Bakanlar Valileri, Valiler bürokratları koruyor: Villa takası ve lüks araçlar soruşturulmayacak -Yusuf Yavuz-
Villa takasında kamuyu zarara uğrattıkları ve bazı yapım ihalelerinde lüks araç talep ettikleri öne sürülen valiler hakkında İçişleri Bakanlığı soruşturma izni vermedi.AKP'li Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın kamudaki denetimlerin sıkılaştırılacağına yönelik açıklamasına karşın kamu zararına yol açtığı iddiasıyla valiler hakkında Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığına yapılan suç duyurularına işlem yapılmaması dikkat çekiyor.
Antalya’da Kaş Kaymakamlık konutlarının iki lüks villa ile takas edilmesinde ve yapım ihalelerinde kamunun zarara uğratıldığı, ayrıca yapım ihalelerinde mevzuata aykırı şekilde yüklenici firmalardan lüks araç temin edilerek özel amaçlarda kullanıldığı iddialarıyla kentte görev yapan üç vali hakkında suç duyurusunda bulundu.
İçişleri Bakanlığı ise onlarca ayrı belge ve iddiayı içeren suç duyurusunun ardından Mülkiye Müfettişlerince başlatılan ön araştırmanın ardından söz konusu işlemlerin hukuka uygun olduğunu savunarak eski Antalya Valileri Münir Karaloğlu, Ersin Yazıcı ve halen Antalya Valisi olan Hulusi Şahin hakkında yapılacak bir işlem olmadığına karar verdi.
Bakan Ali Yerlikaya’nın da onayladığı kararda, üç vali hakkında ön inceleme başlatılmasına izin verilmedi.
Kaş'taki villa takası suç duyurusuna konu oldu
Antalya’da yaşayan bir yurttaşın yaptığı suç duyurusu dosyasında, Antalya Valiliği Yatırım İzleme ve Koordinasyon Başkanlığı (YİKOB) tarafından yürütülen iş ve işlemlerle, kurum tarafından verilen yapım ihalelerindeki mevzuata aykırı uygulamalar hakkında iddialara yer verilerek sorumlular hakkında işlem yapılması talep ediliyor.
Antalya YİKOB tarafından yapılan Kaş’taki Kaymakamlık konutu ve 3 katlı personel lojmanının, Çukurbağ Yarımadası’ndaki iki lüks villa ile takas edilmesiyle ilgili işlem ile yapıp ihalelerinde yüklenicilerden lüks araç talep edilmesi gibi başlıkların öne çıktığı suç duyurusunda birçok okul binasının yapımındaki usulsüzlükler yer alıyor.
Kaymakamlık lojmanları ile takas edilen villalar Kaş Çukurbağ Yarımadasının batı ucunda yer alıyor.Villalardan biri Valiye tahsis edilecekti
Kaş’ta kamu zararına neden olduğu öne sürülen Ocak 2021’deki villa takasına konu olan villalardan birinin ilçe kaymakamlığına konut olarak tahsis edilmesi, birinin ise "devlet büyüklerinin ağırlanması" gerekçesiyle Antalya Valiliği’ne tahsis edilmesi planlanmıştı.
Ancak kamuoyundan gelen tepkilerin ardından villaların kullanımından vazgeçilmiş, ardından ise ihaleyle satılmıştı. Kaş Kaymakamlığı ise bu işlemin ardından kiracı konumuna düşmüş, lojmanı boşaltan personel ise konut sorunu yaşamıştı.
Dönemin Valisi Münir Karaloğlu döneminde Antalya YİKOB tarafından takas edilen Kaymakamlık konutu ve lojman yıkılarak yerine otel yapıldı. Kaş Kaymakamlığı için inşasına başlanan konut ise halen yapılmış değil.
Valilik için ayrılan ve devlet büyüklerinin kullanması planlanan villada tadilat yapıldı.'Üç yılda 65 ihale kamu zararı nedeniyle iptal edildi'
Kepez ve Finike hükümet konakları ile Serik ve Alanya ilçelerindeki bazı okul binalarının yapım işlerinde eksiklikler ve usulsüzlükler olduğu, Konyaaltı ve Gazipaşa ilçelerinde kum ve çakıl alınmasıyla ilgili yasaların ihlal edildiği gibi iddialara yer verilen suç duyurusunda, 2020-2023 yılları arasında 65 ihalenin kamu zararı nedeniyle iptal edildiği, 2019 ve 2020 yılları Sayıştay bulgularına göre elektrik dağıtım şirketleri tarafından yapılması gereken trafoların yatırın YİKOB tarafından yapılarak kamunun zarara uğratıldığı, kurum personelinin personelinin mesaiye geç geldiği ve mesai saatleri dolmadan kurumdan ayrıldıkları iddialarına yer verildi.
'İhalelerde şirketlerden lüks araç talep edildi'
Antalya YİKOB’un yapım işlerinde "kontrolörlük hizmetlerinde kullanılmak" üzere mevzuata aykırı şekilde yüklenicilerden çok sayıda lüks araç talep ettiği ancak bu araçların kontrolörlük dışında özel amaçlar için ve makam aracı olarak kullanıldığı öne sürülen suç duyurusunda, ilgili dönemlerde Antalya Valisi olarak görev yapan isimler hakkında inceleme başlatılması talep edildi.
Bakanlığın uyarısına karşın valilik bünyesinde makam aracı olarak da kullanılan otomobil sözleşme kapsamında bir imam hatip okulu ihalesinden temin edildi.'Suç duyurularına takipsizlik veriliyor'
Kamunun uğradığı zararlarda ihmal ve kurusu olanların tespiti ve adli işlemlerin yürütülmesinden Adalet Bakanlığı ile İçişleri Bakanlığı’nın sorumlu olduğu vurgulanan suç duyurusunda, “Ancak onlarca kusurlu imalatlar ve ihmalleri sonucunda suç duyuruları yapılmasına karşın, 4483 sayılı kanun kapsamında soruşturma izinleri verilmemesi, Memur Suçları Savcılığının kararlara itiraz davalarını açmayarak suç duyurularına takipsizlik verilmesi kamu düzeninin bozulmasına, vatandaşın devlete olan güven duygusunun zarar görmesine, devlete olan inancının yok olmasına neden olmaktadır” ifadelerine yer verildi.
'Telefon trafiği ve hesap hareketleri incelensin' talebi
Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı’na yapılan 30 Mayıs 2024 tarihli suç duyurusunda, Antalya Valiliği ve YİKOB ihale komisyonları ile kontrollük, geçici kabul ve kesin kabul komisyonları ile yüklenici firma yetkilileri ve temsilcileri ile aralarındaki telefon trafiği ile hesap hareketlerinin de incelenmesi talep ediliyor.
'Şikayetler, ihbar edilen Valiliğe sevk ediliyor'
Resmi evraklara atılan imzaların sorumluluğu ve yaptırımı olmadığı sürece düzgün iş ve işlem yapılmasının beklenemeyeceği ifade edilen suç duyurusu dilekçesinde şu ifadelere yer verildi:
"Somut ve ortada olan suç duyurularına soruşturma izinlerinin verilmemiş olması, kamu düzeninin bozulmasına, kamu kurumlarının saygınlığını ve güvenilirliğini kaybetmesine neden olmuştur. Bakanlığa yapılan ihbar ve şikâyetler, sürekli olarak ihbar ve şikâyet edilen Antalya Valiliğine sevk edilerek, ihbarların kapatılmasına, sorumluların hesap vermesine engel olunmuştur. İçişleri Bakanlığının ihbar ve şikâyetlere hassasiyet göstermemesi, Antalya Valiliğinin sürekli soruşturma izinleri vermemesi, İhbar ve şikâyetlerin sonuçsuz kalması, hukuka olan saygı ve güveni zedelemiştir. Açıklanan ve izah edilen hususlarda kusur ve ihmali olanların tespiti ile cezalandırılması, Kamu zararlarının tespiti ile sorumlularından müştereken ve müteselsilen tahsili, soruşturmanın selameti ve güvenliği için bütün tedbirlerin alınmasını saygılarımla arz ederim."
Mülkiye Teftiş Kurulu 'yapılacak işlem yok' dedi
Antalya’da yaşayan yurttaşın yaptığı suç duyurusunun ardından İçişleri Bakanlığı Mülkiye Teftiş Kurulu Başkanlığı’nın hazırladığı 7 Ekim 2024 tarihli araştırma raporunda, “…iddialarının araştırılması sonucunda, yapım işlerinde geçici kabul veya kesin kabul esnasında idarece tespit edilen eksiklerin yüklenici firmalara tamamlattırıldığı, komisyonlar marifetiyle gerekli tespitler yaptırılarak kamunun zarara uğratılmasının engellendiği, görevli ve sorumlu personeller hakkında il valilerince ön incelemeler yaptırılarak karar verildiği, işlerin hukuka uygun olarak yürütülmeye çalışıldığı anlaşıldığından, eski Antalya Valileri Münir Karaloğlu, Ersin Yazıcı ve halen Antalya Valisi Hulusi Şahin hakkında yapılacak herhangi bir işlem olmadığı kanaat ve sonucuna varıldığı” ifadelerine yer verildi.
Bakanlık üç Vali hakkında ön inceleme izni vermedi
İçişleri Bakanlığı Personel Genel Müdürü Nedim Akmeşe imzasıyla verilen kararda, Teftiş Kurulu Başkanlığı’nın görüşüne atıfta bulunularak üç vali hakkında ön inceleme başlatılacak bir durum olmadığı belirtildi. İçişleri Bakanı Ali Yerlikaya’nın da onayladığı karar, 8 Kasım 2024 tarihinde başvurucuya tebliğ edildi.
Suç duyurusunda adı geçen eski Antalya Valisi Münir Karaloğlu, halen İçişleri Bakan Yardımcısı olarak görev yapıyor. Eski Antalya Valisi olan Ersin Yazıcı ise Malatya Valisi olarak görev yaptığı dönemde 10 Temmuz 2024 tarihinde 207 Sayılı Cumhurbaşkanlığı Kararnamesi ile Mülkiye Başmüfettişliğine atanmıştı.
Sayıştay: İhalelerde talep edilen lüks araçlar özel işlerde kullanıldı
İçişleri Bakanlığı’nın valiler hakkında ön inceleme izni vermediği suç duyurusuna konu edilen lüks araçlar, Sayıştay’ın 2020 ve 2021 yıllarında Antalya YİKOB’da yaptığı denetimlerde yer verilen bulgular arasında yer alıyordu. Sayıştay, ihalelere eklenen "diğer hususlar" başlığı ile yüklenici firmalardan mevzuata aykırı şekilde içlerinde 4x4 niteliğinde araçlarında yer aldığı lüks araçların talep edildiğini belirterek bu araçların özel amaçlar için kullanıldığı bulgusuna yer vermişti.
Antalya YİKOB’daki Sayıştay denetimlerinde üst üste gündeme gelen usule aykırı araç talepleri, İçişleri Bakanlığı Strateji Geliştirme Başkanlığı’nın YİKOB’ları bünyesinde barındıran 30 ilin valiliğine gönderdiği 7 Ekim 2021 tarihli uyarı yazısına da konu olmuş, Bakanlık, “Sayıştay Başkanlığı’nca gerçekleştirilen 2019 yılı Yatırım İzleme ve Koordinasyon Başkanlıkları denetimleri sonucu düzenlenen Sayıştay Denetim raporlarında tespit edilen bulgular derlenerek ekte gönderilmiş olup söz konusu bulguların incelenerek yürütülen iş ve işlemlerde uygulama birliği sağlanması ve bundan sonra yapılacak denetimlerde aynı ya da benzer eksiklik ve hatalara meydan verilmemesi için kurumda gerekli tedbirlerin alınması” konusunda valilikleri uyarmıştı.
Erdoğan 'denetimler sıkılaşacak' demişti
Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ise dün yaptığı açıklama ile kamudaki denetimlerin sıkılaştırılacağını vurgulamıştı.
Resmi Gazete’nin bugünkü sayısında yayımlanan rehberlik, teftiş ve denetimle ilgili Genelgeye atıfta bulunan Erdoğan, şöyle konuşmuştu: “Bir süredir milletimizden çokça şikâyet aldığımız yetkisiz çakar ve tepe lambası kullanımıyla ilgili cezaları artırıyoruz. Ruhsatsız ateşli silahlar konusunda da kapsamlı bir düzenlemeyi hayata geçiriyoruz. Her iki hususta da bundan sonra kimsenin gözünün yaşına bakmayacağız. Kamu kurum ve kuruluşlarının inceleme ve denetleme faaliyetlerinin daha etkin ve düzenli bir şekilde yürütülmesi amacıyla bir adım daha atıyoruz. Denetim konusunu düzenleyen bir genelgeyi inşallah bugün yürürlüğe koyuyoruz. Cumhurbaşkanlığına bağlı Devlet Denetleme Kurulumuz; teftiş, rehberlik ve denetim faaliyetlerini bundan sonra çok daha sıkı takip edecek. Hatası, kusuru, ihmali, yanlışı olan kim varsa bunun gereğinin yapılmasını temin edecek. Devlet kadroları içinde farklı vasıflarda çalışan herkesin görevi, halkımıza en iyi şekilde hizmettir. Türkiye Cumhuriyeti Devleti 85 milyonun tamamının hizmetindedir, bütün vatandaşlarının emrindedir.” /././
Kadıköy'ün kalbine cami projesi: 'Üsküdar'da çok var, burada da olsun'-İrem Yıldırım-
Kadıköy'de Osmanağa Mahallesi'nde Hazine'ye ait arsa önce Diyanet'e devredildi. Eski Vergi Denetim Kurulu binası yıkıldı, yerine cami yapılmak isteniyor.Kadıköy’ün Osmanağa Mahallesi’nde Bayram Yeri ile Mürver Çiçeği sokaklarının kesiştiği köşede yer alan yaklaşık 500 metrekare büyüklüğündeki alan, Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı tarafından cami yapılmak üzere plan içine alındı.
21 Kasım itibarıyla “imar planı değişikliği” talebiyle askıya çıkarılan alan 20 Aralık’a kadar askıda kalacak.
Yani bu süre içerisinde vatandaşlar, itiraz ve taleplerini Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı'na iletebilecek.
415 metrekarelik alan aynı zamanda Kadıköy Geleneksel Çarşı ve Moda Kentsel ve 3. Derece Arkeolojik Sit Alanı etkileşim geçiş sahası içerisinde.
Fotoğraf: Etkin KolbaşıKamu binası Diyanet'e devredilip yıkıldı
Söz konusu parselde normalde Hazine ve Maliye Bakanlığı’na ait Vergi Denetim Kurulu binası bulunuyordu.
Fakat kurulun buradan taşınmasıyla bina boş kaldı. Parsel bu sebeple Maliye Hazinesi mülkiyetindeydi ancak, Milli Emlak Genel Müdürlüğü 22 Kasım 2022 tarihinde Diyanet İşleri Başkanlığı’na 2 yıl süre ile ön tahsisini onayladı.
Diyanet’e devredilen alanın üzerindeki bina, ibadet alanı yapılması için yıkıldı.
Haritada Osman Ağa cami ve Söğütlüçeşme camisi gösterilmiş ancak bölgeye yakın pek çok cami bulunuyor. Mesela, Serasker Caddesi'ndeki Kethüda cami. Hasan Paşa, Rasim Paşa ve Cafer Ağa camileri de alana 300-400 metre çeperde.'Kamusal fayda' için cami yapılacakmış
Kadıköy İlçesi Müftlüğü tarafından hazırlatılan İmar Planı Plan Açıklama Raporu’nda “bölgede eksikliği bulunan cami ihtiyacının giderilebilmesi için ve hazine tarafından tahsisi dini tesis alanı olarak verildiğinden, cami fonksiyonunun amacına uygun kullanılması için imar planı teklifi hazırlandığı” bilgisi yer alıyor.
Aynı raporda bölgenin yüksek yoğunluklu konut ve özellikle ticaret bölgesi olduğu sebep gösterilerek 95 parselin cami alanı olarak planlanmasının “kamusal fayda sağlayacağı” öne sürülüyor.
Parselde çoktan kazı çalışmaları başladı. Kepçe harekete geçti, temel kazınıyor. (Fotoğraf: Etkin Kolbaşı)Üsküdar'la Kadıköy arasındaki kıyasın mantığı nerede?
Yapılması planlanan caminin olduğu alandan Söğütlüçeşme camisi 150 metre, Osman Ağa camisi 200 metre, Kadıköy 3. Mustafa camisiyle 300 metre gibi mesafe var. Yine söz konusu raporda, Üsküdar’la kıyaslama yapılarak Kadıköy merkezinde bulunan “cami alanlarının sayısının, alan büyüklüğünün ve kapasitenin yetersiz olduğu” ifadeleri yer alıyor.
Üsküdar Merkezi Mevcut Cami Alanı Analizi’ne göre “parselin etrafında fiili olarak 1 adet cami bulunması sebebiyle bölgenin yoğun ticari ve yaya kullanımı olan bölgede cami ihtiyacı söz konudur” deniliyor.
Alana cami yapılarak donatı alanının miktarının arttırılacağı ve nüfus yoğununun da azaltılacağı savunulmuş.
Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı'nın onayladığı proje 20 Aralık 2024'e kadar askıda.
TÜİK’in son verilerine göre İstanbul’da 3555 cami var. Üsküdar’da bulunan camilerin ibadet yönünün dışında tarihi yönü de yüksek./././
Sevgi Evi'ndeki çocuk kayboldu: Devletin 'koruması' yine sınıfta kaldı -Özkan Öztaş-
Konya'da reddettiği erkek tarafından katledilen dört çocuk annesi Elif Ceren Arslan’ın 13 yaşındaki oğlu Serkan, Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı’na bağlı Sevgi Evi’nde kayboldu.Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı’na bağlı Sevgi Evi’nde kalan bir çocuğun kaybolduğu ortaya çıktı.
Konya’da, Eylül 2024’te reddettiği erkek tarafından katledilen dört çocuk annesi Elif Ceren Arslan’ın 13 yaşındaki oğlu Serkan’dan haber alınamıyor. Katledilen annenin devlet koruması altına alınan Serkan geçtiğimiz Cuma gününden bu yana kaldığı Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı’na bağlı Konya Karatay Sevgi Evi’nde kayboldu.
Serkan'ın kaybolduğunu, tam da doğum gününde kamuoyu Elif Ceren Arslan'ın avukatları aracılığıyla öğrendi. Durumun ortaya çıkmasının ardından kolluk kuvvetleri ve savcılık tarafından bir soruşturma başlatıldığı ifade ediliyor. Ancak, devletin koruma altına aldığı bir çocuğun böylesine bir ihmalkarlıkla karşı karşıya kalması, “koruma” anlayışının içler acısı halini bir kez daha gözler önüne serdi.
Konya’da, Eylül 2024’te reddettiği erkek tarafından katledilen dört çocuk annesi Elif Ceren Arslan’ın, Konya'da Sevgi Evi'nde kaldığı süreçte kaybolan oğlu Serkan.'Tek başına yaşamını sürdüremez, çok büyük risk altında'
Elif Ceren Arslan cinayetini takip eden Önce Çocuklar ve Kadınlar Derneği Başkanı Avukat Müjde Tozbey yaşanan durumu soL'a değerlendirdi.
Tozbey, durumun kabul edilemez bir ihmal olduğunu ifade ediyor.
Müjde Tozbey, "Bu durum kabul edilemez bir ihmalin sonucudur. 13 yaşında bir çocuğun, devletin koruma altındaki bir kurumdan kaybolması, koruma mekanizmalarının ne kadar yetersiz olduğunu bir kez daha gözler önüne seriyor. Çocukların güvenliğini sağlamak, devletin en temel sorumluluğu. Ancak görüyoruz ki bu sorumluluk yerine getirilmiyor ve çocuklarımız çok büyük bir risk altında bırakılıyor" derken devletin çocuk korumaya dair pratiklerinin yeterli olmadığına dikkat çekiyor.
'13 yaşında bir çocuk sokaklarda tek başına güvende olamaz'
Özellikle kadın cinayetlerinin ardından annesiz kalan çocukların korunması için gerekli mekanizmalar etkisiz kaldığını belirten Müjde Tozbey, Sevgi Evleri gibi kurumların çocukların güvenliğini sağlamak için oluşturulmuş olmasına rağmen, bu olayda da görüldüğü gibi ciddi ihmallerle anıldığını ifade ediyor.
Konuya dair savcılığa ve ilgili birimlere başvurduklarını söyleyen Müjde Tozbey, "Serkan'ın bir an önce bulunması hayati önem taşıyor. 13 yaşında bir çocuk, sokaklarda tek başına güvende olamaz, fiziksel ve psikolojik olarak ciddi tehlikelerle karşılaşabilir. Arama çalışmalarının hızla ve titizlikle sürdürülmesi gerekiyor. Ayrıca, bu tür kayıpların bir daha yaşanmaması için Sevgi Evleri'nde denetim ve güvenlik önlemleri derhal artırılmalı. Serkan'ın güvende olduğundan emin olana kadar bu sürecin takipçisi olacağız" diyor.
'Cinayetlerin ardından mağdur çocukların da ihmale uğraması kabul edilemez'
Yaşanan sorunun yaşadığımız düzende sistematik sorunların bir parçası olduğunu ifade eden Müjde Tozbey kamuoyundan dayanışma beklediklerini belirtiyor:
"Kadın cinayetleri zaten büyük bir toplumsal yara, ancak bu cinayetlerin ardından mağdur çocukların da ihmale uğraması kabul edilemez. Devletin, çocuk koruma mekanizmalarını ciddi şekilde gözden geçirmesi ve bu tür ihmallerin tekrar yaşanmaması için gerekli adımları atması gerekiyor. Biz bu olayda ihmali olanların da sorumluluklarını yerine getirmesi için mücadelemizi sürdüreceğiz. Adalet ve güvenlik herkes için temel bir hak olmalı, özellikle de çocuklar için.
Biz buradayız! Elif Ceren’in davasını nasıl üstlendiysek, oğlu Serkan’ın bulunması için de mücadelemizi sürdüreceğiz. Çocuğumuzun güvenli bir şekilde bulunması için bu sürecin takipçisi olacağız.” /././
HZİ Vakfı’ndan bugünlere: Antikomünist şebekenin izinde -Fatih Yaşlı-
"Türkiye hâlâ 12 Eylül rejiminde yaşıyor; AKP-MHP ikilisi antikomünist şebekenin Türkiye’yi içerisine soktuğu karanlığı mantıksal sınırlarına taşıma misyonunu üstlenmiş durumda."
“Zaman zaman üzerinde elbise olmadan sadece küçük bir battaniye vererek hücrelere atarlardı bizi. Ona karşı uzun bir direniş sürdü. Tabii bu arada şöyle bir şey de oldu onu anlatmadan geçmeyeyim. Bize bir ara bir özellikle hücrelere götürüp çıkarırken yoğun iğne vurmaya başladılar. Yani ne olduğunu bilmediğimiz tarzda böyle bir anda işte 5 enjektörün, 6 enjektörün doldurulup iğne vurulduğu olaylar olmaya başladı. Hücreye giden arkadaşların hemen hemen hepsine aşağı yukarı bu uygulamayı yapmaya başladılar. Hücreye giriyorsun 1 hafta sonra çıkıyorsun, girerken atıyorum 10 tane iğne yiyorsun çıkarken bir 10 tane daha iğne yiyorsun. Sonra 1 hafta sonra bir daha gidiyorsun yine o iğneyi vuruluyorsun.”
12 Eylül darbesinden sonra tutuklanarak cezaevine konulan devrimci mahkûmlardan biri olan ve bugün de BirGün gazetesinin yönetim kurulu başkanlığını yürüten İbrahim Aydın, böyle anlatıyor üzerlerinde yapılan deneyleri.
Aydın gibi birçok siyasi mahkûm üzerinde yapıldığı anlaşılan bu deneylerin bir kez daha gündeme gelmesinin nedeni ise Muazzez İlmiye Çığ’ın geçtiğimiz günlerdeki ölümü oldu. Çünkü Çığ, bu deneyleri gerçekleştiren HZİ Vakfı’nın kurucusu ve yönetim kurulu başkanıydı. Kardeşi Turan İtil ise Ayhan Songar’la birlikte bu deneylerin başındaki isimdi. Bu deneyler için yürütülen programı ise yapılan görüşmeler sonunda Genelkurmay Başkanlığı organize edecekti.
Hem askerler hem de deneyleri yürütenler, devrimci, sosyalist, komünist olmanın bir akıl hastalığı olduğunu düşünüyor ve bu deliliği iyileştirebileceklerini düşünüyorlardı. 12 Eylül sonrasının cezaevleri adeta savaş esirlerinin konulduğu birer toplama kampı niteliği taşıyor ve buraya hukukun h’sinin sızmasına izin verilmiyor, akla hayale gelmeyecek bir şiddet ve işkence süreklileşmiş bir şekilde devam ediyordu. Tüm bu işkencelere mahkûmlar üzerindeki testlerle ilaç ve iğne deneylerinin eşlik ettiği ise yıllar sonra öğrenilecekti.
Cezaevleri 12 Eylül rejiminin ete kemiğe büründüğü yerlerdi ama 12 Eylül bununla sınırlı değildi. İtil’in çalışmaları beraber yürüttüğü Ayhan Songar, Aydınlar Ocağı’nın üyesiydi ve Aydınlar Ocağı mensuplarının komünizme karşı formüle ettiği Türk-İslam sentezi generaller tarafından darbenin resmi ideolojisi olarak benimsenmişti.
Milliyetçi-muhafazakâr ve elbette ki antikomünist akademisyen ve yazarları bir araya getiren Aydınlar Ocağı 14 Mayıs 1970’de solun siyasal ve kültürel hegemonyasına karşı kurulmuş, 70’li yıllar boyunca antikomünist şebekenin en etkili yapılanmalarından biri olarak hareket etmiş ve Milliyetçi Cephe hükümetlerinin kuruluşunda önemli bir rol oynamıştı.
Ocak esas rolünü ise 12 Eylül’de yerine getirecek ve “darbenin aklı” olma işlevini üstlenecekti. Hiçbir zaman resmi üye olmamakla birlikte Turgut Özal, darbeye giden yoldaki en önemli uğraklardan biri olan 24 Ocak Kararları’nı önce ocak üyeleriyle istişare etmişti. 1982 Anayasası’nın mimarlarından Orhan Aldıkaçtı Aydınlar Ocağı üyesiydi ve ocağın darbeciler için hazırladığı anayasa taslağı ile 1982’de kabul edilen darbe anayasası arasında ciddi benzerlikler vardı.
Darbe yılları boyunca Aydınlar Ocağı üyeleri Türk-İslam sentezinin devlet ideolojisi haline getirilmesi doğrultusunda kritik görevlere getirildiler. Uğur Mumcu Cumhuriyet gazetesinde yayınlanan 15 Eylül 1982 tarihli yazısında bu atamalara dair şöyle diyordu:
Söz gelişi Devlet Başkanı Sayın Evren hakkında hiç de hoş olmayacak düşüncelerini bildiğimiz Ankara Üniversitesi Rektörü Sayın Tarık Somer’i bu göreve kim önermiştir? Yargılanan bir siyasi partinin sözcülüğünü yapan Ortadoğu gazetesi başyazarı Erol Güngör, Sayın Doğramacı’ya kimler tarafından salık verilmiştir? “Aydınlar Ocağı” başkanı Prof. Salih Tuğ bunca öğretim üyesi arasından nasıl çekilip çıkarılmıştır? Eski solculardan ve yeni ülkücülerden “Ülkücü Öğretmenler Derneği Kongre Başkanı” Prof. Dr. Erol Cansel, Ankara Üniversitesi Rektör Yardımcılığına kimlerin isteği ile getirilmiştir? (…) Prof. Doğramacı, üniversite ve fakülte yönetimlerini sağcı derneklerin yönetim, denetim ve etkisine açmıştır.
Giriş serbesttir!
İtil’le birlikte mahkûmlar üzerindeki deneyleri organize eden Ayhan Songar 1982-1984 yılları arasında Aydınlar Ocağı’nın genel başkanlığını üstlendi. Songar darbe döneminde hem TRT Yönetim Kurulu üyeliğine hem de Devlet Planlama Teşkilatı’na bağlı olarak kurulan Milli Kültür Özel İhtisas Kurulu’na atandı. 12 Eylül, toplumun sağcılaştırılmasına yönelik bir projeydi ve şimdi antikomünist şebekenin üyeleri devletin çeşitli kademelerinde kendilerine yer bulmaktaydılar. Antikomünist şebekenin bu kurula atanan diğer önemli isimleri ise şunlardı: Erol Güngör, Muharrem Ergin, Ahmet Kabaklı, Ekrem Hakkı Ayverdi ve Altan Deliorman.
Türkiye, postallı bir rejimi tarafından neoliberalizme ve dinciliğe bir arada açıldı. Neoliberalizmin Türkiye temsilcisi, patron örgütü MESS’in başkanı, TÜSİAD’ın gözbebeği, Nakşi Turgut Özal, darbe öncesi 24 Ocak Kararları’nı hayata geçirirken darbenin ardından ekonominin sorumluluğunu üstlendi, 1983 seçimlerinde de başbakan oldu. Aydınlar Ocağı mensupları devletin önemli kademelerine yerleştirildiler, zorunlu din dersi anayasaya sokuldu, tarikat ve cemaatlerin Suud sermayesiyle palazlanması bu dönemde gerçekleşti.
Tüm bunlar ise Türkiye’nin sermaye düzeninin ihtiyacı olarak hayata geçirildi. Darbe döneminde ABD’nin İstanbul başkonsolosluğu görevinde bulunan Robert Houghton, 27 Eylül günü, yani darbeden iki hafta sonra Washington’a yolladığı istihbarat raporunda şöyle diyordu:
İş adamlarının çoğu neredeyse havalara uçuyor. Bu havaya uçma halinin nedenini geçmişteki terör olaylarının sonlanması ve belirsizliğin ortadan kalkması kadar geleceğe yönelik vaat edici bir ortamın ortaya çıkması da oluşturuyor.
İş adamları için grev, iş yavaşlatma, terör tehditleri, döviz ve emtia sıkıntısı gibi durumlar gündelik hale gelmişti.
İş insanları kendilerini artık -belki de biraz fazla emin bir şekilde- çok daha güvende hissediyorlar ve yalnızca grevdeki çalışanlarının fabrikaya geri dönmesinden değil, döndükten sonra iş yapmaya başlamış olmasından dolayı da rahatlamış durumdalar.
İş dünyasından irtibat kurduğumuz kişilere göre, tüm fabrikalar çalışıyor ve üretim düzeylerinin de artacağı konusunda iyimserler.
Bugün 12 Eylül darbesinin ekonomi-politiği, ihracata dayalı birikim modeliyle, özelleştirmelerle, döviz-faiz-borsa üçlüsünden müteşekkil finans kapitalin egemenliğiyle, sendikal hareketin bastırılmasıyla, düşük ücretlerle, asgari ücretin ortalama ücret haline gelmesiyle yoluna devam ediyor. Öte yandan darbenin ideolojisi olan Türk-İslam sentezi İslamcı AKP ile milliyetçi MHP’nin ortaklığında iktidara gelmiş durumda. Tarikat ve cemaatler birer holding gibi hareket ediyor, devleti parsel parsel kendi aralarında bölüşüyor. Yani Türkiye aslında hâlâ 12 Eylül rejiminde yaşıyor; AKP-MHP ikilisi antikomünist şebekenin Türkiye’yi içerisine soktuğu karanlığı mantıksal sınırlarına taşıma misyonunu üstlenmiş durumda.
Eğer Yenidoğan çetesine baktığımızda başta sağlık olmak üzere her alandaki özelleştirmeleri, kreşlerin kapatılması girişimine baktığımızda siyasal İslam’ın kadına biçtiği rolü, ÇEDES ve MESEM’e baktığımızda dinci gericilikle piyasacılığın işbirliğini görmezsek, eğer laikliği, kamuculuğu, halkçılığı, sınıf eksenli bir siyasetle sentezleyip bir araya getirecek bir yol açmazsak bu karanlıktan kurtulmak hiçbir şekilde mümkün olmayacak. /././
Volkswagen 1994’teki zaferi unutturmak mı istiyor?-Umur Yazman-
Volkswagen’de 1994 yılında imzalanan ve iş güvencesi sağlayan anlaşma yılın sonunda feshedilecek. Şirkette ve fabrikaların bulunduğu bölgelerde bu feshin sonuçlarına kilitlenildi. İşçiler ise tepkili.Alman otomotiv sektörünün en büyük tekellerinden biri olan Volkswagen şirketi, 1994 yılında imzaladığı ve işçilere iş güvencesi sağlayan tarihi anlaşmayı 31 Aralık 2024 itibariyle feshedeceğini duyurdu. Bu adım, yalnızca işçilerin değil, Almanya’nın toplumsal ve ekonomik dengelerinin de test edileceği bir süreç başlatıyor. Anlaşmanın feshiyle birlikte, şirketin operasyonel nedenlerle işten çıkarma yasağını kaldırması, binlerce çalışanın işsiz kalmasına ve yerel ekonominin ciddi zarar görmesine yol açabilir.
1994’teki anlaşma, Volkswagen işçileri ve sendikalarının mücadelesiyle kazanılmıştı. O dönem IG Metall sendikası lideri Klaus Zwickel, iş güvencesi için yapılan müzakerelerin başında yer aldı. Sendika, Volkswagen İşyeri Konseyi Başkanı Bernd Osterloh ile birlikte, şirket yönetimine karşı işçilerin taleplerini sert bir şekilde dile getirdi. Bu süreçte yerel yöneticiler ve Aşağı Saksonya eyalet hükümeti de işçilerin yanında yer alarak, bölge ekonomisinin korunması gerektiği yönünde güçlü bir mesaj verdiler.
Zaferin yolu, yalnızca grevlerden değil, halkla kurulan dayanışma bağlarından geçti. Özellikle Wolfsburg kentinde, işçilerin aileleri ve yerel esnaf, meydanlardaki protestolara destek vererek işçilerin haklı mücadelesini sahiplenmişlerdi. Ancak bu zafer için işçiler, sendikanın da yönlendirmesiyle kazanılmış haklarından büyük tavizler vermek zorunda kaldılar. Fazla mesai ücretlerinden ek molalara kadar birçok hak, bu anlaşma uğruna feda edildi.
1994’ün fedakârlıkları ve kazanımları
1994 yılında imzalanan Beschäftigungssicherungs-TV (İş Güvencesi Anlaşması), Volkswagen işçilerinin ve IG Metall sendikasının kararlı mücadelesiyle kazanılmış, o dönemin ekonomik şartlarına rağmen iş güvencesini garanti altına almıştı.
Peki bu anlaşmayla işçilerin yaptığı fedakarlıklar neydi ve işçiler nelerden vazgeçmişti?
Çalışma Saatlerinde Esneklik: Anlaşmaya göre işçiler, üretim dalgalanmalarına uyum sağlamak amacıyla esnek çalışma saatlerini kabul etti. Çalışma süreleri gerektiğinde artırılabilir veya azaltılabilir hale getirildi. Bu, işçilerin daha fazla veya daha az saat çalışmasını sağlayarak şirketin üretim planlamalarını esnek tutmasına olanak tanıdı.
Fazla Mesai ve Hafta Sonu Ücretlerinde Kesintiler: Şirketin maliyetlerini düşürmek amacıyla fazla mesai ve hafta sonu çalışmalarında ödenen ek ücretler düşürüldü. Bu, işçilerin gelirlerinde kayda değer bir azalma yaratırken, şirketin finansal esnekliğini artırdı.
Tam Maaş Tazminatı ve Ek Haklar: "Volle Gehaltsansprüche bei Produktionsausfällen sind ausgesetzt.” İşçilerin tam maaş alma hakları, üretim duraksamaları gibi durumlarda askıya alındı. Ayrıca, bazı yan haklardan feragat edilerek şirketin ekonomik istikrarı desteklendi.
Volkswagen (VW) işçileri, maliyet azaltma planlarının açıklanmasının ardından Almanya’nın Wolfsburg kentinde düzenlenen bir iş toplantısında protesto gösterisi düzenledi. Pankartlardan birinde “İş güvenliğinden elinizi çekin” ifadesi yer alırken, bir diğer pankartta ise VW Yönetim Kurulu, olası maaş kesintileri konusunda “çifte standart” uygulamakla suçlandı. Yönetim Kurulu üyeleri sahnede yerlerini aldığında, toplantıya katılan işçiler “Biz Volkswagen’iz, siz değilsiniz!” şeklinde slogan attı.Kısa Çalışma Ödeneği: Ekonomik kriz dönemlerinde işten çıkarma yerine kısa çalışma ödeneği uygulamaya konuldu. Bu model sayesinde çalışanlar işlerini kaybetmeden, maaşlarının bir kısmını almayı sürdürdü.
Volkswagen’de 1994 yılında yapılan anlaşmada bu fedakârlıkların karşılığında kazanımlar ve işçilerin elde ettiği güvenceler ise şunlardı:
Operasyonel Nedenlerle İşten Çıkarma Yasağı: Şirket, operasyonel nedenlerle işten çıkarma yapmayacağını taahhüt etti. Bu madde, iş güvencesini garanti altına alan en kritik kazanım oldu.
Yerel İstihdamın Korunması: Almanya’daki fabrikalarda işlerin/işyerlerinin korunacağı garanti altına alındı. Wolfsburg, Hannover ve Kassel gibi şehirlerdeki üretim merkezleri, toplumsal ve ekonomik dengenin korunmasına katkı sağladı.
Buna karşılık, bu anlaşma işçilerin kendilerini sağlama aldıkları, çalıştıkları şirkete güvenebilecekleri ve şirket yönetimiyle müzakereler yoluyla sorunlarına çözüm bulabilecekleri, emekle sermayenin uzlaşabileceği ilüzyonunu da sağlamlaştırdı.
Anlaşmanın toplumsal etkisi: İşçi sınıfının gücü
1994 anlaşması, yalnızca Volkswagen işçileri için değil, tüm Alman işçi sınıfı için önemli bir gelişmeydi. Anlaşma, işçilerin kararlı mücadeleleriyle kazanılmış ve sermayeye önemli bir mesaj verilmişti: "Biz olmadan üretim olmaz.”
O dönemde işçi sınıfının örgütlü gücünün, yalnızca Volkswagen’in politikalarını değil, genel anlamda sermaye düzenini de etkileyebileceği görüldü. Yerel halk, belediyeler ve esnaflar, işçilerin mücadelesine destek vererek dayanışmanın gücünü gösterdi. Anlaşma, yalnızca istihdamı değil, işçi sınıfının toplumsal hafızasındaki yerini de koruma altına aldı.
Volkswagen işçileri: Kazananlar ama bedel ödeyenler
Volkswagen işçileri, bu anlaşma ile yalnızca işlerini değil, aynı zamanda gelecekteki üretim dengelerini de korumayı başardı. Ancak bu kazanımlar, ağır bedellerle elde edildi. Anlaşma, işçilere bir umut ve güven sağlarken, fedakârlıklar unutulmadı. Bugün, 1994 anlaşmasının feshedilmesi gündeme geldiğinde, işçilerin hafızası ve mücadele azmi bir kez daha test ediliyor.
Protestolarda işçiler temsili olarak Volkswagen'in tabutunu taşıdı.Volkswagen’in iş güvencesi anlaşmasını feshetme kararı: Bahaneler ve gerçekler
Volkswagen’in 31 Aralık 2024 itibarıyla 1994 İş Güvencesi Anlaşması’nı (Beschäftigungssicherungs-TV) tek taraflı olarak feshedeceğini açıklaması, yalnızca şirket işçilerini değil, tüm Almanya’yı ilgilendiren geniş çaplı bir tartışmayı başlattı. Bu karar, şirketin üretim maliyetlerini düşürme gerekçesiyle alınsa da altında yatan gerçekler, işçi sınıfı ve toplumsal dengeler açısından daha derin bir tehdidi işaret ediyor.
Volkswagen’in bu anlaşmayı feshederken temel bahanesi, sektördeki ve şirket faaliyetlerindeki elektrikli araç dönüşümü oldu. Volkswagen, fesih kararını elektrikli araç üretiminde rekabetçi kalma gerekliliği ve artan maliyet baskılarına dayandırıyor. Şirket, özellikle Tesla ve Çinli üreticilerle yarışabilmek için büyük bir maliyet tasarrufu planı açıklayarak, fabrikalardaki iş güvencesi politikalarını bu tasarrufun önündeki bir engel olarak gösteriyor. Ancak bu gerekçeler, gerçeğin yalnızca bir kısmını yansıtıyor. Şirket faaliyetlerini daha kârlı sektörlere kaydırmak istiyor.
Dolayısıyla fesih kararının ardında yatan asıl neden, Volkswagen’in yalnızca elektrikli araçlara geçişte yaşadığı zorluklar değil, sermayesini daha kârlı sektörlere kaydırma stratejisi. Şirket, özellikle silah sanayisine yatırım yaparak, yüksek getirili bir alanı hedefliyor. Bu hamle, işçilerin emeğiyle büyüyen bir şirketin, toplumsal sorumluluğu bir kenara bırakarak, yalnızca hissedarların çıkarlarını gözettiğini gösteriyor.
Gerçek şu ki; Volkswagen, üretim maliyetlerini düşürerek, işçi sınıfını ekonomik dalgalanmaların kurbanı haline getiriyor. Şirketin yatırımlarını daha yüksek kâr sağlayan sektörlere yönlendirmesi, halkın ve işçilerin çıkarlarını doğrudan tehdit ediyor.
1945 ile 1950 yılları arasında Volkswagen fabrikaları.
“Halkın fabrikası” mı, sermayenin çarkı mı?
Volkswagen’in bu kararı, aynı zamanda “halkın sahibi” olduğu fabrikaların, halkın görüşü alınmadan kapatılmasının tartışılmasını da beraberinde getirdi. Aşağı Saksonya eyalet hükümetinin Volkswagen’de yüzde 11,8 sermaye payına ve yüzde 20 oy hakkına sahip olması, şirketin yalnızca bir özel sermaye girişimi değil, kamusal bir aidiyete ve sorumluluğa sahip bir yapı olduğunu gösteriyor.
Volkswagen’in en büyük hissedarı yüzde 31,4 pay ile Porsche Automobil Holding SE. Porsche Automobil, oy hakkının yüzde 53,3’üyle şirketin en büyük hissedarı durumunda.
Aşağı Saksonya Eyaleti ise şirkette yüzde 11,8 hisse payı ile oy hakkının yüzde 20’sine ve şirket kararlarında önemli bir etkiye sahip bulunuyor.
Şirkette yüzde 14,6’lık hissesi olan Katar Yatırım Otoritesi, oy hakkının yüzde 17’sine sahip. Şirketin çeşitli bireysel ve kurumsal yatırımcılardan oluşan diğer hissedarlarının toplam hisse payı ise yüzde 42,2 düzeyinde.
Volkswagen’in kısmen kamunun sahibi olduğu bir şirket olarak, böylesine kritik kararları alırken kamusal sorumluluğunu göz ardı etmesi, yalnızca işçilerin değil, Almanya kamuoyunun geniş bir kesiminin de tepkisini çekiyor. Kamu payının olduğu ve kamu fonlarından büyük destek alan şirketin fabrikalarının iş güvencesi olmaksızın faaliyet göstermesi, şirketin toplumsal anlaşmayı ihlal etmesi anlamına geliyor.
Yurt içi ve yurt dışındaki iş gücü ve bayiler, bir milyonuncu Volkswagen'in Wolfsburg'da tamamlanmasını kutluyor. Wolfsburg, 6.8.1955Sendikanın Bugünkü Tavrı: 1994 çok geride kaldı
Volkswagen işçileri için 1994, sendikal örgütlülüğün ve mücadele azminin sembolüydü. O dönem IG Metall sendikası, işçilerin taleplerini açık bir şekilde dile getirmiş, müzakereleri güçlü bir liderlikle yönetmiş ve işçi sınıfının belli başlı kazanımlarını, tavizler verilmesine karşın korumuştu. Ancak bugün sendikada aynı mücadele ruhunu görmek zor.
Sendika liderlerinin, Volkswagen’in kararına karşı daha etkili bir eylem planı ortaya koyamaması, işçiler arasında hayal kırıklığı yaratıyor. Grev çağrılarının ve protestoların yalnızca sembolik düzeyde kalması, işçilerin sendikalara olan güvenini zedeliyor.
Geçtiğimiz haftalarda Wolfsburg kentinde yapılan 25 bin kişilik protestoya işçilerin büyük katılımı, işçi sınıfının hâlâ örgütlenme potansiyeline sahip olduğunu gösterdi. Ancak bu eylemler, güçlü bir plan, hedef ve kararlı bir liderlikten yoksun görünüyor.
Volkswagen işçilerinin kendi arasında yaptıkları konuşmalarda “Sendikalar patronlarla fazla uyumlu” eleştirisi öne çıkarken, "1994’te işçiler kazandı, bugün kazanan kim olacak?” sorusu da mücadeleye ve geleceğe olan güvensizliği ortaya koyuyor.
Volkswagen’in kararının yarattığı toplumsal etkiler: Yerel ekonomiden daha fazlası
Şirketin anlaşmayı fesih kararı, yalnızca işçilerle sınırlı kalmayacak bir etki yaratıyor. Fabrikaların kurulu bulunduğu bölgelerde işsizlikte artış bu kararın ilk sonucu olacak. Operasyonel nedenlerle toplu işten çıkarmaların önü açılacak ve bu, Aşağı Saksonya eyaletindeki işsizlik oranlarını artıracak.
Fabrikaların bulunduğu Wolfsburg, Hannover ve Kassel gibi şehirlerde, yerel esnaflar, tedarik zincirleri ve belediyeler ekonomik olarak büyük zarar görecek.
İş güvencesinin ortadan kalkması, toplumsal güveni sarsacak ve işçi sınıfının kazanımlarını hedef alan geniş çaplı bir kriz yaratarak toplumsal huzursuzluğun ve tepkilerin artmasına yol açacak.
Osnabrück'teki VW fabrikasının özellikle risk altında olduğu değerlendiriliyor.Alman işçi sınıfının önündeki sınav
Volkswagen’in bu kararı, yalnızca oradaki işçilerin değil, Alman işçi sınıfının hafızasını ve dayanışmasını da test ediyor. Eğer iş güvencesi anlaşması feshedilirse, 1994’te büyük fedakârlıklarla elde edilen haklar tamamen ortadan kalkacak. Bunun sonucu sermaye saldırısı Almanya çapında artarak sürecek.
Ancak bu süreç, işçi sınıfının yeniden örgütlenmesi için bir fırsat da olabilir. Volkswagen işçilerinin attıkları sloganlar da buna işaret ediyor: "Bu yalnızca bizim değil, halkın mücadelesidir." "Birlikte kazanabiliriz."
Alman işçi sınıfı, yalnızca Volkswagen’e değil, işçilerin emeğini kâr uğruna feda eden her tür sermaye politikasına karşı güçlü bir cevap vermek zorunda. Bu, yalnızca işçilerin değil, Almanya’nın emekçiler lehine kazanılmış toplumsal değerlerinin korunması için verilen bir mücadele olarak görülmelidir. Söz konusu mücadelenin kalıcı bir örgütlülüğe dönüşmesi ise işçi sınıfı mücadelesini temel alan partileri bekliyor.
/././
Konferans fuara döndü, vaatler devede kulak kaldı: COP29 ardında ne bıraktı?-Emre Alım-
Tutulmayacak vaatler havada uçuştu, petrol şirketleri fosil enerjinin bahsini bile açtırmadı. İklim bilimci Prof. Dr. Murat Türkeş'e göre COP29'da yine "Havanda su dövüldü".
Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Taraflar Konferansı ya da bilinen adıyla COP'un 29.'su bu yıl Azerbaycan'da yapıldı.
Dünyanın dört bir yanından on binlerce kişinin katıldığı konferansa dair beklentiler yüksek değildi. Zira geçen yıl, yine petrol zengini bir ülke olan Birleşik Arap Emirlikleri'nin ev sahipliğinde fosil ürünlere dair bağlayıcı bir karar çıkmamıştı. Bu yıl da farklı bir sonuç beklenmiyordu.
Beklentiler daha konferans başlamadan ete kemiğe büründü. Zirveden iki hafta önce COP29'da üst düzey bir görevlinin yetkisini fosil yakıt anlaşmaları yapmak için kullandığına işaret eden belgeler ortaya çıktı. Bu görevlinin Azerbaycan devlet petrol şirketi Socar'ın yönetim kurulunda da yer aldığı anlaşılınca taşlar yerine oturdu.
Konferansa büyük şirketlerin ve yatırımcıların ilgisi yıldan yıla artıyor. Binlerce şirket burada ürünlerini pazarlıyor, anlaşmalar yapıyor, sonra da iklim değişikliğine dair kısa sunumlar yapıp zirveden ayrılıyor.
Konferansın geldiği noktayı ve COP29'un bilançosunu Boğaziçi Üniversitesi İklim Değişikliği ve Politikaları Uygulama ve Araştırma Merkezi Yönetim Kurulu Üyesi Prof. Dr. Murat Türkeş'le konuştuk.
Lobici kurumlar, pazarlamacı şirketler...
İklim bilimci Türkeş, önceki yıllarda Türkiye'yi temsilen katıldığı ve yerinde izleme fırsatı bulduğu konferansın artık bir "iklim fuarına" halini almasından şikayetçi.
"Şirketlerin bu tür konferansları 'networking' alanı olarak görme eğilimi son 10 yılda ama özellikle geçtiğimiz 3 yılda daha da kuvvetlendi.
Enerji ve sanayi şirketlerin temsilcileri, lobi görevi yapan uluslararası kuruluşlar, Mısır'da, sonra Dubai'de ve bu yıl da Bakü'de çok fazla öne geçtiler. Daha önce yoktu demiyorum ama artık alışılagelmiş bir durum."
Prof.Dr. Murat Türkeş, iklim değişikliğiyle mücadelenin merkezi planlama ve kamucu anlayışla yapılmasını söyleyen sayılı uzmandan biri. Bu nedenle konferansta şirketlerin artan ağırlığının hedef şaşırttığı görüşünde.
"Taraflar Konferansları geleneksel iklim değişikliği görüşmelerin yapıldığı konferanslar olmaktan çıkıp daha çok bir iklim fuarına dönüştü.
Amaçları işi pazar ekonomisi kurallarına göre dönüştürmek. Hem lobi faaliyetleri yapmak hem işi sulandırmak hem de kendi firmalarının yaptıklarını pazarlayabilmek.
O toplantılara heyetlerdeki görüşmeciler ve bazı teknik isimler dışında katılanların yüzde 95'i orada ne görüşüldüğünü bilmiyor. Pazar gece yarısı sabaha karşı ne yapıldı sorsanız size anlatamazlar."
Boğaziçi Üniversitesi İklim Değişikliği ve Politikaları Uygulama ve Araştırma Merkezi Yönetim Kurulu Üyesi Prof. Dr. Murat TürkeşMilyar dolarlık sözler tutuluyor mu?
Pazar günü Türkiye saati ile sabaha karşı 02.00 sıralarında açıklanabilen anlaşmanın konusu iklim finansmanıydı.
Afrika ülkeleri adına müzakere yürüten grup, söz verilen miktarın "çok az ve çok geç" olduğunu kaydetti. Hindistan temsilcisi de "cüzi bir miktar" olarak nitelendirdi.
İklim değişikliğinden en ağır etkilenen Küçük Ada Devletleri İttifakı adına konuşan isim, "Adalarımız batıyor. Ülkelerimizin kadınlarına, erkeklerine ve çocuklarına bu kötü anlaşmayı götürmemizi nasıl beklersiniz?" diye sordu.
Sonunda zengin devletler iklim değişikliğinden en çok etkilenen yoksul ülkelere 2035'e kadar yıllık 300 milyar dolar vermeyi vaat etti.
Ancak devletlerin bu sözlerinin bağlayıcılığı yok. Taahhütleri takip edip parayı tahsil edecek bir mekanizma yok. Ayrıca para ayrılsa dahi bunun bağış mı, fon mu, borç mu olduğu belli değil.
Murat Türkeş, işleyişi özetlemek adına geçtiğimiz yıllarda yaşananları hatırlatıyor:
"Yeşil İklim Fonunda biriken ve birikecek olan para. Buradaki finansman az gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelere aslında kredi olarak veriliyor. Bunlar hibe değil.
Dolayısıyla bu ülkelerin bir kısmı parayı almak istemiyor. Yani borçlanmak istemiyor. Özellikle iklim değişikliğinden en fazla etkilenen en hassas ülkelerin başka öyle bir talebi de var.
Sözlerin çoğunlukla tutulmadığını görüyoruz. Nereden biliyoruz? Yılda 100 milyar dolarlık Yeşil İklim Fonunda bir türlü o para toplanamadı."
Vaatler devede kulak
Bakü'deki konferansta 2035’ten itibaren, kamu ve özel sektör kaynakları kullanılarak yıllık 1,3 trilyon dolar dönüşüm fonuna ulaşma hedefi de açıklandı. Türkeş bu hedefi şöyle açıklıyor:
"Yeniden özel sektörün ve sermaye gruplarının önü açılıyor. Böylece lobi ve enerji kuruluşları da işin içine giriyor. Onlardan karşılanmak ve hibe yerine projeye dayalı olmak üzere bu tutarın yılda 1,3 trilyon dolara çıkarılması kabul edildi."
Öte yandan söylenen rakamlar kamuoyuna astronomik gelse de araştırmalar vaat edilen tutarın fosil enerji şirketlerinin tüm gelirlerinin yüzde 1’ini dahi karşılamadığı gösteriyor.
'Havanda su dövüldü'
Konferansta konuşulanlar kadar konuşulmayanlar dikkat çekti. Ulaşılan mutabakatta fosil ürünlerine dair bağlayıcı bir karar alınmadı, net bir çağrıda bulunulmadı ve tavsiyelerle yetinildi. Böylece önceki senelerde "zayıf" bulunan sonuçların dahi gerisine düşüldü.
"Kömürden, fosil yakıtlardan çıkılması ve yükümlülüklerin kuvvetlendirilmesi konuşulmalıydı. Paris Antlaşması'nın '2030 sera gazı salınım hedefleri'nin kapsadığı ülkelerin Birleşmiş Milletler'e sunduğu katkı belgelerindeki yükümlülüklerin kuvvetlendirilmesi olmalıydı.
Sera gazı salımlarını daha fazla azaltacak, daha güçlü kararlardan uzak duruldu. Bunlar hemen hemen hiç gündeme getirilmedi. Çünkü toplantı Azerbaycan’da yapılıyor. Dünyanın en büyük petrol üreticisi ülkelerinden biri.
İnsan kaynaklı iklim değişikliğinin önlenmesi, sera gazı salınımlarının azaltılması ve 2030 hedefleri açısından havanda su dövülmüş oldu. Yeni bir başarısız taraflar konferansı tamamlanmış oldu."
Türkiye'nin planı nükleer enerjiyi 3 katına çıkarmak
Peki alternatif olarak ne öneriliyor?
Enerji arzı içerisinde yenilenebilir enerjinin payı artırılarak oluşacak denge nedeniyle zamanla fosil yakıt kullanımının azalacağı öngörülüyor. Türkiye'de bunu kabul eden ülkelerden bir tanesi.
Türkiye'nin, bu yılki konferansta açıkladığı 2053 Uzun Vadeli İklim Stratejisi'nde kömürden çıkışa dair hiçbir hedef yer almazken nükleerde 2 kat artış öngörülüyor. Murat Türkeş bu yaklaşımı iklim değişikliği mücadelesinde bir "geri adım" olarak görüyor:
"Nükleer enerji kendine özgü riskleri olmakla birlikte sera gazı üretmeyen bir enerji üretim sistemi. Dolayısıyla söz ediliyordu ama iklim değişikliği mücadelesinde alternatifler arasında sayılmıyordu.
Hatta 1999 yılında Bonn'da yapılan Taraftar Konferansının ikinci kısmına katılma şansım olmuştu. O karar metninde ülkelerin nükleer enerjiyi iklim değişikliği mücadelesinin içinde bir önlem olarak kullanmamaları gerektiği önerilmişti.
Çok uzun yıllar sonra bu karara rağmen geçen yıl yeniden nükleer enerji de alternatif çözümler arasında yer aldı. Tabii bunda pandemide yaşanan enerji krizi ve hemen ardından yeni bir krizine neden olan Rusya-Ukrayna savaşı etkili."
Tüm sözler tutulsa bile...
Enerji ihtiyacı büyürken, iklim krizi durmaksızın derinleşiyor. Değişen hava sıcaklıklarının olumsuz yönde etkilemediği ülke yok. "İklim fuarı" halini alan Taraflar Konferansınınsa krize çare olması mümkün görünmüyor.
"Yani bırakın yükümlülükleri kuvvetlendirmeyi, artırmayı bugüne kadar verilen sözler, Paris Antlaşması kapsamında sunulan sözler yerine getirilmiyor.
Finansmanda bir ilerleme sağlandı ama diğer konularda süre daralıyor. Bu yıl da bir şekilde boşa gitti.
Pek çok projeksiyona göre dünyada bugüne kadar verilen tüm sözler tutulsa bile yüzyılın sonunda yaklaşık 3 santigrat derecelik küresel ısınmaya doğru hızla gidiliyor."
/././
İsrail-Lübnan Savaşı’nı kim kazandı? Şimdi ne olacak?-Yiğit Günay-
İsrail kaybetti. Lübnan direnişi kazandı. Ama ayrıntılara bakmak şart, tablo siyah-beyazdan ibaret değil.İsrail’le Lübnan arasındaki çatışma, 7 Ekim 2023’ten itibaren başlamıştı. Ancak İsrail’in kara operasyonu, yani Lübnan’ı işgal girişimi, iki ay üç günün ardından ateşkes anlaşmasıyla sonuçlandı.
Savaşı kim kazandı? Kısa yanıt, Lübnan direnişi kazandı, İsrail kaybetti.
İlk tepkiler bu durumu açıkça ortaya koyuyor. Netanyahu, “ABD bizi tehdit etti, o yüzden imzalamak zorunda kaldık” diye suçu ABD’ye attı, ABD hükümeti Netanyahu’yu yalanladı. Lübnan’daki İsrail işbirlikçisi Falanjistlerin yeni kuşak vekili Nedim Cemayel, katıldığı televizyon programında neredeyse ağlamaklı bir şekilde “İsrail bizi Hizbullah’la baş başa bırakacak” dedi. Hamas, ateşkesi Lübnan halkının başarısı olarak niteledi.
Ateşkesin İsrail açısından yenilgi olduğu konusunda pek şüphe yok. Elbette imzalanan ateşkes, İsrail’in Lübnan’a yönelik saldırganlığının yeniden tırmanmayacağının, yeni bir işgal girişimi yaşanmayacağının güvencesi değil. Filistin’deki işgal sürüyor, İsrail Suriye’deki saldırganlık dozunu artırabilir, İran’a karşı yeni hamleler yapabilir.
Her durumda, Lübnan cephesinde bundan sonra neler olacağına dair kafa yormak için, savaşın sonuçlarına daha yakından bakmak gerekiyor.
Ateşkes şartları
Ateşkes anlaşmasının kendisi, İsrail açısından başarısız. Henüz tam metni kamuya açıklanmadı ama içeriği bilenlerin sözlerinden süzülen bilgiler, anlaşmanın, 2006’da İsrail’in hüsranla sonuçlanan işgalinin ardından 1701 sayılı BM Kararı’na paralel olduğunu gösteriyor. İsrail masaya otururken çok daha fazla şart sunuyor, 2004’teki 1559 sayılı BM Kararı’na yakın şartlar dayatıyordu. Beceremedi.
Sonuçta Hizbullah Litani Nehri’nin kuzeyine çekilecek ama İsrail Lübnan’dan tamamen çıkacak, Güney Lübnan’a Lübnan Ordusu yerleşecek. Yetki uluslararası güçlere de paylaştırılmadı, doğrudan Lübnan Ordusu’na verildi. Netanyahu hükümeti, Macron Fransası’nın asla anlaşmaya taraf olmasını istemiyordu, bu istekleri de boşa düştü. İsrail, anlaşmada “Hizbullah sınırdan biraz uzaklaşsın”ın ötesinde bir kazanım elde edemedi.
İlan edilen hedefler
İsrail’in asıl başarısızlığı, anlaşmanın “büyük resme” etkisi. Netanyahu hükümeti, işi, “yeni bir Ortadoğu yaratacağız” iddiasına vardırmıştı: Gazze haritadan silinecek, Batı Şeria ilhak edilecek, Lübnan’ın bir kısmı ilhak edilip rejim değiştirilecek, Suriye ve Yemen etkisiz hale getirilecek, İran’daki rejim çökertilecekti. Bu büyük iddia, büyük darbe aldı. Lübnan için ilan edilen hedefler bile tutturulamadı. Şimdi herkes bir sonraki safha için Trump’ın görevi devralmasını bekleyecek.
Askeri kayıplar
Lübnan direnişi kazandı, ama 2006’ya kıyasla daha ağır bir maliyetle. Lübnan Sağlık Bakanlığı, 7 Ekim 2023’ten bu yana kaybı yaklaşık 3800 ölü, 15 bin 700 yaralı olarak hesaplıyor. Hizbullah, 7 Ekim’den İsrail’in kara saldırısı başlayana kadarki süreçte kaybettiği savaşçıları duyuruyordu, yaklaşık 500 savaşçı kaybetmişti. Kara saldırısının ardından Hizbullah’ın kayıp sayısı bilinmiyor. Tel Aviv Üniversitesi’nin Ulusal Güvenlik Çalışmaları Enstitüsü, Hizbullah’ın ölü sayısını 2450 olarak hesaplıyor. İsrail, kendi asker kaybını 73 olarak duyurdu, ancak gerçek sayının bunun üstünde olduğu tahmin ediliyor.
2006 işgalinde İsrail 121, Lübnan direniş güçleri 300 civarında asker yitirmişti. Bu kez oran, Lübnan aleyhine açıldı.
Henüz askeri ekipman kayıplarına dair tam veriler çıkmış değil. İsrail’in bu kez 2006’ya oranla daha fazla askeri ekipman kaybettiği anlaşılıyor. Hizbullah, yıllardır yaptığı roket yığınağının bir kısmını hava saldırılarında kaybetti—İsrail, yarısını yok ettiğini iddia ediyor. Eldeki cephanenin önemli kısmı savaşta kullanıldı. Güneyde ve Suriye sınır bölgesindeki lojistik altyapı büyük hasar aldı. Ama sonuçta ateşkes, bu bakımdan da Hizbullah’a nefes alma ve kaybı ikame etme süresi sağladı.
İsrail ordusu, Lübnan'a kara operasyonunun başında sınır bölgesine ek kuvvet olarak Egoz ve Golani Tugaylarını göndermişti. İsrail, kara harekatında bu birliklerden kayıplar yaşadı.Askeri kapasite açısından bilek güreşi
İsrail, havada tartışmasız üstünlüğünü ortaya koydu. Lübnan’ın yalnızca güneyini değil, en kuzeye kadar her tarafını, Beyrut’un merkezini sayısız kez ve sivilleri hedef alarak vurdu.
İsrail, daha büyük rüşt ispatını istihbarat alanında sağladı. Hasan Nasrallah’ın öldürülmesi, Hizbullah ve direniş açısından başlı başına çok büyük kayıp. Nasrallah’ın yanı sıra Hizbullah önderliğinden birçok ismin öldürülmesi, tam anlamıyla bir kitlesel terör eylemi olan “çağrı cihazı” saldırısı gibi hamleler, İsrail’in istihbarat kapasitesini gösterdi.
Ancak İsrail, Hizbullah’ın karşı roket saldırısını engelleyemedi. 60 bin İsrailli, kuzey İsrail’i terk etmek zorunda kaldı. Kalanlar, ülkelerinin işgalinin sonucunu hissettiler: iki aylık süre boyunca sığınaklar sürekli kullanıldı. Ateşkesin yürürlüğe girmesinden önceki birkaç saatte Hizbullah yine kuzey İsrail’e çok sayıda roket saldırısı düzenledi. İHA’larla yapılan kimi operasyonların elde ettiği kısmi başarılar da Hizbullah’ın İsrail’e saldırı kapasitesini çeşitlendirdiğini ortaya koydu.
Karadaysa, bir kez daha, İsrail ordusu hezimete uğradı. Litani Nehri’ne en yakınlaştıkları an, hemen sınırdaki Deyr Mimas köyüne girip uzaktan nehrin fotoğrafını çektikleri, hüsranı hafifletmeye dönük reklamcılık çalışmasıydı.
Hizbullah’ın aktif askeri gücünün 30 bin, yedek gücünün 20 bin savaşçı olduğu tahmin ediliyor. Bu açıdan, bu kez 2006’ya göre daha fazla kayıp verdirilmiş olsa da, İsrail, Hizbullah’ın karadaki savaş gücünde önemli bir azalma yaşatmayı başaramadı. Hizbullah’ın yeni kuşak savaşçıları “ateşle sınandılar” ve Filistin’e karşı sürekli aktif savaşta olan İsrail askerlerinin karşısında önemli deneyim kazandılar.
Tel Aviv'de bir İsrailli, Hizbullah'ın roketinin düştüğü yerde duruyor. (24 Kasım 2024) (Reuters)Lübnan halkını birbirine düşürme hedefi
Daha önce soL’da aktardığımız üzere İsrail’in Lübnan için siyasi hedefi, mezhepsel ayrımları kaşıyarak Hizbullah’ı devre dışı bırakmak ve kendisiyle işbirliği yapacak bir koalisyon hükümeti sağlamaktı. Bu hedef başarısız oldu. İsrail yanlıları meşruiyetlerini iyiden iyiye kaybettiler. Hizbullah’ın etkisinin kırılamayacağı kanıtlandı.
Daha önemlisi, kitleler nezdinde de düşmanlık değil, kardeşlik kazandı. Özellikle Lübnanlı komünistlerin Halk Yardımlaşma Derneği’nin, evinden olan 1 milyondan fazla Lübnanlı’ya ülkenin dört bir yanında diğer Lübnanlılarla birlikte sahip çıkmak yönündeki faaliyetleri etkili oldu.
Yıkım ve yeniden inşa
Her ne kadar savaşı Lübnan direnişi kazanmış olsa da, ekonomik sonuçlar bakımından Lübnan çok ağır bir tabloyla karşı karşıya. Dünya Bankası, yalnızca yıkılan binaların maliyetini 2,8 milyar dolar olarak hesaplıyor—yaklaşık 99 bin barınma birimi hasar aldı.
Tarımda doğrudan hasar 124 milyon dolar olarak hesaplanıyor. Hasat ve hayvan kaybı ve çiftçilerin tehcirinin yaratacağı kayıpsa 1,1 milyar dolar. Dünya Bankası, 14 Kasım itibariyle Lübnan’ın toplam zararını 8 buçuk milyar dolar olarak hesaplamıştı.
2006’da Lübnan ekonomisi görece istikrarlıydı. Bu kez ülke yıllardır aşılamayan bir ekonomik krizle karşı karşıyayken bu yıkım yaşandı.
Yeniden inşa konusu belirsiz. 2006’da yıkım Güney Lübnan’la sınırlıydı. Hizbullah, 2006’daki işgal bitince, evi yıkılan ailelere 12’şer bin dolar yardımda bulunmuş, yaraların sarılmasında esas aktör olmuştu. Bu defaki yıkım, Lübnan devleti dahil hiçbir aktörün tek başına altından kalkamayacağı boyutta.
2006 sonrası yeniden inşa sürecinde rol alan Lübnanlı mimar Rahif Fayyad, bugün El Ahbar’da yayımlanan mülakatında, yeniden inşanın maliyetinin 3 milyar doları bulacağı tahminini dile getirdi. Fayyad’a göre süreci Lübnan devleti koordine etmeli ama yabancı devletlerin desteği olmaksızın işin altından kalkılması neredeyse imkansız.
Beyrut, İsrail'in son aylarda yaptığı saldırılarda büyük bir yıkım yaşadı.Uluslararası aktörler
Ateşkes, İsrail’in uluslararası alandaki meşruiyet kaybını daha da artıracak. Nitekim Netanyahu hükümeti, Fransa’nın anlaşmanın parçası olmasını tam da bu alandaki kaybı sınırlamak için engellemeye çalışıyordu—tam boy İsrailcilik yapmayan Macron hükümetini devre dışı bırakmak. Bunu dahi elde edemediler.
Öte yandan, dünya ve bölgedeki mücadeleyi yalnızca “büyük güçler” üzerinden okuyan ve direnişin mutlaka sırtını bu güçlere yaslamasını öğütleyenler açısından da İsrail’in Lübnan işgali derslerle dolu: Rusya ve Çin, utanılacak şekilde tarafsız kaldı. Savaş sürecinde İran’ın Hizbullah’a desteği kısıtlıydı. Lübnan direnişi, 2 ay 3 gün boyunca, yanında veya arkasında bir başka devlet olmamasına rağmen İsrail’i dize getirmeyi başardı. Savaş, “direniş ekseni” denilen uluslararası cephenin sınırlarının nerede başlayıp nerede bittiği ve ne kadar gerçek olduğunun sorgulanmasını beraberinde getirecek.
/././
İsrail’in Kuruluş Süreci ve SSCB -Ogün Eratalay/ GELENEK-
SSCB, özellikle Kuzey Afrika ve Ortadoğu’daki halklar nezdinde İsrail karşıtı tutumuyla saygınlık kazanmış, bölgede nüfuzunu artırarak sosyalizmin etkisinin bölge coğrafyasına taşınmasını sağlamıştır.
İsrail, günümüzde Ortadoğu’da emperyalizmin ileri karakolu konumunda. NATO’nun resmî üyesi olmasa da önde gelen müttefiki konumundaki ülke, ABD ve İngiltere başta olmak üzere Batılı devletler tarafından koşulsuz destekleniyor. 7 Ekim 2023 tarihinden bu yana İsrail, başta Gazze olmak üzere Batı Şeria, Yemen, Suriye, Lübnan ile doğrudan savaş halinde; bunun ötesinde İran’a karşı saldırgan bir tutum sergiliyor. Bu yazıda son dönemde yukarıda sıraladığımız başlıklar sebebiyle çok tartışılan İsrail’in, kuruluş sürecinde Sovyet Sosyalist Cumhuriyetleri Birliği ile ilişkilerini ele alacağız.İsrail’i kim kurdu? Yahudi örgütleri ve küresel Yahudi sermayesinin durumu
Dünya Siyonist Teşkilatı, İsrail Devleti kurulmadan çok önce 1897 yılında faaliyete geçti. İlk başkanı, İsviçre’nin Basel kentinde 29-31 Ağustos 1897 tarihlerinde toplanan I. Siyonist Kongre’nin toplanmasına öncülük eden Theodor Herzl idi. Kongrenin temel amacı Filistin topraklarında Yahudiler için bir vatan inşa etmek olarak tanımlandıktan sonra bu amaca dair kurumsal örgütlenmelere başlanmıştır. Bu örgütlerin en dikkat çekeni Dünya Siyonist Teşkilatı’dır. Teşkilat, kongrede ilan edilen Filistin’de Yahudiler için bir vatan kurma görevi çerçevesinde bir çatı örgütü gibi davranmıştır. Filistin topraklarının I. Dünya Savaşı’nın ardından Osmanlı İmparatorluğu denetiminden çıkması örgütün gömlek değiştirmesine yol açmıştır.
1919 yılından 15 Mayıs 1948 tarihine kadar bölgede kurumsal varlığını sürdüren Büyük Britanya’ya bağlı Filistin Mandası yönetimi 1929 yılında Dünya Siyonist Teşkilatı’na bağlı olarak kurulan İsrail Yahudi Ajansı’nı resmî muhatap olarak tanımıştır. İngiliz manda yönetimi altında adeta devlet içinde devlet gibi örgütlenen bu kurum, Filistin topraklarında bir devlet aygıtının çekirdeğinin örgütlenmesini sağlamış, fabrikalar-işletmeler açılmasına ön ayak olmuş, Yahudi sermayesinin tek merkezden planlanmasını sağlamış, kendisine bağlı Haganah adlı gayri-resmi silahlı kuvveti oluşturmuştur. Filistin topraklarına yıllar boyunca Yahudi yerleşimcilerin göç etmesini sağlamıştır. Ajansın özellikle ABD ve İngiltere başta olmak üzere Avrupa’nın pek çok ülkesinde temsilcilikleri bulunmaktaydı ve küresel Yahudi sermayesiyle kopmaz bağlara sahipti. Sonunda 1948 yılında tek taraflı olarak ilan edilen bağımsızlığın, Ajans’ın Başkanı olan David Ben-Gurion tarafından kamuoyuna duyurulması da bu açıdan bakıldığında şaşırtıcı değildir.
Anlamı İbranice “savunma” anlamına gelen Haganah, devlet gibi faaliyet gösteren İsrail Yahudi Ajansı’nın silahlı kuvvetiydi. Bölgedeki tüm silahlı çatışmalarda yer alan milis örgütü, bağımsızlığın ilan edilmesiyle beraber İsrail Silahlı Kuvvetleri’ne dönüşmüştür. Özellikle II. Dünya Savaşı’nın ardından Yahudilerin Filistin’e gitmelerine konan engellerin kaldırılmasına yönelik terör eylemlerine girişen örgüt, İngiliz manda yönetimini hedef alan çok sayıda eylem gerçekleştirmiştir. II. Dünya Savaşı sırasında Yahudilerin pek çok bölgede Müttefiklerle ve özellikle İngilizlerle işbirliği halinde savaştığını hatırlatan direnişçiler, savaşın ardından Filistin’e gidilmesini engelleyen kararlara karşı mücadele başlatır. Bu eylemlerde Haganah’tan kopmuş olan İrgun örgütü başı çeker. ABD ve İngiltere tarafından terör örgütü ilan edilen İrgun, 22 Temmuz 1946 tarihinde İngiliz manda yönetimi tarafından karargâh olarak kullanılan King David Oteli bombalamasını gerçekleştirir. Günümüzde şovenist ve aşırı sağcı Likud partisinin öncülü olan örgüt bu saldırıda 91 kişinin ölmesine yol açmıştır. Yargısız infazlar ve Arap sivillere yönelik katliamlardan sorumlu olan örgüt, bağımsızlık ilanından sonra İsrail Silahlı Kuvvetleri’ne dahil olmuştur.
II. Dünya Savaşı’ndan sonra Yahudilerin durumu nasıldı?
Yahudilerin savaşın hemen ardından yaşadıkları durumu en iyi anlatan belgelerden birisi 20 Nisan 1946 tarihli Anglo-American Committee of Inquiry adlı grubun ABD ve İngiltere hükümetleri için hazırladığı rapordur.1 Bu rapora göre Avrupa’nın tamamında doğrudan Nazi yönetimi veya işbirlikçi rejimler eliyle Yahudilere yönelik kıyıma dair ayrıntılı bilgiler verilmektedir. Savaş süresince Yahudiler, komünistler, partizanlar, Nazi işgaline karşı direnişçiler imha kamplarına gönderilmiş, akıl almaz işkencelere maruz kaldıktan sonra öldürülmüştür. Bunun da ötesinde işgal altındaki Ukrayna’da yaşanan Volhinya katliamlarında olduğu gibi on binlerce Yahudi, Nazi işbirlikçisi yerel milisler tarafından katledilmiştir.2 Yahudiler arasından savaş sırasında çok çeşitli direnişçiler çıkmış, Nazi işgali altındaki bölgelerde partizanlarla işbirliği yapılmış, Varşova Gettosu Ayaklanması (18 Ocak-16 Mayıs 1943) gibi önemli eylemlere imza atılmıştır.
Rapordan devam edersek kimi ülkelerde Yahudilerin durumuna ilişkin çok çarpıcı bilgilerle karşılaşırız. Örneğin Yunanistan’da savaştan önce 75 bin mertebesinde olan Yahudi sayısı, savaşın ardından 10 binin altına düşmüştür. 50 bin kişilik bir Yahudi nüfusu olan Selanik’te yalnızca 2 bin Yahudi hayatta kalmıştır. Bulgaristan gibi görece az nüfusunu kaybeden Yahudi toplumu (5/50 bin) savaş sırasında çıkarılan ayrımcı yasalar, engellemeler, mal edinme hakkının elden alınması, zorla çalıştırma, mülklerine zorla el konulması gibi uygulamalara maruz bırakılmıştır.
Dolayısıyla yurt olarak gördüğü topraklarda aşağılanan, ayrımcılığa uğrayan, muhtemelen de yakınlarının çoğu öldürülmüş bireyler bulundukları bölgelerden göç etmek istiyorlardı. Savaşın ardından tüm Avrupa’da ortaya çıkan yıkım, ülke ekonomilerinin çok kötü durumda olması, açlık ve barınma sorunlarının yanı sıra işsizlik, Yahudilerde yurdunu terk etme güdüsünü artıran etkenlerden olmuştur.
İsrail’in kurulmasından önce Filistin’deki durum nasıldı?
İngiltere, I. Dünya Savaşı’nın ardından sadece Filistin’i değil bugün Suriye, Irak, Lübnan, Ürdün, Suudi Arabistan gibi ülkelerin bulunduğu toprakları Fransa ile beraber dilediği gibi şekillendirdi. Bu ülkelerdeki çoğunlukla hakim olan feodal ekonomik ve toplumsal yapıyı temel alarak, önemli kabilelerden işbirlikçi idarecileri başa getirdi. Filistin topraklarında ise Araplar çoğunluk olmasına rağmen Yahudiler yasal ve yasa dışı yollardan bölgeye geliyor, sınırlı kaynağa sahip olan olan bölgedeki sorunlar artıyordu. Yahudilerle Araplar arasında birlikte İngiliz emperyalizmine karşı mücadele edilmesini öngören örgütler ortaya çıksa da her iki toplum nezdinde de şovenist ve sağcı/ırkçı yaklaşımlar daha cazip olmuş ve toplumda genel kabul görmüştür. Filistin topraklarında Araplar ekonomik hayatta daha çok kıra bağlı tarımsal bir toplum görüntüsü verirken, özellikle bölge dışından gelen Yahudilerin de etkisiyle Yahudi toplumu daha kentli ve ekonomik anlamda gelişkin bir görüntü çizmekteydi. Bunda Yahudilerin örgütlü bir kapalı toplum olarak hareket etmeleri ve küresel Yahudi sermayesinin payı ve desteği önemlidir. Bölgeye daha Nazi iktidarının ilk yıllarında başta Almanya’dan kaçarak gelen Yahudiler kendilerini öncü kuvvet olarak gördüklerini belirtmiş, savaşın ardından “asıl birliklerin” de bölgeye geleceğini söylemiştir. Savaşın Nazilerin yenilgisiyle tamamlanmasının ardından Müttefikler safında savaşmış Yahudilerde Filistin topraklarında kurulacak bir devlet hayali artık gerçekleşmesi gereken bir istek haline gelmiştir. Özellikle manda topraklarındaki Ajans el altından silah tedariğine başlamış ve Filistin patlamaya hazır bomba haline gelmiştir. Savaşın getirdiği büyük malî, ekonomik ve toplumsal yıkımın ardından eski imparatorluk hülyalarının gereğini yerine getiremeyeceğini anlayan İngiliz emperyalizmi bölgeden ayrılmanın hesaplarını yapmaktaydı.3 Sömürgelerin yavaş yavaş bağımsızlık mücadelelerini yükseltmeye başlamalarıyla çakışan bu plan Filistin bölgesindeki gelişmeleri tetikleyen etkenlerden birisi oldu.4
SSCB İsrail’in kurulmasından önce ve savaştan sonra ne durumdaydı?
Ekim Devrimi’yle beraber temelleri atılan Sovyet Sosyalist Cumhuriyetleri Birliği, 1941 yılında görülmemiş bir şiddette Nazi Almanyası saldırısına maruz kalmıştı. Avrupa’daki pek çok ülke ordusunun hafta, gün ve hatta saat mertebesinde direnebildiği savaş makinesini önce durduran sonra gerileten, nihayet 1945 yılında Berlin’de boğan Kızıl Ordu ve partizan birlikleri, insanlığı Nazi belasından kurtarmış durumdaydı. Ancak ülke çok büyük bir felaketin eşiğinden dönmüştü.
Ülkenin batı bölgeleri Nazi işgaline uğradığı için neredeyse tamamen yıkılmış, buradaki sanayi altyapısı Ural Dağları’nın ötesine taşınmıştı. Ayrıca tarımsal araziler harap olmuş, işgücü azalmış, bazı kentlerde tüm altyapı çökmüş durumdaydı. Savaş nedeniyle milyonlarca insanını kaybeden Sovyet ülkesi, bunun dışında yine milyonlarca insanın göçmesi ve silah altındaki askerlerin terhis edilmeleri nedeniyle barınma, işgücünün ekonomiye katılması gibi yapısal sorunlarla başa çıkmaya çalışıyordu.
Buna karşılık, savaştan muzaffer çıkan Bolşeviklerin, Sovyetler Birliği Komünist Partisi Genel Sekreteri Josef Stalin’in ve genel olarak komünistlerin dünyada ve SSCB’de büyük bir prestiji bulunuyordu. 1941-1945 Anayurt Savaşı olarak adlandırılan savaşın ardından Sovyetler Birliği bir dünya gücü olarak ortaya çıkmıştı. Ancak savaş dönemi müttefiklik ilişkileri hızla erozyona uğruyor, özellikle ABD Başkanı Truman’ın başa geçmesiyle emperyalizm gemi azıya alıyordu.
Sovyetler Birliği, Nazi boyunduruğundan kurtardığı topraklarda savaş öncesi toplumsal dengelerin yeniden tesis edilmesine engel oluyor, yıllarca ezilen, baskı gören, katledilen komünistlerin, yurtseverlerin, emekçilerin iktidarının önünü açıyordu. Bu anlamda Almanya, Polonya, Macaristan, Çekoslovakya, Romanya, Bulgaristan, Arnavutluk gibi ülkelerde sosyalizan rejimlerin kurulmasına öncülük edilmiş, enternasyonalist dayanışma gereği yeni toplumsal alt üst oluşlarda emperyalizme cephe alınmış durumdaydı. Ancak bazı alanlarda işler hiç de iyi gitmiyordu…
"Sosyalist mücadelede başarısızlık yalnızca yanlış yola girmekle olmuyor. Durmak veya sınıfsız topluma doğru yolculukta uygun mücadele konusu bulamamak da, başarısızlığa davetiye çıkarmak anlamına geliyor. Stalin’in İkinci Savaş’ta ortaya çıkan uluslararası duruma gereğinden fazla güvendiğinin altını çizmek gerekiyor. Belli bir süreyi Sovyet topraklarında savaşın yaralarını sarmakla geçirmek için yeterince uygun bir ortamın yaratıldığını düşünen Stalin, 1920 ve 30’lu yıllarda muazzam ölçülerde politize olan Sovyet toplumunun hedefsizleştirilmesinin nasıl büyük bir felaket yaratacağını hesap edemedi. Edebilir miydi? Her aileden ortalama bir kişinin öldüğü, en önemli kentleri yakılıp yıkılmış bir ülkede yaraları sarmak bir perspektif olarak yeterince devrimci değil mi? Olmadığı ortaya çıktı. Daha sonra gibi zorlama hedeflerin telaffuz edilmesine neden olan da bu 'durma'ydı.”5
SSCB, bu dönemde emperyalizmin kimi daha uzun vadeli planları karşısında savunmada kalmak durumunda kalmış, karşı karşıya kaldığı bütünlüklü saldırının gereği adımları atmakta tutuk davranabilmiştir. Bu başlıklar arasında Almanya sorunu, ABD’nin Avrupa kıtasını ekonomik olarak kalkındırma bahanesiyle Batılı ülkelere sızması kararı olan Marshall Planı sayılabilir. Savaşın hemen ardından İtalya ve Fransa gibi ülkelerde komünist partilerin seçimlerden birinci parti çıkmalarına rağmen iktidara gelmelerinin önünün emperyalizm tarafından kesildiği aşikârdır.6 Nazileri ülkelerinden kendi güçleriyle atmayı başaran Tito önderliğindeki partizanların ülkesi Yugoslavya ise süreç içinde SSCB ile ilişkileri koparacak seviyeye gelmiştir.
***
"İkinci Savaş’ın başından itibaren Sovyet yönetiminin dünya halklarının antifaşist cepheye omuz vermelerini sağlayabilmek için gösterdiği çaba, yalnızca faşizme karşı mücadele için değil, genel olarak sosyalist düşüncenin yaygınlaşması ve örgütlenmesi için büyük olanaklar yarattı. Bu olanakların bazı ülkelerde kalıcı ürün vermemesini yalnızca antifaşist koalisyonun sınıflar mücadelesini geriye çekmesine bağlamak doğru değil. Özellikle İngiltere ve Amerika Birleşik Devletleri’nde ilerici hareketin 1942-43 yılından sonra kazandığı ivmenin daha sonra tepetaklak gitmesi, ancak birden fazla nedenle açıklanabilir. Bütün faturanın Sovyetler Birliği’ne çıkarılması gerçek bir haksızlıktır.”7
Süreç çok karmaşıktır ve yolunda gitmemiş olan işlerde kusurlu tarafın kim olduğundan çok ideolojik anlamda hangi görüşün daha baskın olduğunu görebilmek önem kazanmaktadır. Bir örnekle açıklamaya çalışalım.
Savaşın en kızgın dönemlerinde Nazi Almanyasının o döneme kadar yenilmemiş birlikleriyle dört yıl boyunca tek başına savaşan Sovyetler Birliği, bu dönemde ilerici kamuoyunun verebildiği tüm yardımları kabul etmekteydi. Bu kapsamda kurulan Yahudi Anti-Faşist Komitesi Kuzey Amerika ve Batı Avrupa’da kamuoyu yaratmak ve SSCB’ye destek toplamak için faaliyetlerine başlamıştı.
Savaştan önce Filistin’de kurulacak bir Yahudi Devleti için SSCB ile diplomatik temaslar yürüten David Ben-Gurion, Nazilerin SSCB’ye saldırmasıyla beraber yeni bir görev üstlendi. Buna göre Gurion ve ekibi Sovyetler Birliği’nin acil olarak ihtiyacı olan her türlü kaynağın sağlanması için ABD’de kulis yapacak, Yahudi Anti-Faşist Komitesi’ne destek olacaktı.
Charlie Chaplin, Albert Einstein, Paul Robeson, Lion Feuchtwanger gibi isimleri kazanan hareket uluslararası kamuoyunda oldukça etkili olmuştur. Kurum, özellikle ABD’nin SSCB’ye askeri yardım yapmasının önünü açmıştır. Ancak bu denemenin kimi olumsuz yansımaları da olmuştur. Bu kurumda görev alan Sovyet Dışişleri Bakanı Vyaçeslav Molotov’un eşi ve aynı zamanda Hafif Sanayi Bakanı Polina Zemçuzina bile sonraki dönemde kendisini milliyetçi Yahudi davasına kaptırabilmiş, diplomatik esasları çiğneyebilmiştir.8
BM Karar No.181 ve SSCB görüşü
İsrail’in bağımsızlık ilan etmesinin önünü açan, bu anlamda 1948 yılından günümüze kadar devam eden inişli-çıkışlı savaş halinin önemli bir noktası da Birleşmiş Milletler’in aldığı 181 numaralı karardır. Karar, Birleşmiş Milletler Filistin Özel Komitesi’nin raporu uyarınca formüle edilmiş ve 29 Kasım 1947 günü Genel Kurul’da oylanmış, 33 lehte, 13 aleyhte oyla karar altına alınmıştır. Toplamda 22 sayfadan oluşan karar şu noktaları içerir:
* 1 Ağustos 1948 tarihinden itibaren Filistin’deki İngiliz manda rejimi son bulacaktır.
* Karar ekonomik ortaklığın süreceği bir ayrışma öngörür.
* Bağımsız Arap ve Yahudi Devletleri kurulacaktır. (Sınırlar ayrıca ayrıntılı olarak belirlenmiştir)
* Kudüs kenti özel uluslararası rejime tabi olacaktır.
* Geçiş süreci beş üye ülkenin temsilcilerinden oluşan bir Komisyon tarafından gerçekleştirilecektir. Komisyon her ülkede geçici hükümet konseyi atayacak ve onlarla bir araya gelecektir. Geçiş süreçlerinde bu yapılar bölgede yetkili olacaktır. Manda idaresinin sona ermesiyle beraber Komisyon ile eşgüdüm halinde bu yapılar ilgili devletin bağımsızlığını ilan edebilecektir.
* Geçiş süresi zarfında her iki hükümet de iç güvenliğini sağlamak için milis kuvvetleri kurabilecektir.
* Her iki ülkedeki Kurucu Meclisler demokratik bir anayasa yazacak ve kurucu hükümeti meydana getirecektir. Seçimler genel ve gizli oy esasına göre olacak, devletlerarası anlaşmazlıklar barışçıl yöntemlerle çözülecektir.
* Kararda ayrıca her devletin bağımsızlık ilanından önce Birleşmiş Milletler’e yapacağı bildirim metinlerine de yer verilmiştir.
* Ayrıca kutsal mekanlardaki haklar kısıtlanmayacak, ibadet özgürlüğü engellenmeyecektir.
Anlaşmada Filistin bölgesinde ekonomik birlik sağlanmasının altyapısı tanımlanmış; gümrük birliği kurulacağı belirtilirken, ortak bir para birimi üzerinden işlemlerin yapılacağı belirtilmiştir. Bu anlamda Ortak Ekonomik Kurulu kurulması öngörülür.
Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nda yapılan oylamada Sovyetler Birliği olumlu yönde oy kullanmıştır. Sovyetler Birliği’nin parçası olan ancak Birleşmiş Milletler nezdinde oy hakkı bulunan Belarus ve Ukrayna Sovyet Sosyalist Cumhuriyetleri de benzer şekilde oy kullanmıştır. Bu olumlu oyun gerekçesi 14 Mayıs 1947 tarihinde SSCB Dışişleri Bakanı ve Birleşmiş Milletler nezdinde daimi temsilcisi Andrey Gromıko’nun konuşmasında detaylandırılmıştır.9
Gromıko, Filistin sorununun akut hale geldiğini, Birleşmiş Milletler’in çözüm bulma sorumluluğunun bulunduğunu, uluslararası barış ve güvenlik kapsamında adımlar atılmak zorunluluğu bulunduğunu belirtmiştir. 1922 yılında kurulmuş olan Filistin manda yönetiminin başarısız olduğunun su götürmeyen bir gerçek olduğunu belirten diplomat, Filistin’de 1936 yılında başlayan ve yıllarca devam eden Arap ayaklanmasına dikkat çekerek kanlı olaylar ve eylemlerin her geçen gün arttığını belirtmiştir.
Gromıko, halihazırdaki manda yönetiminin ne Yahudiler ne de Araplar tarafından kabul edilebilir olduğunu, kurulacak komitenin daha önce meydana getirilen İngiliz-Amerikan Araştırma Komitesi’nin raporunda geçen saptamalara dikkat etmesi gerekli olduğunu söylemiştir. Bu raporda Filistin’in artık bir savaş meydanına dönüştüğü, her yerin dikenli tellerle çevrildiği, yollarda zırhlı araçlardan, silahlı polislerden geçilmediği bildirilmiştir. Manda yönetiminin halkın refahı için harcaması gereken kaynakları kolluk güçlerine harcadığı vurgulanmıştır. Ekonomik açıdan manda yönetiminin bir asker-polis devletine evrildiği tespit edilmiştir.
Sovyet diplomat, son savaşta (II. Dünya Savaşı) Yahudi halkının tarifsiz acılar yaşadığını belirtmiş, faşist saldırganların giriştiği katliamların rakamlarla izahının mümkün olmadığını söylemiştir. Buna göre Hitlerci sürülerin işgali altındaki bölgelerde Yahudiler sonuncusuna kadar kırılmıştır. Nazilerin elinde yaklaşık 6 milyon Yahudinin öldüğü sanılıyor, Batı Avrupa’daki Yahudi sayısı 1.5 milyon mertebesindedir.
Gromıko, bütün analizler ve yorumların savaşın ardından Yahudi toplumunun yaşadığı zorlukları tarif etmekten uzak olduğunu belirterek Avrupa’daki Yahudilerin çoğunun ülkelerinden, evlerinden, hayatlarını devam ettirebilecekleri olanaklardan uzak kaldığını söylemiştir. Buna göre Avrupa’daki varlıkları sadece sığınma ve barınmaya indirgenmiştir. Dolayısıyla Birleşmiş Milletler uhdesindeki insan haklarının korunmasıgörevi kapsamında ırk, soy, inanç, cinsiyetten bağımsız olarak bu insanlara sözde değil, fiiliyatta yardım etmenin zamanı gelmiştir.
Gromıko devamla, Batı Avrupa’daki hiçbir devletin Yahudilerin temel insani haklarını faşistlere karşı koruyamamış olması, Yahudilerin kendilerine ait bir devlet kurma arzularını açıklamaktadır diyerek, II. Dünya Savaşı sırasında tarifsiz acılar yaşayan bu halkın bu arzularını görmezden gelmenin olası olmadığını vurgulamıştır.
Gromıko kurulan Komite’nin Filistin’de çözüm için önünde bulunan başlıca seçenekleri sıralamıştır:
1- Birleşik bir Yahudi-Arap devletinin kurulması. Araplara ve Yahudilere eşit haklar
2- Filistin’in Arap ve Yahudi olmak üzere iki bağımsız devlete bölünmesi.
3- Filistin’de Yahudi toplumunun hiçbir hakkı dikkate alınmaksızın tek bir Arap Devleti kurulması.
4- Filistin’de Arap toplumunun hiçbir hakkı dikkate alınmaksızın tek bir Yahudi Devleti kurulması.
Gromıko, SSCB’nin konuya dair yaptığı gözlemlerde Filistin’in Yahudi ve Arap halklarından oluştuğunu ve her iki halkın da bölgede tarihsel kökleri olduğunu görmekte olduğunu, dolayısıyla ne tarihi koşullar ne de güncel konjonktürün Filistin’de alınabilecek tek yanlı bir kararla diğer ulusun haklarının göz ardı edildiği bir Arap veya Yahudi devletinin kurulmasına gerekçe olarak gösterilemeyeceğini, bu karmaşık sorunun tek yanlı bakış açısıyla çözülemeyeceğini belirtmiştir.
Sovyet diplomat, ancak her iki halkın da hakları teslim edilerek eşitlikçi bir çözüme ulaşılabileceğini, tüm koşullar göz önüne alındığında böyle bir çözümün ancak bağımsız, ikili yapıya sahip, homojen Arap-Yahudi devleti sayesinde olacağını gösterdiğini ve bu devletin her iki toplumun eşit haklara sahip olduğu ve işbirliğinin öne çıktığı bir rejimin temellerini atabileceğini vurgulamıştır.
Gromıko, tarihin ırkçı ve dinsel ayrımların toplumlarda hâlâ ayakta olduğunu göstermekle beraber farklı ulusların aynı devlet yapısı içinde barış içinde bir arada yaşadığını da gösterdiğini, Filistin’de de tek bir devlet içinde barış ve dayanışma içinde iki ulusun birlikte yaşamasının en arzu edilen çözüm olduğunu, böyle bir çözümün her iki halkın dışında bölge için de olumlu bir gelişme olacağını söylemiştir.
Sovyet diplomat, bu plan uygulanamazsa, maalesef olayların gidişatının Araplarla Yahudiler arasındaki ilişkilerin kötüleşmesi yönünde olduğunu, bu durumda ikinci bir planın değerlendirmeye alınmasının gündeme gelebileceğini söylemiş, bu planın da Filistin içinde destekçilerinin olduğunu eklemiştir. Buna göre Filistin’de bölünme olacak, Arap ve Yahudi olmak üzere iki bağımsız egemen devlet kurulacaktır. Gromıko, tekrar ederek bu planın ancak Yahudilerle Arapların barış içinde bir arada yaşamasının olanaksız olması durumunda gündeme gelmesi gerektiğinin altını çizmiştir.
SSCB İsrail’de ne gördü? “Kibbutzim” ve sömürgelerin bağımsızlık mücadelesi
Filistin topraklarındaki Yahudi yerleşimleri olan kibbutz (çoğulu kibbutzim) ilginç bir toplumsal örgütlenme modeliydi. Kelime anlamı olarak “birlikte, beraber” anlamına gelen bu uygulamada tarımda ortak mülkiyet esasına göre üretim yapılıyordu. Zamanla tarımsal üretimin yanı sıra sanayi faaliyetlerini de kapsayacak şekilde geliştirilen bu uygulama, sosyalizan unsurlar taşıyordu.
Ancak kibbutz adı verilen dayanışma temelli çiftliklerde gerçekleştirilen tarımsal üretim, Filistin topraklarında hakim üretim ilişkisinin kapitalist olduğu gerçeğini değiştirmiyordu. Bu açıdan bakıldığında Kibbutz deneyiminin “sosyalist” olarak adlandırılması ancak Henri de Saint-Simon veya Robert Owen gibi ütopik sosyalist önderlerin başarısız girişimlerine benzeyebilir. Bütün bu verilere rağmen David Ben-Gurion gibi geleceğin önemli İsrailli devlet adamlarının sosyalizmle siyonizmi aynı potada birleştirdiklerini iddia ettikleri, günümüzde daha çok sosyal-demokrasiye benzetilebilecek işçi siyonizmini savunmaları, Sovyetler Birliği’ne dair dostane yaklaşımları ve özellikle ABD’deki yoksul Yahudiler arasında sosyalizmin yaygınlığı, kibbutz deneyimine önem atfedilmesine yol açmıştır. Zaten etkileşim iki yönlüdür. Filistin topraklarına 1930’lu yıllarda yerleşenler doğrudan Sovyetler Birliği’nden etkilenerek kibbutz deneyimini güncelleştirmiş, geliştirmiştir.10 Ancak Yahudi Devleti’nin ilanıyla beraber sosyalizan eğilimleri olan kibbutzim önemsizleştirilmiş, daha esnek bir birliktelik olan moşav tarım kooperatifleri yaygınlık kazanmıştır. Bu eğilim kırsal Yahudi toplumunda Sovyet yanlılığının güç kaybederek ABD ve Batı yanlılığının güç kazanmasıyla doğrudan ilgilidir.11
Özellikle II. Dünya Savaşı’nın Avrupa’da sona ermek üzere olduğu dönemde Ben-Gurion önderliğindeki Yahudilerin Sovyetler Birliği’ne dolaylı yollardan yaptıkları destek, Sovyet diplomat İvan Mayskiy’in kibbutzim ziyaretleriyle taçlanmıştır.12 Ancak buna rağmen SSCB, Filistin başlığında doğrudan Yahudilerin tarafında yer almamış, Ortadoğu coğrafyasında Arap ülkeleri nezdinde de etkili olabilmek adına elçilikler açılmasına karar vererek ilk elçiliğini 1943 yılında Mısır’da açmıştır.
***
II. Dünya Savaşı’nın hemen ardından gelen dönem, batılı müttefik devletlerin savaş döneminde savundukları “özgürlük” söylemiyle, bizzat yürüttükleri sömürge siyasetinin çelişkisinin bütün çıplaklığıyla ortaya çıktığı dönemdir. ABD Silahlı Kuvvetleri “özgürlük” adına Nazilerle savaşırken, kendi ordusundaki siyahi havacılara ikinci sınıf insan muamelesi yapıyordu.13 Benzer bir şekilde Fransa, Afrika’daki sömürgelerinden getirdiği askerlerden “insanlığın özgürlüğü” adına ölmelerini isterken, savaşın ardından aynı kölelik koşullarının devam etmesini istiyordu. Dolayısıyla özellikle muharip askerlere sahip sömürgeler, savaşın ardından bağımsızlıklarını istemekteydi. Ancak emperyalizm bağımsızlıklarını isteyen ülkelere karşı gerçek yüzünü hızla ve en acımasız şekilde göstermekten çekinmedi. Hollanda’dan bağımsızlığını isteyen Endonezya, Fransa’dan bağımsızlığını isteyen Vietnam, İngilizlerden bağımsızlığını isteyen Malaya halkları bunun en bilinen örnekleridir. Emperyalist ülkeler adı geçen ülkelerde ve diğerlerinde bağımsızlık mücadelelerinin önünü kesmek için sayısız katliama imza atmıştır, etkileri bugüne kadar insanlık dışı uygulamalarda bulunmuştur.
Büyük ölçüde sosyalizan ve yurtsever gerilla birlikleri eliyle yürütülen bu mücadeleler dünya kamuoyunda büyük saygınlık görüyor, SSCB ve sosyalizmin etkisini artırıyor, güçlendiriyordu. Dolayısıyla İngiliz emperyalizminin Filistin bölgesinden çekilme kararı bu yeni açılan sömürgesizleşme sürecinin parçası olarak görülmüş ve olumlanmıştır.
Ortadoğu söz konusu olduğunda ise Sovyetler Birliği savaşın ardından büyük bir ekonomik krize girmiş olan İngiltere ile yeni süper güç olarak ortaya çıkmakta olan ABD arasında bölgedeki dengeler açısından bir kriz dinamiği görüyordu. Filistin’de Yahudi yerleşimciler sorunu sayesinde İngiltere’nin bölgedeki hâkimiyetinin gerilediğini tespit ediyordu.
Emperyalizm saldırıya geçiyor: Truman Doktrini
“Amerika Birleşik Devletleri, Yunan Hükümetinden acil bir mali ve ekonomik yardım çağrısı aldı. Şu anda Yunanistan’da bulunan Amerikan Ekonomik Misyonu’ndan gelen ön raporlar ve Yunanistan’daki Amerikan Büyükelçisi’nden gelen raporlar, Yunan Hükümeti’nin Yunanistan’ın özgür bir ulus olarak hayatta kalması için yardımın zorunlu olduğu yönündeki açıklamasını doğruluyor. Yunanistan zengin bir ülke değil. Yeterli doğal kaynak eksikliği, Yunan halkını her zaman geçimini sağlamak için çok çalışmaya zorladı. 1940’tan beri, bu çalışkan ve barışsever ülke işgal, dört yıl süren acımasız düşman işgali ve acımasız iç çekişmeler yaşadı. Kurtuluş güçleri Yunanistan’a girdiğinde, geri çekilen Almanların neredeyse tüm demiryollarını, yolları, liman tesislerini, iletişimleri ve ticaret gemilerini yok ettiğini gördüler. Binden fazla köy yakılmıştı. Çocukların yüzde seksen beşi tüberküloz hastasıydı. Çiftlik hayvanları, kümes hayvanları ve çeki hayvanları neredeyse yok olmuştu. Enflasyon neredeyse tüm birikimleri yok etmişti.
Bu trajik koşulların bir sonucu olarak, insan yoksulluğunu ve sefaletini istismar eden militan bir azınlık, şimdiye kadar ekonomik toparlanmayı imkânsız hale getiren siyasi kaos yaratmayı başardı. Yunan devletinin varlığı bugün, komünistler tarafından yönetilen ve hükümetin otoritesine birçok noktada, özellikle kuzey sınırları boyunca meydan okuyan birkaç bin silahlı adamın terörist faaliyetleri tarafından tehdit ediliyor.
Bu arada, Yunan Hükümeti durumla başa çıkamıyor. Yunan ordusu küçük ve yetersiz. Yunan topraklarında hükümetin otoritesini yeniden tesis etmek istiyorsa malzeme ve ekipmana ihtiyacı var. Yunanistan, kendi kendine yeten ve saygın bir demokrasi haline gelmek istiyorsa yardıma ihtiyaç duyuyor.
Demokratik Yunanistan’ın başvurabileceği başka bir ülke yok. Başka hiçbir ulus demokratik bir Yunan Hükümeti için gerekli desteği sağlamaya istekli ve muktedir değildir. Yunanistan’a yardım eden İngiliz Hükümeti, 31 Mart’tan sonra daha fazla mali veya ekonomik yardımda bulunamayacak durumda. Büyük Britanya, Yunanistan da dahil olmak üzere dünyanın çeşitli yerlerindeki taahhütlerini azaltma veya tasfiye etme zorunluluğu altında buluyor.
Yunanistan’ın komşusu Türkiye de dikkatimizi hak ediyor.
Bağımsız ve ekonomik olarak sağlam bir devlet olarak Türkiye’nin geleceği, dünyanın özgürlük seven halkları için Yunanistan’ın geleceği kadar önemlidir. Türkiye’nin bugün içinde bulunduğu koşullar, Yunanistan’ınkinden önemli ölçüde farklı. Türkiye, Yunanistan’ı etkileyen felaketlerden kurtulmuş durumda. Savaş sırasında ise Amerika Birleşik Devletleri ve Büyük Britanya Türkiye’ye maddi yardım sağlamıştır.
Bununla birlikte, Türkiye’nin şimdi desteğimize ihtiyacı var.
Türkiye, savaştan bu yana, ulusal bütünlüğünün korunması için gerekli olan modernizasyonu gerçekleştirmek amacıyla Büyük Britanya ve Amerika Birleşik Devletleri’nden mali yardım talep etmiştir. Bu bütünlük, Orta Doğu’da düzenin korunması için elzemdir. İngiliz Hükümeti, kendi zorlukları nedeniyle artık Türkiye’ye mali veya ekonomik yardım sağlayamayacağını bize bildirmiştir. Yunanistan örneğinde olduğu gibi, Türkiye’nin ihtiyaç duyduğu yardımı alabilmesi için, Amerika Birleşik Devletleri’nin bunu sağlaması gerekir. Bu yardımı sağlayabilecek tek ülke biziz.
Silahlı azınlıklar veya dış baskılar tarafından boyunduruk altına alınma girişimlerine direnen özgür halkları desteklemenin Amerika Birleşik Devletleri’nin politikası olması gerektiğine inanıyorum. Özgür halkların kendi kaderlerini kendi yollarıyla belirlemelerine yardımcı olmamız gerektiğine inanıyorum. Yardımımızın öncelikle ekonomik istikrar ve düzenli siyasi süreçler için elzem olan ekonomik ve mali yardım yoluyla olması gerektiğine inanıyorum.
Bu kader anında Yunanistan ve Türkiye’ye yardım etmeyi başaramazsak, bunun etkisi hem Batı’ya hem de Doğu’ya çok daha geniş kapsamlı olacaktır. Derhal ve kararlı bir şekilde harekete geçmeliyiz.
Truman, 12 Mart 1947”14
Bütün bu gelişmeler yaşanırken, ABD Başkanı Harry Truman tarafından ilan edilen ve tarihte “Truman Doktrini” olarak bilinen kararlar, emperyalizmin yeni saldırısının ilk işaretlerini içeriyordu. Truman’ın yaptığı konuşma metninde bugün artık çok aşina olduğumuz “özgür halklar”, “demokrasi” gibi tanımlamaların aslında kapitalist üst yapının savunulması, işçi sınıf örgütlerinin bastırılması ve NATO eliyle üye ülkelerin iç siyasetine doğrudan müdahale etmek anlamına geldiğini biliyoruz.15 Metinde bahsedilen Yunanistan örneğinden hareketle ülkelerinden Nazi işgalcilerini attıktan sonra sıranın patronlara geldiğini savunan komünistler için sarf edilen tanımlamalar ise elbette yok hükmündedir.
Emperyalizmin aldığı inisiyatifi değerlendiren SSCB yönetimi, Filistin başlığı özelinde bölgedeki emperyalist etkinin azaltılması için önünde bir fırsat görüyordu.
Sonraki dönem
BM Kararı’nın ardından Manda yönetiminin sona erdiği 14 Mayıs 1948 tarihinde İsrail Devleti Tel-Aviv’de ilan edildi. Bağımsızlığın ilanından hemen sonra ise Arap-İsrail Savaşı başladı. Bu döneme kadar askerî harekâta oldukça yığınak yapan taraflar çarpışmaya girdi. Arap Birliği üyesi Mısır, Ürdün, Suriye, Lübnan ve Irak, İsrail’e üç farklı yönden saldırdı. Ancak Arap ülkelerinin askerî kabiliyetlerinin sınırlılığı, koordinasyon eksikliği ve emperyalizmin doğrudan İsrail’e verdiği destek belirleyici oldu. 15 Mayıs 1948-10 Mart 1949 tarihleri arasında süren savaşı İsrail kazandı. Savaşın ardından yaklaşık 750 bin Filistinli topraklarından atılarak mülteci konumuna düşerken, Gazze Şeridi Mısır, Batı Şeria ise Ürdün denetimine girdi. İsrail artık Birleşmiş Milletler planında kendisine verilen topraklara ilave olarak Araplara ayrılmış olan bölgenin %60’ını denetler durumdaydı. Arap ülkeleri 1949 yılında İsrail ile ayrı ayrı ateşkes antlaşması imzalamak durumunda kalmış ancak Arap halkları bu anlaşmalara olan tepkilerini toplumsal olaylarla ortaya koymuştur. İzleyen dönemde Arap ülkelerinde büyük olaylar yaşanmış, Suriye ve Mısır’da iktidar değişikliği olmuştur. Filistinlilerin bugün “Nakba” (Büyük Felaket) olarak adlandırdıkları sürecin etkileri günümüzde hâlâ devam etmektedir.
İsrail nasıl sömürge karşıtı olası bir odaktan emperyalizmin aracına dönüştü?
Yahudi devletinin kurulmasına giden süreç oldukça kanlıydı. Filistin Manda yönetimindeki İngiliz hedeflerine yönelik yapılan saldırılar bu yazıda sunulan örneğin çok ötesinde yaygın ve kapsamlıydı. Dolayısıyla kurulacak bir Yahudi devletinin sömürge karşıtı bir odak olma ihtimali bir rüya değildi. Ancak öyle de olsa, olaylar bu şekilde gelişmedi.
SSCB tarafından başlangıçta sömürge karşıtı bir odak olma ihtimali olan, toplumsal hayatta kibbutzim gibi sosyalizan özgün yapıların olduğu, savaş döneminde Sovyet zaferi için kamuoyu yaratmış bir aydın zümresine sahip olan Yahudi Devleti, bağımsızlık ilanını takip eden dönemde hızla şekil değiştirmiştir. Küresel Yahudi sermayesinin etkisi, bölgedeki İngiliz emperyalizminin yerini hızla Truman önderliğindeki Amerikan emperyalizminin alması, siyonizmin emperyalizmle güçlü bağları bu dönüşümde etkili olur. Bunun dışında İsrail’in takip eden dönemde Arap ülkelerindeki anti-emperyalist hareketlere müdahalesi ülkenin dönüşümünde belirleyici olur. İzleyen yıllarda İsrail’in bizzat kendisi fetih savaşları vererek hem sömürgeci konuma geçmiş, hem de emperyalizmin bölgedeki açılımlarının aracısı konumuna yükselmiştir.
Sonuç
“(İsrail Devleti’nin kurulmasına) Stalin ve ben hariç herkes karşıydı. Bazıları neden böyle yaptığımızı soruyor. Biz enternasyonalist özgürlükten yanayız. Eğer saldırgan milliyetçi bir siyaset izlemek anlamına gelmiyorsa neden karşı olalım ki? Bizim dönemimizde evet Bolşevikler siyonizm karşıtıydı, bugün de karşılar. Sosyalist bir örgüt sayılmalarına rağmen Bund’a bile karşıydık. Ancak siyonizm ve burjuva karşıtı olmak başkadır, Yahudi halkına karşı olmak başka. Her şeye rağmen Bir Arap-İsrail birliğini savunduk, her iki ulusun bir arada yaşaması gerektiğini söyledik. Eğer başarıya ulaşsaydı, bu çözümü destekleyecektik. Bu olmayacaksa ayrı bir İsrail devleti kurulmasından yana olduk. Ancak siyonizm karşıtlığımız devam etti.
(İsrail devletini neden sosyalist yapmadınız sorusuna cevaben) Eğer yapmaya kalksaydık, İngiltere ile savaşmak durumunda kalırdık. Amerika’yla da. Finlandiya’yı da sosyalist yapmanız gerekirdi diyebilirsin, inan bana o konu daha kolay çözülürdü. Ancak yapmadık ve ben doğru hareket ettiğimizi düşünüyorum. Eğer belirli bir çizgiyi geçseydik tamamen maceracı konumuna düşerdik. Maceracılık. Bu yüzden Avusturya konusunda geri adım attık. Yahudiler uzun bir dönem boyunca siyonizm bayrağı altında ülkeleri için mücadele ettiler. Biz elbette siyonizme karşıyız. Ancak bir halka baskı kurarak onların devlet kurma haklarını ellerinden alacak değildik. İsrail, kötü şekilde sonuçlandı. Aman yarabbim! İşte alın size Amerikan emperyalizmi.
Vyaçeslav Molotov”16
SSCB açısından bakıldığında Filistin sorunu II. Dünya Savaşı sonrası çok karmaşık ve yoğun ulusal ve uluslararası konjonktürde ön sıralarda kendisine yer bulamamış demek yanlış olmayacaktır.
Yahudilerin kıyıma uğradığı ve hiçbir Batı Avrupa ülkesinin bu halkı koruyamadığı ifade edilmiş, dolayısıyla kendi memleketlerini kurma hakları olumlanmıştır. İngiliz mandasının kesinlikle çalışmadığı saptaması yapıldıktan sonra Filistin’de Arapların ve Yahudilerin tarihi hakları olduğu teslim edilip eşit haklara sahip tek devletli yapı önerilmiştir. Bunun olası olmaması durumunda iki devletli çözüm zaruri hallerde mümkün olabilir denilmiştir. Dolayısıyla bu verili durumda SSCB’nin aldığı tutumun kıyasıya eleştirilmesi objektif bir tutum olmayacaktır.
Öte yandan ABD Başkanlığında Roosevelt-Truman değişikliğiyle beraber emperyalizmin yepyeni bir saldırıya geçişiyle beraber SSCB’nin bu yeni döneme çok çabuk ayak uydurabildiğini söylemek de doğru olmayacaktır. Molotov gibi deneyimli bir komünist ve siyasetçinin ABD emperyalizminin Marshall Yardımı eliyle yapmaya çalıştığını ilk anda görememesi17 ancak yeni döneme ayak uyduramamış olmakla açıklanabilir. SSCB özellikle II. Dünya Savaşı sırasındaki Yahudi katliamının ardından ideolojik olarak Nazi karşıtı bir İsrail Devleti’nin kurulmasını İngiliz emperyalizminin bölgeden kovulmasını, yeni yeni filiz vermekte olan sömürgesizleşme hareketinin bir parçası olarak görse de gelişmeler bu olasılığı hızla yalanlamıştır. Küresel emperyalist hiyerarşide İngiltere’nin yerini alan ABD ile kısa sürede çok yakın ilişkiler kuran İsrail, emperyalizmin bölgede yükselen sömürge karşıtlığı ve dolayısıyla sosyalizan hareketlere karşı Ortadoğu’ya müdahale aracı haline evrilmiştir. Bu durum karşısında konumlanan Sovyetler Birliği, özellikle Kuzey Afrika ve Ortadoğu’daki halklar nezdinde İsrail karşıtı tutumuyla saygınlık kazanmış, bölgede nüfuzunu artırarak sosyalizmin etkisinin bölge coğrafyasına taşınmasını sağlamıştır.
- 1.https://ecf.org.il/media_items/307 17 Ekim 2024 tarihinde erişilmiştir.
- 2.Ukrayna’daki katliamı gerçekleştiren aşırı sağcı Ukrayna İsyancı Ordusu UPA milisleri Zelenskiy rejiminin 2019 yılında aldığı kararla onurlandırılmış, hayattaki üyelerine gazi statüsü verilmesini yasayla karara bağlamıştır. Bakınız: https://www.kyivpost.com/post/7148 26 Mart 2019 tarihli habere, 17 Ekim 2024 tarihinde erişilmiştir.
- 3.Savaşın hemen ardından İngiliz emperyalizmi dünya ölçeğindeki lider konumunu ABD’ye çoktan kaybetmiş durumdaydı ancak süreç özellikle Ortadoğu’daki krizleri İngilizlerin yönetememesiyle reddedilemez şekilde ortaya çıktı. Bakınız: 1956 Süveyş Krizi.
- 4.Siyonizmin kurucusu sayılan Herzl, Filistin’deki Yahudi devleti projesine destek ararken görüştüğü Cecil Rhodes gibi isimlere ve Rothschild ailesi gibi sermayedarlarla yaptığı görüşmelerde amacının bölgede bir sömürge kolonisi kurmak olduğunu, İngilizlerin bu sayede bölgede güvenebilecekleri bir devlet eliyle muazzam kârlar kazanacağını anlatmıştır. Bakınız: Stephen Halbrook, The Class Origins of Zionist Ideology, 1972, University of California Press.
- 5.Kemal Okuyan, Stalin’i Anlamak, 4. Baskı, Ekim 2013, s.193.
- 6.21 Ekim 1945 Seçimlerinde Fransız Komünist Partisi %26 oyla birinci partidir. İtalyan Komünist Partisi 2-3 Haziran 1946 Seçimlerinde %19 oyla üçüncü parti olmuştur.
- 7.Kemal Okuyan, a.g.e, s.191.
- 8.Yahudi bir ailenin kızı olan Polina (1897-1970) 1918 yılında partiye katılmış ve iç savaş sırasında cephede Kızıl Ordu lehine ajitatör olarak görev yapmıştır. Kuruluşundan hemen sonra Yahudi Anti-Faşist Komitesi’nde de görev yapan Polina, 1948 yılında SSCB’yi ziyaret eden Golda Meir’e gayriresmi tercümanlık yapmış, devlet protokolünü çiğneyerek toplantılara katılmış ve Sovyet devletini Yahudi devleti konusunda olumsuz şekilde bağlayacak açıklamalarda bulunmuştur. Aynı yıl mahkemeye sevk edilen Polina suçlu bulunmuş ve 5 yıl kürek cezasına mahkum edilmiştir. Bakınız Felix Chuev, Molotov Remembers, Ivan R. Dee, Chicago 1993 s.323.
- 9.https://israeled.org/resources/documents/remarks-by-soviet-foreign-mini…
- 10.Daniel Gavron, The Kibbutz: Awakening from Utopia, s.76.
- 11.a.g.e., s.100.
- 12.Laurent Rucker, Moscow’s Surprise: The Soviet-Israeli Alliance of 1947-1949, s.10. Mayskiy bu dönemde yaptığı tartışmalı açıklamalarda savaşın ardından Batı ile SSCB arasında 30-50 yıllık bir barış dönemi öngörmüş, bu dönemde sosyalizmi yeterince güçlendirme fırsatı bulacaklarını iddia etmiş, savaşın ardından Avrupa’da proleter devrimlerinin yaşanmayacağını öne sürmüştür. Mayskiy 1946 yılı başlarında görevinden azledilmiştir.
- 13.Bakınız: Nisan 1945 Freeman Hava Üssü İsyanı
- 14.National Archives sitesi https://www.archives.gov/milestone-documents/truman-doctrine 31 Ekim 2024 tarihinde erişilmiştir.
- 15.Burada ilginç bir nokta, Hitler’e karşı suikast girişimine uzaktan da olsa dahil olmuş veya dahil olmuş gibi gösterilen üst düzey Nazi komutanlarının emperyalizmin bu hamlesiyle beraber aklanmalarıdır. Adolf Heusinger ve Hans Speidel gibi Naziler yeni kurulan Batı Almanya’ya bağlılık yemini ettikten sonra yeniden orduya alınmış ve NATO’da üst düzey görevlere getirilmiştir. (Bakınız Bundesarchiv https://www.bild.bundesarchiv.de/dba/de/search/?query=Bild+183-34150-00… ) Ancak bu, 1955 sonrasındadır. Savaşın hemen ardından ise Almanya topraklarında Nazilerden arındırma faaliyetleri bizzat SSCB’nin dahil olduğu süreçlerle devam etmektedir. Dolayısıyla Yahudi devletinin kuruluşuna giden erken dönemde Nazi artıklarının NATO tarafından kullanılabileceğinin öngörüldüğü ve buna karşı hamle olarak Yahudilerin desteklendiği tezi temelsizdir.
- 16.Felix Chuev, Molotov Remembers, Ivan R.Dee, Chicago 1993 s.66.
- 17.a.g.e., s.61.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder