vermedi. AKP döneminde ise FETÖ sızmadan adım adım yerleşme dönemine geçti. İktidarın Yüksek Askeri Şûra (YAŞ) kararlarına koyduğu şerhler zamanla YAŞ kararlarını belirlemeye kadar vardı. 

Ergenekon kumpasları, bu yerleşme sürecinin en önemli aşamasıydı. AKP-FETÖ işbirliğiyle Türk ordusunun kritik komutanları tasfiye edildi, yerleri önü açılan çapsız FETÖ subaylarıyla dolduruldu. 15 Temmuz darbe girişiminde görev alan tüm FETÖ’cü generaller, AKP’nin sayesinde o koltuklara yerleşebilmişti!

AKP’NİN TSK’Yİ DÖNÜŞTÜRME OPERASYONLARI

2) “Allah’ın lütfu” dönemi:

15 Temmuz darbe girişimi, ortakların hesaplaşma günüydü. ABD’nin sponsorluğunda darbeye soyunan FETÖ’cü askerler, Atatürkçü subayların büyük çabasıyla 24 saat içerisinde diz çöktürüldü.

AKP ise kendisini de hedef alan bu darbe girişimini, daha ilk günden, “Allah’ın lütfu” diyerek kullandı. FETÖ’yle mücadele gerekçesiyle, FETÖ’nün planlamasını hayata geçirdi, TSK’yi dönüştürdü: Genelkurmay-Kuvvet ilişkisini bozdu, iki kuvveti İçişleri Bakanlığı’na bağladı, askeri hastaneleri, liseleri kapattı. Harp okullarını sivilleştirerek üniversiteye dönüştürdü, YAŞ’ın tam belirleyeni oldu. FETÖ’nün boşluğunu doldurmak için de başka tarikatların önünü açtı. 

ALINMAYAN DERS

Evet, AKP 15 Temmuz’dan sonra bunları yaptı ama yine de Türk subaylarının  “Mustafa Kemal’in askeri” olmasını engelleyemedi.

Daha önce “Mustafa Kemal’in askerlerini” bastırsınlar diye “Fethullah Gülen’in askerlerine” göz yumdular, şimdi de “Tayyip Erdoğan’ın askerlerini” oluşturmaya çalışıyorlar. “Cüppeli amiralleri” çoğaltma çabaları da her 10 Kasım’da Anıtkabir’e doldurulan taraftarlarına “reis” sloganları attırmaları da bu amaçladır.

Disiplinsizlik kılıfıyla konuyu perdelemeye çalışıyorlar ama Teğmenler meselesi aslında budur. Asıl sorun ise Ergenekon kumpaslarının üstünden henüz 15 yıl geçmesine rağmen “Teğmenleri teslim etmenin” sonuçlarından hiç ders alınmamış olmasıdır!

                                                       /././

Trump’ın ana stratejisi ne?-Mehmet Ali Güller-

Dünya, Donald Trump’ın yeni döneminde hangi politikaları izleyeceğini tartışıyor. Trump ve ekibi seçim kampanyası sırasında ilan ettiği gibi Ukrayna savaşına son vermeye çalışacak mı, yoksa ABD’nin “uzun savaş” stratejisi sürecek mi? İsrail yanlısı isimlerin ağırlıkta olacağı bir kabine inşa etmekte olan Trump İsrail-Filistin meselesinde ne yapacak? Asıl önemlisi, Çin’le rekabeti nasıl yürütecek?

Dünya basınında yanıtları aranan bu soruları tartışalım: 

ÇİN’DEN BİDEN/TRUMP’A ÜÇ UYARI

Asya Pasifik Ekonomik İşbirliği (APEC) zirvesinde ABD Başkanı Joe Biden ile görüşen Çin Devlet Başkanı Şi Cinping üç mesaj verdi: 

1) “Tukidides Tuzağı” tarihsel olarak kaçınılmaz değil. 

2) Yeni bir “Soğuk Savaş” yapılmamalı çünkü kazanılamaz. 

3) Çin’i çevrelemek akılsızcadır, kabul edilemez ve başarısızlığa mahkûmdur. 

Kuşkusuz bu üç mesaj, “topal ördek” Biden’dan çok, 20 Ocak 2025’te Beyaz Saray’a oturacak Donald Trump’aydı. 

TRUMP ASYA-PASİFİK’E ODAKLANMAK İSTİYOR

Başkanlığının ilk döneminde Çin’e “ticaret savaşı” açan Trump’ın yeni dönemde de “Çin’le mücadele” stratejisini izleyeceği öngörülüyor. Ama bu mücadelenin nasıl olacağı, rekabetle sınırlı mı kalacağı, Biden’ın sürdürdüğü ticaret savaşının çıtasının yükseltilip yükseltilmeyeceği, Çin’i çevrelemek üzere ikili, üçlü, dörtlü müttefikler kurma stratejisinin artarak devam edip etmeyeceği tartışılıyor. Bunu Trump’ın koltuğa oturduktan sonra ilan edeceği ulusal güvenlik stratejisiyle daha net anlayacağız. 

Ancak hem Trump’ın ilk dönemine bakarak hem seçim sürecinde söylediklerini dikkate alarak ve hem de Washington’un NATO belgelerine dahil ettiği ifadeleri anımsayarak şunu söyleyebiliriz: Trump döneminde ABD, Asya-Pasifik’e daha fazla odaklanacak. Bunun için de diğer iki konuyu hafifletmesi gerekiyor: Rusya-Ukrayna savaşı ve İsrail’in Filistin soykırımı. 

ORTADOĞU’DA İKİ KONU

Trump’ın Ortadoğu’daki mevcut durumu, ilk döneminde başlattığı “İbrahim anlaşmalarını” yeniden canlandırmakta kullanacağı anlaşılıyor. 

1) Trump’ın Filistin sorununa “iki devletli çözüm” yerine Arap-İsrail normalleşmesi zemininde çözüm dayatacağını söyleyebiliriz. 

2) Trump’ın geçen dönemden farklı olarak bu kez İran’ı “sistem içine çekme” yolu arayabileceği ihtimal dahilinde. 

Elon Musk’ın güçlü ilişkileri nedeniyle Çin, Rusya ve İran konularında  Trump’a “özel elçilik” yapacağı anlaşılıyor. 

UKRAYNA’DA BARIŞ MASASI HAZIRLIĞI MI?

Trump, Çin ve Asya-Pasifik’e odaklanabilmek için Rusya-Ukrayna meselesini çözmek istiyor. Nitekim seçim süreci boyunca, kazanması halinde bu savaşa son vereceğini söylemişti. Bunu yapabilmek için, öncelikle bu savaştan nemalanan askeri endüstri ve enerji şirketleri ile “çarpışması” gerekiyor; bu da Biden’ın inşa ettiği “uzun savaş” stratejisinin çöpe atılması demek. 

Trump ve ekibi, Çin-Rusya işbirliğini derinleştiren zemini ortadan kaldırmayı ve Çin’i yalnızlaştırmayı savunuyor.

Savaşın bir an önce bitmesini isteyen bir başka merkez ise Alman sermayesi. Alman ekonomisinin küçülmesi Berlin’de yeni hükümet formülünü ya da erken seçimi dayatmış durumda. Almanya Başbakanı Olaf Scholz’un iki yıl aradan sonra Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin’i telefonla araması bu nedenle. Avrupa’da pek çok ülke artık Ukrayna’da barış masasının kurulmasının zamanının geldiğini düşünüyor. 

Tam bu süreçte ABD Savunma Bakanı Lloyd Austin’in yeni döneme işaret eder nitelikteki şu mesajını not etmeliyiz: “Ortadoğu’da gerilimi azaltmamız ve Ukrayna’da geçişe giden yolu bulmamız gerekiyor. Bu çatışma bir noktada bir tür müzakereyle sona erecek.”

                                                       /././

Erdoğan belayı satın aldı -Miyase İlknur-

Hem de ne satın alma. Esenyurt’a kayyum atanması ile başarılamayan CHP’yi içeriden parçalama stratejisi bu kez de Kılıçdaroğlu’na açılan dava ile sahneye kondu. Ama Kılıçdaroğlu, CHP’nin içine atılar pimi çekilmiş el bombasını iadeli taahhütlü olarak Beştepe’ye gerisin geri gönderdi.

AKP’nin ne normalleşme politikası ne Esenyurt ne de Kılıçdaroğlu’na karşı başlatılan yargı darbesi bir işe yaramadı. Nakıs teşebbüs olarak kaldı. Kılıçdaroğlu’nun “Safları sıklaştıralım” çağrısı hem partisinde hem de toplumda karşılık buldu ve Ankara Adliyesi’nin önü miting meydanına döndü. Sizin anlayacağınız bu dava, başlarına bela oldu. Erdoğan deyim yerindeyse belayı adeta satın aldı.

CHP’nin başta genel başkanı Özgür Özel, MYK üyeleri, PM üyeleri, grup başkanvekilleri, 11 büyük belediye başkanı, eski milletvekilleri ve belediye başkanları, Türkiye’nin dört bir yanından gelen partililer Saray’a “Saflarımızı sıklaştırdık” mesajını güçlü bir şekilde iletmiş oldu.

Adliye önünde sadece CHP’liler yoktu. Ülkücü, merkez sağcı ve mütedeyyin kitlelerden tanınmış isimler de Kılıçdaroğlu’na destek, Saray’a meydan okumak için kol kola girerek saftaki yerlerini almışlardı. Demek ki Adalet Bakanı Yılmaz Tunç’un “Siyaset yapanlar örnek alırsa onların sonu da bu eski genel başkan gibi olur. Siyasetçilerimiz için ibret vesikasıdır” sözleri de bir işe yaramamış. Ters etki yaratmış.

Oysa Saray’ın beklediği tablo; CHP’den Kılıçdaroğlu’na yandaş bir avuç milletvekili ile partili duruşmaya gelecek, Kılıçdaroğlu ve onunla yürüyenler ile diğerleri ayrışacak, erken bir hesaplaşma yaşanacaktı.

Ama bu hamleyi önce, “Safları sıklaştıralım” çağrısı yapan Kılıçdaroğlu, ardından “Yanındayım” mesajı veren Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı Mansur Yavaş ve ardından da CHP Genel Başkanı Özgür Özel ile genel merkez yönetimi boşa çıkardı.

SİZ KİMİN ASKERİSİNİZ?

İktidarın elinde patlayan bir bomba da Mustafa Kemal’e bağlılıklarını sunduğu için ihraçları istenen teğmenler meselesi.

Türkiye Cumhuriyeti’nin ve Türk Silahlı Kuvvetleri’nin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk’e hem de diploma töreninin bitmesinden ve protokolün alandan ayrılmasından sonra ikinci kez bağlılık andı içen teğmenleri disiplinsizlik suçu ile topun ağzına koydular.

Aslında ilk bir hafta iktidar kanadından tepki gelmedi. Ancak bir hafta sonra ne olduysa Bahçeli bir anda iyi saatte olsunlar, “Siz kime kılıç çatıyorsunuz?” diye gürleyince Erdoğan da İmam Hatip Mezunları Derneği toplantısında ona eşlik etti.

Kamuoyundan tepki gelince “Biz Mustafa Kemal’in askerleriyiz sözlerine değil, alternatif ant içme töreni yaptıkları için ceza veriyoruz” diye yaptıkları açıklamalar milleti salak yerine koymaktır.

“Ayyaş” dediğiniz Mustafa Kemal’in ordusunu, FETÖ ve ABD ile birlikte yaptığınız onca kumpasa, ihraçlara, onlardan boşalan yerlere SADAT’ın ve tarikatların kontenjanları ile doldurmanıza rağmen yeteri kadar dönüştüremediğini görmenin öfkesinin tezahüründen başka bir şey değil yaptığınız.

Çünkü Atatürk’le geçmişten kalan bir hesaplaşmanız var. Safınız zaten çeşitli vesilelerle belli ettiniz. “Keşke Yunan galip gelseydi” diyen fesli Kadir’in, işbirlikçi Hilafet Ordusu’nun yanıdır sizin safınız. O nedenle kimin askeri olduğunuz malum. Ama Harbiye’de yetişen teğmenlerin kurucusuna karşı bağlılık yemini etmesini de bir zahmet hazmedin artık.

                                                       /././

Müslümanlar arasındaki anlamsız itilaflar!-Özdemir İnce

Müslümanlar arasında anlamsız itilaflar olduğunu ben söylemiyorum, İstanbul Lütfi Kırdar Uluslararası Kongre ve Sergi Sarayı’nda düzenlenen İslam İşbirliği Teşkilatı Ekonomik ve Ticari İşbirliği Daimi Komitesi (İSEDAK) 40. toplantısının açılışına katılan Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan söylüyor. Ne yalan söyleyeyim, siyasete atıldığından bu yana ilk kez söylediklerine katılıyorum ama bu yazıda benim yazdıklarımı o söyleyemez. R.T. Erdoğan konuşmasının son bölümünde üye ülkelere birlik çağrısında bulunurken şunları söylemiş:  “Gazze, Lübnan, Yemen, Sudan ve diğer İslam coğrafyalarında yaşanan acılardan daha acı olan, Müslümanlar arasındaki anlamsız ihtilaflardır. Çevremizdeki tüm bu trajedilerin daha vahim tarafı süregiden tepkisizlik, suskunluktur. Şunu iyi biliyoruz, şayet biz çözmezsek kimse bizim meselelerimizi çözemez, çözmek de istemez. Şayet biz ihtilaflar yerine kardeşliğimizi büyütmezsek, başkaları bizim adımıza bunu yapmaz, yapamaz. Dünyadaki belki kendimizi tatmin edecek geçerli mazeretler bulabilir ama yarın mahşerde bütün o mazeretler hükümsüz olacaktır. Dolayısıyla bir olmaktan, beraber olmaktan, Müslümanlar olarak tüm ayrılıklarımızı rafa kaldırıp ortak tehditler karşısında birlik olmaktan başka hiçbir kurtuluş yolumuz yoktur.”

Çok güzel! Çok güzel ama neden böyle? Çünkü anlamsız ihtilaf olmaz, her ihtilafın çok derin bir anlamı vardır. İhtilafın kendisi bizzat İslamın kendisidir. İkinci temel neden Müslüman devletlerin demokrasi ile yönetilmemesi, çoğunun bir aile ya da tek adam tarafından yönetilmesidir.

İslam coğrafyasına çağrıda bulunan Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan,  “Gazze, Lübnan, Yemen, Sudan ve diğer İslam coğrafyalarında yaşanan acılardan daha acı olan, Müslümanlar arasındaki anlamsız ihtilaflardır. Şayet biz çözmezsek kimse bizim meselelerimizi çözemez, çözmek de istemez. Şayet biz ihtilaflar yerine kardeşliğimizi büyütmezsek başkaları bizim adımıza bunu yapmaz yapamaz. Müslümanlar olarak tüm ayrılıklarımızı rafa kaldırıp ortak tehditler karşısında birlik olmaktan başka hiçbir kurtuluş yolumuz yoktur” demiş. Ve İstanbul Lütfi Kırdar Uluslararası Kongre ve Sergi Sarayı’nda düzenlenen İslam İşbirliği Teşkilatı Ekonomik ve Ticari İşbirliği Daimi Komitesi (İSEDAK) 40. toplantısını açılışına katılmış.

Birleşmiş Milletler’in kayıtlarına göre dünya üzerinde toplamda 206 ülke yer almakta. Bunlardan 50 tanesi Müslüman ülke. Bu 50 devletin 22’si “Arap devletleri”. Yaklaşık 360 milyon kişinin yaşadığı toplamda 22 devlet.

Nobel Ödülü konusunda bir karşılaştırma yaparsak durum şöyle: (Pakistan (2),Türkiye (2), İran (2), Bangladeş (1), Yemen (1) = 8. Aslına bakarsanız bu listeden halkının çoğunluğu Müslüman olan laik Türkiye’yi çıkartmamız gerekiyor. Veee, İsrail (12), Yahudi (36) = 48.

R.T. Erdoğan, Müslümanlar arasındaki anlamsız ihtilafların, yani uyumsuzluk ve anlaşmazlıkların nedenini bulmayı bana bırakacağına bu ölümcül illetin nedenini Müslüman âlimlere sormalıydı. Ülkemizin güzide mütedeyyin (dindar) âlimleri bu sorunla ne hikmetse hiç ilgilenmemekte.

Bence Müslüman ülkelerde ulusal kimlik bilinci hemen hemen yok. Bu konuda ülkemizi biraz kayırmamız gerekiyor. Ulusal bilinçleri genellikle ırkçı ama millici değil. Hıristiyan ülkelerde olduğu gibi ortak çıkar ve sorumluluk paydaları yok. Çünkü tamamı ırkçı. Araplar bile, 22 türlü Arap ırkçısı.

                                                      /././

Erdoğan’ın gönüllü meneceri -Özdemir İnce-

Milliyetçi olup da bir türlü millici olamayan Milliyetçi Hareket Partisi Genel Başkanı Devlet Bahçeli’nin hangi tarihte bu işe başladığını bulmamız için uzun bir tarih taramasına girişmemiz gerektiği için başlangıç tarihi olarak Anadolu Ajansı’nın “Bahçeli’den başkanlık sistemi çıkışı” haberinin yayımlandığı 11.10.2016 tarihini yazabiliriz. O halde söz konusu haberi “Birinci menecerlik girişim” olarak yazımıza aktaralım: [Cumhurbaşkanının seçildiği andan itibaren “Anayasanın amir hükümlerini özüne ve ruhuna aykırı olarak yorumladığını; anayasanın vermediği yetkileri kendisinde hak gördüğünü; partili cumhurbaşkanı gibi davrandığını; tarafsızlığına gölge düşürecek şekilde hareket ettiğini ve yetkisini aştığını; siyasi propagandalara katıldığını, AK Parti lehine oy istediğini; siyasi polemiklere katılmış, fiilen hükümet başkanı gibi hareket ettiğini” öne süren Bahçeli, “Şu anda anayasa çiğnenmekte ve suç işlenmektedir. Fiili durumla hukuki gerçek taban tabana zıtlık içermektedir” değerlendirmesinde bulundu.

Ülkede hukuksuz, kanunsuz ve anayasaya tamamen aykırı bir yönetim modelinin tecelli ettiğini öne süren Devlet Bahçeli, Türkiye’nin mukavemetinin bu nedenle esneyip, zayıfladığını vurguladı.

Bahçeli, “Anayasanın nasıl değiştirileceği, anayasal hükümlerle belirlenmiştir ve bu kesindir. Filli durum ve dayatmalarla anayasanın değişeceğini iddia etmek, anayasayı rafa kaldırmak eğer gaflet değilse vahim bir art niyetlilik ve sinsi bir tezgâhtır” dedi.

“Türkiye Cumhuriyeti’nin beka mücadelesi verdiği bugünlerde, siyasi iktidarın ve devletin en tepesinde bulunan cumhurbaşkanının hukukla ters düşmesi geleceğimiz açısından çok mahsurlu, çok tehlikelidir” ifadesini kullanan Bahçeli, bu açık tehlikenin bertaraf edilebilmesi için iki alternatif yol bulunduğunu dile getirdi. MHP Genel Başkanı Bahçeli, şunları kaydetti:Bunlardan birincisi ve bizim açımızdan da en doğru, en sağlıklı olanı, sayın cumhurbaşkanının fiili başkanlık zorlamasından vazgeçmesi, yasa ve anayasal sınırlarına çekilmesidir. Şayet bu olmayacaksa ikinci olarak, fiili durumun hukuki boyut kazanabilmesinin süratle yol ve yöntemlerinin aranmasıdır.

Dünyanın hiçbir medeni ve demokratik ülkesinde her gün suç işleyen bir yönetim ve iktidar yapısı görülemeyecek, bundan bahsedilemeyecektir. Bu durum karşısında, AKP başkanlık sistemiyle ilgili inadını sürdürecekse yine karşımıza iki seçenek çıkacaktır: İlk olarak AKP, hazırda tuttuğu veya üzerinde çalıştığı bir anayasa hazırlığı varsa, mutabık kalınan daha önceki maddeleri de ihtiva etmek kaydıyla TBMM’ye getirmelidir. Milletvekilleri, ilkeleri ve inançları doğrultusunda vicdanlarının sesini dinleyerek oy kullanacaklar, bir karara varacaklardır. İkinci olarak bu anayasa değişiklik teklifi TBMM Genel Kurulu’nda ya 367 sınırını aşarak kanunlaşacaktır ya da 330 eşiğinin üstünde kalarak referandum yoluyla milletin kararına sunulacaktır. MHP, Türk milletinin vereceği her karara saygılı ve bağlıdır. Bizim tercihimiz her zaman olduğu gibi parlamenter sistemin devamı, güçlendirilmesi, reforma tabi tutulmasıdır. Ancak milletimiz aksini söyleyecek olursa buna da diyeceğimiz herhangi bir şey doğal olarak bulunmayacaktır.

Türkiye’nin yasa ve anayasaya uymayan yönetim yapısının derhal düzeltilmesini, hukukun tam manasıyla egemen kılınmasını öncelik görüyoruz. Egemenliğin sahibi aziz milletimiz aynı zamanda son sözün de sahibidir. Buna inancımız tamdır. Millet ne derse odur, neye karar verirse boynumuz kıldan incedir. Bizim başkanlık sistemine yönelik kuşku, eleştiri, çekincelerimiz bilinmektedir. Merhum Başbuğumuz Türkeş Bey’in Dokuz Işık isimli eserinde dile getirdiği görüşleri de ortadadır. Elbette dönemsel şartlar gereğince başkanlık sistemini savunması, konjonktürel gelişmelerin, stratejik düşüncesinin ve toplumsal ihtiyaçların doğal bir yansımasıdır. Ancak daha sonra da parlamenter sistemle ilgili görüşe dönüş yaptığı bilinmektedir. Türkiye’nin nasıl ve hangi sistemle yönetileceğiyle ilgili muamma bize göre kapanmalı, bu iş kökünden bitirilmelidir.]1

Yani Erdoğan anayasaya uymuyorsa anayasayı Erdoğan’a uyduralım!

İKİNCİ GİRİŞİM

[MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli, PKK lideri Abdullah Öcalan’a yaptığı çağrının arkasında olduğunu açıklarken Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın bir dönem daha cumhurbaşkanı seçilmesi için anayasa değişikliği istedi.

Bahçeli, 1 Ekim’de DEM Parti milletvekilleriyle tokalaşması ile başlayan, 22 Ekim’de PKK lideri Abdullah Öcalan’a “örgütü lağv et, TBMM’de DEM Parti grubunda konuş” çağrısı ile devam eden çıkışlarını; Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın görev süresinin bir dönem daha uzatılması çağrısıyla sürdürdü.

Bahçeli 5 Kasım’daki Meclis grup toplantısında şöyle konuştu: “Eğer enflasyon canavarına kesif bir darbe indirilirse, Türkiye siyasi ve ekonomik istikrarın zirvesine çıkarsa, cumhurbaşkanımız sayın Recep Tayyip Erdoğan’ın bir kez daha seçilmesi doğal ve doğru bir tercih değil midir? Ne yapacağız CHP’nin içinde dört yıl kala aday mı arayacağız?”

“Bu kapsamda lazım gelen anayasal düzenlemeyi yapmak önümüzdeki görevler arasında olmayacak mıdır? Devlette devamlılık, siyasette istikrar, Türkiye yüzyılının inşası için sayın Recep Tayyip Erdoğan güvencedir, milletin sevdalısıdır, tecrübesiyle ve birikimiyle bize göre tek seçenektir.”]2

Yani Erdoğan ebediyen başkan kalsın! Diğerkâm Devlet Bahçeli, R.T. Erdoğan’ın tersidir!

1 Anadolu Ajansı, 11 Ekim 2016.

Ayşe Sayın, BBC News, Türkçe. Yazan, 5 Kasım 2024.

(Cumhuriyet)


 

 

 

  

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder