5 Kasım 2024 Salı

soL "KÖŞEBAŞI" + "GÜNDEM" -5 Kasım 2024-

İktidar bildiğini okuyor-Oğuz Oyan-

İktidarın bu kötücül hesabını bozacak tek şey, toplumsal ve siyasal tepkilerin onun beklediğinin çok ötesinde bir kitleselliğe taşınması ve emekçi kitlelerin harekete geçirebilmesidir.

Başlık şöyle de atılabilirdi: “Meydanı boş bulunca iktidar bildiğini okuyor”! İktidarın bir muhalefet boşluğu olduğunu görmesi ve bunu daha da derinleştirmek için uğraşması elbette son bir yılın veya yerel seçimler sonrasının olgusu değil. CHP’nin eski-yeni genel başkanlarının karşılıklı demeçleri üzerinden okunabilecek bir süreç hiç değil.

AKP bir sermaye iktidarı. Cumhuriyet karşıtı ve dinci-despotik niteliğinden daha önemli özelliği bu. Daha önemli çünkü dinci-despotik kimliğini gizlemeye pek ihtiyaç duymasa da geniş halk kitlelerinin desteğini alabilmek için sermaye yanlısı kimliğini perdelemek zorunda. Oysa bu iktidar, kendi sermayedarını ve kendi sermayedar-siyasetçi tipini yaratarak “sermayeci iktidar” kimliğini bugüne kadarki iktidar örneklerinden daha fazla pekiştirmiş bulunuyor. Elindeki devlet olanaklarını bunun için kullandığı gibi kendine yakın halkalardaki sermaye çevrelerini de kendinden yana terazi kefesine koyabiliyor. Dolayısıyla, sermaye birikim süreçlerinin düzenlenmesinde eli güçlü; ama iç ve dış sermayenin yönlendirmelerine de çok açık. Dışa alabildiğine açık olan Türkiye ekonomisi üzerine karar alan iç çevrelerin, dış ekonomik ve mali bağımlılık ilişkilerinden (ve bunun askeri uzantılarından) etkilenmemesi esasen düşünülemez.

Meydan neden iktidara kalıyor?

İktidar olduğundan bu yana sermayeyi semirten ve fırsat buldukça gelir bölüşümünü emek aleyhine büken bir iktidarın korkabileceği tek muhalefet türü, geniş anlamda emekçi sınıfların sözcülüğünü yapan bir kitlesel muhalefet hareketi olurdu. Ama bunun esamesi okunmuyor. Hem emekçileri hem sermayeyi temsil etmeye soyunan, Türkiye’ye ve iç ekonomik-kurumsal-siyasi yapılarına müdahale etmeye hiç ara vermeyen dış ekonomik, siyasi ve askeri güçlere çıtı çıkmayan, neoliberal politikaları özünde benimseyen, hatta kim daha AB’ci ve NATO’cu yarışmasına girebilen, görünürde “uzlaşmacı” ama esasta sermaye güdümündeki bir muhalefet türü bugünkü iktidar biçimine ve onun siyaset tarzına tehdit teşkil etmez.

Muhalefet tehdit teşkil etmeyince de meydan iktidara kalır. Oy oranı itibariyle ikinci parti konumuna düştüğü bir yerel seçim sonrası süreçte bile, merkezi iktidarı elinde tutuyor olmanın bütün avantajlarını kullanarak gündem belirleyici lider parti görünümünü elinden hiç bırakmaz. “Normalleşme” adı altında muhalefeti pasifize etmeye yönelir.

Onu tüketince bu defa sahte bir açılım süreci üzerinden gündem yaratmaya girişir. Öcalan’ı açılımın baş oyuncusu olarak gördüğünü belli edip kısmen DEM’i de sürece dahil edecekmiş gibi yaparken her şey birdenbire tersine dönebilir. İmralı’nın üstlendiği TUSAŞ kanlı terör eylemi, müzakere sürecini artık Öcalan’ın yönetemeyeceğini, İmralı’nın (dolayısıyla ABD’nin) doğrudan işin içinde olmadığı süreçlerin baltalanacağı mesajını hiç gecikmeden verir.

Ama iktidarda oyun bitmez. Bu defa, hazırlığı muhtemelen aylardır yapılan ve esasen “açılım uvertürünü” de kapsayan bir senaryo dahilinde, birkaç günde 4 belediye başkanı görevden alınıp yerlerine AKP bürokratları kayyım olarak atanır. Muhalefete de itiraz etmek kalır.

Muhalefetin içini karıştırmak

İktidarın bütün bu sahte açılım sürecinin ardından gelen belediyeleri ele geçirme operasyonlarının kuşkusuz siyasi ve ekonomik sonuçları vardır. Doğrudan siyasi sonucu, yerel seçimlerde oluşan siyasi dağılımın ve dengelerin iktidar lehine yeniden şekillendirilmesidir. Bu bazen, Doğu ve Güneydoğu’da olduğu gibi bölge dengelerini sarsacak boyuta ulaşabilir. Doğrudan ekonomik sonucu ise, söz konusu belediyeler üzerinden yerel rantların merkezi iktidarın tam kontrolüne girmesi olmaktadır. Hatta şimdiye kadarki uygulamaların gösterdiği gibi, ihale süreçlerinin o belediyenin/ilin sınırları dışına kaydırılması yoluyla bölge dışına kaynak transferinin yolu açılmakta ve bu da bölgesel dengesizlikler daha da büyütülmektedir. Elbette bir diğer ekonomik/siyasi/toplumsal sonuç da, İçişleri Bakanlığının atadığı kayyımların bu bakanlıkça artık tamamen denetimsiz bırakılması ve böylece yolsuzlukların katmerlenmesi olmaktadır. Diyarbakır ve Mardin gibi örneklerde bunlar ibretlik vakalar olarak ortaya çıkmıştır.

Muhalefetin için boşaltmak her zaman yeterli görülmez. Biraz da içinin karıştırılması gerekebilir! Nitekim, sahte açılım süreçleri ile belediyelere el koyma operasyonlarının dolaylı bir ortak sonucu da muhalefetin içini karıştırmak olabilmektedir. Açılımla, muhalefet partilerini birbirine düşürmek (bazen de tam tersine, onları aynı safta buluşturarak “marjinalleştirmek”) ve o partileri kendi içlerinden bölmek gibi amaçlar da güdülebilmektedir. Keza, belediyelere el konulurken iktidar kimlikçi politikaları da kasıtlı biçimde kullanarak, eğip bükerek iş görmektedir. Son hamlesine bakalım. Birkaç gün içinde dört belediyeye kayyım atayabiliyor ve onları da negatif-kimlikçi bir dışlama üzerinden seçiyor. Güneydoğu operasyonu zaten eski uygulamalarının izinde giderken, İstanbul’da Esenyurt Belediye Başkanını özellikle seçiyor ve “bölücülük” üzerinden suçlayarak görevden alıyor. CHP ile DEM’i aynı kaderde buluştururken, CHP içinden CHP yönetimine milliyetçi eleştiriler yöneltilmesine kapı aralamış oluyor.

Bütün bunların ötesinde, halk ve emekçi düşmanı bir iktisat politikasını uygularken, kitlelerin gündeminin ve dikkatinin saptırılması, muhalefetin savunmaya itilmesi ve enerjisinin boşa tüketilmesi başarıyla sahneye konulmuş bulunuyor.

İktidarın cüretinin kaynakları

Asıl şaşırtıcı olansa, CHP’de 13 yıl genel başkanlık koltuğunda oturmuş, laiklik mücadelesini reddederek Cumhuriyetin yıkım müteahhitlerine nesnel olarak dolaylı destek vermiş bir siyasetçinin yeniden aktif siyaset sahnesine çıkabilmek için, kendi ardılının yerel seçimler sonrasında AKP ile “siyaseti normalleştirme” yanılgısını hedef alması olmaktadır. Oysa 13 yılın “yanılgıları” saymakla bitmez. Son günlerin “sine-i millet” çıkışı bile bunun inanılmaz bir tezahürüdür. Önceki CHP yönetiminden sadece iki önemli yanılgıyı analım:

Birincisi, 15 Temmuz 2016 darbe girişimi doğrudan doğruya AKP iktidarının beslemesi bir cemaat örgütü üzerinden gelmesine rağmen, iktidarın sorumluluğunu ortaya koyacak bir “iktidarı suçluyorum” meydan okuması yerine onu meşrulaştıracak şekilde “Yenikapı mitingine katılım”, vahim bir siyasi teslimiyetti; “normalleştirme” siyasetiyle kıyaslanmayacak ölçüde üstelik. Bunun hesabı verilebilmiş değildir. Olaydan aylar sonra “bu bir kontrollü darbeydi” demek zevahiri kurtarmaz; tersine Yenikapı teslimiyetini katmerlendirir. Tıpkı 2017 referandumunun çalınmasına zamanında ses çıkarmayıp bir yıl sonra suçlanması gibi!

İkincisi, 15 Temmuz’u “Allah’ın bir lütfu” olarak gören ve önünü açan siyasi İslamcı hareket, buradan sadece 2017 Anayasasına ve “sermayenin tek adamı rejimine” giden yolu açmayacaktı. Açtığı yollardan biri de, 1 Eylül 2016 tarihli 674 sayılı Kanun Hükmünde Kararname (KHK) ile 5393 sayılı Belediye Kanunu’nda yapılacak düzenlemeler olacaktı. Bu KHK’nin 38, 39 ve 40. Maddeleriyle, Belediye Kanunu’nun 45 ve 57. Maddelerine fıkralar eklenirken ayrıca bir geçici 9. Madde ilave edilecekti. Buna göre, 45. Maddeye eklenen fıkrayla şu hüküm getiriliyordu:

“Ancak, belediye başkanı veya başkan vekili ya da meclis üyesinin terör veya terör örgütlerine yardım ve yataklık suçları sebebiyle görevden uzaklaştırılması veya tutuklanması ya da kamu hizmetinden yasaklanması veya başkanlık sıfatı veya meclis üyeliğinin sona ermesi hallerinde 46’ncı maddedeki makamlarca belediye başkanı veya başkan vekili ya da meclis üyesi görevlendirilir”.

Oysa 46. Madde aslında olağan geçici boşluklar için düşünülmüş bir maddeydi. Şöyle: “Belediye başkanlığının herhangi bir nedenle boşalması ve yeni belediye başkanı veya başkan vekili seçiminin yapılamaması durumunda, seçim yapılıncaya kadar belediye başkanlığına büyükşehir ve il belediyelerinde İçişleri Bakanı, diğer belediyelerde vali tarafından görevlendirme yapılır”.

Peki Anayasaya açıkça aykırı olan ve olağanüstü halin ötesine taşarak sürekli hale gelen bu hükümler Anayasa Mahkemesi’ne zamanın CHP yönetimi tarafından götürülmüş müydü? Hayır. Çünkü hâlâ Yenikapı ruhunun geçerli olduğu dönemden geçiliyordu… Ama şimdi bu hükümlere dayanılarak görevden alınan belediye başkanının yerine Belediye Meclisi içinden yeni bir başkan seçmek yerine dışardan da atama yapılabiliyor. Tercih de iktidarın keyfine daha doğrusu siyasi kazanç hesabına göre yapılıyor.

Dolayısıyla eski CHP yönetiminin “tencere dibin kara, seninki benden kara” yarışına girecek durumu yoktur. Ama bu, bizim bugünkü yönetimi de eleştiri hakkımızı ortadan kaldırmaz. Sadece, “sırça köşkte oturanların komşusuna taş atmaması” salık verilir.

Sonuç: İktidarın cüreti nereye kadar gidebilir?

Herkesin aklında olan soru, iktidarın cüretinin İstanbul Belediye Başkanını da görevden alabilecek kadar ileri gidip gitmeyeceği. Dünkü bir TV programında da ifade etmiştim: İstanbul BB büyük lokmadır. Dışarda büyük gürültü koparır. İçerde de sermayenin desteğini genelde almaz; hatta o çevrelerde istenmedik ürküntüler de yaratılabilir. Kaldı ki, sıradaki cumhurbaşkanlığı seçimlerine bir mağduriyet yaratmak ve Mansur Yavaş’ı tek bırakıp olmadığı kadar güçlendirmek istemezler. İmamoğlu-Mansur çekişmesinin çifte adaylaşmaya yol açması ne güzel olurdu değil mi?

Demek ki İstanbul Büyükşehir Belediyesinin ve başkanının elini kolunu geçen dönemde olduğu gibi bağlamak yolu tercih edilmesi daha muhtemeldir. Bunun için bazı dolaylı yollar denenebilir. Bazı ilçe belediyeleri daha ele geçirilebilir; bu ilçe belediyelerinde meclis üyelerine de operasyonlar yapılarak büyükşehir belediye meclisinin bileşimi iktidar lehine değiştirilebilir. Bu tür operasyonlar, dışta ve içte daha az sarsıntıya sebep olarak atlatılabilir.

AKP iktidarının değişmez hesabı şudur: "Bu faşizan uygulamalara muhalefetin tepkisi bugüne kadar olduğu gibi belirli sınırlar içinde kalırsa, ben borumu istediğim gibi öttürmeye devam ederim. Yok eğer sokak hareketleri ve kitlesel tepkiler yaygınlaşırsa, kolluk ve yargı şiddetimi bugüne kadar olduğundan daha sert uygular, muhalefeti bölücülük ve terörle suçlar ve despotik rejimime bir adım daha yaklaşırım. Her durumda kazanç benim haneme yazar."

İktidarın bu kötücül hesabını bozacak tek şey, toplumsal ve siyasal tepkilerin onun beklediğinin çok ötesinde bir kitleselliğe taşınması ve emekçi kitlelerin harekete geçirebilmesidir.                                    /././

Antik Roma yolu şantiye oldu!-Yusuf Yavuz-

Antalya’da son yıllarda şantiye alanına dönüşen Altıntaş bölgesindeki antik Roma yolu bölgedeki inşaatlar için kum deposu ve şantiye oldu, yolun yaklaşık 3 metrelik kısmı tahrip edildi.

Perge ile Magydus antik kentleri arasındaki ulaşımın sağlandığı tarihi yolun kayaların oyulmasıyla yapılan kısmı günümüze kadar ulaştı. Ancak Antalya’nın Aksu ilçesinde bulunan yaklaşık 1800 yıllık tarihi yola bitişik alanda bir süre önce inşaatlar başladı, yolun güney ucuna molozlar dökülerek miras alanı kum deposu ve şantiye yapıldı.

1996 yılında, aynı döneme ait köprü kalıntısıyla birlikte 1. Derece arkeolojik sit ilan edilen antik yolun yaklaşık 3 metrelik kısmı da dökülen molozların altında kaldı.

Olayla ilgili Kültür ve Turizm Bakanlığı ile Antalya Kültür Varlıklarını Koruma Bölge Kurulu’na başvuru yapılarak tahribatın durdurulması istendi.

Kültür Yolu Festivali'nin başladığı gün antik yol tahribatı

Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın organize ettiği Türkiye Kültür Yolu Festivali’nin Antalya ayağı 2-10 Kasım tarihleri arasında Antalya’da gerçekleşecek. "Antalya’nın kültürel zenginliklerini dünya sahnesine taşımayı" hedefleyen festival kapsamında kentin 80 ayrı noktasında 300’den fazla etkinlik gerçekleştirilmesi planlanıyor.

Ancak Bakanlığın Kültür Yolu etkinliklerinin başladığı gün havaalanına bitişik arazideki 1800 yıllık antik Roma yolunun tahrip edildiğinin ortaya çıkması tescilli kültürel miras alanlarının yeterince korunamadığını bir kez daha gösterdi.

                                            Moloz dökülerek tahrip edilen antik yol

Antalya'nın zengin kültürel mirası yeterince korunamıyor

Türkiye’de en fazla antik kent ve yerleşime sahip illerden biri olan Antalya’nın bu zengin mirası ne yazık ki yeterince korunamıyor.

Turist sayısına odaklı turizm anlayışının payandası haline getirilen kimi ören yerlerindeki kazı, restorasyon ve ziyaretçi karşılama merkezi gibi projelere son yıllarda önemli miktarlarda ödenekler ayrılmasına karşın, korumasız bırakılan kentin yanı başındaki kültürel mirasın tahribata uğraması dikkat çekiyor. Bir yandan kaçak defineci tahribatı, diğer yanda ise yapılaşma tehdidi miras alanların yok oluşunu hızlandırıyor.

Perge ile Magydus'u bağlayan yol tahrip edildi

Aksu ilçesindeki Altıntaş bölgesinde son yıllarda adeta inşaat patlaması yaşanıyor. Antalya Havaalanı’nın hemen doğusunda, Diştaşlar Mevkii’nde bulunan Roma döneminden kalma antik yol da inşaat patlamasından payına düşeni aldı.

M.S 2. yüzyıla tarihlenen antik yol ve köprü kalıntısı, 21 Kasım 1996 tarihinde 3139 sayılı Kurul kararı ile 1. Derece arkeolojik sit alanı olarak tescil edilmişti. Perge ile Lara sahilinde bulunan liman kenti Magydus arasındaki ulaşımı sağladığı düşünülen antik yolun günümüze ulaşabilen bölümü, bölgedeki kayalar kesilerek oluşturulmuş.

Zeminde tekerlek izlerinin de görülebildiği, iki yanında yürüyüş platformları da içeren tarihi yolun üzerine moloz dökülerek tonlarca kumun arazide depolandığı görüldü. Yaklaşık altı metre genişliğindeki antik yolun Magydus yönünde yaklaşık üç metrelik kısmı dökülen molozların altında kalarak tahrip edildiği öne sürüldü. Yola bitişik parselde inşaatların yükseldiği dikkati çekiyor.

Tahribat uydu taraması sırasında fark edildi

Uydu taraması sırasında fark ettiği tahribatı olay yerine giderek fotoğraflarla da belgeleyen Orhan Deniz Kaplan, konuyla ilgili Kültür ve Turizm Bakanlığı’na yazılı başvuru yaparak tahribatın durdurulmasını talep etti.

Antalya Kültür Varlıkları Koruma Bölge Kurulu Müdürlüğü’ne de başvuruda bulunan Kaplan, “Mart 2024 uydu görüntüsüne göre antik yolun girişine kadar kazı çalışması yapılmamış iken Nisan 2024 uydu görüntüsünde şantiye alanı antik yolun girişine kadar genişletilmiş olup yolun arkasından aşağıya falezler tahrip edilerek ayrı bir yol açılmıştır” dedi.

                                 Antik yolun olduğu bölgenin Mart 2024'teki görünümü

Antik yolun güney ucu tamamen kapatılmış

Antalya Kültür Envanteri adlı sayfasında kentin kültürel mirasını tanıtan ve kültür varlıklarına yönelik tahribatları da takipçileriyle paylaşan Orhan Deniz Kaplan, antik yolun Lara-Kapuzkaldıran yönüne bakan kısmının dökülen hafriyatla tamamen kapatıldığını belirterek, “Diş Taşlar Mevkii’nden geçerek ulaştığım yolun Perge yönüne çalılar ve makilikler nedeniyle ulaşmak zor olsa da Karpuzkaldıran yönü tamamen kapanmış durumda. Göz bebeğimiz Perge Antik Kenti bugün ‘Geleceğe Miras’ olarak kabul edilirken, bu antik yol neden geleceğe miras olarak görülmüyor?” ifadelerini kullandı.

                                   Antik yolun olduğu bölgenin Nisan 2024'teki görünümü

'Biz neyi geleceğe miras bırakacağız?'

2010 yılında Korkuteli’ndeki Tahtalı Beli Hanı’nın toprak altında bırakıldığını, 2022 yılında ise Manavgat ilçesindeki Kesikbeli Kervan Yolu’nun tomruk alımı için dozerlerle yok edildiğine dikkati çeken Kaplan, şöyle konuştu:

“Hiç ders almıyor muyuz? Biz geleceğe neyi miras bırakacağız? 1996 yılında birinci derece arkeolojik sit alanı olarak ilan edilmiş bir bölgeye nasıl olur da şantiye kurulabiliyor? Kâğıt üzerinde tescilli olan bu eserler neden bugün bir koruma alanına sahip değil? Sorulacak birçok soru var, ancak cevap yok. Başta Perge’deki kazı ekibi olmak üzere; Antalya Müze Müdürlüğü, Antalya Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kurulu Müdürlüğü ve sessiz kalan tüm akademisyenler ile arkeologlarımızı acil olarak göreve davet ediyorum. Antik yola daha fazla zarar gelmemesi adına gerekli işlemleri yapın. Aksi takdirde, gerçekten geleceğe miras olması gereken bu eserler gözlerimizin önünde yok olup gidecek."

https://haber.sol.org.tr/haber/belediyelerin-tarim-arazilerini-betonlastirma-plani-yargiya-tasindi-385595

                                                             /././

Salı sallanır-Engin Solakoğlu-

ABD seçimlerinde dünya halkları bakımından görece en cazip sonuç bu kez kazananın kasa olmaması hiç kuşkusuz. Bunun ABD bağlamında tek bir anlamı olabilir. Kimsenin kazanamadığı bir seçim.

Şimdilerde bir bölümüne bahis adı verilerek meşrulaştırılan ama aslında düpedüz kumar denmesi gereken toplumsal çürütme aracının oynatıldığı yerlerin yazılı olmayan bir kuralı vardır: Sonunda mutlaka kasa kazanır.

Çok nadir istisnalara rastlanmakla birlikte “Burjuva demokrasi”si olarak adlandırılan düzende de aynı kural geçerlidir. Partiler ve veya adaylar yarışır, kasa kazanır. Kasa sermayedir, egemen sınıftır, burjuvazidir.

5 Kasım Salı günü yapılacak ABD seçimlerinde yarışan iki favori adaya ve partilerine baktığımızda da benzer bir durumla karşı karşıya bulunduğumuz söylenebilir. Heyhat, hayat genellemelere sığmayacak kadar karmaşıktır ve her düzenin, sınıfın, hegemonyanın doğal bir ömrü vardır.

ABD’deki seçimlerde Demokrat ve Cumhuriyetçi partilerin yarıştığı ve sonuçta sermayenin kazanacağını söylemek bir noktaya kadar doğrudur ama bu kere belki de bir sürprizle karşılaşabiliriz.

Seçim kampanyasına değinmeden önce sisteme ve seçimlerin genel özelliklerine bir göz atalım. ABD Başkanlık seçimleri tek günde yapılıyor ama bir anlamda iki aşamalı bir nitelik arz ediyor. Seçmenlerin kullandığı oylar eyalet bazında değerlendiriliyor. Başkanı belirleyen ise “electoral college” adı verilen bir tür ikinci seçmen kurulu. Her eyaletin 538 kişiden oluşan bu kurulda bir oy ağırlığı var. Bu ağırlıklar kabaca nüfusa göre belirleniyor. Bir eyaletin en az 3 oyu garanti. Örneğin düşük nüfuslu Montana’nın durumu böyle. Ülkenin en kalabalık eyaleti Kaliforniya’nın ikinci seçmen sayısı ise 59. İlke olarak bir eyalette oyların çoğunu alan aday o eyaletin ikinci seçmenlerinin tamamının oyunu almayı garantiliyor. Bunun iki istisnası Maine ve Nebraska eyaletleri. Buralarda ikinci seçmenlerin farklı adaylara oy verme hakları mevcut. Sonuç olarak Başkan seçilmek için 270 ikinci seçmen oyunu elde etmek şart. Bu kısmı uzatmayacağım zira şu yazımda sistem hakkında biraz daha ayrıntılı bilgi vermiştim.

Yarış başından beri çok dengeli gidiyor ve birçok seçimde olduğu gibi bu seçimin sonucunu da “salıncak eyaletler (swing states)” olarak adlandırılan 7 eyaletten alınacak desteğin belirleyeceğine kesin gözüyle bakılıyor. Anketlere bakılırsa bunlardan ikisini Demokrat aday Harris, ikisini ise Trump garantilemiş gibi. Kalan 3 eyalette iki aday birbirlerine çok yakın konumdalar.

Benim takip ettiğim Batılı medya organlarının üzerinde aşağı yukarı mutabık olduğu 3 konu bu yılki seçim kampanyasında öne çıkmış görünüyor. Bunlardan birincisi kürtaj hakkı. Daha geniş bir tanımla söylemek gerekirse kadınların kendi bedenleri üzerindeki (esasen hiçbir şekilde tartışma konusu olmaması gereken) hakları. Bu elbette ABD’de uzun yıllardır siyasi ve hukuki bir mücadele alanı. Aslına bakarsanız adayların en net biçimde ayrıştıkları alan da bu. Sebebini anlamak da zor değil.

5 Kasım seçimlerinde bir kadın, bir erkek yarışıyor. Bu tür bir mücadele Donald Trump ile Hillary Clinton’ın karşı karşıya geldiği ve ilkinin kazandığı 2016’dan sonra ikinci kez yaşanacak. Kamuoyu yoklamalarının ortaya koyduğu ilginç tablolardan biri bununla yakından bağlantılı. Kadın seçmenlerin tercihleri ile erkek seçmenlerinki arasında 21 puana kadar çıkan ciddi bir fark var. Tahmin etmişsinizdir elbette ama açıklık getireyim. Kadın seçmenler içerisinde Kamala Harris’i tercih edenlerin oranı Trump destekçilerine göre yaklaşık 12 puan daha fazla. Erkek seçmenler içerisinde ise Trump 9 puanlık bir farka sahip. 

İkinci kilit tema göç. Trump bu alanda avantajlı. ABD sermayesine sürekli ucuz emek sağlayan ve bu yüzden de yoksul beyaz sayısını artırdığı propagandasına sağlam bir zemin hazırlayan göç olgusuna karşı açıktan tavır alan Trump-Vance ikilisi bu yüzden yoksul beyaz kesimin desteğini elde etmiş durumda. Her seçimde “renkli/renksiz” azınlıkların oyuna talip olan Demokratlar ise bu konuda biraz daha kaçak güreşiyorlar. Harris’in “Hint/Afrika” kökenleri bir kısım seçmen bakımından avantaj sağlasa da, beyaz seçmen nezdinde pek de yardımcı bir unsur değil.

Üçüncü konu enflasyon. Trump’ın önceki başkanlığı sırasında baş gösteren salgın döneminde enflasyonun bütün dünyada olduğu gibi ABD’de de ciddi bir sorun haline geldiğini, Trump’tan görevi devralan Biden’ın attığı birtakım dezenflasyonist adımlara karşın enflasyon heyulasının ABD halkı bakımından hâlâ can sıkıcı bir mesele olduğunu hatırlayalım. Trump bir yandan enflasyonu hızla düşürebileceğini iddia ederken, bir yandan da gümrük duvarlarını yükselterek ülke içindeki üretimi teşvik edeceğini söylüyor. Klasik iktisat kuramlarına bakarsak böylesi bir adımın, göç akımının da durdurulmasıyla, genel fiyat seviyesinde bir artışa yani daha yüksek enflasyona yol açacağı kesin.  

Yalnız altı çizilmesi gereken noktalardan biri şu: Trump’ın klasik seçmeni bakımından bunlar anlaşılmaz ayrıntılar. Trump’un kitlesi giderek bir tür tarikat haline gelmiş durumda. Herhangi bir sorgulama refleksi göstermiyorlar. Donald Amca kimi toplantılarında kürsüye çıkıyor, hiçbir şey söylemiyor ve 10 dakika boyunca dansa benzeyen hareketler yapıp iniyor. Bu da izleyici topluluğunun bir tür histeri kriziyle kendinden geçmesine yetiyor. 

Bu noktayla bağlantılı ikinci bir mesele ise ayrışma. Trump kitlesi, liderin “iç düşman” söylemini tam anlamıyla satın almış “ya bizdensin ya ölmelisin” noktasına gelmiş görünüyor. İşte bu vaziyet bu seçimleri öncekilerden ayırma potansiyeline sahip. Aslında bu ruh halinin tohumları Trump’ın ilk başkanlık döneminde atılmıştı. Donald Trump, 2020 seçimlerini kaybettikten sonra birçok eyalette yürütülen itiraz süreçleri ve özellikle de Kongre Baskını bunun ilk işaretlerini teşkil etmişti. Şimdi hasat zamanı gelmiş olabilir.

Bütün bunlara bakarak 5 Kasım sonrasında yaşanabilecek olaylara dair bir fikir yürütebiliriz. Belki önce olasılıklara bakmak gerek. Yukarıda da belirttiğim gibi, ulusal düzeyde gerçekleştirilen kamuoyu yoklamaları biraz da seçim sisteminin garipliği sebebiyle net bir sonuç vermiyor. Şayet seçimler en çok oy alanın kazanacağı gibi basit bir ilke temelinde gerçekleşseydi şu anki verilere göre Harris’in seçimi kazanacağını söylemekte güçlük çekmezdik. Bunu bir yana bırakalım.

Kamala Harris’in seçimleri “ikinci seçmen kurulu”nda çoğunluğu elde ederek kazandığını varsaysak bile, Trump taraftarlarının bunu kabullenme olasılıkları düşük. Okuduğum kimi Fransız siyaset bilimciler, ABD’de “çarşının karışması” için seçim sonuçlarını beklenmesine dahi gerek kalmayacağını, seçim sırasında bile çok sayıda ölüme yol açacak şiddet olaylarının yaşanabileceğini ileri sürüyorlar. Bunlardan bir tanesinin sözleri daha da çarpıcı: “Eğer başka bir dönem ve başka bir ülke söz konusu olsaydı, devrimci durumdan bile bahsedebilirdik.” Avrupalı akademisyenlerin marazi devrim inançsızlığını bir yana bırakırsak, bu yeterince vahim bir tabloyu işaret ediyor ABD bakımından.

Bir de diğer olasılık var elbette. Trump’ın kazanması. Dünyayı yeniden tasarlamak ve aşınan ABD hegemonyasını tesis etmek için ciddi bir hazırlık ve yatırım yapan Demokratlar’ın yenilgiyi kabul etmeme ihtimali de dışlanmamalı. Ne yapabilirler? Kazananın fiziki varlığını ortadan kaldırmak da dahil her şeyi bana kalırsa. ABD siyasi tarihinde örneği olmayan bir durum değil.

ABD seçimlerinin sonucu elbette bütün dünyayı ilgilendiriyor. Dünya halkları bakımından görece en cazip sonuç ise bu kez kazananın kasa olmaması hiç kuşkusuz. Bunun ABD bağlamında tek bir anlamı olabilir. Kimsenin kazanamadığı bir seçim. Daha açık bir deyişle, seçimin sonucunun netleşmemesine yol açabilecek uzun bir iç karışıklık süreci.  Buradan gerçekten devrimci bir durum çıkar mı bilinmez. Kalıcı hasarlar bırakacağı ve eriyip gitmekte olan hegemonyayı daha da kırılgan hale getireceği ise tartışılmaz.

Her hal ve kârda canavarın kendi yaralarını yalamakla harcayacağı zaman belki dünyayı kurtarmaz ama hiç değilse bir süre nefes aldırabilir.

Benim aklımda Bizanslılardan miras bir boş inanç ifadesi diye kalmış o deyim ama bakarsınız  5 Kasım Salı gerçekten sallanır, kasa kaybeder ve  dünya halkları için daha aydınlık bir geleceğin habercisi olur.    

                                                           /././

Saltanat kayığında kayıkçı kavgası-Nevzat Evrim Önal-

Onlar kayığı asla devirmeyecek. Biz itaatkâr kürek çektiğimiz müddetçe kayık yolunda gidecek: Biz hep yoksul kalacağız, yerli ve yabancı sermaye sırtımızdan zenginleşmeye devam edecek.

Kayıkçı kavgası nedir, bilir misiniz?

Öykü şöyle: Denizin ortasında bir kayık, içinde de kavgaya tutuşmuş iki kayıkçı var. Her biri diğerini denize düşürmek istiyor. Ama kayık devrilirse suyu birlikte boylayacaklar ve ikisi de öncelikle hasmı düşsün değil kendi düşmesin, yani kayık devrilmesin istiyor. Dolayısıyla bağırıp çağırıyor, birbirlerine ağız dolusu küfrediyor ama ellerindeki küreği pek gönülsüz sallıyorlar.

Bilen bilir, bir çeşit “oyun teorisi” işliyor.

Bu hafta size bir kayıkçı kavgası hikayesi anlatacağım.

***

Bahis konusu olan kayığın rotasını bir süredir “Mehmet Şimşek Ekonomi Programı” belirliyor. Türkiye ekonomisinde uzun zamandır sadece sermaye değil gerilim de birikti ve kayık, bu gerilimin tüm yükünün emekçilerin sırtına bindirileceği, olağanüstü kârlar elde etmiş sermayenin (bilhassa da Türkiye’nin dış borcunu elinde tutan emperyalist sermayenin) hiçbir zarar görmeyeceği bir doğrultuda yol alıyor.

Kayık böyle yol alırken, CHP’nin iktisatçılarından, bir dönem “işveren sendikalarından sorumlu genel başkan yardımcılığı” da yapmış Aykut Erdoğdu, Esenyurt Belediye Başkanı Ahmet Özer’in gözaltına alınması konusunda tweet atıyor: “Esenyurt kumpası ekonomiyi de vuracak” diyor ve ekliyor, “döviz kurunu ve borsayı tutmak için milyarlarca dolar kamu kaynağı heba olabilir. Millet yoksulluktan kıvranırken memleketin başına yoktan yere çorap örenler bu kamu zararının hukuki ve vicdani sorumlusu olur.”1

Erdoğdu, AKP’ye karşı ama kapitalist piyasadan yana başka pek çok iktisatçının bozuk plak gibi tekrar ettiği şeyi söylüyor: “Demokrasi ve hukukun üstünlüğü yoksa, yabancı sermaye gelmez, dış borç çevrilemez, dolar kuru patlar.”

Bu sadece bir yanlış tahlil değil, bilinçli bir aldatmaca. Temelinde ise “demokrasi ve hukukun sermaye ve emekçi halk için aynı şekilde işlediği” yalanı var.

Bu aldatmacayı dağıtmak gerekiyor.

***

Öncelikle, sermayenin kendi maddi kazancı dışında hiçbir derdi yoktur. O, insanlığın tüm tarihi boyunca ortaya çıkmış en sorumsuz ve bencil zenginlik biçimidir. Günlerdir çölde yürüyen, susuzluktan ölmenin eşiğinde bir adam görse ve bir tanker dolusu suyu olsa, bir yudumunu en pahalı kaça satabilirim diye düşünür.

Dolayısıyla yabancı sermaye geçmişte atanan kayyımları nasıl umursamadıysa, bugün atananları da umursamaz. Halkın büyük mücadelelerle elde ettiği seçme ve seçilme hakkının gasp edilmesi umurunda değildir; o yalnızca kendi kâr oranını ve risk primini düşünür. AKP'nin muhalefeti dizayn etmek için attığı adımların ekonomi yönetiminde, yani kayığın mevcut rotasında herhangi bir değişikliğe sebep olmayacağından da, CHP’nin bu ülkeyi yönetilemez hale getirecek bir muhalefet yapma beceri ve niyetinin olmadığından da emin olduğu için, her gün tıkır tıkır işleyen faize bakar.

Bu apaçıkken “demokrasi yoksa sermaye kaçar” yalanını tekrarlamak, AKP’nin halk düşmanlığının üzerini örtmek, çözümü halkta değil sermayede aramaktır ve tam da CHP’ye yakışandır.

Ne demiştik, kayıkçı kavgası.

***

Kavga kayıkçı kavgası olmasaydı, muhalefetin Mehmet Şimşek politikalarına daha baştan ve gerçek bir itiraz yükseltmesi beklenirdi. Ama Şimşek’in ekonomi yönetimi resmen “siyaset üstü” bir konu olarak ele alınıyor. Hatırlayın, göreve geldiğinde AKP'lilerden çok Özgür Demirtaş gibi şu aralar “muhalif” takılan liberal finans sözcüleri tarafından kutlanmıştı. Hepimiz onun ekonomi politikalarını desteklemeli, kayığı sallamamalıydık. Aynı örnekten devam edersek, az önce alıntıladığım Aykut Erdoğdu’nun diğer tvitlerine baktığınızda da “Mehmet Şimşek doğrusunu istiyor ama AKP ile olmaz” gibi bir tavır görüyorsunuz.

Bunun sebebi şu: Şimşek bir AKP bürokratı falan değil, emperyalist finans tekellerinin memuru. 2001’de Dünya Bankası’ndan Türkiye’ye gönderilip, dokunulmaz özel yetkilerle ekonomi yönetimi teslim edilen Kemal Derviş’ten tek farkı, AKP’nin anahtar teslimini kendisini küçültmeden, el pençe divan durmadan, merasimsiz yapmış olması. Bunu da Şimşek’in gelişini utangaçça alkışlayan CHP muhalefeti sayesinde yapabildi.

Ayrıca hatırlayalım, son genel seçimlerde CHP de aynı çevrelerden dış kaynak arıyordu.

Yani kayıkçıların bir ortak özelliği var, hiçbiri emperyalist sermaye ile gerçek bir kavgaya giremez.

Şu anda hükümetin en zayıf noktası, belki de tek zayıf noktası emekçi halkın korkunç bir hızla yoksullaşıyor olması. Üstelik sene sonu geliyor. Önümüzdeki aylarda 2025 yılı için hem asgari ücret düzeyi hem de hükümet bütçesi tartışılıp karara bağlanacak.

Bir yanda Şimşek’in temsilcisi olduğu emperyalist finans tekellerinin dünya çapındaki en büyük temsilcisi olan IMF “asgari ücret enflasyondan düşük belirlenmeli” diye açık açık konuşuyor.2 Diğer yanda işçi sınıfı, sarı sendika Türk-İş’e rağmen yoksullaşmaya itiraz ediyor; Ankara’da küçük ve göstermelik yapılmaya çalışılan bir mitinge yüz binden fazla işçi katılıyor.3

Peki muhalefet ne yapıyor?

Hiçbir şey. Çünkü kayığı sallamamak lazım.

***

Asgari ücret tespit komisyonu on beş sandalyeden oluşuyor. En fazla üyeye sahip işçi sendikaları konfederasyonu ve patron sendikaları konfederasyonu beşer temsilci gönderiyor, beş de hükümet görevlisi katılıyor. Yani işçi sınıfı, komisyonda işbirlikçi Türk-İş konfederasyonu tarafından temsil edilmese de azınlıkta ve hiçbir zaman masada bir dayatmada bulunamıyor.

Hani muhalif iktisatçılar hep bir ağızdan “sermaye demokrasi ister” diyor ya; acaba sermaye asgari ücretin böyle sonucu baştan belli bir komisyonda değil gerçekten demokratik biçimde belirlenmesini de ister miydi? Mesela basit bir referandum pusulası hazırlasak ve asgari ücret zam oranı için iki seçenek sunsak, bir tarafa IMF’nin önerdiği “hedeflenen” enflasyon olan %25’i, diğer tarafa ise “2024 enflasyonu ne gerçekleştiyse o” yazsak, sizce sonuç ne olurdu?

Saçma mı buldunuz?

O zaman lütfen bir an için de olsa, patronlar mallarına istedikleri fiyat etiketini takabiliyorken, işçilerin satabildikleri tek şey olan emeklerine istedikleri gibi bile değil, sadece bir yıl boyunca kaybettiklerini telafi edecek bir fiyat biçebilme, buna demokratik bir yolla karar verme ihtimalinin size neden tuhaf geldiğini düşünün.

İçinde bulunduğumuz düzende hukuk ve hukuksuzluk birbirinin zıttı değil, demokratik özgürlük ve otoriter baskı birbirinin zıttı değil, bunlar birbirini tamamlıyor ve sermaye çıkarları böyle sağlanıyor.

Kavga bu yüzden kayıkçı kavgası.

***

AKP iktidarı 3 Kasım 2002’de Türkiye’nin başına çöktü, iki gün önce yirmi ikinci yıldönümüydü.

Bu partinin bunca yıldır her defasında kayıkçı kavgasını kazanmasının birden fazla sebebi var. Ama bir tanesi kuşkusuz şu: AKP “eğer düşersem kayığı da deviririm” derken muhalefet ne “devrilirse devrilsin” diyebiliyor ne de sermayeye “deviremez” güvencesi verebiliyor.

Türkiye artık 2001’deki ülke değil, çok büyük bir ekonomi. Dolayısıyla “kayık” benzetmesi gerçeği tam yansıtmıyor; belki de “saltanat kayığı” demek gerekiyor. Bu kayığa yüklenmiş toplam dış borç 510 milyar, sadece kısa vadeli dış borç 180 milyar dolar civarında. O kadar borç bir süreliğine dahi döndürülemese, vereni de batırır. Erdoğan bunu çok iyi biliyor ve emperyalistlerle (yani alacaklılarla) pazarlıklarında daima bir koz olarak kullanıyor.

Ama çok önemli ve şaşmaz bir ilkeye daha sahip; ülkeyi sadece ve daima Türkiye sermaye sınıfının çıkarları doğrultusunda yönetiyor, emperyalistlerle yaptığı pazarlıklar da bunun için, topluma pompaladığı İslamcılık da bunun için, gerektiğinde liberal gerektiğinde milliyetçi olması da bunun için.

Saltanat kayığının en iyi kayıkçısı kavgayı hep böyle kazanıyor.

***

İşte bu yüzden kayıkçı kavgasını seyretmeyi de “Eyvah! Şimdi devirecekler…” diye endişelenmeyi de bırakmamız gerekiyor.

Onlar kayığı asla devirmeyecek. Biz ayağa kalkmadığımız, sessiz ve itaatkâr kürek çektiğimiz müddetçe kayık yolunda gidecek: Biz hep yoksul kalacağız, yerli ve yabancı sermaye sırtımızdan zenginleşmeye devam edecek.

Asgari ücret zammını enflasyondan düşük yapacaklar. Emekçi düşmanı bir 2025 bütçesi yapıp vergiyi işçiye yükleyecek, teşviki ve muafiyeti patrona verecekler. Muhtemelen bir noktada sermaye çıkarları açısından gerekli önlemleri alıp, dolar kuru üzerinde birikmiş gerilimi de kur artışına izin vererek ve bizi daha da yoksullaştırarak tahliye edecekler.

Sırtımızdan kazandıklarıyla ceplerini dolduracak, kayığı daha da büyütecekler.

Bundan kurtulmamızın tek bir yolu var, ama örgütlü bir cesaret gerektiriyor. Birer ikişer değil, hep birlikte ayağa kalkarsak, bu saltanat kayığı devrilir. Onların cepleri bizden sömürüp biriktirdikleri altınlarla, gümüşlerle dolu, yüzemezler. Biz ise hafifiz. Onlar batıp boğulur, biz yüzer kurtuluruz. Sonra da kayığı hep birlikte düzeltir, dümeni emeğimizin karşılığını alacağımız, külfeti de zenginliği eşit paylaşacağımız bir rotaya çevirir, küreklere asılırız.

Saçma mı buldunuz?

O zaman lütfen bir an için de olsa, kürekleri çekenlerin aynı zamanda dümene geçme ihtimalinin size neden tuhaf geldiğini düşünün.

                                                GÜNDEM
Binler kayyıma karşı sokağa çıktı: Batman'da 75 gözaltı
Mardin, Batman ve Halfeti’de belediyelere kayyım atanmasının ardından birçok ilde binlerce kişi sokağa çıktı. Batman’daki protestolarda gözaltına alınanların sayısı 75’e yükseldi.(https://haber.sol.org.tr/haber/binler-kayyima-karsi-sokaga-cikti-batmanda-75-gozalti-395943)
                                                           ***
NATO'nun bilime müdahalesi tartışıldı: Türkiye'de hangi projeleri yürütüyor?
NATO ve Üniversiteler Çalıştayı'nda bir araya gelen farklı üniversite ve araştırma alanlarından akademisyenler NATO'nun Türkiye’deki mevcut projeleri dahil akademi alanına müdahalelerini ele aldı.(https://haber.sol.org.tr/haber/natonun-bilime-mudahalesi-tartisildi-turkiyede-hangi-projeleri-yurutuyor-395934)
                                                        ***
'Ülke batıyor' diyen TİM Başkanı açıklama yaptı: Firmaları kastetmiş
Faizi işaret ederek "Ülke batıyor" diyen TİM Başkanı Gültepe, söz konusu ifadeyi sehven kullandığını ve "Firmalar batıyor" demek istediğini öne sürdü.Ekonomiye ilişkin açıklamalarda bulunan Türkiye İhracatçılar Meclisi (TİM) Başkanı Mustafa Gültepe, "Faiz oranlarında yüksek seyir iş dünyasında beklentileri olumsuz etkiliyor" demiş ve "Ülke batıyor; yüzde 50 faizle bir ülkenin ayakta kalma şansı yok” ifadelerini kullanmıştı.(https://haber.sol.org.tr/haber/ulke-batiyor-diyen-tim-baskani-aciklama-yapti-firmalari-kastetmis-395942)                                ***

Savaş suçlusu şirketleri ağırlayan Türkiye, 'İsrail'e silah göndermeyin' kampanyasını üstlendi

Gazze'ye saldırıların başlamasının ardından 7 ay boyunca İsrail'le ticareti kesmeyen, kamuoyu tepkilerinin ardından ticareti önce kısıtladığını sonra da durdurduğunu öne sürerek şüpheli ticari faaliyetlerde bulunmaya devam eden Türkiye, geçtiğimiz hafta da "SAHA EXPO 2024" isimli savunma sanayi fuarına ev sahipliği yaptı, İsrail'e silah tedarik eden şirketleri ülkeye davet etti. Fuara İsrail'in en önemli silah tedarikçilerinden BAE Systems şirketi de katıldı. İngiliz şirket İsrail'e satılan F35 savaş uçakları ve MK 38 Mod 2 makineli tüfek sistemi gibi ağır silahların önemli bileşenlerinin üretimini gerçekleştiriyor. Ankara, tüm bunlar hiç yaşanmamış gibi İsrail'e silah tedarikinin durdurulmasına dair bir uluslararası kampanyanın "öncülüğünü" üstlendi. Türkiye, fuarın yapıldığı hafta İsrail'e askeri tedariki durdurma çağrısı için başka ülkelerin de imzasıyla Birleşmiş Milletler'e (BM) mektup gönderdi.(https://haber.sol.org.tr/haber/savas-suclusu-sirketleri-agirlayan-turkiye-israile-silah-gondermeyin-kampanyasini-ustlendi)

(soL)


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder