29 Kasım 2024 Cuma

soL "KÖŞEBAŞI" + "GÜNDEM" -29 Kasım 2024-

Cihatçı çeteler Halep’in dış mahallelerinde, Suriye ve Rus savaş uçakları İdlib'i vurmaya başladı.

İdlib’deki cihatçı çetelerin Halep’e yönelik başlattığı saldırı devam ediyor. HTŞ militanlarının Halep’in dış mahallesi Yeni Halep’e girdiği görüntüler sosyal medyaya yansıdı.(https://haber.sol.org.tr/haber/cihatci-ceteler-halepin-dis-mahallelerinde-suriye-ve-rus-savas-ucaklari-idlibi-vurmaya)

                                                                ***

İsrail Suriye’yi tehdit etti, cihatçılar Halep’e saldırıya geçti: Suriye ordusu karşı taarruzda

Netanyahu’nun Esad’a tehdidinden bir gün sonra İdlib’deki cihatçılar Halep’e saldırıya geçti. Suriye ordusu Halep’in batısında mevzilerine sızmaya çalışan militanların öldürüldüğünü duyurdu.(https://haber.sol.org.tr/haber/israil-suriyeyi-tehdit-etti-cihatcilar-halepe-saldiriya-gecti-suriye-ordusu-karsi-taarruzda)

                                                                   ***

Cihatçılar Halep'te ilerliyor: Ankara saldırılara kılıf buldu, AKP'liler heyecanlandı

Ateşkes anlaşmasını ihlal eden cihatçılar Halep'e 10 kilometre daha yaklaştı. Saldırıları "sınırlı" bulan Türkiye, Suriye'yi suçlu çıkardı. Selefilerin taarruzu AKP'li kalemleri de heyecanlandırdı. Bakanlığın basın kuruluşlarına servis ettiği anlaşılan imzasız açıklamada, ilk saldırının Suriye ordusundan geldiği iddia edildi. Cihatçı grupların haftalardır askeri kapasitelerini açıkça artırmalarına değinmeyen metinde Suriye ordusunun sivilleri hedef aldığı öne sürüldü:(AKP'li kalemler cihatçıları sahiplendi: 'Ankara Halep'e yürüyor') Cihatçıların Halep saldırısı AKP'ye yakın kalemleri heyecanlandırdı.  Yeni Şafak yazarı İbrahim Karagül, çatışmanın tırmanındığı dakikalarda sosyal medya hesabından "Halep vatandır!" mesajını paylaştı.İktidara muhalif kesimleri sosyal medyadan hedef göstermesiyle bilinen gazeteci Taha Hüseyin Karagöz, El Kaide bağlantılı HTŞ'nin operasyonunu "Ankara Halep'e yürüyor" sözleriyle duyurdu.(https://haber.sol.org.tr/haber/cihatcilar-halepte-ilerliyor-ankara-saldirilara-kilif-buldu-akpliler-heyecanlandi-396443
                                                          ***

Eğitim bakanlığının ‘Türkiye Yüzyılı’nın Yüz Akı 100 Eseri’!-Rıfat Okçabol-

Bu kitaba göre, AKP’nin 22 yılda yaptığı ve borç ödemesi 30-35 yıl sürecek otoyollar, köprüler, tüneller gibi her şey 100 temel eserden biri oluyor. “Hello Türkiye” sloganının kullanılması bile...

Bu eser1 (!), bakanlığın Strateji Geliştirme Başkanlığı’nda çalışan üçü ‘Dr.’ unvanı sahibi 21 kişi tarafından hazırlanmış. Bakan Y. Tekin ‘Sunuş’ sayfasında, “Cumhuriyetimizin 100. yılında, ülkemizin bu zamana kadarki birikimlerini ve kazanımlarını milletimizin hafızasında tazelemek ve inancın başarıya dönüşme öyküsünün hatırasını yaşatmak amaçlanmaktadır” diyor. Ancak kitapta yalnız “Cumhurbaşkanımız Sayın Recep Tayyip ERDOĞAN’ın öncülüğünde hayata geçirilen övünç kaynağı” dediği eserlere (!) yer veriliyor. Bakan devam edip kitabın, “… dünyada yankı uyandıran çalışmalarımızın görünürlüğünü artırmak, çocuklarımızın ufkunu genişletmek, onlara ilham vermek ve onları cesaretlendirmek üzere … başta öğrenci, öğretmen ve velilerimiz olmak üzere milletimizin bilgisine ve istifadesine sunulmuştur” diyor. 

Kitapta yer verilen ilk büyük eser (!), ‘15 Temmuz Demokrasi Müzesi’ oluyor. Kitapta bu müzeyle ilgili bir sayfalık yazı bile baştan aşağı AKP propagandası kokuyor. Örneğin bu sayfada, 2.733 yurttaşın yaralandığı ve 251 yurttaşın da öldüğü belirtilip “15 Temmuz 2016’daki hain darbe girişimi, Türk milletinin direnişi ile bertaraf edilmiştir” deniyor. Oysa bu darbeye direnen sivillerin olması, darbenin sivillerce önlendiği anlamına gelmiyor. Çünkü birkaç yüz kişiden oluşan polis kuvvetinin tankla tüfekle değil gaz, plastik mermi ve tazyikli su ile Taksim’deki binlerce Gezi Direnişçisini dağıtmış olması, silahlı güçler karşısında sivillerin darbeyi önleme şansı bulunmadığını kanıtlıyor. Darbenin ancak ve yalnız Türkiye Cumhuriyeti’ne sadık kalan güvenlik güçlerince önlendiğinin bilinmesi gerekiyor.  

Bu sayfada,“… müzede 15 Temmuz darbe girişiminin doğru anlaşılabilmesi için meş’um kalkışmanın faili olan paralel yapılanmanın, gayrimeşru ve sinsi faaliyetleri konusunda da ziyaretçiler bilgilendirilmektedir” deniyor. Ancak sekiz yıldır hâlâ darbenin asıl nedeni ve suçluları ortaya çıkarılmamıştır. Ayrıca bu darbe bahane edilerek yargı kararı olmadan görevlerinden uzaklaştırılan 100 binin üzerindeki mağdur, hâlâ görevlerine dönememişlerdir. Böylesine acılar ve belirsizlikler devam ederken bu konunun müze yapılması, öğrencilerin bu konuları öğrenmesinin istenmesi pek etik olmuyor. 

Müzeden camiye dönüştürülen Ayasofya bile temel eser olarak gösteriliyor. İlgili sayfanın başında “Ayasofya Camii, dünya mimarlık tarihinin günümüze kadar ayakta kalmış en önemli anıtları arasında yer alır. Yapı; mimarisi, ihtişamı, büyüklüğü ve işlevselliği ile mimari ve sanatsal açıdan dünya çapında bir üne sahiptir” deniyor. Bu sayfada 537 yılında kilise olarak yapılan Ayasofya’nın, 1453’te camiye, 1934’te müzeye ve 2020’de de yeniden camiye dönüştürüldüğü anlatılıyor. Sonra da camiye dönüştürülmesi Ayasofya’yı anıtlaştırmış gibi bir algı yaratılıp bu dönüşüm, nasıl oluyorsa AKP’nin temel eseri oluyor!

Bu kitaba göre, AKP’nin 22 yılda yaptığı ve borç ödemesi 30-35 yıl sürecek otoyollar, köprüler, tüneller gibi her şey 100 temel eserden biri oluyor. Koronavirüs salgını sırasında milyonlarca öğrencinin yararlanamadığı ‘Eğitim Bilişim Ağı’, çok eleştirilen ‘şehir hastaneleri’ ve ‘millet bahçeleri’, açılan bir petrol kuyusu, son yıllarda uygulanmaya başlanan ‘merkezi hekim randevu sistemi’ bile 100 temel eser içinde yer alıyor. İnşaatına 1993’te başlanan ve 2007’de hizmete açılan Bolu Tüneli de, 2020’de keşfedildiği açıklanan doğalgaz da temel eser sayılıyor. Öğrencilerin bilgisine sunulacak bu kitapta, ağır sınıf taarruz helikopteri gibi araçlar da temel eser olarak sunuluyor. 

Diğer devletler ile uluslararası kurum ve kuruluşlarla yapılan yazışmalarda “Turkey, Türkei ve Turquie” gibi sözcüklerin yerine “Türkiye” sözcüğünün kullanılması ile ilgili olarak başlatılan kampanya için “Hello Türkiye” sloganının kullanılması bile temel eser olarak sunuluyor. 1929 yılında çıkarılan 1416 sayılı yasayla başlatılmış olan bir uygulamaya AKP’nin eklediği “Yurt dışına lisansüstü öğrenim görmek üzere gönderilecek öğrencileri seçme ve yerleştirme (YLSY) programı” bile temel eser oluyor.

Bakanlık aklına gelen her şeyi eser olarak sunarken, Cumhurbaşkanlığı Külliyesi/ Sarayı, her gün bütçeden milyonlarca lira yuttuğundan mı, inşası yasal açıdan sorunlu olduğundan mı nedir, nedense temel eser olmuyor.

Eğitim bakanının sunuş sayfasında “Dünyada yankı uyandıran çalışmalarımız” demesi kerameti kendinden menkul bir ifade oluyor. Kitabı okuyunca, kitapta yer alan eserlerin birçoğunun da kerameti kendinden menkul eserler olduğu görülüyor. 

Kerameti kendinden menkul nitelikteki ifade ve eserlerle dolu olan bu kitabın AKP’nin propagandası olması dışında bir değeri bulunmuyor. Bu kitabın ‘çocuklarımızın ufkunu genişletmek’ için hazırlanmış olması, AKP propagandasının- siyasetinin- okula girmesi anlamına gelip akla zarar bir durum yaratıyor. Hukuk devletlerinde bu tür siyasal içerikli kitaplar öğrencilerin bilgisine sunulmuyor. 

Eğitim bakanlığının yayınları, bakanlığın propaganda bakanlığına dönüşüp çağdaş eğitime yabancılaştığını, yayınları hazırlayan bürokratların da ya yandaş olduklarını ya da koşullar gereği bu nitelikte yayınlar hazırlama zorunda bırakıldıklarını gösteriyor. 

 

                                                                        /././

Fahrettin Koca'nın hastanesine kaçak otopark inşaatı: Mahalleli direniyor, belediye sessiz

Medipol Acıbadem'deki "kaçak" otopark inşaatına yeniden başladı. Mahalle sakinleri inşaata karşı direnişe geçerken, İBB ve Kadıköy Belediyesi ise sessizliğini koruyor.(https://haber.sol.org.tr/haber/fahrettin-kocanin-hastanesine-kacak-otopark-insaati-mahalleli-direniyor-belediye-sessiz)

                                                          ***

Koç emeğin tarihine göz dikti, belediye ikiletmedi: Hasköy'ün hafızasına komünistler sahip çıktı

İşçi sınıfı kültürüyle özdeşleşen Hasköy'de semtin adını taşıyan caddeye "Rahmi M. Koç" adı verildi. TKP İstanbul İl Örgütü, Hasköy Caddesi'nin tarihsel adını tekrar yerine astı. (https://haber.sol.org.tr/haber/koc-emegin-tarihine-goz-dikti-belediye-ikiletmedi-haskoyun-hafizasina-komunistler-sahip-cikti)

                                                                 ***

Erdoğan'a konuşması sırasında protesto: ‘Siyonistler faaliyetlerini limanlarımızda sürdürüyor’

İstanbul Kongre Merkezi’ndeki konuşması sırasında Erdoğan protesto edildi. Erdoğan’a “Siyonistler denizlerimizde, limanlarımızda” diye seslenen protestocu ağzı kapatılarak salondan çıkarıldı.(https://haber.sol.org.tr/haber/erdogana-konusmasi-sirasinda-protesto-siyonistler-faaliyetlerini-limanlarimizda-surduruyor)

                                                                     ***

'Efsane Kasım'da büyük sömürü: Artan iş yükü, uzun çalışma saatleri, baskı...

"Efsane Kasım"ın yükünü en fazla taşıyan meslek gruplarından biri bilişim emekçileri. "İndirim" bahanesiyle üç kişinin iş yükünün bir kişiye yüklendiğini söyleyen işçiler yaşadıkları baskıyı anlattı.(https://haber.sol.org.tr/haber/efsane-kasimda-buyuk-somuru-artan-yuku-uzun-calisma-saatleri-baski-396458)

                                                                ***

Prof. Topses: 'Düşünce ve ahlak sistemleri sınıfsal yapıdan bağımsız ele alınamaz' -Burak Efeyurtlu/soL-Söyleşi-

Materyalist sosyolojinin öncelikli amacının toplumsal yapıya bütünlüklü bir bakış açısıyla yaklaşmak olduğunu vurgulayan Topses, son kitabında sosyoloji biliminin temellerine eğiliyor.

Yordam Kitap'tan yayımlanan ''Gençlerle Baş Başa'' dizisinin son kitabı Gençlerle Baş Başa: Sosyoloji Ekim ayında Mehmet Devrim Topses imzasıyla çıktı.

"Gençlerle Baş Başa" dizisinin bu kitabı sosyolojinin temellerine, toplumların dünden bugüne gelişimine ve sosyologların farklı yaklaşımlarına eğilirken; sosyolojiye akademik veya mesleki olarak ilgi duyanların dışında Marksizme ve tarihsel materyalizme giriş yapmak isteyen herkes için bir başlangıç kitabı niteliğinde.

Çanakkale 18 Mart Üniversitesi İnsan ve Toplum Bilimleri Fakültesi'nde öğretim üyesi olarak görev yapan Prof. Dr. Mehmet Devrim Topses ile son çıkan kitabı üzerine soL okurları için konuştuk.

'Sosyoloji öğrencisi sınıf kavramını, sosyolojinin sınıfsal ve felsefi temellerini mutlaka öğrenmeli'

Gençlerle Baş Başa Sosyoloji adlı kitabınız geçtiğimiz ay Yordam Kitap'tan çıkarak okuyucularla buluştu. Dilerseniz sizin bu kitabı yazma amacınızı sorarak söyleşimize başlayalım. Bu kitabı yazma fikri nasıl ortaya çıktı, süreç nasıl ilerledi?

İki yıl kadar önce Yordam Yayınları'nın “Gençlerle Baş Başa” serisi ilgimi çekmişti. Özel olarak gençliğin ve genelde bütün Türkiye toplumunun gündeminde olması gereken konuları bu kitaplar son derece basit ve akıcı bir dille açıklıyorlardı. Biz de bu kaynağa sosyoloji başlığıyla katılmaya karar verdik. Çünkü bizim de sosyolojideki temel kavramları okuyucuya sağlıklı bir zeminde anlatabilmemiz gerekiyor.

Sosyoloji okuyan bir öğrenci sınıf kavramını, sosyolojinin sınıfsal ve felsefi temellerini mutlaka öğrenmelidir. Toplumun maddesini, yani somut gerçekliğini görebilmelidir. Başlıca yöntem konularına hâkim olabilmelidir. Bölüme başlamadan önce toplumsal bir soruna yönelik yaptığı açıklama tarzı ya da çözüm önerisi bölümden mezun olduğunda kesinlikle değişmeli, daha geniş bakış açılarına kavuşmalıdır. Yordam kitap, önerimi olumlu buldu ve destekledi. Çok güçlü bir editörlük desteği aldım. Kendilerine teşekkür ederim. “Gençlerle Baş Başa: Sosyoloji” elbette tek başına yeterli değil. Fakat başlangıç açısından son derece güvendiğimiz bir çalışma oldu. Sosyolojiye daha sağlam bir zeminde giriş yapma, gençlik ve sosyoloji arasındaki anlaşılmazlık engelini bir ölçüde gidermeyi amaçlıyor. 

                        Gençlerle Baş Başa: Sosyoloji Ekim ayında Yordam Kitap'tan çıktı.

'Post-modern sosyoloji kitle kavramını ve toplumsal kurtuluşu dışlıyor'

Bu kitaptan önce de farklı bir yayınevinden 'Gençler İçin Diyalektik ve Tarihsel Materyalizm' başlığıyla bir kitabınız daha yayınlanmıştı. Hem o kitabınızda hem de son yayınlanan Gençlerle Baş Başa Sosyoloji adlı kitabınızda 'Marksizm emek yoluyla geçinen toplumsal kesimlerin ya da yeryüzünün ekonomik ve kültürel açıdan dezavantajlı bütün kitlelerin dünya görüşüdür' diyorsunuz. Buna ek olarak diyalektik ve tarihsel materyalist yöntemi mümkün olduğunca incelterek gençliğe aktarabilme çabası göze çarpıyor son kitabınızda. Marksist felsefe, diyalektik ve tarihsel materyalist yöntem bugünün gençliği için neden bu kadar önemli sizce? 

Sosyoloji, bütün sosyal bilimler gibi sınıfsaldır ve sınıfsal bir zeminde gelişmiştir. Toplumu anlama ve açıklama tarzlarımız sınıftan sınıfa değişebileceği gibi, ürettiğimiz çözümler de sınıfsal bir nitelik taşır.

İlk ortaya çıktığı andan başlayarak sosyoloji, kapitalist toplumun ürettiği somut eşitsizlikleri, tıpkı bir organizmanın farklı uzuvlarının eşitsizliği gibi doğal bir süreç olarak açıkladı. Burjuvazinin yönettiği kapitalist toplumu, dünya kapitalist sistemini destekledi, onayladı. 20.yüzyılda kapitalist ve sosyalist blok arasında yaşanan soğuk savaş sırasında kapitalist bloğun yanında yer aldı ve bu yönde çözümlemeler geliştirdi. Aslında genetik olarak belirlenmiş anti-komünist sosyolojiden söz ediyoruz. Sosyolojinin bu konumu günümüzde de farklı değil. Post-modern sosyoloji, kitle kavramını ve toplumsal kurtuluşu dışlıyor. Bilimi, toplumsal çözümleri yok sayıyor. Bu karmaşık ve çelişkili dünyada herkesin ancak kendisini kurtarabileceği bir bencilliği tartışmasız bir gerçekçilik olarak ileri sürüyor. 

Hepimiz sosyolojinin daha çok söz konusu hâkim yöntem anlayışını, yani işlevselciliği biliriz. Sosyoloji bölümlerinde öğrencilere çoğunlukla işlevselci sosyoloji anlatılıyor. Oysa günümüzün modern toplumunda emekçi sınıflar çok geniş bir çoğunluğu oluşturmaktadır. Benzer şekilde kadınlar kapitalizmin getirdiği ataerkil yapının en açık mağdurları arasında yer alıyor. İşte tarihsel-materyalizm bu kesimlerin toplumu çözümleme ve anlama yöntemidir. İşlevselci genel sosyolojiden kesin çizgilerle ayrılır. Bu yöntemi bilmezsek, klasik sosyolojinin ya da post-modernizmin her bakış açısını sanki bütün toplumun çıkarınaymış, hepimizin gerçekliğiymiş gibi algılarız. Dünyayı anlaşılmaz ve değiştirilemez bir gerçeklik gibi düşünmeye başlarız. Böyle bir kişilik ve böyle bir düşünme tarzı, kapitalist dünya sisteminin, dünyanın dengesini bozanların ve savaş baronlarının en çok yaymak istedikleri düşünme tarzıdır. Umutsuz, apolitik, ırkçılığa varan bir milliyetçilikle ya da dincilikle yoğrulmuş, yüzü geriye dönük kuşaklar istiyorlar. “Gençler için Diyalektik ve Tarihsel Materyalizm” kitabındaki amacımız, emekçi sınıfların bilimsel çözümleme yöntemi olan tarihsel-materyalizmi açık ve anlaşılır bir dille yeni kuşaklara anlatmaya çalışmaktı. Bunun için daha çok “felsefeye giriş” ve “felsefe tarihi” dersleri için hazırladığımız notlardan faydalandık. 

'Düşünce ve ahlak sistemleri sınıfsal yapıdan bağımsız ele alınırsa genel çelişkiler de gözden uzaklaştırılmış olur'

Sosyolojide felsefi olarak idealist yöntem ile materyalist yöntem ayrımı önemli bir yer tutuyor kitabınızda. İdealist yöntemi izleyen sosyologlara Weber, Durkheim ve onun Türkiye'deki izleyicilerinden Ziya Gökalp gibi isimleri örnek veriyor bu yöntemin toplumu anlamada barındırdığını arızaları tespit ediyorsunuz. Sosyal bilimler alanında ve özel olarak sosyolojide idealist felsefe yaklaşımının barındırdığı yanlışlıklar neler? Materyalist yöntem bu alanlarda yapılan ve yapılacak çalışmalarda ne gibi farklar sağlıyor?

Materyalist sosyolojinin öncelikli amacı, toplumsal yapıya bütünlüklü bir bakış açısıyla yaklaşmaktır. Oysa saydığınız isimlerin birinci ortak özelliği sosyolojinin kurucuları olmalarıysa, ikinci özellikleri toplumu ya da insanlık tarihini ekonomik ve sınıfsal gerçekliklerinden bağımsız olarak bir düşünce, ideal ya da ruhsal bir sistemle açıklamalarıdır. Weber protestan ahlakını, Durkheim kolektif bilinci, Gökalp ise mefkûre kavramını öne çıkarmıştı. Fakat hiç birisinde burjuva toplumunun sınıfsal ve ekonomik çelişkileri konu edinilmez. Ahlak, düşünce ya da bilinç elbette toplumsal yapının genel doğrultusunu etkileyen, üstelik bazı durumlarda belirleyebilen, kendi içinde özerklik taşıyan değişkenlerdir. Ama böyle olsa bile, söz konusu değişkenler toplumsal-ekonomik-sınıfsal yapıyla karşılıklı bir ilişki içindedir ve bu ilişkisi içinde incelenmelidir. Bir toplumsal yapıda düşünce ve ahlak sistemleri sınıfsal-ekonomik yapıdan bağımsız biçimde ele alınırsa, kapitalist toplumun sınıfsal temeli, yönetici sınıflar ve bu toplumun genel çelişkileri de gözden uzaklaştırılmış olur. 

Örneğin Gökalp, ortak bir mefkûrenin toplumu birleştirebileceğini, çıkarları farklı toplum kesimlerini “bizlik” çatısı altında toparlayabileceğini söylemişti. Böylece konuya tıpkı Durkheim gibi yaklaştı. Materyalist sosyoloji ise somut gerçekliğe vurgu yapıyor. Toplumun “bizlik” bilincine ulaşması için, öncelikle toplumsal-ekonomik ve kültürel boyutlu keskin çelişkilerin aşılmasını, ekonomik ve toplumsal yapının “bizlik” bilincini destekleyebilecek ölçüde yeniden düzenlenmesini öneriyor. Gökalp’in ve diğer klasik sosyologların değinmediği nokta işte burası. Açık sömürü ilişkilerine dayalı, sınıfsal eşitsizliğin ve yabancılaşmanın her gün yeniden üretildiği, emek gücünün ve doğadaki her şeyin metalaştığı bir toplumda “bizlik” bilinci yaşayabilir mi? Günümüzün neoliberal toplumlarında sosyal politikalar devletin görevi olmaktan tümüyle çıkarıldı. Devletin kamucu sosyal politikalardan kesin biçimde sıyrıldığı, herkesin kendi başının çaresine baktığı bir toplumda “bizlik” bilinci gelişebilir mi?

Prof. Dr. Mehmet Devrim Topses Çanakkale'de çalışmalara başlayan Nâzım Hikmet Kültür Sanat Topluluğu'nun düzenlediği söyleşide okurlarıyla buluşacak. "Sosyoloji Gözünden Toplumsal Çürüme" başlığını taşıyan söyleşi yarın (30 Kasım Cumartesi) saat 14.00'te, Çanakkale Yalı Hanı'nda gerçekleşecek. 

'Kolektif emek ve birlikte üretmek gibi kavramlardan sosyalistler dışında bugün hiç kimse söz etmiyor'

Kitabınızda da bahsettiğiniz toplumsal çürüme kavramı son aylarda sürekli karşımıza çıkıyor. Kadına yönelik şiddet, cinayetler, gittikçe artış gösteren bireysel silahlanma, bağımlılıklar gibi birçok olay ve durum toplumsal çürüme başlığıyla açıklanırken bu kavramın toplumsal ve maddi temellerine inilmiyor. Siz bu kavrama nasıl yaklaşıyorsunuz?

Toplumsal çürümeyi doğrudan Marx’ın yabancılaşma kavramı üzerinden değerlendiriyorum. Yabancılaşma, kapitalizmin doğal olarak ürettiği ve yaşattığı bir kavramdır. Kapitalizmin gelişmesiyle birlikte emekçilerin üretim araçlarının kontrolünden uzaklaşmasıyla başladı. Katı mesleki işbölümü, emekçileri yaptıkları işin bütünlüğünden kopardığı gibi insanlar arasına da mesafeler koydu. Kolektif emek ve birlikte üretmek gibi kavramlardan sosyalistler dışında bugün hiç kimse söz etmiyor. Rekabet, kapitalizmin kutsal değeridir. Kapitalist toplumda insanlar başkalarıyla birlikte değil, başkalarına rağmen yaşamını kazanmaya çalışıyorlar. Koruyucu, gözeten, düzenleyen bir sosyal politika da olmayınca modern toplumda her birimiz, başkaları için öteki konumuna geliyoruz. Aynı zorlukları, yaşam kaygılarını paylaştığımız komşularımızı bile sanki bizden farklı, bir yolunu bulsa bize zarar verebilecek kimseler olarak görmeye başlıyoruz. Yolda, trafikte, site içinde gördüğümüz kavgaların temelinde böylesine somut gerçeklikler yer alıyor. Görüntüde selamlaşan fakat içerikte uzaklaşan insanlar oluyoruz. İnsanın kendisine ve diğer insanlara karşı yabancılaşmasının maddi altyapısı budur. 

'Suç, öncelikle insanın kendisinden ve toplumdan yabancılaşmasının bir sonucu'

Toplumsal çürüme olarak adlandırılan sorunlara dönük çözümler de bahsettiğiniz idealist yöntemle geliştirilmeye çalışılınca toplumda idam, hadım etme gibi cezalar tartışılmaya başlanıyor. Bu çürümenin panzehiri nerede? 

Adi suçlar karşısında cezanın bir yaptırım gücü olarak varlığını sürdürmesine karşı çıkmak mümkün değil. Caydırıcılığın sağlanması için bu suçlar hukuksal bir çerçeve içinde gerçek anlamıyla takip edilmelidir. Fakat suç, öncelikle insanın kendisinden ve toplumdan yabancılaşmasının bir sonucudur. Toplumsal gerçekliğin bir ürünüdür. İdealist ve işlevselci kuramların göz ardı ettiği nokta işte burasıdır.

İnsan merkezli, toplumcu ve halkçı bir eğitim sisteminin eksikliğinden ve bu eğitime ulaşmadaki fırsat eşitsizliklerinden başlayalım, toplum üyelerinin kendi yaşamlarını ve geleceklerini ne ölçüde güvende hissedebildikleriyle, yaşamlarının kontrolünü ne ölçüde kendi ellerinde tutabildikleriyle ilişkilidir. İşsizlik, yoksulluk, savaş ve karmaşa ortamında bir insandan ahlaki değerlerini korumasını beklemek, büyük bir binanın zorunlu kolonlarından birini ya da birkaçını eksik inşa etmek demektir. İkincisi, suç olgusu bir toplumda kurumsal ilişkilerin tıkanmasıyla ilgilidir. Örneğin eğitim yoluyla toplumsal konumunu yükseltemeyen bir genç, toplumun kabul etmediği başka yollarla, örneğin kumar, hırsızlık, kaçakçılık vb. sınıf atlayanları gördüğü zaman, o güne kadar alıştığı norm ve değer sistemleri onun gözünde geçerliliğini yitirecektir. Öyleyse öncelikle toplumun somut gerçekliği ile ilgili önlemlerin alınması gerekir. Mülkiyet ilişkilerini, üretim ve paylaşım ilişkilerini içine alan geniş kapsamlı değişikliklerden söz ediyorum. Toplumun maddesini ilgilendiren bu somut ilişki biçimlerine hiç dokunmadan, sadece öğütlerle ya da cezai yaptırımlar yoluyla toplumsal çürüme ya da suç olgusuyla başarılı biçimde mücadele etmek kalıcı ve etkili sonuçlar vermeyecektir.

'Halkın cemaatlere gösterdiği ilgi, din devletinden yana olmasından değil, dünya yaşamında kendisini korumak istemesinden kaynaklanır'

Türkiye'de yapılan sosyoloji çalışmalarında cumhuriyet ve laiklik tartışmaları da önemli bir yer tutuyor. Geçtiğimiz haftalarda da Milli Eğitim Bakanı Yusuf Tekin'in laiklikle ilgili açıklamaları bu tartışmayı tekrar canlandırdı. Hatırlarsanız Bakan Yusuf Tekin eğitimdeki laiklik karşıtı uygulamaları eleştirenlere 'Size ters olabilir ama Batman'da, Erzurum'da vatandaşların değerlerine ters değil' sözleriyle yanıt vermiş ve Türkiye'de uygulanan laikliğin halkla uyumsuz olduğunu söylemişti. Cumhuriyet ve onun bu topraklardaki ilerletici uygulamaları özellikle liberal yazar ve akademisyenler tarafından da toplumun değerleriyle çatışma halindeymiş gibi gösteriliyor. Bahsedilen 'Anadolu kültürü' ile cumhuriyet ve laiklik kavramları birbirine bu kadar uzak mı sizce, yoksa araya kasıtlı bir duvar mı örülmeye çalışılıyor?

Laiklik, toplumsal ilişkilerin akılcı biçimde düzenlenmesini, bireylerin toplumsal ilişkiler sistemine dinsel kimlikleriyle değil, yalnızca yurttaş kimlikleriyle katılmaları anlamını taşır. Sadece bu açıdan bile insan merkezlidir ve en temel uygarlık ölçütüdür. Öncelikle halkın yararınadır. Laiklik, Türkiye toplumunun kültürel köklerine yabancı olmadığı gibi, Türkiye’de halk esas itibarıyla laikliktir. Günlük yaşamını, çalışma saatlerini, kişisel ilişkilerini dinsel kurallar merkezinde değil, öncelikle akılcı ihtiyaçları çerçevesinde düzenler. Halkın geleneğe daha bağlı gözükmesinin belirleyici nedeni din merkezli biçimde yaşamak istemesi değil, din ve geleneğin dışında kendisini koruyacak bir kurumsal ilişkinin olmamasıdır. Gerçekten sağlık, hukuk, siyaset, ekonomi ve eğitimin insanı değil, parayı ve gücü merkez aldığı bir toplumsal yapıda gelenek ve din halkın tek koruyucusu olarak kalır. Sosyal politikanın devletin en temel görevi olmaktan çıkartıldığı bir toplumda cemaatler, halkın içinde birer yardımlaşma örgütü olarak yaşamaya devam eder. Halkın cemaatlere gösterdiği ilgi, din devletinden yana olmasından değil, dünya yaşamında kendisini korumak istemesinden kaynaklanır. Kitabımızda bu noktalara değinmeye gayret ettik.

'Toplumsal olayları bütünden bağımsız biçimde değerlendirmek bir hasar'

Buradan biraz daha farklı bir konuya geçmek istiyorum. Kitabınızın bir bölümünde sosyoloji alanındaki Amerikan hegemonyasından bahsediyorsunuz. Toplumun güncel olaylara bakışında da emperyalizmin kültürel araçlarının etkisinin artışının sonuçlarını görebiliyoruz. Örneğin son dönemde Ortadoğu'da gittikçe şiddetlenerek kendisini gösteren İsrail saldırganlığına karşı bu saldırganlığın değil de Filistin direnişinin meşruiyetinin sorgulanır hale gelmesi buna en güncel örneklerden biri olabilir. Peki, emperyalizmin ve özel olarak Amerika’nın sosyal bilimlerde ve sosyolojide kurduğu hegemonya bu alanlarda ne gibi tahribatlara yol açtı?  

Türkiye sosyolojisinde Amerikan hegemonyasının güçlenmesinin nedeni, sosyolojinin kendine özel karakterinden kaynaklandığı gibi Türkiye’yi yöneten sınıfların sosyalizme karşı Amerika ve Batı bloğuna yaslanmalarının sonucuydu. Sonuç olarak toplumsal olayları, bütünden bağımsız biçimde değerlendirmek gibi bir hasar yarattı. Olayları parça parça ve somut nedensellik ilişkilerini ele almadan değerlendiriyoruz. Örneğin kadına şiddeti bir sorun olarak kabul ediyoruz ama bu konuyu ele alırken kadınların ekonomide istihdam oranlarının düşüklüğünü tartışmıyoruz. Siyasete katılımlarının neden bu kadar zayıf kaldığını ele almıyoruz. Ya da örneğin aracını yanlış yerlere park edenlere çok kızıyoruz ama şehirlerde yeterli park yeri olup olmadığıyla ya da şehir planlamasıyla ilgilenmiyoruz. Sermaye birikimi uğruna plansız araç üretimine ve satışına dayanan kapitalizmi pek sorun etmiyoruz. Bu yüzden bütünlüklü, somut, kalıcı çözümler üretemiyoruz. Amerikan sosyolojisinin bilincimizde yarattığı en açık sorun bunlar oldu. Böyle bir sosyoloji, olayları sadece betimler, fakat nedenselliğe inmediği için gerektiği gibi açıklayamaz. En önemlisi gerçekçi çözüm önerileri geliştiremez.

'Yurt sorunlarını kendine dert edinen bir akademisyen, bütünlüklü bir akademisyendir'

Türkiye'de de Marksist sosyoloji önemli bir birikime sahip. İlk kadın sosyoloğumuz Behice Boran ve 1979'te uğradığı silahlı saldırı sonucu kaybettiğimiz Cavit Orhan Tütengil ilk akla gelen isimlerden. Anadolu halkına, feodalizme, ulusal sorunlara dair materyalist yöntemle çok değerli sosyolojik çalışmalar yapan bu isimler sorunları ortaya koyarken çözüm yollarını aramaktan da geri durmamışlar. Tütengil, 'Az gelişmenin Sosyolojisi' kitabında da bu yaklaşımın önemini 'Aydın olmak; bir eğitim ve öğretimle birlikte, bir dünya görüşü olmak, bir yarın umudu taşımak ve idealleri olmak, kişisel çıkarlarını bir yana bırakarak yurt sorunlarını kendine dert edinmek, onlara çözüm yolları aramak özelliklerini gerekli kılmadadır' cümleleriyle vurguluyor. Bugün yapılan çalışmalara baktığınızda Türkiye'de yapılan çalışmalar bu birikimin hakkını veriyor mu?

Yurt sorunlarını kendine dert edinen bir akademisyen, bütünlüklü bir akademisyendir. Yurt sevgisi, bağımsızlık aşkı, halk için çalışmak sadece akademisyenlik için değil, öğretmenlik ve her meslek için ayrılmaz değerler olmalı. Fakat şöyle bir nokta var. Uygarlık tarihinde düşünce ve bilim üretimi, köleci dönemlerden kapitalizme kadar öncelikle varlıklı sınıfların finanse ettiği bir etkinlik olmuş. Üniversiteleri ve düşünce merkezlerini, boş zamanı olan, gücü elinde bulunduran sınıflar kurmuş, desteklemişler. Kuralları, çerçeveyi onlar koymuşlar. Bu nedenle yönetici sınıfların tekelinden bağımsız bir düşünce üretimi oldukça zayıf kalmış. Dolayısıyla öncelikle emekçi sınıflar ve halk yararına değil, içinde bulunulan ekonomik-toplumsal düzenin ihtiyaçları ve korunması doğrultusunda, halkı yatıştıran ve düzenle uyuma yönlendiren düşünceler üretilmiş. Felsefe tarihini ya da siyasal düşünce tarihini sınıfsal biçimde incelediğinizde bunu açık biçimde görebilirsiniz. Emekçi sınıfların düşünce üretimi finanse edecek ne güçleri ne de zamanları var. Böyle olunca felsefe, sosyal bilim ve düşünce tarihinde halkçı, eşitlikçi, adalet kavramını önceleyen örneklerle oldukça seyrek biçimde karşılaşıyoruz. Saydığınız isimler sosyal bilimlerdeki az sayıdaki istisnalar arasında gösterilebilir. Türkiye’de bugünkü birikim elbette bu gerçekten bağımsız değil. 

Son olarak; kitabınız sosyoloji alanına akademik ve mesleki olarak ilgi duyanların dışında Marksizme ve tarihsel materyalizme giriş yapmak isteyen herkes için güzel bir kaynak olmuş. Bu alanda derinleşmek, özellikle cumhuriyeti ve Türkiye'yi sınıfsal olarak daha iyi anlayabilmek için öğrencilerinize önerdiğiniz pek çok kitap var. Bunlardan okuyucularımıza da örnekler verebilir misiniz?

Yaşar Kemal’in “Teneke” romanını başlangıç olarak öneriyorum. Orhan Kemal’in “Bereketli Toprak Üzerinde” romanını bu dönemin sınıfsal-toplumsal çözümlemesi için tavsiye ediyorum. Sonrasında önerdiğim kitaplar ise şöyle: David McNally: Başka Bir Dünya Mümkün. Fatih Yaşlı: Gençlerle Baş Başa: Faşizm. William Pellz: Modern Avrupa Halkları Tarihi, Chris Harman: Halkların Dünya Tarihi, Neil Faulkner: Marksist Dünya Tarihi. Ayşe Buğra: Sınıftan Sınıfa. Fatmagül Berktay: Tek Tanrılı Dinler Karşısında Kadın.

Mehmet Devrim Topses kimdir?

1977 yılında Ankara’da doğdu. 1999 yılında Sakarya Üniversitesi Sosyoloji Bölümü'nden mezun oldu. Gazi Üniversitesi Gazi Eğitim Fakültesi'nde Eğitimin Sosyal ve Tarihi Temelleri Bilim Dalı'nda yüksek lisansını, Hacettepe Üniversitesi Sosyoloji Bölümü'nde ise doktorasını tamamladı. Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi Sosyoloji Bölümü'nde 2016 yılında doçent, 2021 yılında profesör unvanı aldı. Lisans ve yüksek lisans programlarında Sosyolojiye Giriş, Eğitim Sosyolojisi, Sanayi Sosyolojisi, Edebiyat Sosyolojisi, Sosyal-Kültürel Antropoloji, Türkiye’de Modernleşme, Felsefeye Giriş, Felsefe Tarihi, Uygarlık Tarihi, Osmanlı Toplum Yapısı, Kent Sosyolojisi, Göç Sosyolojisi ve İnternet Sosyolojisi dersleri okuttu. Bugüne kadar yayımlanmış 11 kitabı bulunmaktadır.

                                                                               /././

Özelleşince güzelleşir mi?-Mesut Odman

Mümkün ve muhtemel bir emekçi iktidarında o sonuçların giderilmesi için çok yoğun bir emek ve maddi kaynak harcamak gerekecektir.

Öyle olmadığını hep birlikte gördük. Okuyup dinleyerek de anlayabiliyorduk, ama yaşamak başka oluyor. Genç yaşlı, çoluk çocuk, içinde olan dışarıdan bakan, herkes görüp anladı. En son, Çayırhan’ın maden işçileri, 2000 yılındaki özelleştirmeden beri yaşadıklarını 4 yıllık bir aradan sonra yeniden yaşamamak için direnişe geçtiler, Ankara’ya doğru yürüyorlar.

Bizdeki özelleştirme furyasının, pek çok başka kötülüğün de kaynağında yer alan 12 Eylül istibdat döneminde yoğun bir saldırı biçiminde başlayıp ilerlediğini söyleyebiliriz. Dünyada ise biraz daha eskilere, ulusal, uluslararası ve ulusötesi tekellerin egemen olmasının ve küreselleşmenin gelişmesinin etkilerine, ABD ve İngiltere’de 70’li yılların başlarına gitmek gerekiyor. Bu, İngiltere’de Margaret Thatcher adındaki liberal-muhafazakâr politikacının önce bakan sonra başbakan, Ronald Reagan adını taşıyan ikinci sınıf kovboy filmleri oyuncusunun ABD başkanı olduğu bir dönemdir. İktidara gelişlerinin arasındaki bir iki yıllık farkı ihmal ederek söylüyorum. İlk kez zamanın bir Sovyet yayınında saldırı amacıyla kullanılmış “Demir Leydi” yakıştırmasını pek beğenip yaygınlaşmasını desteklemiş olan Thatcher, yeni liberal görüşlerinin “Toplumsal diye bir şey yoktur; bireyler ve aileler vardır” cümlesiyle özetlenebildiği ve İngiltere tarihinin o zamana kadarki hem ilk kadın hem en uzun süreli başbakanı idi.

Aslında özelleştirme ideolojisinin temelinde, İskoçyalı Adam Smith’in 18. yüzyılın ikinci yarısındaki kitaplarında ileri sürdüğü düşünceler yer alır. O kitaplardaki ilginç düşüncelere örnek olarak, kişilerin elindeki arazilerden elde edilen ürün miktarının kamu arazileri ile karşılaştırılmasından söz ederken, “Filler serçelere göre daha kötü uçmaz” diyerek bu tür karşılaştırmaların saçmalığını göstermeye çalışmasından söz edilebilir. Filler hiç uçamaz demek istemiş besbelli; düşüncesinin doğruluğundan çok emin olmalı.

Aynı Adam Smith’e göre, insanlar için en önemli güdüleyici özçıkardır; insan, sadece ya da en çok kendi çıkarı varsa harekete geçer. Rekabet ise bu güdünün başkalarına zarar vermesini önler. İnsanlar kendi çıkarlarını sağlamak için birbirleriyle rekabet edebilecek durumda olurlarsa, kendi çıkarlarına başkalarının zarar vermesini önlerler ve böylece kendi çıkarının peşine düşerek rekabet eden her insan kendi özçıkarının zarar görmesini önleyeceği için kimsenin çıkarı zarar görmemiş olur. İşte bu sırada, büyücü değneğine benzer işlev gören ve Smith’in “görünmeyen el” adını verdiği bir şey devreye girerek kaynakları insanların isteklerine en uygun düşecek biçimde dağıtır.

Özelleştirmenin daha yakın zamanlarındaki bir ideoloğuna geçmeden önce, Smith’e nankörlük edilmediğini de ekleyelim. Bu ideolojinin dünya çapında savunulmasına ve yaygınlaştırılmasına bütün öteki kurumlaşmalardan daha etkili olan kuruluş, “Adam Smith Enstitüsü” adıyla ve hemen hemen Thatcher’ın başbakan olduğu sıralarda Londra’da kurulmuştu.

Özelleştirmenin daha yakın zamanlardaki ideologlarının başında sayılması gereken ise Avusturya asıllı bir İngiliz yurttaşı olan Friedrich August von Hayek. Çok uzun, 93 yıl yaşamış ve 1992’de ölmüş bu kişi, pek tutucu görüşleriyle tanınmış bir düşünür ve iktisatçı. ABD’nin Chicago Üniversitesi’nde, Milton Friedman adlı bir meslektaşı ile birlikte “neo-liberalizm” diye bilinen bir dinin vaazlarını veriyorlar. Vaazlarının birçok ülkede etkili olduğu kabul ediliyor. Bu etkinin ilk kez 1973’te Şili’deki kanlı Pinochet Cuntası eliyle uygulanıp denendikten sonra dünya ölçeğinde yayıldığına ilişkin yerinde bir inanış olduğu da eklenmeli.

Bu zat-ı muhterem ile bayan Thatcher arasında karşılıklı bir hayranlık ilişkisi olduğu yakınları tarafından dile getirilmiş zamanında. Kendisi, bütün liberaller gibi, bir özgürlük şampiyonu olarak biliniyor. Ancak, onunki, müdahaleden özgür olmayı kapsayan bir anlayış. Bu yüzden, onun özgürlük anlayışı, sözgelimi, sağlık ve eğitim hizmetlerinden yararlanmanızı değil, onları satın almanızı engelleyen kurallardan, çalıştırdığınız insanlara daha az ücret vermenizi engelleyen kurallardan kurtulma özgürlüğü anlamına geliyor. Hayek’in gözünde, özellikle ve sadece devlet değil, bütün toplumsal örgütlenmeler de böyle tanımlanmış bir “özgürlük” açısından, “şerrinden kutsal bireyin yasalarla korunması gereken” potansiyel kötülük kaynaklarıdır.

İşte böyle. Özelleştirme “guru”ları böyle söylüyorlardı.

Bütün o söylenenlerden ve izleyicilerinden çıkarılabilecek beklenti ve amaçlar ise, özelleştirme savunucularının diliyle, aşağı yukarı şöyle özetlenebiliyordu:

* Özelleştirmeler sonucunda, mikro ve makro düzeyde verimlilik/üretkenlik artışları ile ekonominin performansında yükselmeler ortaya çıkacaktı.

* Kamu tekellerinin ortadan kalkmasıyla rekabet ortamı doğacak, böylece piyasa fiyatlarının yönlendirdiği optimum kaynak tahsisi gerçekleşecekti.

* Kamu tekellerinin uyguladıkları vergi-fiyat sistemiyle tüketiciler aleyhine yarattıkları mali sömürü son bulacak, rekabet koşullarında oluşan fiyatlar tüketici lehine olacaktı.

* KİT açıklarının finanse edilmesinin doğurduğu enflasyonist baskı kalkacaktı.

* Açık finansmanına ayrılan transferler toplumsal refahı artırıcı alanlara yönlendirilebilecekti.

* Sermaye piyasası gelişecek, sermaye tabana yayılarak “halk kapitalizmi” gelişecek ve gelir bölüşümü eşitsizlikleri azalacaktı.

* Özellikle kamu açıkları bakımından büyük darboğazları olan ülkelerde, özelleştirme gelirleri bu açıkların kapatılmasında ya da azaltılmasında kullanılacaktı.

Onlarca yıldır yaşadıklarımızdan sonra gördüğümüz ise ortadadır. Bu beklenti ve aldatmacaların sonunda sanki yaşayanlar ve şu ya da bu ağırlıkta etkilenenler kendimiz değilmişçesine yapılabilecek bir değerlendirme ile, sıralananların birinde ikisinde birtakım düzelmelerin gerçekleşebildiği ileri sürülecek olursa, şöyle bir yanıt vermek mümkün: Hem onlardaki düzelme sanılanlar son derece sınırlı ve geçicidir, hem de bütün olarak bakıldığında  emekçilerin yanı sıra ülkemizin bugünü ve geleceği açısından yıkıcı sonuçlar ortaya çıkmıştır. İsteyen yukarıda sıralanan maddelerin her birinde nereden nereye geldiğimizi tek tek irdeleyebilir. Mümkün ve muhtemel bir emekçi iktidarında o sonuçların giderilmesi için çok yoğun bir emek ve maddi kaynak harcamak gerekecektir.

Buraya kadar epeyce sıkıntı verici kurulukta uzayıp giden bu yazıyı biraz rahatlatmak için bir şiirle bitirelim. Bu konularda fazlaca yazıp konuştuğum sıralarda, 1990’ların hemen başlarında yazmıştım; üç beş yıl sonra da yayımlandı.1 Onu aktarayım.

LİBERAL

devlet sütçülük yapmaz hanımlar beyler                                                                                    yapsa da iyisini yapamaz

üstelik çoluk çocuğun sütünü düşünmek ona düşmez
sonra araba da üretemez
üretse bile yürütemez
otel motel işletemez
işletse de geleni gideni rahat ettiremez
hatta hastaneydi okuldu
tren otobüs uçak vapur
bütün bunlarla da uğraşmasa iyi olur
hem beceremez hem yakışık almaz

ama devlet pek güzel adam döver
damdı bodrumdu sokaktı demez
ağız burun dağıtabilir
kırk türlüsünü bilir te’dip ve terbiyenin
gerekirse birer ikişer asar asilerini
huzur veren beyazlıklar içinde sallandırır
olmadı onlarcasını ölü ele geçirir
devletin yüceliğine yakışan da budur zaten

bırakınız assın
bırakınız kessin 

  • 1.M. Odman, Sessiz Yürüyüş. Ankara: Öteki Yayınevi, 1995, s. 97.
                                                                           /././
Mali'ye ihracat: SİHA'lar Bayraktar'dan, mühimmatlar Roketsan'dan
Ayrılıkçılara yönelik saldırılarda Bayraktar TB2 kullanmasıyla gündeme gelen Mali'nin, şimdi de Bayraktar'dan Akıncı SİHA satın aldığı ortaya çıktı.(https://haber.sol.org.tr/haber/maliye-ihracat-sihalar-bayraktardan-muhimmatlar-roketsandan-396442)                      ***

(soL)



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder