8 Kasım 2024 Cuma

soL "KÖŞEBAŞI" + "GÜNDEM" -8 Kasım 2024-

 Sürekli OHAL’e hayır!-Ali Rıza Aydın-

Düzen içi yanılsamalara kanmamak, izin vermemek, teslim olmamak, bir daha asla yıkılmayacak olan sosyalist cumhuriyeti kurmak…

Hemen her gün insanlığın hak etmediği olağandışı durumlarla karşı karşıya bırakılıyor toplum. 

Anayasaya göre tüm süreçleri yargı yönetimi ve denetiminde, son aşamada Yüksek Seçim Kurulunda olan seçimlerle, seçmenler tarafından seçilerek oluşturulan belediye başkanlarının görevden alınarak yerlerine merkezi yönetim tarafından (ilgili maddelerde olmayan, ortaya karışık “kayyım” ya da kayyum” sözcükleriyle abartılı bir güç tanımlaması kullanılarak) görevlendirme yapılması ve bu işlemlerin hukuksuz olduğunu söyleyerek protesto edenlerin polisiye yollarla engellenmesi yaşadığımız olağandışı durumlardan biri. 

Konunun hukuksal dayanağı olduğu ileri sürülen düzenlemenin Anayasaya, uygulamasının da hukuka uygun bulunmadığı hukukçular, Barolar ve Türkiye Barolar Birliği, akademisyenler, siyasiler tarafından anlatılıyor. 

Siyasi iktidarın yaptıklarını hukukun değil de tasarlanmış bir hukuk kılıfının içinde sunmaya çabalamasıyla karşı karşıyayız. Bir gerçek daha var, muhalefetin de zamanında bu kılıfı yırtıp atma girişiminde bulunmaması ya da atamaması.

Hukuk satırları ve tekniği ötesinde, daha geniş ve bütünsel bakılması gereken bir durumun olduğu yadsınamaz. 

Birkaç anımsatmayla ilerlersek;

1-Belediye başkanı, başkan vekili ya da meclis üyesinin terör veya terör örgütlerine yardım ve yataklık suçları sebebiyle görevden uzaklaştırılması, tutuklanması ya da kamu hizmetinden yasaklanması; başkanlık sıfatı veya meclis üyeliğinin sona ermesi hallerinde merkezi yönetimce belediye başkanı, başkan vekili ya da meclis üyesi görevlendirilmesi 2016 yılında ilan edilen OHAL’in konusu. OHAL’in gerekli kıldığı konularla sınırlı olması gereken, 2016 OHAL KHK’siyle (KHK:674) getirilen bir madde. Bu durumuyla OHAL süresi dışına taşınmaması gereken bir düzenleme.  Anayasal denetimi bulunmayan bu düzenlemenin OHAL süresi bitince kendiliğinden düşmesi gerekiyordu. 

2-AKP bu düzenlemeyi, diğer OHAL KHK’lerinde yaptığı gibi aynı yıl yasalaştırma girişiminde bulundu, aynen yasalaştı (Kanun:6758). Böylece, muhalefetin her zaman yaptığı “parmak sayısı sığınması” sonucu, OHAL düzenlemesi OHAL dışına taşınarak süreklileştirildi. OHAL’siz OHAL dönemi devam ediyor.

3-Muhalefet, AKP ve ittifakının parmak sayısına yenildi ama kendilerini mağdur eden konumuzla ilgili düzenlemeyi -aynı kanunun kimi hükümleri hakkında iptal davası açtığı halde- Anayasaya aykırılık savıyla Anayasa Mahkemesine götürmedi. Birçok yasa maddesini AYM’ye taşıyan muhalefetin “götürsek de iptal edilmezdi” basitliği içinde siyaset yapacağı düşünülemeyeceğine göre, bu suskunluğun nedeni “terör çekincesi midir, Yenikapı ortaklığı mıdır, nedir” bilmiyoruz. Ama keser dönüp dönüp vuruyor. Anımsatalım, başkanlı rejimi getiren 2017 Anayasa değişikliği de AYM’ye götürülmemişti. 

4-Bugün görevlendirme yapılan dört belediye başkanı YSK denetiminden geçerek aday olup seçmenler tarafından seçildi. Basına yansıyan gerekçe ve haberlerden görüyoruz ki bu belediye başkanlarının terörle ilişki iddiaları Mart seçimlerinden öncesine de dayandırılıyor. YSK’nin hukuka uygun davranması gerektiği esas olduğuna göre -aksi durum denetim görevini uygun yapmayan YSK’yi de organize bir iş iddiasında devreye sokmayı düşündürür- yasadaki “suç sebebi” boşa düşmüş ama birilerince yaratılmış oluyor. 

5-Anayasadaki idari vesayet konumuzda devrede değil, onun anlamı ve amacı başka.  Uzaklaştırmanın “geçici bir tedbir olarak, kesin hükme kadar” yapılması, Anayasaya uygun olarak belediye meclisi içinden bir başkan seçilmesi gerektiğine göre “görevlendirme” adı altında yapılanın da geçici olması esas. Oysa geçmiş uygulamalardan bunun geçici olmadığını biliyoruz. Geçici yerine, gelecek yerel seçimlere kadar sürekli görevlendirmeyle merkezi yönetim, yerel yönetimin yerine geçmiş oluyor.

6-Suçluluğu hükmen sabit oluncaya kadar, kimse suçlu sayılamaz. “Geçici” maskesi altındaki uzaklaştırmada masumiyet karinesi çok yönlü ihlal ediliyor.

“Demokratik hukuk devleti”, “demokratik toplum düzeni” diye tanımlanan anayasal düzeni seçime ve sandığa sıkıştıranlar bırakın burjuva demokrasisinin gereklerini ve siyasi faaliyet hakkını, seçme ve seçilme hakkını bile tanımayacak bir otoriter fiili durum içindeler.

Siyasal iktidar, Anayasanın ve hukukun ilkelerine dayanmadan, yalnızca belli bir andaki Meclisin geçici olan çoğunluğunun sağladığı geçici güce dayanarak çıkardığı yasalara dayandığını iddia ederek ama bu yasaları da ihlal ederek, kendi otoriter siyasetini dayatma, egemen kılma peşinde. TKP’nin de vurguladığı gibi “AKP ülkeyi adeta bir karşı-devrim iktidarı, bir işgal gücü gibi” yönetmek istemekte”.

Bu yönetim biçiminin Erdoğan’ın yeniden cumhurbaşkanlığı adaylığı, İmamoğlu’nun adaylığının önlenmesi, yeni anayasa tasarımı ve bunlar gibi sınırlı başlıklarla anlatılmasının değerlendirmeye katkıda bulunmadığı söylenemez. Ancak bir yandan da ekonomik, siyasal, baskı ve şiddet dolu hukuksuz yönetim, çürüme, bağımlılık, gericilik, sömürü gibi asıl sorunlar yumağının kimi alt başlıklara sıkıştırılmaması gerekiyor.

TÜSİAD “kayyım” ve “etki ajanlığı” açıklamasında, hukuk güvenliği, öngörülebilirlik, demokrasi ve güven ortamının iyileştirilmesi, özgürlükleri daraltan düzenleme ve uygulamalardan kaçınılması derken her zaman yaptığı gibi sermaye sınıfının egemenliğinin güvenlik ve istikrarından, kapitalist düzenin hizasından söz ediyor. Siyasal iktidarla sermaye sınıfı arasında uyuşmazlık varmış gibi bir alt başlığa sığınarak temel sorunun yumuşatılmasına da izin verilemez. Sürekli OHAL’in sömürücü düzenin istikrar ve güvenliğine zarar vermemesi anımsatmasıdır TÜSİAD’nin yaptığı. Belediyelerde yönetim değişikliğinin rant ve kâr kapısını kapatmaması, sermayenin emekçiler üzerindeki denetiminin istikrarı da bu anımsatmaya dahildir.  

OHAL’i sürekli kılan yasaların yürürlükten kaldırılması yasama organına; tutukluluğa, görevden almaya ve görevlendirmeye itirazı çözmek de yargı organına düşen görevler. Süresi içinde iptal davası yoluyla anayasal denetime götürülmeyen yasaların Anayasaya aykırılıklarının mahkemeler yoluyla her zaman ileri sürülmesi olanaklı. Düzen içinde yol ve yöntemler mevcut ama devlette ve hukukta sınıfsallık da gerçek.

Çürüyen piyasacı ve gerici düzen içinde yaşamaya, kabulcülüğe, bağımlılığa ve sömürülmeye zorluyorlar. Düzen içi yanılsamalara kanmamak, izin vermemek, teslim olmamak, bir daha asla yıkılmayacak olan sosyalist cumhuriyeti kurmak… Çözüm burada. Bugün 7 Kasım ve 1917 Büyük Ekim Devrimi çözüme ışık tutuyor.     

                                                               /././

Türkiye Komünist Partisi: Dünya yeni Ekimleri çağırıyor

Ekim Devrimi'nin 107. yılı nedeniyle TKP'den yapılan açıklamada, "Rusya’daki işçi sınıfı iktidarı Anadolu’daki yoksul halkın en büyük dostu oldu" denildi.

107 yıl önce Bolşeviklerin öncülüğündeki işçi sınıfı yeni bir dünyanın kapılarını açtı.

Rusya'da emekçiler, bundan 107 yıl önce kendi kaderlerini ellerine aldı, Bolşevikler öncülüğünde sömürü düzenine son verdi.

Ekim Devrimi bugün de tüm dünyada emekçilerin yolunu aydınlatmaya devam ediyor.

Devrimin yıldönümünde TKP bir açıklama yayımladı. Ekim Devrimi’nin tüm dünyada komünistlere, devrimcilere, mücadele eden halklara el uzattığı, Anadolu’daki Cumhuriyet’le taçlanan kurtuluş mücadelesine de dokunduğu hatırlatıldı. "Rusya’daki işçi sınıfı iktidarı Anadolu’daki yoksul halkın en büyük dostu oldu" denildi.

Türkiye Komünist Partisi'nin açıklaması şöyle:

"107 yıl önce bugün insanlığın en ileri adımı atıldı Rusya’da. Siyasi iktidar, işçi, asker ve köylülerin sovyet örgütlerine geçti.

İşçi ve köylüler iktidarı almadan hemen önce ülkede savaş ve açlık hüküm sürüyordu, hayal kırıklığı ve umutsuzluk vardı, Birinci Dünya Savaşı dünyanın her yerine olduğu gibi Rusya topraklarına da daha fazla ölümü, acıyı ve yoksulluğu getirmişti.

Sömürenler çıkarları için halkları birbirlerine boğazlatırken Bolşevikler öncülüğünde harekete geçen işçi ve köylüler “Ekmek ve Barış” dedi ve bu tabloya bir son verdi.

Eşit ve özgür bir toplumun en gelişkin örneği inşa edilmeye başlandı böylece. Ekim’in ateşi gerçekleştiği topraklarla sınırlı kalmadı, kısa sürede dünyanın üçte birini kapladı. Eşit ve özgür bir ülkeden eşit ve özgür bir dünyaya doğru uzanan muazzam bir deneyime imza atıldı.

Ekim Devrimi’nin tüm dünyada komünistlere, devrimcilere, mücadele eden halklara cömertçe uzattığı el, Anadolu’daki Cumhuriyet’le taçlanan kurtuluş mücadelesine de dokundu. Rusya’daki işçi sınıfı iktidarı Anadolu’daki yoksul halkın en büyük dostu oldu.

Devrim, köhnemiş Rusya topraklarından eşitlikçi, gelişkin, modern bir ülkeyi ve en önemlisi de nice emekle BÜYÜK İNSAN’ı yarattı.

Çarlık’ın baskısı altında ezilmiş ve cahil bırakılmış, gericilikle ve yoksullukla terbiye edilmiş bir toplum, kendi içinden adanmış komünistler ve isyan eden bir halk çıkardı. O halk, işçi sınıfı iktidarı altında giderek yüceldi, başka bir düzende mümkün olmayan kazanımlara ve başarılara imza attı.

Şimdi Sovyetler Birliği’nin olmadığı bir dünyada bir genel savaştan söz edemesek de, bölgesel savaşlar dünyanın her yerine sürüyor. Açlığın ve yoksulluğun Büyük Savaş yıllarından aşağı kalır yanı yok. Sömürü düzeni insanı öğütüyor, çaresizleştiriyor, çürütüyor. İnsan’a inanç her geçen gün azalıyor.

Ekim Devrimi’ni 107. yaşında en çok da bu koşullar nedeniyle hatırlamaya ihtiyacımız var.

Bugün kendi ülkemize baktığımızda gördüğümüz karanlığın içinden bir adım öne çıktığımızda, aydınlık bir ülkeyi nasıl inşa edilebileceğimizi gösteren yıldızımızdır Ekim Devrimi. Bu karanlığın 107 yıl önce Rusya’ya bakıldığında görülenden daha koyu olmadığını bilelim. Daha önce defalarca en zor zamanda ayağa kalkabileceğini gösteren insanımıza, kendimize, değiştirme gücümüze güvenelim.

Yaşasın Büyük Ekim Devrimi!
Yaşasın insanlığı bekleyen nice Ekimler!"

https://haber.sol.org.tr/yazar/sovyetler-birligi-neden-yikildi-386313#google_vignette

                                                            /././

YÖK 43 yaşında!-Rıfat Okçabol-

Akademisyenliğine sahip çıkamayan YÖK üyeleri, rektörler, dekanlar ve hatta akademisyenlerle üniversitelerin "üniversiteleşmesi" ya da toplum yararına hizmet vermesi boş bir hayaldir.

Dile kolay! Üniversiteler 43 yıldır 6 Kasım 1981 tarihli 2547 sayılı Yükseköğretim Kanunu ve bu yasayla kurulan Yükseköğretim Kurulu’nun (YÖK) baskısı altında çalışıyor. Gerçi günümüzde, üniversitelere “üniversite” demeye insanın dili de varmıyor, aklı da, vicdanı da.

Türkiye’nin görüp göreceği en demokratik, bilimsel ve özerk üniversite yasası, Hasan Ali Yücel’in eseri olarak tek partili dönemde çıkarılan13 Haziran 1946 tarih ve 4936 sayılı kanun olmuştur.1 Bu yasayla öğretim üyeleri kendi rektör ve dekanlarını seçebiliyordu. Üniversitenin aldığı kararı bakanın onaylamaması durumunda son kararı, 4936 sayılı yasayla ilk kez kurulmuş olan ve öğretim üyelerinin seçtiği kişilerden oluşan Üniversitelerarası Kurul (ÜAK) veriyordu.

Üniversitelerin üniversiteleşmesine yol açan bu yasa, ancak 27 yıl yaşamıştı. Silahlı Kuvvetlerin 12 Mart 1971 muhtırası sonrasında 20 Haziran 1973 tarih ve 1750 sayılı Üniversiteler Kanunu çıkarılmıştı. Bu yasayla ilk YÖK kurulmuşsa da, 27 Mayıs Anayasa’sıyla kurulan Anayasa Mahkemesi, YÖK’le ilgili maddeyi iptal etmişti. 12 Eylül 1980 darbecileri de 2547 sayılı yasayı çıkarmışlardı. Bu yasayla akademisyenlerin kendi yöneticilerini seçme hakkı ellerinden alınmıştı. 2547 ile dekanları atayan YÖK başkanı, Cumhurbaşkanına her üniversite için dört rektör adayı sunuyordu.

2547 sayılı yasanın ve YÖK’ün kurulmasının amacı, üniversiteleri zapturapt altına alıp piyasacı ve gerici politikaların payandası haline getirmekti. 10 yıl YÖK başkanlığı yapan Prof. Dr. İhsan Doğramacı, ağırlıklı olarak Türk-İslam sentezi anlayışındaki kişilerin YÖK üyesi, rektör ya da dekan olmasını sağlamıştı. Boğaziçi Üniversitesi akademisyenlerinin başlattığı bir girişim sonunda, 1992’de 2547 sayılı yasada yapılan bir değişiklikle üniversitelerin seçimle altı rektör adayı belirlemesi yöntemi getirilmişti. Bu değişim üzerine istifa eden İ. Doğramacı, işlevini tam olarak yerine getirdiği için AKP tarafından Mart 2007’de "TBMM Ödülü" verilerek onurlandırılmıştı. İki yıl YÖK başkanlığı yapan Prof. Dr. Mehmet Sağlam da, Tansu Çiller tarafından eğitim bakanlığına ve R. T. Erdoğan tarafından da önce Etik Kurulu Başkanlığına getirilmiş ve sonra da milletvekili yapılarak ödüllendirilmişti. İlk iki yılındaki icraatlarıyla AKP’den ödül almaya hak kazanan YÖK Başkanı Prof. Dr. Kemal Gürüz, 28 Şubat 1997 MGK kararları sonrasında tutum değiştirmesinin ceremesini, 28 Şubat davasında (haksız yere) mahkum edilmesiyle çekmişti. Diğerlerine göre biraz daha demokrat görünen YÖK Başkanı Prof. Dr. Erdoğan Teziç de, AKP’nin laiklik ve bilimsellik karşıtı uygulamalarına karşı çıkarken, hazırladıkları Türkiye Yükseköğretim Stratejisi ile piyasacı, din kültürü ve ahlak bilgisi öğretmeni yetiştirmede yaptıkları değişimle de, bir bakıma gericiliğe prim vermişti.

Cemaatçi olduğu söylenen Prof. Dr. Yusuf Ziya Özcan’ın başkanlığı zamanında (2007-2011), yeni atanan üyelerle YÖK AKP’lileşmişti. Bu yıllarda üniversitelerde yapılan rektör adayı seçimlerinde, oyların çoğunu alan kişinin değil de, çok az oy almış olsa da AKP’ye yakın olan kişilerin rektör yapılması yaygınlaşmıştı. Ne yazık ki üniversiteler, böylesi atamaları içlerine sindirebilmişlerdi. Üniversitelerin piyasalaşması ve gericileşmesi hız kazanmıştı. Her önüne gelen vakıf üniversitesi açması ve ilahiyat fakülteleri sayısı ile kontenjanları da hızla artmaya başlamıştı. Üniversiteler, 2008 öncesinde üniversitelerine davet bile etmedikleri AKP liderine "onursal (fahri) doktora" verme yarışına girmişti. Y. Z. Özcan, piyasacılığının ve gericiliğinin ödülünü de büyükelçi yapılmasıyla almıştı.

Cemaatçi olan, Cumhurbaşkanı Abdullah Gül tarafından atanan ve belki de cemaatçi olduğu için Cumhurbaşkanı R. Tayyip Erdoğan tarafından görevden alınan YÖK başkanı Gökhan Çetinsaya da, sistemin piyasalaşıp gericileşmesinde elinden geleni yapmıştı. Üniversitelerde de gerici içerikte etkinlikler söylemler yaygınlaşmaya başlamıştı. Örneğin üniversitelerde dualarla açılış başlamıştı ve Balıkesir Üniversitesi’nde Manevi Psikolojik Danışmanlık Uygulama ve Araştırma Merkezi açılmıştı. Dünyanın en fanatik örgütü olan Müslüman Kardeşlerin başkanı Mısır Cumhurbaşkanı Mursi bir askeri darbeyle devrilip idama mahkum edilince, tam tamına 43 rektör 30 Nisan 2014’te idamın durdurulması için, Mısır Müftüsüne bir mektup göndermişti.2

R. T. Erdoğan’ın seçtiği YÖK başkanı, cemaatçi değil tarikatçı Prof. M. Yekta Saraç olmuştu. Bu başkan ilk iş olarak tarikatını ziyaret etmişti. Sonra da AKP liderinin bir dediğini iki etmemeye başlamıştı. 2016’da cemaatçi diye 5 bin ve barış bildirisini imzaladı diye 500 dolayında akademisyen, herhangi bir yargılama olmadan meslekten çıkarılmıştı. Uygulamalarını ‘Yeni YÖK’ olarak adlandırmaya ve yeri geldiğinde de Cumhurbaşkanı’na, “İnançla attığımız bu adımları gerek düşünce planında ve mevzuat değişikliklerinde gerekse uygulama alanında vizyoner yol göstericiliği ile biçimlendiren ve destekleyen şahsınıza müteşekkiriz” ve benzeri sözlerle hitap etmeye başlamıştı. Renkli partizanca ve genelde içi boş rapor enflasyonu yaşanmıştı.

Saraç zamanında gericiliğin yayılması üniversitelerde de hızlanmıştı. Hemen her gün, 17/25 Aralık 2013 yolsuzluk olayları üzerine, “Yolsuzluk başka şey, hırsızlık başka şeydir, yolsuzluğa hırsızlık demek dinen iftiradır” ya da dersindeki başı açık kızlara, “Sizin yüzünüzden melekler derse gelmiyor” denmesi gibi akademisyenlerin gerici söylem ve eylem haberleri duyuluyordu. Saraç, Boğaziçi Üniversitesi’nin (BÜ) de AKP’lileşme sürecini başlatıp AKP ilçe teşkilatı başkanlığı yapmış Prof. Dr. Melih Bulu’nun bu üniversiteye kayyım rektör olmasını ve de BÜ istemese de bu üniversitede hukuk fakültesi kurulmasını sağlamıştı. Ancak Saraç, bir dediğini iki etmediği AKP lideri tarafından beklenmedik bir zamanda görevden alınmış, ödül olarak Cumhurbaşkanı danışmanı yapılması Saraç’ın payına düşen ödül olmuştu.

Saraç’ın yerine getirilen Prof. Dr. Erol Özvar da halefi gibi davranmaya başlamıştır. İlk olarak Devlet Bahçeli ve AKP liderinin isteği üzerine YKS’de uygulanan baraj puanlarını 10 puan düşürmüştür. Demokratikliği, akademisyenliği ve de hatta insan haklarını yadsıyarak, üniversitelerde yaşanan haksızlıkları görmezden gelmekte ve de BÜ’nün AKP’lileştirilme sürecine elinden geldiğince destek vermektedir. AKP iktidarı devam ederse, bu başkanın nasıl ödüllendirileceği merak edilmektedir.

Anayasa gibi 2547 sayılı yasa da, Doğramacı zamanından günümüze pek çok kez değiştirilmiştir. 2547 sayılı yasa piyasacılık, gericilik, bilim ve özerklik karşıtlığı ile disiplin niteliği açısından 10 üzerinden yaklaşık 4 derece iken günümüzde 10 dereceye yükselmiştir. Bu dönüşümün birinci nedeni tabii ki, akademisyenliklerine sahip çıkamayıp kolayca mesleklerine yabancılaşan YÖK üyeleri ile üniversite yöneticileridir; YÖK ve üniversitelerin AKP’lileşmeleridir. İkinci neden, yapılan yasa değişikliklerinin içeriğidir. Örneğin bir OHAL KHK’si ile 29 Ekim 2016’da üniversitelerin 6 rektör adayı belirleme hakları ellerinden alınmıştır. 2547 sayılı yasanın 5f maddesi, şu ifadeyle başlamaktadır: “Üniversiteler ile yüksek teknoloji enstitüleri ve bunlar içindeki fakülte, enstitü ve yüksekokullar, kalkınma plan ve programlarının ilke ve hedefleri doğrultusunda ve Yükseköğretim Kurulunun görüşü veya önerisi üzerine kanunla kurulur.” Ancak 2 Temmuz 2018 tarihli ve 703 sayılı KHK ile bu cümlede koyu olarak yazılan ifade, “Cumhurbaşkanınca yapılan yükseköğretim planlaması çerçevesinde” şeklinde değiştirilmiştir. Ayrıca 24 Temmuz 2018 tarih ve 3048 sayılı yasa ile “Stratejik planların Cumhurbaşkanı tarafından belirlenen temel hedef, ilke ve amaçlar çerçevesinde hazırlanması, uygulanması ve izlenmesine” başlanmıştır.

Üniversitelerin ne denli iktidara bağımlı olduğu,

* Mursi’nin idamının durdurulması için 43 rektör Mısır Müftüsüne mektup göndermişken, Filistin’de yaşattıkları vahşet için bir tek rektörün bile İsrail’i kınamamasından,

* BÜ’nün din toplumunu hedefleyen kuruluşlarla protokoller yapmasından,

* Bilimsel bulguları yok sayan Üsküdar Üniversitesi’nin ‘Yaratılış Manifestosu’ndan bellidir.

2547 ve 3048 sayılı yasalarla ve de akademisyenliğine sahip çıkamayan YÖK üyeleri, rektörler, dekanlar ve hatta akademisyenlerle üniversitelerin "üniversiteleşmesi" ya da toplum yararına hizmet vermesi boş bir hayaldir.

Ekim Devrimi 107 yaşında: Bolşevikler işçi sınıfının temsiliyetini nasıl kazandı?
"Parti örgütlerinin işyeri temelli yeniden yaratılması/canlandırılması kararı işçi sınıfı partisinin sınıfın öncülüğünü elde edebilmesi açısından kritik bir karardı."
Büyük Ekim Devrimi’nin 107. yıldönümü.

Dünyanın dört bir yanında savaş, açlık, yoksulluk, salgın hastalık ve çürümenin yarattığı karanlık üzerimize çökerken sosyalizme, sosyalist ülkelere olan ihtiyaç da giderek artıyor.

Gelenek Dergisi'nde Ekim Devrimi deneyini inceleyen yazılar da bize bu ışığa giden yolu gösteren kılavuzlardan biri oluyor.

Devrimin 107. yılında 25 Mayıs 2024 tarihli ve Furkan Anlar imzalı "1912-1914 dönemi: Bolşevikler işçi sınıfının temsiliyetini nasıl kazandı?" başlıklı yazıyı yeniden soL okurlarının ilgisine sunuyoruz:

Açıkça ilan ediyoruz ki, Bolşevik fraksiyonun tek başına tüm işçi-emekçi hareketini kucakladığı iddiası, iki Sosyal Demokrat fraksiyonun Rusya’daki tüm sosyalist hareketi tek bir çatı altında toplama çabası kadar mantıksız ve saçmadır. Gelecek yalnızca tüm sosyalist eğilimlerin tek bir partide birleşmesine aittir. 

“Ve 1900’ün başında bu sloganı atan bizler, sonuna kadar bu slogana sadık kalacağız.

Volnaya Mysl-Sayı 3 

Lenin yazısında Sol Narodniklerin gazetesi Volnaya Mysl’dan yukarıdaki alıntıya yer veriyor ve şunu ekliyordu; 

Bolşeviklerin sınıf bilincine sahip işçilerin çoğunluğunun desteğine sahip olduğu, düşmanları tasfiyecilerin öfkeyle ve sıkılı dişleriyle de olsa kabul etmek zorunda kaldıkları bir gerçektir.

Bu, duygularla çürütülemez. İşçiler, “mantıksız ve saçma” sözleriyle onlara bağırılırsa korkmayacaklar; sadece gülümseyecekler.1

Lenin bu satırları Aralık 1913’te yazıyordu. Bolşevikler işçi sınıfı adına söz söyleme yeteneği kazanmış ve bu durum bu konumu gözüne kestiren diğer örgütlerce de kimi zaman dürüstçe kimi zaman da yukarıdaki alıntıda olduğu gibi arkadan dolanarak tartışılmaya başlanmıştı. 

Hâlbuki birkaç yıl öncesine baktığımızda ne Bolşevikler ne de Rusya’da işçi sınıfının somut durumu böyle bir görüntü veriyordu. 1905 Devrimi’nin yenilgisinden sonra özellikle 1907-1910 arası Rusya’daki devrimci hareket ricat halindeydi. 

Örgütler dağıtılmış, devrimci kadrolar ya tutuklanmış ya da sürgüne gönderilmişti. 1905’te grevlerde yüzbinleri bulan işçi sınıfının hareketliliği ortadan kalkmıştı. Ve belki de çarlığın bu saldırısı sonucunda 1905 devriminde kadrolarını seferber eden Rus Sosyal Demokrat İşçi Partisi (RSDİP) en büyük hasarı almıştı. Bahsi geçen yıllara baktığımızda RSDİP’in sürgünde, yurtdışında ya da tutuklu olmayan Merkez Komitesi üyesi bulunmadığından neredeyse MK toplantısı dahi yapamadığını, yapsa dahi isimlerin sürekli değiştiği ve bir ortak strateji kurulamadığı görülüyordu. Örgütler ise ya dağılmış ya da kan kaybediyordu. Lenin 1908 yılının muhasebesini yaptığı bir yazısında ise şöyle yazacaktı;

Bir parçalanma yılı, bir ideolojik ve siyasi ayrışma yılı, bir Parti sürüklenmesi yılı geride kaldı. Tüm Parti örgütlerimizin üye sayısı düştü. Bazıları -yani en az proleter üyeye sahip olanlar- paramparça oldu2

 Parti dışarıdan bir baskı görürken diğer yandan da her geri çekiliş ve yenilgi döneminde karşılaşılabilecek “kendi varlığını dahi tartışmaya açan bir özeleştiri” furyası ile uğraşıyordu. 

Parti içinde bir daha Rus coğrafyasında 1905’teki gibi bir devrimci yükselişin yaşanmayacağını düşünen ve o tarihte hala Rus Sosyal Demokrat İşçi Partisinin bir parçası olan Menşevikler, Partinin Duma dışındaki bütün gizli devrimci faaliyetlerinin sonlanmasını talep ediyor ve yakın bir tarihte tekrarlanacağını düşünmedikleri devrimci yükselişe kadar da parlamenter sınırlar içerisinde mücadele verilmesi gerektiğini savunuyordu. Sendikaları, meslek örgütlerini partinin ikamesi olarak değerlendiriyorlardı. Fazlaca sağa kaymış bu yorumun karşı ekseninde ise Otzovistler vardı. Onlar ise partinin yasal alanda devam eden bütün devrimci faaliyetlerini sonlandırmasını ve yeraltına çekilmesini savunuyordu. 1912’de parti karşıtı gruplar “Ağustos Bloğu” denilen oluşumda bir araya gelecekti. Bolşevikler böyle koşullar altında 1910 yılına giriyordu. 

Rus işçi sınıfı ise zayıf olsa da hareketlenme emareleri göstermeye başlamıştı. 1910’da Lev Tolstoy’un ölümüyle başlayan fabrika grevleri ve onu takip eden öğrenci hareketleri devrimci mücadeleye de bir canlılık getirmişti. Kayıtlara göre bu yıllarda ülke genelinde yüz bin işçi değişik zamanlarda grevlere katılmıştı. 

Diğer yandan da Rusya’da imalat sektöründe geçmişe oranla büyük işletmelerde yoğunlaşma artıyordu. 500 ve daha fazla işçisi olan büyük işletmelerde 1901’de tüm işçilerin %46,7’si çalışırken, 1910’da bu tip işletmelerde tüm işçilerin %54’ü yani tüm işçilerin yarısından fazlası çalışıyordu.

Bolşevikler değişen havanın kokusunu almaya başlamışlardı bunun en büyük kanıtı ise 1912 yılının Ocak ayında topladıkları parti konferansında aldıkları kararlarda gizliydi. 

1912 Prag Konferansı, Yeniden Kuruluş 

“Nihayet, tasfiyeci alçaklara rağmen, partinin ve onun Merkez Komitesinin yeniden doğuşunu sağlamayı başardık. Umarım siz de bu sevincimizi paylaşırsınız.”
(Lenin’den Gorki’ye Prag Konferansı’nın Sonuçları Üzerine-1912)

Komintern yöneticisi Osip Piatnitsky, Ekim Devrimi’nden önce Menşeviklerin, toplantılarının gündemine sürekli “Mevcut Durum” başlığını eklemeleri nedeniyle Bolşeviklerle alay ettiğini söylüyor. Ancak diyor ve ekliyor; “Her verili durumda doğru taktiklerin benimsenmesi ve dahası bu taktiklerin doğru bir şekilde uygulanması büyük bir sanattır. Bu sanatta ustalaşmak, mücadeleyi ve kitleleri kazanma görevini ilerletmek anlamına gelir.3

Devrimci mücadelenin diyalektiğe uygun bu kavranışı Bolşeviklerin değişme emareleri önce fark etmelerine ve belki de kuvvetlerini bu değişimi hızlandırmak yönünde tahkim etmesine yol açıyordu. Bu “uyanıklık” Bolşeviklerin 1912 ve 1914’te o işçi sınıfının hareketlendiği zamanda tartışmasız bir şekilde sınıfın öncüsü konumuna gelmelerini sağlıyordu. Ve Prag Konferansı belki kendisinin de varlık nedenini açıklayan önceki birkaç yıla dair şu değerlendirmeyle açılıyordu.

Başta proletarya olmak üzere geniş demokratik çevreler arasında siyasi bir canlanmanın başlangıcı kaydedilmelidir. 1910-11’deki işçi grevleri, gösterilerin ve proleter toplantıların başlaması, kentli burjuva demokratlar arasında bir hareketin başlaması (öğrenci grevleri), vb. kitlelerin Üçüncü Haziran rejimine karşı artan devrimci duygularının göstergeleridir” 4

Ve yine bir “Mevcut Durum” değerlendirmesi sonrası parti, 1912 yılının Ocak ayında Prag’da Çek Komünistlerinin lokalinde yaklaşık iki hafta sürecek yoğun bir konferans sürecine giriyordu. 

Konferansın önünde duran görev çetrefilliydi. Bir yanda gericilik yıllarında hem ideolojik hem örgütsel birliği zarar görmüş partinin yeniden ayağa kaldırılması sorununu çözmek, diğer yandan da hareketlenme emareleri gösteren Rus işçi sınıfı ile güçlü bağlar kurmak, sınıfa siyaset taşımak, işçi sınıfının tartışmasız öncüsü konumuna gelinmesi gerekiyordu.

Yapılacak çok iş ancak az zaman vardı. 

Bu konferansta Bolşevikler tartışmaların sonucunda işçi sınıfı adına söz söyleme yetkinliğine ulaşabilmek için kanımca iki önemli hedef belirliyor. 

1-İşçi sınıfını “Devrim” fikrinden uzaklaştıracak bütün siyasi öznelerle partinin arasına mesafe koymak ve onların sınıfla olan bağını en aza indirmek. 

 2-Parti merkezinin sıkı denetiminde örgütlerin işyeri temelli yeniden yaratılması 

Bolşevikler açısından tarihi öneme sahip bu konferansın belki de en “sansasyonel” kararı yukarıda Lenin’in Gorki’ye yazdığı mektupta da belirttiği gibi Menşeviklerin partiden tasfiyesiydi. 

İşçi sınıfı adına söz söyleme yeteneği kazanmak isteyen siyasi odak sadece Bolşevikler değildi. Menşevikler, Sosyalist Devrimciler vb. irili ufaklı birçok örgüt Rus işçi sınıfının içinde belli bir örgütlülüğe sahipti. Bolşevikler kalıcı bir birikim yaratacaklarsa eğer diğer sol örgütlerden “farklarını” işçi sınıfına iyi anlatabilmeliydi. Çok açık, 1912 Prag Konferansı’yla beraber Bolşevikler için bir hesaplaşma dönemi başlıyordu. 

Bu dönemde Bolşevikler işçi sınıfı üzerindeki etkilerini azaltacak tüm örgütlere karşı oldukça agresif bir tutum ile müdahale ediyordu. “Devrim” fikrine alan açılmak zorundaydı. Bu nedenle Bolşevikler, Menşevikleri sadece partiden uzaklaştırmakla kalmıyordu. Özellikle 1912’de başlayan hareketlilikte sendikalar, meslek örgütleri, kulüpler ve sigorta sandıkları önceki dönemdeki atıl işlevinden sıyrılıp canlanan ve kitleyle temas eden odaklar haline gelmişti. Bu hareketli dönemde tasfiyeciler için sığınak işlevi gören bu kurumları Bolşevikler hedefliyor ve özel bir çalışmayla birer birer etkisi altına alıyordu. Tasfiyecilerin sınıf ile olan bağını en aza indiriyorlardı. 

Örnek olsun 1913’te St. Petersburg işçilerinin öncüsü olan metal işçilerinin yoğun bir şekilde yer aldığı Petersburg Metal İşçileri Sendikası’nın üç bin işçisinin katıldığı seçimlerde Bolşeviklerin listesine karşı tasfiyecilerin listesi yalnızca 150 oy alıyordu. Sadece kendini anlatan bir pozisyondan çok oyun kuran ve karşı tarafın kendini açıklamasına yol açan bir strateji takip ediliyordu. Hesaplaşma kararı Prag Konferansı kararlarında şöyle yer alacaktı;

…Parti aynı zamanda karşı-devrimci görüşleri ve burjuva liberallerinin (başta Kadetlerin partisi olmak üzere) sahte demokrasi anlayışını ısrarla teşhir ederek, çarlık otokrasisine ve onu destekleyen büyük toprak sahiplerinin ve kapitalistlerin partilerine karşı amansız mücadele yürütmelidir. Proletaryanın partisinin, proleter olmayan diğer bütün partilerden bağımsızlığının korunması (Trudovikler, Narodnikler ve Sosyalist-Devrimciler gibi başlıca) demokratik grupların sahte sosyalizmlerinin küçük burjuva karakterinin gösterilmesi ve bunların demokrasi görüntüsü altında, kitlesel devrimci mücadelenin sorunları üzerinde yalpalamalarının yol açtığı zararın teşhir edilmesi noktalarına özellikle dikkat edilmelidir.5

Parti örgütlerinin işyeri temelli yeniden yaratılması/canlandırılması kararı ise işçi sınıfı partisinin sınıfın öncülüğünü elde edebilmesi açısından kritik önemde duruyordu. Bolşeviklerin parti örgütlenmesinin temelinde görece güçlü oldukları 1905 öncesi dönem de dahil işyerleri ağırlık noktasını oluşturuyordu. 

1912 Prag Konferansı’nda ise öncelikli görevin ekonomik temelli başlaması muhtemel grevlerde mutlaka işçi sınıfının yanında olmak ve sonrasında ise mümkün olan en fazla sayıda işçiyi devrimciyi mücadeleye katmak, siyasi talepli grevler örgütleyebilmek gibi daha geniş bir amaç etrafında çalışılması gerektiğini söylüyordu. Bunun içinse işyeri birimleri olmazsa olmazdı. 

Parti, konferansta hızlıca fabrikalarda işyeri birimlerinin kurulmasını karar altına alacaktı.

1912’in Ocak ayında toplanan bu konferans sırasında Rusya’da işçi sınıfı dinamiği istikrarlı bir yükseliş içinde olmasa da bir dalgalanma arz ediyordu.. Menşevikler, 1905 sonrasında uzunca bir süre herhangi bir devrimci yükselişin yaşanmayacağını söylüyorlardı ve planlarını buna göre yaptılar. Parlamenter mücadele ve kitle örgütlerinde güçlerini tahkim ettiler. Bolşevikler ise suyun başka türlü akacağını düşünüyordu. 

Bolşeviklerin haklı çıkması için çok beklemesine gerek kalmayacaktı. Prag Konferansı’ndan sadece üç ay sonra Lena olayları ile birlikte yeni bir dönem başlıyordu. 

Suskunluk buzlarını kıran olay; Lena Grevi

Stalin, Lena olaylarını değerlendirdiği Bolşeviklerin o dönemki haftalık gazetesi Zvezda (Yıldız)’da, “Lena’da patlayan silahlar, suskunluk buzlarını kırdı ve halk hareketinin nehri sökün etti6 diye yazıyordu. 

Sibirya yakınlarındaki Lena Nehri kıyılarında bir maden şirketine ait olan altın sahalarında 15-16 saate varan çalışma koşulları, düşük ücret ve yenilmeyecek derecede kötü yemeklerden dolayı altı bin işçi 4 Nisan 1912’de greve çıktı. Çarlık polisi müdahalesi sonucu 250’e yakın işçi hayatını kaybetti. Çar’ın İçişleri Bakanı Makarov da Lena Grevi’nde ölen işçilerin arkasından “Daha önce de böyle oldu, bundan sonra da böyle olacak” deyince bir fitil ateşlenmiş oldu ve tüm Rusya’da Lena Grevinin kanla bastırılmasına karşı siyasi grevler başladı. Bu grevlere yaklaşık 300.000 işçi katılmıştı. Ardından gelen 1 Mayıs da grevlerle geçiyor ve yaklaşık 400.000 işçi iş bırakıyordu. Lena Grevi ile 1912’den 1914’ün sonuna savaş başlayıncaya kadar sürecek devrimci yükseliş dönemi başlıyordu. 

Rusya’nın birçok yerinde irili ufaklı kimi ekonomik talepli kimi de ustabaşının baskısından ya da başka fabrikadaki işçi arkadaşının ölümü üzerine başlayan daha kapsayıcı taleplere sahip siyasi grevler yaşanıyordu. Bolşeviklerin düşündüğü başına gelmişti. Prag Konferansı’nın varlık nedeni olan çelişki, yani bir yandan parti örgütlerini ayağa kaldırmak diğer yandan da yükselen işçi sınıfı hareketinde sınıf adına söz söyleyebilme meşruiyetine kavuşma sorunu pratik bir mücadele olarak karşılarında duruyordu. 

Bolşevikler bu soruna hızlıca müdahale etmeye başladı. 

Pravda

Stalin Pravda için şöyle yazıyordu; “1912 yılının Pravda’sı; Bolşevizm’in 1917 yılındaki zaferinin temel taşını atan işte buydu.7

Sadece iki yıl yayımlanan ve sayfa sayısı dördü geçmeyen Pravda bu soruna ilk müdahaleydi ve 1914’e gelindiğinde 6.000 işçi grubundan bağış alan bir gazete haline gelmişti. Gazete parti ile o kadar bütünleşmişti ki Bolşeviklerin bir dönem adı “Pravdacılar”a çıkmıştı. Ayrıca belirtmek gerekir ki farklı dönemlerde farklı ihtiyaçları gidermek amacıyla onlarca yayın çıkaran Bolşeviklerin hiçbir yayını Pravda’nın etkisine ulaşamayacaktı. 

Bolşevikler, Lena Grevi sırasında Zvezda (Yıldız)’ı çıkarıyor ve haftalık bu gazete Lena Grevi’nde çok iş görse de Nisan 1912 ile beraber işçi sınıfı hareketi açısından gündemin hızlı değiştiği, sanayi havzalarındaki fabrikaların kaynadığı bir ortamda günlük bir gazeteye ihtiyaç duyuluyordu. 5 Mayıs 1912’de çıkmaya başlayan Pravda, kısa sürede işçi sınıfı arasında yaygınlaşacaktı. 

Bu ihtiyacı sadece Bolşevikler görmemişti, Menşevikler de günlük gazete Luç (Işın)’ı çıkarmaya başlamıştı ancak Bolşeviklerin günlük tirajı 40.000’lere ulaşırken Luç sadece 15-16 bin satıyordu. 

Lenin, Pravda ve diğer gazetelerin tirajlarına, aldıkları bağış miktarına çok önem veriyor, defalarca yazılarında Pravda’nın tirajı ve aldığı bağışlarla diğer gazeteleri karşılaştırıyordu. İşçi sınıfı adına söz söyleme yeteneği kazanmanın sınıfın tümünün sahiplendiği, orada yazılanları kendi sözü olarak gördüğü bir yayından geçtiğini biliyor ve Lenin “Rusya’nın Sınıf Bilinçli İşçilerinin Çoğunluğunun İsteği Nedir” adlı yazısında şöyle yazıyordu; 

İşçi gazeteleri. Proletaryanın farklı işçi gazetelerine verdiği destek, onun siyasi iradesini ortaya koyuyor ve temsil ettiği eğilimi gösteriyor”.8

Menşeviklerin de “Pravda Salgını” diye adlandırdıkları etkinin nedenleri üzerinde düşünmek gerekiyor.  Bana kalırsa Pravda, 1912-14 döneminde Rus işçi sınıfının ihtiyaç ve talepleri ile paralel son derece “odaklı” ve “taraflı” bir gazeteydi. 

Her gün grevlerden işçilerin imzasıyla yazılar yayınlanıyor, uçsuz bucaksız Rus coğrafyasında başlayan grevlerin birbiri ile bağı kuruluyordu. Kimi zaman uzun süren bir grev için dayanışma örgütleniyor kimi zaman da diğer fabrikalarda olan bitenlerden diğer işçilerin bilgi sahibi olması sağlanıyordu. Kabına sığmayan işçi sınıfının Rusya’daki mücadelesini görmek isteyen Pravda’yı okumak zorundaydı. 

Örneğin 1912-14 döneminin en uzun ve Sibirya’nın en ücra bölgesindeki işçiyi bile etkileyen grevlerden biri olan “Lessner Grevi” bir ustabaşının iftirasını gururuna yediremeyen ve intihar eden işçinin cenazesinde yaşanan olaylarla başlamıştı. Cenazede işçilerin galeyana geleceğini tahmin eden Çarlık polisi, cenazenin saat kaçta ve hangi mezarlıkta gömüleceğini sır gibi saklamış ancak bu bilgiye erişen Bolşevikler cenaze saatini ve mezarlığı Pravda ile diğer tüm işçilere duyurmuştu. 

Dört sayfalık gazetenin olmazsa olmaz köşelerinden biri işçilerden gelen mektuplar oluyor ve bu köşede işçiler, yaşadıkları haksızlıkları ve çalışma koşullarını anlatıyordu. 

Gazete de bir yandan Menşeviklerin, Rusya’da değişikliklerin parlamento içindeki reformlarla elde edilebileceğini savunan bir yazısı ile polemik yapıyor ve Rusya’da ancak bir devrimle sorunların aşılabileceğini savunuyordu. Zinovyev, Pravda’nın Menşeviklerle mücadelesine dair ise şöyle yazıyordu; 

Pravda, Menşeviklerin çoğunlukta olduğu fabrikaları bir bir kopardı. İşçiler onlarca, yüzlerce haberi hareketin merkezi ve örgütleyicisi haline gelen gazeteye yolluyordu. Büyük politik öneme sahip tüm işçi sendikalarının, metal işçileri sendikalarının ve işçi yardımlaşma derneklerinin seçimleri ve toplantıları, Pravda aday listeleri ile Pravda’nın gölgesi altında gerçekleşiyordu”.9

İşyeri birimleri

Lenin, 1922 Aralığında Komintern’in 4. Dünya Kongresinde, bir önceki kongrede “Komünist Partilerin Örgütsel Yapısı ve Çalışmalarının İçeriği” adıyla alınan kararı tekrar tartışmaya açıyordu. Elli maddeyi aşkın uzun bir karardı bu. Lenin “Harikulade” bulduğu ve tüm maddelerinin altına imzasını atacağını söylediği bu karar için ekliyordu; “Yabancı dostlarımız bu karardan hiçbir şey anlamayacaktır, çünkü karar gereğinden fazla Rusça10

Lenin’in kastı bir dil bariyerinden ziyade kararın içeriğinin Rus ruhuyla dolu olmasıydı. “Biz” diyordu “Rus deneyimimizden edindiklerimizle yabancılara nasıl yaklaşacağımızı bilememişiz, bu yolla hiçbir şey kazanılmaz. Onlar Rus deneyinin makul bir parçasını sindirmek zorundalar. Bu nasıl olur bilmiyorum…11

Lenin, Rus deneyiminin zengin somutluğunda evrensel olabilecek kimi ögeleri tespit edebilmek için kendilerinin de “anlamak” ve “öğrenmek” zorunda olduğunu kongreye dürüstçe söylüyordu. 

Lenin’in bu ısrarına ve böyle bir çalışmaya 1920’lerin ilk yarısında ise epey ihtiyaç vardı. Rusya dışında işçi iktidarları birer birer yenilmiş ve özellikle Avrupa’da “Devrim” geri çekilmeye başlamıştı. Kapitalizm ise içine girdiği bunalımdan çıkıyor ve kendini ekonomik açıdan yeniden organize ediyordu. 

Bunlarla beraber Komintern yöneticisi Bolşevik lider Piatnitsky’nin dikkat çektiği başka sorunlar da vardı. Piatnitsky, Rusya’nın bütün geriliğinin yanında bir konuda avantajlı olduklarını çünkü Rusya’da hiçbir zaman 2. Enternasyonal’den kopan güçlü bir sosyal demokrat partinin var olmadığını ancak şu an Avrupa’daki diğer Komünist Partilerin birçoğunun bu baskıyı kırmakla uğraştığını kimisinin de parti içindeki sosyal-demokrat unsurları hala temizleyemediğini söylüyordu. 

Ekim Devrimi’nin ardından beklendiği gibi peş peşe işçi iktidarlarının kurulmayacağı dahası yeni bir gericilik döneminin açıldığı anlaşıldığında Komintern’in önünde duran en önemli görevlerden biri, diğer Komünist Partilere bu yeni dönemde Rus deneyiminden cephane sağlamak olacaktı. 

Bolşevikler bu sefer kendi tarihlerine bakacak. O tarihte evrensel ve kalıcı olanı bulmaya çalışacaklardır.

Bu çalışmalar sanıyorum ki Komintern’in Temmuz 1924’te topladığı Beşinci Dünya Kongresinde etkisini gösteriyordu. 

Bu kongrede ilk kez duyurulan “Komünist Partilerin Bolşevikleştirilmesi” çağrısı 1924’ten sonra Komintern’in temel sloganlarından biri belki de en önemlisi olacaktı. Komünist Enternasyonal Yürütme Komitesi (KEYK) tarafından bu çağrıdan ne anlaşılması gerektiği tezler haline getirilirken öncesinde Lenin’in 1922’de yaptığı uyarıya benzer bir şerh düşülüyordu; “Bolşevikleştirme, Rus bolşevizminin deneylerini mekanik biçimde öteki ülkelere taşımak değildir. Bolşevik, her şeyden önce kendi somutluğunda yolunu bulmaya çalışır

Ve “Bolşevizasyon” çağrısı içerisinde belki de en çok tartışılan ve uygulanması için KEYK tarafından da üzerinde durulan başlık “Partilerin işyeri hücreleri temelinde yeniden yapılandırılması” idi. 

“İşyeri temelinde örgütsel inşa” çağrısı Bolşeviklerin devrimden sonra kendi tarihlerine baktıklarında arızi bir deneyden ya da örgütsel bir formdan daha çok evrensel ve kalıcı bir öge olarak gördükleri ve diğer Komünist Partilere, özellikle de sosyal demokrasiye karşı mücadele eden partilere sundukları bir stratejiydi. 

Bana kalırsa bu çağrı, nesnelliğin yarattığı bir ihtiyaç olmakla beraber Bolşeviklerin kendi tarihlerine baktıklarında “fazla Rusça olmayan” kalıcı ve evrensel ögeleri saptamaları sebebiyle de kritik bir önem taşıyordu.

Partinin işyerlerinde var edilmesi gericilik yıllarında devrimini arayan bir parti için olmazsa olmazdı. 

Bolşeviklerin tarihinde “işyeri hücreleri”nin kritik rol oynadığı tarih aralığının başlıcası ise 1912-14 aralığıydı. 

Prag-Krakow-Poroni̇no Konferansları, İşyeri̇ hücreleri şeki̇lleniyor

Ocak 1912’deki Prag Konferansı’nın üzerinden bir yıl geçmeden, Krakow Konferansı yapılmış ve onun üzerinden de bir yıl geçtikten sonra Poronino Konferansı yapılmıştı. Neredeyse üç yılda üç kez parti tüm kurullarıyla toplanma ihtiyacı hissetmişti. 

Parti, dönemin ve mücadelenin hızıyla paralel ilerliyordu. 

Prag Konferansı’nın ardından ilk yıl içerisinde ise devrimci hareket hızla gelişmiş, işçi sınıfı ekonomik talepli grevlerin yanında siyasi talepli birçok greve çıkmıştı. Lena Grevi’nin başladığı andan itibaren işçi sınıfı ile beraber mücadele etmeye başlayan Bolşeviklerin, işçi sınıfının yükselişiyle beraber çıkarmaya başladığı Pravda, yukarıda da bahsedildiği üzere,  oldukça ses getirmiş ve fabrikalarda elden ele dolaşmaya başlamıştı. 

Yine de bu dinamik ve sürekli değişen süreç içerisinde parti, sınıfın temsilini eline alabilmek için kalıcı mevziler elde etmek zorunda olduğunu biliyordu. Bu amaçla Prag Konferansı’ndan sadece bir yıl sonra (başta Konferans olarak planlamasına rağmen polis baskısı nedeniyle bazı MK üyeleri ve yerel delegelerin Krakow’a ulaşamamasından dolayı)  “Krakow Toplantısı” adı verilen bir toplantı yapılacaktı.

Toplantı, ayların günler gibi geçtiği 1912 yılının oldukça iddialı bir muhasebesini yaparak açılıyordu; 

Sosyal-Demokratların en önemli görevlerinden biri, 1912 deneyiminin sistematik bir değerlendirmesini yapmaktır; çünkü o yıl Rusya’daki işçi sınıfı hareketinde büyük ve tarihi bir değişim yaşanmıştır. Mesele yalnızca gerileme ve dağılmanın yerini bir canlanmaya bırakması değildir. İşçi sınıfı kapitalistlere ve Çarlık monarşisine karşı büyük bir saldırıya geçmiştir. Ekonomik ve siyasi grev dalgası o kadar yükseldi ki, bu açıdan Rusya bir kez daha dünyanın en gelişmiş ülkeleri de dâhil olmak üzere tüm ülkelerinin önüne geçti.12

Bolşevikler, Krakow’da her şeyi sil baştan ele almıyordu. Prag Konferansı’nda çizilen stratejinin bir uzantısı olarak Partinin işçi sınıfı üzerindeki etkisini kıracak tüm siyasal öznelerle ayrışmak ve onları fiilen tecrit etmek ile Parti merkezinin denetiminde işyeri birimleri kurma stratejisi devam ediyordu. 

Parti, 1912 yılında yaşananların da verdiği güvenle işçi sınıfının temsiliyeti konusunda partinin durduğu biricik yerin sınırları daha net çiziliyordu. Parti MK’sı sınıfın kurtuluşunun partinin yükselişiyle bağlantılı olduğunu vurguluyor ve konferans açılış metninde “Sosyal-Demokrat proletaryanın birliği, Partisi RSDİP’nin birliği olmaksızın mümkün değildir.” diyordu. 

İşyeri birimleri meselesi ise Krakow’da bu sefer daha detaylı ele alınıyordu. Parti dönemin koşullarının fabrikalara yerleşmek ve orada kalıcı mevziler elde edebilmek için uygun olduğunu saptıyor buna paralel Rusya’da yükselen işçi sınıfı hareketi kendisini, özellikle ilk dönemde grevlerle ortaya koyuyordu. Bu grevleri örgütleyebilmek ya da bir patlama, bir işçinin ölümü ile “kendiliğinden” patlak veren grevlerde işçilerin yüzünü döndüğü odak olabilmek için fabrikalarda, üretim yerlerinde söz sahibi olabilmek önemliydi. 

Bu konuda yol alındığını görüyoruz. 

Savaş Bakanlığına patlayıcı üreten bir fabrikada meydana gelen patlama sonrasında başlayan “Oktha Fabrika Grevi” 1913 yılı boyunca tekstil sektöründe süren lokavta karşı şehrin meydanlarında ve sokaklarında gösteriler düzenlenmesi ya da “Tersane Grevi”nde Bolşeviklerin müdahalesini görüyoruz. 

1912-14 döneminde son derece stratejik olarak bazı sektörler -örneğin metal ve tekstil  hedeflenerek kritik fabrikalara yerleşilmişti. Parti Krakow’da, işyeri birimlerine dair şu kararı alacaktı; 

Şu anda örgütsel çalışma alanındaki başlıca acil görev, tüm fabrikalarda işçiler arasındaki en aktif unsurlardan oluşan Parti komiteleri kurmaktır. İşçi sınıfı hareketindeki muazzam yükseliş, yerelliklerin büyük çoğunluğunda fabrika Parti komitelerinin yeniden kurulabileceği ve var olanların güçlendirilebileceği koşulları yaratmaktadır.13

Prag Konferansı’ndan itibaren belli bir yol da alınmıştı. Krakow’da, en iyi örgütlenme başarısını St. Petersburg Komitesi’nin başardığı ilan ediliyordu. Bu komitenin birleşimi fabrika ve mahalle komitelerinden seçilenlerden oluşuyordu. Fabrikalardaki hücreleri en aktif çalışan komite buydu. Öyle ki Petersburg’da 1913 yılında gerçekleşen herhangi bir grevde St. Petersburg Komitesinin bir izi mutlaka vardı. 1913 1 Mayıs grevlerine toplamda 250.000 işçi katılıyordu. 1 Mayıs’tan sonra ise burjuva basını dahi, Partinin Petersburg’daki tek parti örgütü olan Petersburg Komitesi tarafından hazırlanan bildirilerin fabrikalarda elden ele dolaştığını yazacaktı. 

St. Petersburg Komitesi tarafından örgütlenen 1 Mayıs 1913’ün hemen ardından Lenin, Haziran ayında yazdığı bir makalede kitle örgütleri ve parlamenter mücadeleyi öncelemedikleri için kendilerini “sekter”likle suçlayan ve “olsa olsa iki ya da üç yüz üyesi olan bir partiye dönüşeceklerini” yazan Menşevik Luç Gazetesine şöyle cevap veriyordu; 

Ve aniden bir mucize gerçekleşir! Petersburg Komitesi Yürütme Komisyonu’nun yarım düzine üyesi tarafından alınan bir karar doğrultusunda – “iki ya da üç yüz” kişi tarafından basılan ve dağıtılan bir broşür- iki yüz elli bin kişiyi Petersburg’da tek bir adam olarak ayağa kaldırır.14

Poronino Konferansı ise bir yıl sonra “ülkede durum ciddileşiyor” diye açılacaktı. İşçi sınıfı hareketinin grevlerle yükseldiği ve siyasi talepli grevlerin bu dönemde daha fazla örgütlenebileceği vurgulanıyordu. Artık 1913 yılının yarısı bitmişti ve işçi sınıfı yaklaşık 1,5 yıldır hareketliydi. Konferans, “elde ne var?” Diye soruyor ve bu soruya yanıt yine St. Petersburg Komitesi üzerinden veriliyordu. 

Yanıt çok açıktı, parti işçi sınıfı içinde kalıcı mevziler elde etmeye başlamıştı. Bolşeviklerin işçi sınıfı içindeki örgütlülüğü ve bu örgütlülük sayesinde işçilerden gördüğü itibar başka odaklar tarafından da dikkate alınıyor ve Bolşeviklerin hamiliği kabul ediliyordu. Konferansa “St. Petersburg Komitesi Üyesi” imzasıyla sunulan raporda komitenin geçen bir yılda yaptığı çalışmalar ve siyasi etkisi üzerine partiye bilgi veriliyordu. Raporun ilk kısmında St. Petersburg Komitesi’nin artık Narva, Neva, Viborg ve Vasileostrovski mahallelerine yerleştiğini ve sıkı ilişkiler geliştirdiği belirtiliyor ve detaylı bir şekilde çalışmalardan bilgi veriliyordu; 

Komitenin tüm fabrika ve işyerleriyle bağı vardır ve buralardaki tüm gelişmelerden haberdar olmaktadır. Bölgenin örgütlenmesi şöyledir: Fabrikalarda çeşitli birimlerdeki parti üyeleri çekirdekler oluşturur ve bu çekirdeklerden delegeler de fabrika komitesini oluşturur. Küçük fabrikalarda, üyelerin bizzat kendileri komiteyi oluşturur. 
(…)
İşçiler komiteye itibar eder, tüm önemli sorunlarda onun yönlendiriciliğini ve talimatlarını bekler. Komitenin dönem dönem yayınladığı bildirilere özel önem verilir. 
St. Petersburg’daki sendikal örgütler, kendi inisiyatifleriyle politik grev çağrısında bulunmamaya ve St. Petersburg Komitesinin talimatları doğrultusunda hareket etmeye karar verdi.
15

Fabrikalardaki işyeri birimleri üzerinde şekillenen St. Petersburg Komitesi o dönemki Rusya’da işçi sınıfının hem nicelik hem nitelik açısından kritik önemde bulunan metal ve tekstil gibi sektörlerde işçilerin tartışmasız temsilcisi konumuna gelmişti. 

Parti artık işçi sınıfı içine iyice yerleşiyor ve sadece St. Petersburg’da değil ülke genelinde işçi sınıfı adına söz söylüyordu. Konferans sonunda artık ülke genelinde bir grev örgütlenebileceği ve bu konuda inisiyatifin St Petersburg Komitesi ve Moskova’daki örgütlere bırakıldığı karar altına alınıyordu. 

Bu raporu komitenin yürütmesi adına kaleme alan yürütme üyesi ise St Petersburg’un işçileri arasında -özellikle Krakow toplantısının ardından- partinin artan etkisini anlattıktan sonra şaşırdığı bir durumu da ekliyordu:

Nadiren bir tasfiyeciyle karşılaştım ya da adını duydum; başlangıçta bu beni şaşırtıyordu fakat sonradan metal işçilerinin bir toplantısında tasfiyecilerin St. Petersburg’da hemen hiç bulunmadıklarını öğrendim.16

Açıkça görülüyor, Bolşevikler 1913’ün sonunda ince hesaplanmış ve odaklı bir çalışmayla bazı fabrikalarda tam kontrolü sağlamıştı. 

1914 yılı grevleri

1914 yılına gelindiğinde ise Rusya’nın dört bir yanından grev haberleri geliyordu. Bunlardan biri olan Izorski Fabrikası’nda başlayan grevdi. Bu grev St. Petersburg Komitesi’nin öncülüğünde yürüyordu. Çalışan işçilerin çeşitli ekonomik talepleriyle başlayan grev Donanma Bakanlığı’nın Kazaklardan oluşan bir müfrezeyi fabrikanın önüne göndermesiyle hızla “düzene karşı” bir siyasi greve dönüşüyordu. 

Moskova’da ise yüz bine yakın tekstil işçisi ücretlerin yükseltilmesi talebiyle greve çıkıyordu. Moskova’daki parti örgütünün ilerlettiği süreç boyunca Bolşevik Milletvekili Şagov da en başından itibaren işçilerin yanındaydı. 

1914 yılındaki Bakü Grevi ise Bolşeviklerin ince ince dokuduğu bir grevdi. Belki de 1914’ün kapsamı ve etkileri bakımından en önemli greviydi. Bu dönemdeki diğer grevlerin aksine bu grev “kendiliğinden” oluşmadı. Birkaç aylık dikkatli bir hazırlığın sonucuydu. 

Bakü’deki büyük petrol havzasındaki işletmelerde çalışan işçileri kapsayan grevin temel sebebi salgın hastalık tehlikesi olsa da, sanıyorum ki Bolşeviklerin müdahalesi olmasaydı Bakü grevinden bahsedilemezdi. Bolşevikler önce petrol havzasındaki büyük işletmelerde çalışan işçiler arasından seçilen temsilcilerle işyeri komiteleri oluşturmaya başladı. Bu komitelerle beraber ücret talebini belirginleştiren Bolşevikler havzadaki işletmelerde yaşanan diğer sorunları da ele aldı. Ancak grev, ücret talebinin yakıcı hale gelmesiyle değil havzanın yakınlarında ortaya çıkan bir verem salgını nedeniyle başlayacaktı. Çok kötü koşullarda yaşamak zorunda kalan Bakü işçileri arasında veremin yayılması an meselesiydi. Barınma koşullarının düzeltilmesi için elli bin işçi greve çıkıyordu. 

İşyeri komiteleri ise grev başladığında kendi aralarından seçtikleri temsilcilerle grevi idame edecek bir komite daha oluşturuyordu. Bu komite ile parti örgütü yakın işbirliği içindeydi. Altmışa yakın talep belirleyen işçilerin bazı talepleri “1 Mayıs’ın tatil ilan edilmesi” ve “8 saatlik işgünü” gibi siyasi yönleri de olan taleplerdi. 

Bakü’deki bu grev nedeniyle petrol üretiminin durma noktasına gelmesi Rusya’daki diğer sektörleri de etkiliyordu. Kısa sürede ülkenin gündemine oturan grevi bir diğer açıdan ilginç kılan ise bölgenin temel geçim kaynağı olan petrol işletmelerinde çalışan Azeri, Ermeni, Tatar, Rus ve İranlı işçilerin birlikte mücadele etmesiydi. Bolşevikler için bir eşiğin daha aşılmasıydı bu. 

Ancak savaşın ilanı ile Rus işçi sınıfının bu hareketliliği kesilecek ve ilk aylarda Bolşevikler yükselen bir milliyetçi dalga ile mücadele etmek zorunda kalacaktı. Yine de 1912-14 arasında Bolşeviklerin bir strateji dâhilinde ülkenin kritik sektörlerindeki işletmelere yerleşmesi, işçi sınıfının dinamik şekilde katıldığı meslek örgütleri, sendika, vb. tüm örgütlerde “Devrim” fikrine alan açması ve St. Petersburg ve Moskova’nın emekçi mahallelerde partinin kendini tekleştirmesi 1917’yi harlayan ateşin ilk kıvılcımları olacaktı. Lenin 1914’ün yaz aylarında geçirilen iki yıla dair “İşçi Sınıfı Hareketindeki Çeşitli Eğilimlerin Gücüne İlişkin Nesnel Veriler” makalesinde şöyle yazacaktı; 

Moskova’daki on üç sendikadan on tanesi Pravdist, üç tanesi ise Pravdistlere daha yakın olmalarına rağmen belirsizdir. Moskova’da tek bir tasfiyeci ya da Narodnik sendika yoktur. Bu nesnel verilerden çıkarılacak sonuç şudur: Pravdizm, burjuvaziden gerçekten bağımsız olan tek Marksist, proleter eğilimdir ve işçilerin beşte dördünden fazlasını örgütlemiş ve birleştirmiştir (1914’te, tasfiyecilerle karşılaştırıldığında işçi gruplarının yüzde 81,1’i). Tasfiyecilik ve Narodnizm kuşkusuz burjuva-demokratik eğilimlerdir, işçi sınıfı eğilimleri değil.

Pravdistlerin programatik, taktiksel ve örgütsel fikirlerinin, kararlarının ve çizgilerinin doğruluğu, 1912, 1913 ve 1914’ün yarısındaki işçi sınıfı hareketi deneyimiyle tamamen ve muhteşem bir şekilde doğrulanmıştır. Doğru yolda olduğumuza dair inancımızdan daha da büyük çabalar için güç almalıyız.17

Sıçramaya hazır aslan; Rus işçi sınıfı

Bu da olumsuz da olsa bir ifşadır. En azından bize yurtseverliğimizin içi boşluğunu, devletimizin sapkın doğasını görmeyi ve utanç içinde yüzümüzü saklamayı öğreten bir gerçektir. Gülümsediğinizi ve şöyle dediğinizi görebiliyorum: Bunun ne faydası olacak? Devrimler utançla yapılmaz. Benim cevabım ise utancın başlı başına bir devrim olduğu; Fransız Devrimi’nin 1813’te kendisini mağlup eden Alman yurtseverliğine karşı kazandığı zaferin ta kendisi olduğudur. Utanç, kendi içine dönmüş bir tür öfkedir. Ve eğer bütün bir ulus utanç duyarsa, bu tıpkı bir aslanın sıçramak için geri çekilmesi gibi olur.18

Marx’tan Ruge’a-1843

Çalkantılı bu iki yıllık dönem sonunda Bolşeviklerin müdahale etmeye çalıştığı Rus işçi sınıfı nasıl bir dönüşüm geçirmişti? Çoğu ekonomik taleplerden başlamış grevlerin ve gösterilerin Bolşeviklerin müdahalesi ile bu talepleri de kapsayan ama ötesine de geçen bir eksene oturduğu söylenebilir miydi?

Bu soruları olumlu yanıtlamak için elimizde çok veri var bir kısmı yukarıda paylaşıldı ancak bana kalırsa 1912-14 döneminde Rus işçi sınıfının değişimini yansıtan en çarpıcı örnek 1913 yılında gerçekleşen “Lessner Fabrikası Grevi” idi.

Yukarıda da bahsedilen grev şöyle başlıyordu; St. Petersburg’da bulunan Lessner Fabrikası’nda ustabaşılardan biri Strongin adlı işçiye birkaç yüz tane civata somunu vererek diş açmasını söylüyor, bu sırada oldukça küçük olan bu somunlardan birkaçı kayboluyordu. Strongin ise bunu ustabaşına bildirince ondan somunları hemen bulmasını bulamazsa “hırsızlık” nedeniyle işten kovulacağı cevabını alıyor ve “hırsızlık” damgası Strongin’in gözünde büyüyor dayanamayacağı kadar ağır geliyordu. 

Strongin, gece vardiyasında fabrikada kendini asıyor, gerisinde ise her şeyden ve herkesten önce fabrikadaki diğer işçi arkadaşlarına mektup bırakıyordu.

Mektuba “Yoldaşlar” diye başlıyor ve masum olduğuna dair “işçi onuru” üzerine yemin ederek bitiriyordu. Bu mektubu okuyan diğer işçiler kelimenin tam anlamıyla çılgına dönüyor ve işçiyi intihara sürükleyen müdürün kovulmasını talep ediyordu. İşçiler önce polisler tarafından saklanan Strongin’in cenazesinin yerini Bolşeviklerin yardımıyla öğreniyor ve cenaze töreninin ardından ise Lessner patronunun ustabaşına arka çıktığını görünce grev kararı alıyorlardı. 

Yaklaşık üç ay süren bu greve patronun diğer fabrikalarındaki işçiler de katılıyordu. Kısa süre sonra grev tüm Rusya’da konuşulur hale geliyor, hatta en ücra kasabalardan, Doğu Sibirya’nın en uzak bölgelerinden Lessner işçilerine Pravda üzerinden bağış yapılıyordu. 

Marx 1843’te Ruge’a yazdığı mektupta bazı şeyleri sindirememe ve kabullenememenin bir başlangıç olabileceğini eğer bu duygu birlikte hissedilirse de “sıçramaya hazır aslan” gibi saldırıya hazır olunacağını yazıyordu. 

Bolşeviklerin öncülüğünde Rus işçi sınıfı bir “sınıf” gibi hareket etme emareleri gösteriyor, ekonomik talepleri aşan istekler ve arzular mücadeleye dâhil oluyordu. Lenin yine 1913’te söyle yazacaktı; 

Yeni bir çağ başladı. Bu artık her türlü şüphenin ötesindedir. 1913’ün başlangıcı bunun en iyi kanıtıdır. İşçi kitlesi tek tek kısmi sorunlardan genel sorunu gündeme getirecek noktaya doğru ilerliyor. En geniş kitlelerin dikkati artık Rus yaşamımızdaki tikel kusurlardan daha fazla bir şey üzerinde yoğunlaşmaktadır. Artık mesele, bir bütün olarak ele alındığında, bu kusurların toplamı meselesidir

Bundan daha fazlası ise 1917 yılının konusu olacaktı.19

  • 1, Lenin Collected Works, Progress Publishers, 1977, Moscow, Volume 19, pages 485-486.
  • 2.Lenin Collected Works, Progress Publishers, 1973, Moscow, Volume 15, pages 345-355.
  • 3.O.Piatnitsky-The Bolshevisation of the Communist Parties by Eradicating the Social-Democratic Traditions, Communist International Publication 1934
  • 4.Lenin Collected Works, Progress Publishers, 1974, Moscow, Volume 17, pages 451-486.
  • 5.A. Y. Badayev, “Çarlık Dumasında Bolşevikler”, Evrensel Basım Yay. Çeviren: Bülent Daş-Meral Oral, 1999, s.13.
  • 6.“Sovyetler Birliği Komünist Partisi (Bolşevik) Tarihi”, Kor Kitap, s. 186
  • 7.İbid.,s.195
  • 8.Lenin Collected Works, Progress Publishers, 1977, Moscow, Volume 19, pages 458-474.
  • 9.(Zinovyev’den aktaran Chris Bambery, 2009)
  • 10.“Lenin: Dünya Devriminin Perspektifleri (1922)”3. Enternasyonal 1919-1943 Belgeler içinde, Belge Yay. Çeviren:Ümit Kıvanç, s. 65
  • 11.İbid.,s.66
  • 12.Lenin Collected Works, Progress Publishers, 1975, Moscow, Volume 18, pages 447-466.
  • 13.Lenin Collected Works, Progress Publishers, 1975, Moscow, Volume 18, pages 447-466.
  • 14.Lenin Collected Works, Progress Publishers, 1977, Moscow, Volume 19, pages 218-227.
  • 15.A. Y. Badayev, “Çarlık Dumasında Bolşevikler”, Evrensel Basım Yay. Çeviren: Bülent Daş-Meral Oral, 1999, s.131.
  • 16.İbid.,s.1331
  • 17.Lenin Collected Works, Progress Publishers, 1972, Moscow, Volume 20, pages 381-387.
  • 18.Erişim adresi: https://history.hanover.edu/texts/marx/MARXLAR2.html
  • 19.Lenin Collected Works, Progress Publishers, 1975, Moscow, Volume 18, pages 519-521.
  •                                                             /././
Kaymakamlık hedef gösterilen filmi yasakladı: Festival saatler kala iptal edildi

MUBI FEST İstanbul, Kadıköy Kaymakamlığı'nın "Queer" filmini yasaklama kararı almasının ardından festivalin tamamını iptal ettiklerini açıkladı.

https://haber.sol.org.tr/haber/kaymakamlik-hedef-gosterilen-filmi-yasakladi-festival-saatler-kala-iptal-edildi-396009)

                                                                   ***

İsmailağa Cemaati'nin kaçak yurdu yine yıkılamadı: Kaymakamlık polis göndermedi

İzmir’in Karabağlar ilçesinde Alevilerin yoğun olarak yaşadığı yere yapılan kaçak tarikat yurdu ve Kuran kursu yıkılamıyor. Belediyenin kolluk talebine kaymakamlık "erteleme" isteyerek yanıt verdi.(https://haber.sol.org.tr/haber/ismailaga-cemaatinin-kacak-yurdu-yine-yikilamadi-kaymakamlik-polis-gondermedi-396003)

                                                               ***

'Katliam Yasası'nın yönetmelik taslağı': Sahiplendirme zorlaşacak, terk etme kolaylaşacak

Kamuoyunda "Katliam Yasası" olarak bilinen kanunun yönetmeliği olduğu ileri sürülen taslak, getireceği şartlar ve uygulamalar nediyle tepkilere neden oldu.(https://haber.sol.org.tr/haber/katliam-yasasinin-yonetmelik-taslagi-sahiplendirme-zorlasacak-terk-etme-kolaylasacak-396008)

                                                          ***

Berce katliamı: İsrail niye TKP’nin ziyaret ettiği kasabayı hedef seçti?

Önce bir binayı vurdular, sonra mahalle halkı enkaz altındakileri kurtarmak için toplanınca yeniden vurdular. Amaç, Lübnanlıların kardeşliğini engellemek.(https://haber.sol.org.tr/haber/berce-katliami-israil-niye-tkpnin-ziyaret-ettigi-kasabayi-hedef-secti-395999)

                                                            ***

(soL)



 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder