22 Kasım 2024 Cuma

T24 "KÖŞEBAŞI" + "GÜNDEM" -22 Kasım 2024-

Dünya Felsefe Günü’nde kendimize sorabileceğimiz ince sorular -Yılmaz Murat Bilican-

Hiç doğmamış olduğunuzu hayal edin: Bu düşünce sizi rahatsız eder mi? Hiç yaşamamış gibi unutulacağınızı hayal edin: Bu sizi rahatsız eder mi?

UNESCO 2002 yılında aldığı kararla, her yıl kasım ayının üçüncü perşembesi Dünya Felsefe Günü olarak kutlanıyor. Her yıl bu günlerde, özellikle felsefeciler, felsefenin değerine, felsefenin ele aldığı problemlerin ne kadar önemli ve insanlık için ne denli güncel olduğuna dair yazar ve konuşurlar. Bir felsefeci olarak duyarsız kalamadığım bu önemli günde, felsefenin insanlar tarafından “öğrenilen değil de daha çok yapılan” ve hayata dair sorulardan yola çıkarak başlayan bir etkinlik olduğundan hareketle, onun “büyük ve zor” sorularını bir yana bırakıp, kendimize sorabileceğimiz daha “küçük ve kolay” sorularına işaret etmek istedim.

İsviçreli oyun, deneme, günce ve roman yazarı Max Frisch’in Türkçeye “Sorular, Sorular, Sorular” olarak çevrilen küçük bir kitabı var.* Bu kitap yazarın aslında Günlükler (1966-71)’inde yer alan ve yaşadığı yıllarda “Soruşturmalar” adıyla yayımlanan ve çok ilgi görmüş bir eseri. Frisch bu eserinde, gündelik yaşantımızda zaman zaman aklımıza gelen, kendimize sorduğumuz fakat adeta sinir uçlarımıza dokunduğu ve bizi bir şekilde rahatsız ettiği için hızla zihnimizden kovaladığımız sorular yöneltiyor bize. Frisch’in sorularının gündelik hayatın koşuşturması içinde kendimize karşı belli bir mesafe alıp sormamız gereken sorular olduğunu düşünerek, onun sorularını biraz değiştirerek, biraz güncelleyerek biraz da yeni sorular ekleyerek sizlere soruyorum. Yanıtları sizde olan sorular bunlar. Dünya Felsefe Günü’nde buyurun felsefe yapmaya… (Frisch’e ait sorular italik olanlardır)

- Hiç doğmamış olduğunuzu hayal edin: Bu düşünce sizi rahatsız eder mi?

- Hiç yaşamamış gibi unutulacağınızı hayal edin: Bu sizi rahatsız eder mi?

- Kaç yaşına kadar yaşamak istiyorsunuz?

- Ölümsüz olmak ister misiniz?

- Teknolojinin ölümü ortadan kaldırmayı başaracağına inanıyor musunuz?

- İnsan ruhunun ölümsüz olduğuna inanıyor musunuz?

- Sizin ve tanıdığınız herkesin ölümünün ardından insan soyunun korunması sizin için hala önemli midir?

- Kiminle asla karşılaşmamış olmayı dilersiniz?

 - (Erkekseniz) Kadınlara acıyor musunuz? (Kadınsanız) Erkeklere acıyor musunuz?

- Evlilik kurumunu kendiliğinden keşfedebilir miydiniz?

- (Evliyseniz) Karınızın/Kocanızın yerinde olmak ister misiniz? Yanıtınız evet veya hayırsa, neden?

- (Varsa) Çocuklarınızdan minnettarlık beklemediğinizden emin misiniz? Emin değilseniz, ne için minnettarlık bekliyorsunuz?

- Kendinizi hangi nedenle asla affedemezdiniz?

- Aniden aklınıza gelen ahlak dışı fikirleriniz olur mu?

- Yalnızken de her zaman ahlaklı mısınız?

- Görünmez adam olsanız ilk ne yaparsınız?

- Şimdiye kadar olan hayatınızda hiç hırsızlık yaptınız mı?

- (Çok çok çok olsa da) Para için yapmayacağınız şeyler nedir?

- Sizden çok daha yoksul olanlardan korkuyor musunuz? Korkmuyorsanız neden?

- Yalan söyler misiniz? Bu sizi rahatsız eder mi?

- Birinin tedavisi olmayan bir hastalığı olduğunu öğrendiğinizde, söz konusu kişiye, kandırmaca olduğunu bile bile umut aşılar mısınız?

- Topluluk içinde, yazılı olarak ya da baş başayken dostunuzun size karşı göstereceği dürüstlüğün ne kadarına dayanabilirsiniz?

- Bir topluluktan mı nefret etmek daha kolay gelir size, belli bir şahıstan mı? Tek başınıza mı nefret etmeyi yeğlersiniz yoksa başkalarıyla birlikte mi?

- Şu an nefret ettiğiniz bir kişi veya topluluk var mı?

- Gizliden gizliye dost olmak istediğiniz, böylelikle fazla güçlük çekmeden saygı duyabileceğiniz düşmanlarınız var mı?

- Dünyanın içinde bulunduğu durumu göz önüne aldığınızda umut ettiğiniz nedir? Aklın üstün gelmesi mi, bir mucize mi, her şeyin eskisi gibi sürüp gitmesi mi?

- Umutlu musunuz? Genelde ne umut ettiğinizi biliyor musunuz?

- Hangi umudunuzdan (umutlarınızdan) vazgeçtiniz? (Bu sizden mi kaynaklandı yoksa umut ettiğiniz şeyden mi?)

- Yapay zekanın gelişimi sizi korkutuyor mu? Neden?

- İnsan türünün diğer türlerden üstün olduğunu düşünüyor musunuz?

- Sizce diğer canlıların da ruhları var mıdır?

- Bazen bir hayvanı kıskandığınız oldu mu? Onun yerinde olmak ister miydiniz?

- Kendinizle dost musunuz?

*Sorular, Sorular, Sorular, Max Frisch, Çev. Ogün Duman, Yapı Kredi Yay. 2021

                                                                          /././

Orta Doğu uzmanı Brauns: Erdoğan, iktidarda kalabilmek için çeşitli güçlerin çelişkilerinden yararlanma ve bunları birbirine karşı kullanma konusunda çok becerikli -Burak Soyer-

"Erdoğan Kürt, sorununa gerçek bir çözüm bulmak için uygun adımları çok daha önce atabilirdi. Ankara bunun yerine Suriye ve Irak'ta maliyetli askeri müdahalelere bel bağlamaya devam ediyor"

Türkiye son birkaç yıldır büyük sorunlarla boğuşuyor. Ekonomik kriz, bölgesel krizler, yeni nesil mafya ve sokaklardaki şiddet, kayyım politikaları ve çatışma-çözüm başlıkları…

Türkiye’de yaşanan son gelişmeleri, Batı’nın Türkiye’ye bakışını, Devlet Bahçeli’nin Öcalan çıkışını, muhalefetin durumunu, Fethullah Gülen’in ölümünün etkilerini, yerli yabancı organize suç örgütlerinin ülkede cirit atmasını, Almanya’da yayımlanan sosyalist Die Junge Welt gazetesinin Genel Yayın Yönetmeni, aynı zamanda Türkiye ve Orta Doğu uzmanı olan Dr. Nick Brauns’la konuştuk.

               
Dr. Nick Brauns

Brauns, Türkiye’nin içinde bulunduğu durumu, “Türkiye'de son birkaç yıldır ve on yıllardır yaşanan gelişmelere baktığımda, tanıdık aktörlerin aynı hikâyeleri tekrar tekrar canlandırdığı, bildik entrikaların ve komploların döndüğü ama oyunculuk performanslarının sürekli düştüğü, sonu gelmeyen bir televizyon dizisi izliyormuşum hissine kapılıyorum,” sözleriyle değerlendiriyor.

- Türkiye ile ilgili olarak, “yönetilemeyen bir ülke haline geldi” şeklinde görüşler var. Batı, Türkiye'deki mevcut durum hakkında ne düşünüyor?

Türkiye'nin gerçekten yönetilemez bir ülke haline geldiğini kabul edemem. Erdoğan liderliğindeki AKP ve MHP'den oluşan mevcut iktidar ittifakı, ekonomik krizden Kürt sorununa kadar ülkedeki sorunlarla başa çıkabilecek durumda değil ve bazı durumlarda da bu konuda isteksiz.

Türkiye'de sürekli derinleşen bir siyasi kriz var. Ancak Erdoğan, iktidarda kalabilmek için içeride ve dışarıda çeşitli güçlerin çelişkilerinden yararlanma ve bunları birbirine karşı kullanma konusunda çok becerikli. İkinci Dünya Savaşı'ndan sonraki tüm Türk hükümetleri gibi, şimdiki hükümet de ülkenin jeopolitiğini pazarlıyor ve karşılığında yurtdışından ekonomik, siyasi ve askeri destek alıyor. Türkiye, ülkeyi Rusya ve Çin'e yaklaştırmakla tehdit ederek ve BRICS'e katılmak için başvurarak, NATO ve AB ile süregelen stratejik ittifakı içinde manevra alanını genişletmeye çalışıyor. Ancak Türkiye'nin BRICS üyeliği reddedildi -Hindistan'la birlikte, Çin ve Rusya'nın etrafındaki bu ittifakın saflarında zaten Batı'nın bir Truva atı var ve NATO bağları olan başka bir güvensiz adayı getirmek istemiyor. Ancak bu sinyal Türkiye'nin Batılı ortakları tarafından alındı.

Şansölye Scholz, İstanbul'a yaptığı son ziyarette Erdoğan'a NATO çerçevesinde Türk-Alman silah kardeşliğini hatırlattı. Almanya bu yıl Türkiye'ye uzun yıllardır görülmemiş ölçekte kapsamlı silah sevkiyatına izin verdi bile. Alman hükümeti ayrıca Eurofighter savaş uçaklarının Türkiye'ye teslimatı konusunda daha önce uyguladığı blokajdan da vazgeçti. Buna karşılık Alman hükümeti, Türkiye'nin göçle mücadelede AB'nin bekçisi olarak hareket etmesini beklemeye devam ediyor. Bu durum, mültecilerin birçoğunun Türkiye'nin Almanya'dan aldığı silahlarla Suriye ve Irak'ta yürüttüğü savaşlar nedeniyle kaçmak zorunda kaldığı ya da Türkiye'deki ekonomik ve siyasi krizden kaçtığı gerçeğini göz ardı ediyor. Alman hükümeti ve diğer Avrupa hükümetleri açısından Erdoğan'ın iyi ya da hatta demokratik bir şekilde yönetip yönetmediği önemli değil. Önemli olan Erdoğan'ın ülkede belli bir istikrarı sağlayabilmesi, yabancı sermaye yatırımlarının güvende olması ve Türkiye'nin Batı'nın yanında yer almaya devam etmesi.

Erdoğan'ın Mayıs 2023'te yeniden seçilmesiyle bu istikrar şimdilik güvence altına alınmış gibi görünüyor. AKP'nin 2024 yerel seçimlerini kaybetmesi, Alman burjuva basınında ve burjuva partilerinden politikacılar tarafından Türkiye'de her şeye rağmen işleyen bir demokrasi olduğunun işareti olarak yorumlandı. Kısacası: Batı'da Türkiye'nin sözde yönetilemezliği algılanmazken, aynı zamanda Erdoğan hükümetini güçlendirmek ve istikrara kavuşturmak için her şey yapılıyor.

"Kürt sorunu, Suriye ve Irak'taki maliyetli askeri operasyonlar, hükümetin keyfi davranışları ekonomik sefalete katkıda bulunuyor"

- Size göre Türkiye kamuoyu bu konuyla ne kadar ilgili, bunun ne kadar farkında?

Bu normal bir durum. İnsanların çoğunluğu ekonomik sorunlar, enflasyon ve gıda fiyatlarındaki artışlar karşısında ay sonunu getirmeye çalışıyor. Ancak ekonomik durum diğer sorunlarla bağlantılıdır. Kürt sorununun çözülememiş olması, Suriye ve Irak'taki maliyetli askeri operasyonlar, hükümetin keyfi ve düzensiz davranışları, faiz oranı gibi ekonomik kararlar da dahil olmak üzere tüm bunlar ekonomik sefalete katkıda bulunuyor. Bu arada, ekonomik krizin temel sorun olarak görülmesini bir ilerleme olarak görüyorum. Uzun bir süre boyunca kamusal söylemde sekülerlere karşı dindarlar, Türklere karşı Kürtler vs. gibi indentiteryen ya da kültürel cepheler hâkim oldu. Ancak enflasyon ve gıda fiyatlarındaki artıştan tüm nüfus grupları etkileniyor ve burada bir inanç, dil ya da siyasi kanaat meselesiyle değil, sınıfsal bir meseleyle karşı karşıya kalıyoruz. Burada neo-liberalizme, özelleştirmeye ve sonuçlarına, spekülasyona karşı ortak bir direniş oluşursa, bu sadece memnuniyetle karşılanabilir.

“Devlet aygıtında hâlâ keşfedilmemiş Gülenciler olabilir”

- Fethullah Gülen’in ölümü Türkiye için ne anlam ifade ediyor? Devletin içinde, kritik noktalarda hala cemaatçilerin olduğu iddiaları var. Siz bunu nasıl değerlendiriyorsunuz?

Devlet aygıtında hâlâ keşfedilmemiş Gülenciler olabilir ama bence FETÖ Türkiye'de yaşayabilir bir hareket olarak büyük ölçüde ezildi. En azından hareket artık Türk hükümeti ya da toplumu için bir tehdit oluşturmuyor. Ancak Gülen hareketinin gerçekten demokratik bir dönüşüm geçirdiğine, hatalarından ve suçlarından ders çıkardığına inanmıyorum. Bu durum en fazla bu hareketten bireyler için geçerli olabilir. Ama unutmayalım: Gülenciler geçmişte de size konuşmakta ve kendilerine en uygun maskeyi takmakta iyiydiler. Bir devlet krizi ve Erdoğan sisteminin çökmesi durumunda Gülenciler kesinlikle yapılarını yeniden inşa etmeye ve nüfuzlarını yeniden kazanmaya çalışacaklardır. Ve ben hareketin o zaman demokratik bir şekilde hareket edeceğine inanmıyorum.

Hareketin tasfiye edilmesinin ardından merkezini ve faaliyetlerini yurt dışına taşımıştır. Ancak 2015'teki darbe girişiminden önce olduğu gibi iktidarı ele geçirmek amacıyla daha geniş kapsamlı siyasi hedefleri olduğunu düşünmüyorum. Avrupa ve ABD'deki Gülenciler arasındaki rekabet Gülen'in ölümünden önce de ortaya çıkmıştı. Daha fazla gerilim, bölünme ve birleştirici ve yeri doldurulamaz guru Gülen'in dümende olmadığı bir ortamda, birikmiş varlıklar üzerindeki anlaşmazlıkta hareketin parçalanmasını bekliyorum.

“Narin cinayetinin failleri devlet tarafından örtbas edildi”

- Gülen cemaatinin ardından farklı cemaat ve tarikatların boşluğu doldurduğu konuşuluyor. Bunu nasıl değerlendiriyorsunuz?

AKP her zaman çeşitli gerici tarikatlara dayandı ve bu tarikatlar özellikle kırsal kesimde seçmen çekti. FETÖ'nün devletten ve toplumdan tasfiyesinden sonra boşalan yerlere bu tarikatlar ve onların kadroları yerleşti. Menzil tarikatı ya da Süleymancılar gibi, ideolojileri en azından modern eğitimle ilgilenen Gülencilerinkinden çok daha geri, irrasyonel ve köktenci olan tarikat ve cemaatlerle karşı karşıyayız. Bu tür tarikatların artık yurtları ve eğitim kurumlarını ele geçirmesi ve böylece gençler üzerinde nüfuz sahibi olması bana özellikle tehlikeli geliyor. Gülenciler de kendilerini bu şekilde inşa ettiler. Ancak şu anda FETÖ'nün yerini alan dini grupların hiçbiri Gülencilerin o dönem sahip olduğu güce ve tekel konumuna sahip değil. AKP bunun bir daha olmasına asla izin vermez.

Diyarbakır'ın Tavşantepe köyünde sekiz yaşındaki Narin Güran'ın öldürülmesi, devlet ve tarikatlar arasındaki bu kutsal olmayan ittifaka ışık tuttu. Narin, köyde çok sayıda müridi bulunan Menzil tarikatına bağlı bir Kuran kursuna katıldıktan sonra ortadan kayboldu. Siyasi olarak köyün nüfusu 1990'lardaki kontrgerilla Hizbullah'ının siyasi devamı olan İslamcı Hüda-Par'a yakın. Köyün tamamı ordu tarafından kameralarla izlenmesine rağmen, Narin'in öldürülmesi ve cesedinin haftalarca gizlenmesini düşündüğümüzde, faillerin örtbas edildiği sonucunu çıkarıyoruz. Cinayete karışan Narin'in ailesi ile AKP arasındaki bağlantılar da netleşti -bir milletvekili kendisini ailenin uzun süredir arkadaşı olarak tanımladı. Korkarım ki kızın öldürülmesinin arka planı hiçbir zaman tam olarak aydınlatılamayacak.

- “Yeni nesil çeteler”, Interpol tarafından aranan yabancı uyuşturucu baronları ve mafyanın varlığından sıkça söz ediliyor. Neden bu örgütlere karşı ciddi önlemler alınmıyor?

Bunun cevabını üç yıl önce, Türk hükümetinin gözünden düşen ve yurtdışına kaçan mafya babası ve faşist Sedat Peker ifşaatlarında verdi. Ancak Peker'in ifşaatlarını herhangi bir hukuki ya da siyasi adım takip etmediği için diğerleri de aynı şeyi yaptı ve sistemde bir bütün olarak hiçbir şey değişmedi. Peker ve rakibi Alaattin Çakıcı bize Türkiye'de devletin mafya ve organize suçlarla ne kadar yakından bağlantılı olduğunu gösteriyor.

"Erdoğan Kürt sorununa çözüm bulmak için daha önce adım atabilirdi ancak Suriye ve Irak'ta askeri müdahalelere bel bağlamaya devam ediyor"

- Geçtiğimiz günlerde Devlet Bahçeli, Abdullah Öcalan'a Meclis'e gelerek bir konuşma yapması ve terörün ortadan kaldırıldığını ilan etmesi çağrısında bulundu. “Sözlerimin arkasındayım” diye de ekledi. Bu ani hamle Erdoğan’ın yeniden aday olma girişimine açılan bir yol olarak yorumlandı. Bu durum Batı'da nasıl karşılandı?

Alman medyası Bahçeli'nin açıklamasını yeni bir Kürt açılımının, PKK ile olası bir barış sürecinin işareti olarak yorumladı. Bahçeli'nin Öcalan'ı hapisten çıkarmak istemesi gerçekten de ancak radikal milliyetçi bir liderin cesaret edebileceği bir tabu ihlaliydi ve bu ona kendi saflarında da sempati kaybettirdi. Ancak Bahçeli'nin söylediklerine dikkatle kulak vermeliyiz. Öcalan'a PKK'yı silahsızlandırması ve feshetmesi çağrısında bulundu. PKK liderleri bunu reddetti. Bahçeli'nin mecliste DEM milletvekilleriyle tokalaşması, Öcalan'la ilgili açıklaması ve Ömer Öcalan’ın İmralı'da ziyareti, ki bu ziyaret birkaç yıllık tecridin ardından yeniden mümkün oldu, muhtemelen hükümetin Kürtlere yönelik olumlu bir tutum sergilediğini göstermeye yönelikti. Ancak ıslak bir el sıkışma dışında elle tutulur bir şey sunulmadı.

Bahçeli'nin bu manevrası, Erdoğan'ın yeniden aday olmasını sağlayacak anayasal değişiklikler için DEM Parti'nin ve Kürt seçmenlerin desteğini almayı amaçlamış olabilir. Türk hükümetinin Gazze ve Lübnan'daki savaş, İsrail'in İran'a olası büyük bir saldırısı ve ABD'deki Trump seçimleri sonucunda Orta Doğu'daki olası güç değişimlerine hazırlanmak için Kürtlere ulaştığı yönünde spekülasyonlar da var. Ancak bu tür seçenekleri görenlerin Türk hükümetinin stratejik düşüncesini abarttığından korkuyorum. Bu hükümet sürekli olarak hayatta kalmakla meşgul, çok kısa vadeli ve sadece taktiksel düşünüyor. Aksi takdirde Erdoğan Kürt sorununa gerçek bir çözüm bulmak için uygun adımları çok daha önce atabilirdi. Ankara bunun yerine Suriye ve Irak'ta maliyetli askeri müdahalelere bel bağlamaya devam ediyor.

- Kayyım politikalarının arkasında ne var?

Burada bir havuç ve sopa taktiğiyle karşı karşıyayız. Bahçeli ilk başta DEM ile konuşmaya istekli olduğu sinyalini veriyordu. Ancak DEM'in Erdoğan'ın iktidarını uzatmak için anayasayı değiştirmek gibi bir anlaşmayı kabul etmeyeceği kısa sürede anlaşılınca Mardin, Halfeti ve Batman belediye başkanları görevden alındı. Bu, 2015'i anımsatan tanıdık ve görülmesi kolay bir oyun. O zaman da Öcalan ile diyalog vardı. Ancak Selahattin Demirtaş Erdoğan'ı asla süper başkan yapmayacağını açıkça ilan edince, Erdoğan diyalog sürecini bir gecede bitirdi ve MHP ile ittifak kurdu.

CHP'li İstanbul Esenyurt Belediye Başkanı'nın tutuklanması ve görevden alınması da bu iki muhalefet partisi arasındaki geçici iş birliğini bozmayı amaçlıyordu. Şimdi sırasıyla DEM ve CHP'li Dersim/Tunceli ve Ovacık belediye başkanları da teröre destek verdikleri iddiasıyla hapis cezasına çarptırıldılar ve onlar da görevden alınmakla tehdit ediliyorlar.

“CHP'nin bir devlet partisi olarak kurulduğunu ve doğası gereği her zaman bir devlet partisi olarak kaldığını asla unutmamalıyız”

- Yaşanan tüm bu olaylar karşısında muhalefetin, özellikle de CHP'nin tutumunu nasıl değerlendiriyorsunuz?

CHP'de Özgür Özel'in liderliğinde, özellikle de belediye başkanlarının görevden alınmasının ardından DEM Parti'ye yönelik bazı olumlu işaretler görüyorum. Ancak CHP'nin bir devlet partisi olarak kurulduğunu ve doğası gereği her zaman bir devlet partisi olarak kaldığını asla unutmamalıyız. Amacı Türkiye'yi demokratikleştirmek değil, her şeyden önce devlet aygıtı üzerinde kaybettiği etkisini yeniden kazanmak ve destekçilerini yeniden devlet aygıtının içine çekmektir. Ülkedeki krizin derinleşmesi durumunda AKP'den bir iş birliği teklifi gelirse, bu fırsatı hemen değerlendirecektir.

İslamcı muhalefet, özellikle de Yeniden Refah Partisi, AKP için tehlikeli olabilir. Ancak Yeniden Refah Partisi'nin ilerici-demokratik bir gündemi yok.

- Ve son olarak, tüm bu soruları ve cevapları bir araya getirip okuduğumuzda nasıl bir Türkiye görüyoruz?

Türkiye'de son birkaç yıldır ve on yıllardır yaşanan gelişmelere baktığımda, tanıdık aktörlerin aynı hikâyeleri tekrar tekrar canlandırdığı, bildik entrikaların ve komploların döndüğü ama oyunculuk performanslarının sürekli düştüğü, sonu gelmeyen bir televizyon dizisi izliyormuşum hissine kapılıyorum. Burada iyimser kalmak zor.

                                                               /././

Dorukhan Büyükışık cinayetinde polislere yargı yolu -Tolga Şardan-

Soruşturmayı yürüten müfettişler, adları geçen 24 personelden dokuzu hakkında meslekten ihraç, maaş kesim cezaları ile kınama cezaları talep etti. Dönemin Narlıdere İlçe Emniyet Müdürü İsmail Köksal ve Komiser Yardımcısı Hüseyin Vurucu’ya “meslekten çıkarma cezası” verilmesi teklif edildi. Ancak polis müdürü Köksal’ın cezası, olayın işlendiği tarihten itibaren iki yıl içinde disiplin cezası verilmesini gerektiren mevzuat nedeniyle zaman aşımına uğradı!

İzmir’in Narlıdere ilçesinde, 13 Mayıs 2018 gecesi spor yapmak amacıyla evinden çıkan ve ertesi sabah kentin önemli ailelerin Tanyerler’e ait inşaat alanında cansız bedeni bulunan Dorukhan Büyükışık’ın öldürülmesi soruşturmasında yeni gelişmeler var.

Büyüteç’te geçen yıl eylülde ilk kez gündeme getirdiğim soruşturma dosyası, bir yılda epeyce mesafe aldı.

Köşenin takipçilerinin her aşamasından haberdar olduğu dosyanın en önemli gelişmesi, kuşkusuz dosyanın intihar eyleminden cinayete dönmesi oldu.

Tek evladını kaybeden Emekli Tümgeneral Ethem Büyükışık, Dorukhan’ın katil / katillerini bulmak için çalmadık kapı bırakmadı.

Yıllarını devlete vermiş, evladının nasıl büyüdüğünün farkında bile olamayan acılı baba, dosyayı ilmek ilmek işledi, araştırdı, kamuoyu ile paylaştı ve sonunda oğlunun intihar etmediğini, tam aksine öldürüldüğünün delillerini gün ışığına çıkardı.

Baba Büyükışık, oğlu Dorukhan’ın ölümüyle ilgili her türlü delili toplarken, bir yandan da süreçte ihmali olan kamu görevlilerinin peşine düştü.

Narlıdere cinayeti konusunda Büyüteç’te epeyce yazı kaleme aldım. Bu yazılardan bazılarında Büyükışık’ın yaşadıklarını kendi cümleleriyle aktardım.

Büyükışık, Dorukhan’ın yaşamını yitirdiği süreçte, kimi kamu görevlilerinin olayın gerçeğinin ortaya çıkmasını engelleyici tutum içinde bulunduklarını, bu satırların yazarına yeri geldiği zamanlarda anlattı hep.

Bu görüşünden de hiç geri adım atmadı.

Şimdi yakın döneme küçük bir dönüş yapalım. Büyükışık, kamu görevlilerinin cinayetin üstünü kapatılmasında mesai harcadıklarını tespit edip delillendirdikten sonra Adalet Bakanlığı ile İçişleri Bakanlığı üst düzey yöneticileri ile görüştü.

Görüştüğü yüksek dereceli bakanlık bürokratları arasında Emniyet Genel Müdürleri Mehmet AktaşErol Ayyıldız ve Mahmut Demirtaş ile Jandarma Genel Komutanları Orgeneral Arif Çetin ile Orgeneral Ali Çardakçı var.

Büyükışık, her görüşmesinde acısını bir kez daha yaşamak pahasına, 13 Mayıs 2018’de yaşanan cinayeti detaylarına kadar anlattı, muhataplarına.

Olay yerinin polis bölgesi olmasına karşın, Büyükışık’ın cinayet iddiasını yoğunlaştırması sonrasında mevcut deliller üzerinde teknik analiz yapmakla görevlendirilen jandarma personelinin delilleri kasıtlı olarak ortaya çıkarmadığı anlaşıldı.

Söz konusu jandarma personeli hakkında “gerçeğe aykırı bilirkişi raporu düzenledikleri” iddiasıyla Ankara Adliyesi’nde dava açıldı. Bu dava henüz sonuçlanmadı.

Ve bugünlere geldiğimizde, Narlıdere’de Tanyer Ailesi’ne ait inşaat alanında yaşamını yitirdiği ortaya çıkan Dorukhan’ın öldürülme olayının “üstünün örtülmesi” diğer deyişle “karartılması” amacıyla bazı savcılık ve emniyet mensuplarının çaba gösterdiği gün ışığına çıktı.

Hatta öyle ki, söz konusu kamu görevlilerinin bireysel olarak değil, ciddi organizasyon içinde hareket ettikleri tespit edildi.

Burada sözü Emekli Tümgeneral Ethem Büyükışık’a bıraktım:

“Oğlumun cansız bedeni bulunduktan sonra başlattığı çalışmalarda, olay yerinin polis sorumluluk bölgesi olması sebebiyle bazı emniyet personelinin süreçte yer aldığını ortaya koydum.

Özellikle kamera görüntüleri üzerinde yapılan ses ve görüntü analizlerinden, sonradan ortaya çıkan tanık ifadeleri ile cep telefonlarına ait kayıtları Emniyet Genel Müdürlüğü’ne teslim ettim.

Önceki Genel Müdür Erol Bey, hemen devreye girdi ve polis müfettişi görevlendirmesi yapıldı. Görevden ayrılana kadar takip etti süreci. Sonrasında da yeni Genel Müdür Mahmut Demirtaş’a giderek yaşananları anlattım. Bilgilendirme yaptım, hemen ilgili yöneticileri arayıp kendisine detaylı bilgi aktarılması talimatını verdi.

Bu arada, ilk başvurum sonrasında Emniyet Polis Başmüfettişleri, geçen yıl kasımda tamamladıkları dosyayı İzmir Cumhuriyet Başsavcılığı’na gönderdi. Ardından ikinci görevlendirme yapıldı. Ankara’dan gelen polis başmüfettişleri, savcılıktan tüm belge ve bilgileri resmi kanaldan alarak Ankara’ya döndü. Dorukhan’ın ölümünün aydınlatılmamasında sorumluluğu bulunan polisler yargı önüne çıkacak.”

İzmir Savcılığı’ndan İzmir Emniyeti’ne resmi yazı

Dorukhan Büyükışık’ın ölümünün araştırılması konusunda sorumluluklarını yerine getirmeyen polislerle ilgili İzmir Cumhuriyet Başsavcılığı, İzmir Emniyet Müdürlüğü’ne özel bir yazı gönderdi.

Memur Suçlarını Soruşturma Bürosu’nda görevli savcı imzasıyla 15 Ekim’de Hukuk İşleri ve Soruşturma Şubesi’ne gönderilen yazıda, aralarında dönemin Narlıdere İlçe Emniyet Müdürü İsmail Yalçın, dönemin Şehit Ayhan Tanrıverdi Polis Merkezi Amiri İsmail Köksal, Olay Yeri İnceleme Şube Müdürlüğü Büro Amiri Atakan Kaçar, aynı birimde Grup Amiri Deniz Asıcı başta olmak üzere Narlıdere İlçe Emniyet Müdürlüğü, Asayiş Şubesi Cinayet Bürosu ve Olay Yeri İnceleme Şube Müdürlüğü’nden çeşitli rütbe ve görevdeki polisler yer aldı.

Organize suç örgütü iddiasıyla soruşturma

Bu arada, polis başmüfettişlerinin süreçte sorumluluğu bulundukları iddiasıyla haklarında soruşturma yaptıkları polislerin, Türk Ceza Kanunu’nun (TCK) 220. maddesindeki “organize suç örgütü oluşturup faaliyette bulunmak” hükmüne göre yargılanacaklarına dikkati çekeyim.

Dorukhan Büyükışık’ın öldürülmesi dosyasında savcılık ile emniyetin koordineli çalıştığının altını çizeyim.

Dosyada adı geçen polislerin aynı zamanda idari çerçevedeki disiplin soruşturması da tamamlandı bu arada.

Emniyet kaynaklarından edindiğim bilgiye göre; soruşturmayı yürüten müfettişler, adları geçen 24 personelden dokuzu hakkında meslekten ihraç, maaş kesim cezaları ile kınama cezaları talep etti.

Dosyada yer alan dönemin Narlıdere İlçe Emniyet Müdürü İsmail Köksal ve Komiser Yardımcısı Hüseyin Vurucu’ya “meslekten çıkarma cezası” verilmesi teklif edildi.

Ancak polis müdürü Köksal’ın cezası, olayın işlendiği tarihten itibaren iki yıl içinde disiplin cezası verilmesini gerektiren mevzuat nedeniyle zaman aşımına uğradı!

Olaya adı karışan en üst rütbedeki polis müdürü olan Narlıdere İlçe Emniyet Müdürü Köksal ile Narlıdere Şehit Ayhan Tanrıverdi Polis Merkezi Amirliği’nde görevli Komiser Yardımcısı Hüseyin Vurucu’nun, Dorukhan Büyükışık’ın şüpheli ölümü ile ilgili, adli amiri konumunda bulunan Cumhuriyet savcısının olayın soruşturmanın amiri olduğu polis merkezine verildiği halde, Cumhuriyet savcısınca talimatlar verilmesine rağmen, olay yerindeki güvenlik kamera kayıtlarının tamamının izlenerek ve kayıt alınarak tutanak düzenletmediği ve ölen Dorukhan Büyükışık’ın olay yerine geldiğini gösteren kamera görüntülerinin olduğunu bildiği halde görüntü kayıtlarını aldırmayarak soruşturma dosyasına eklenmesini sağlamadığı tespit edildi.

Savcı, gerçek dışı evrak hazırlamış!

Polislerle ilgili bu gelişme yaşanırken, dosyanın adli boyutuyla ilgili ayrı süreç geliştiğini öğrendim.

Şöyle ki, baba Büyükışık, tıpkı polislerde olduğu gibi Dorukhan Büyükışık’ın dosyasından sorumlu yargı mensupları hakkında da Hakimler ve Savcılar Kurulu (HSK) nezdinde girişimde bulundu.

Dorukhan Büyükışık’ın cansız bedeninin bulunmasıyla birlikte başlatılan adli soruşturmada ilk üç yıl görev alan İzmir Cumhuriyet Savcısı Muhammed Doğramacı’ya yönelik HSK soruşturması başlatıldı.

Savcı Doğramacı hakkındaki soruşturmaya esas olan iddia, olay yeri inceleme ve ölü muayene tutanağına gerçek dışı bilgi yazmak! Diğer bir değişle sahte içerikli resmî belge hazırlamak.

Bu durumun tespitiyle birlikte Emekli Tümgeneral Ethem Büyükışık, Savcı Doğramacı hakkında HSK’ya suç duyurusunda bulundu.

HSK, suç duyurusuna karşılık olarak savcı hakkında soruşturma yürütülmesine izin verdi.

Büyükışık, adaletin tecellisini bekliyor

Narlıdere cinayetiyle ilgili edindiğim bilgiler sonrasında Büyüteç’i kaleme almadan önce baba Ethem Büyükışık’la telefona görüştüm.

Büyükışık, bir yıldan fazla sürede yaşanan gelişmelerin geldiği nokta nedeniyle, eskiye göre daha moralli. Ailesiyle birlikte adaletin tecelli etmesini beklediklerini ifade etti.

Dorukhan Büyükışık soruşturmasında olayın aydınlatılmasının önünü açan “kanun yararına bozma” işlemine imza atan Adalet Bakanı Yılmaz Tunç, yeri geldiğinde ülkedeki adalet sisteminden son derece memnun olduğu mesajlarını veriyor.

Ancak Tunç’un bu değerlendirmelerine karşın, sadece Büyüteç’te birbirine benzeyen ve ailelerin adalet beklediği epeyce olaya yer verdim.

Her yerde olduğu gibi adaletin uygulanmasında teori ile saha gerçeği pek örtüşmüyor zannımca.

                                                   /././

NetGSM olayına baktık: BTK Turkcell’e laf geçiremiyor mu?-Füsun Sarp Nebil-

NetGSM ya da başka bir MVNO firma güçlenirse, abonelerini yarın Turkcell'den alır, daha uygun servis fiyatı veren başka operatöre geçer. Turkcell'in ya da ülkemizdeki diğer iki operatörün algıladığı en büyük tehdit bu.

Şimdi yeni bir dosya açalım. 2-3 yazı içeren bu dosyanın konusu şu; acaba BTK tüketiciler lehine bir mobil telekom sektörü oluşmasının ne kadar arkasında duruyor? Şu andaki oluşmuş olan telekom pazarı tüketicilere ne kadar yarar sağlıyor? Ya da operatörlerin kazançlarına bakması doğal ama acaba kazanan sadece büyük operatörler mi oluyor, tüketicilerin yararı düşünülmüyor mu? Ya da düşünülmesi gereksiz mi oluyor?

Bu hafta mailbox'ım bir sürü okuyucu mektubu ile doldu. Hepsinde NetGSM konusu var. Bu şirket, ülkemizin işletmeye açılan ilk Sanal Mobil Operatörü (SMŞH - MVNO). Şubat ayında operasyona başladıklarında, "MVNO’lar Geleneksel Operatörler Tarafından Tehdit Olarak Görülüyor" demiştik. Okuyucu mektuplarını görünce, gerçekten de Turkcell'in NetGSM'i tehdit olarak gördüğünü düşünmeye başladım. Öyle ki; düşünün bu sektörün düzenleyicisi yani patronu olan BTK'nın 5 kasım tarihli "NetGSM'e servis vermeye devam et" kararını bile dinlemiyorlar.

Bu okuyucu mesaj ve maillerinden sadece 2 tanesini örnekleyeceğim; ilki bir kadın okuyucumdan. Canan Hanım şöyle diyor.

"Merhaba Füsun Hanım,

Yazılarınızı büyük bir ilgiyle takip ediyorum ve çok faydalı buluyorum. Ben de herkes gibi yalnızca cebime bakıyorum, geçinmeye çalışıyorum.

Uzun yıllar önce Turkcell ve sonra Türk Telekom abonesiydim, geçen ay NetGSM diye bir operatörden haberdar oldum. Hatlarımı netgsme geçirdim ve daha bir ay bile olmadan zam yaptılar.

Firma sahibinin açıklamasında siz bizi bitireceksiniz sonunda ve biz de kapanacağız mealinde şeyler söyledi. İlk defa ucuz bir paket buldum diye sevinirken, sevincim kursağımda kaldı. Onu da geçtim ya artık telefon çekmezse endişesine kapıldım, Allahtan taahhüt yok, istediğim zaman başka operatöre geçebilirim.

Şimdilik telefon çekiyor ama ya çekmezse ve ortada kalırsam diye düşünüyorum. Siz bu konuları daha iyi değerlendirebilirsiniz, Turkcell BTK kararına uymadığı için bu durum olmuş diye yazıyor internet haberlerinde. Ben sadece bütçemi düşünerek ne güzel uygun fiyatlı tarife diyerek geçtim NetGSM’e ama şimdi ne olacak bilmiyorum.

CİMER'e şikayet yazın diyor aradığımda, sonuçta bu yavaş bürokraside işler ne zaman düzeltilir emin olamıyor insan. Haberleşme ve internet bu kadar pahalı olmamalı, bilinen telekom operatörleri herkesi kendilerine mecbur bırakıyor ve buna bir çözüm bulunamıyor.

Geçtiğimiz aydı sanırım, ulaştırma bakanı bizim tarife fiyatlarında yapabileceğimiz birşey yok, herkes kendi tarifesine baksın, ona göre artış yapılıyor dedi. Bir bakan bile söz geçiremiyorsa bu operatörlere, ben CİMER’den şikayet etsem ne yazar?

Aşırı sinirliyim. Vaktinizi daha fazla almak istemem, sadece benim başıma geleni sizinle paylaşmak istedim.

İyi çalışmalar diliyorum. Saygılarımla,"

İkinci ilginç mesajda ise şöyle yazıyor;

Füsun Hanım merhabalar. Yazılarınızı ara ara takip ediyorum. Benim de ilgimi çeken ilginç konulara çok güzel bir şekilde değiniyorsunuz.

Belki benim de başıma gelen Turkcell vs NetGSM ile ilgili konudan haberdarsınızdır. Değilseniz de bir pas atmak isterim. Özetle paylaşımımda belirttiğim konunun detayını belki siz daha iyi bileceksinizdir.

Saygılarımla,”

Devamlı okuyucularım bilir, bu tür olaylarda taraflara soru gönderirim. Turkcell'e, BTK'ya (“Almadık” diyorsanız, belirteyim; Mail geri döndü), Telkoder'e, NetGSM'e ve Tüketiciler Birliğine çeşitli sorular gönderdim. Turkcell ve BTK itinayla sorulardan kaçıyor. Aynen AKP iktidarının hoşuna gitmeyen suallerden kaçması gibi.

Ama Telkoder, Tüketiciler Birliği ve NetGSM bazı şeyler söyledi. Bunları yarın yayınlayacağım. Ama kısaca benim gördüğüm olaya göre ne olup bittiğini anlatayım;

Türkiye'de SMŞH Lisansı’na sahip 43 firma var ama çalışamıyorlar

SMŞH (sanal mobil şebeke hizmetleri) ya da MVNO (mobile virtual network operator) olarak kısaltılan cep telefonu işletmeciliğinin özü şu: Bir ülkede çalışan mobil operatörlerin kurduğu şebekelerdeki âtıl kapasiteyi dolduracak daha küçük ve pazarlama açısından güçlü sanal operatörler olabilir mi? Buradaki mantık şu; büyük operatörlerin manevra kabiliyetleri düşüktür. Ama onların mevcut şebekeleri ile pazarlama açısından güçlü, manevra kabiliyeti yüksek küçük operatörler de desteklenmelidir.

Bunun avantajları şunlardır;

1-Tüketici daha düşük fiyatlı ve çeşitli hizmet alabilir

2- Operatör atıl kapasitesini doldurur

3- Küçük operatörler de para kazanır

Ama Türkiye'de 2005'lerde başlayan SMŞH lisanslama hikayesi, peki çok firmanın ilgisini çekmişti. Lisanslar 2009'lardan bu yana veriliyor. Şu anda 43 tane SMŞH lisansına sahip firma var. Ama hiçbirisi çalışamıyor. (Neden? Çuvaldızı batıralım, tüketicinin de sesi çıkmıyor çünkü.)

İşletmeye açılan ilk ve tek SMŞH, NetGSM de 2009'dan bu yana çabalıyordu.  2016'da bu konuda bir haber yapmışız. Ama olmamış. Ta ki lisans aldıktan tam 15 yıl sonra, NetGSM en sonunda açılabilmiş.

Ama o da nesi, açıldıktan 9 ay sonra "sözleşmesi sona erdi" ifadesi ile kapatılmış.  

Şimdi kullanıcılar isyan ediyorlar ve yazıyorlar ama bana değil, BTK'ya ya da mahkemelere gitmeleri lazım. Çünkü Turkcell anlaşılan NetGSM'den bir tehdit algılıyor.

Ne tehditi derseniz, durum şu; aslında Turkcell, sadece kendi aldığı abonelerden değil, toptan servis sattığı NetGSM'den de para kazanıyor. Ne kadar kazanıyor bilemiyoruz. Ama servis verdiği için para alıyor. Belki başka operatörlerden müşteri de kazanıyor. (NetGSM'in daha uygun fiyatına sadece Turkcell değil, başka operatörlerden de geçen oluyordur.) Ama sorun şu; eğer NetGSM ya da başka bir MVNO firma güçlenirse, abonelerini yarın Turkcell'den alır, daha uygun servis fiyatı veren başka operatöre geçer. Turkcell'in ya da ülkemizdeki diğer iki operatörün algıladığı en büyük tehdit bu.

Ancak operatörler için tehdit olan bu durum, tüketici hakları için önemli. Çünkü rekabet oluşacak ve operatörler bugün tüketicilerin canlarını yakan fiyatlarını bu kadar rahat veremeyecekler. Canan Hanım'ın yukarıya aldığım ifadesine yakından bakın ne diyor:

"Haberleşme ve internet bu kadar pahalı olmamalı, bilinen telekom operatörleri herkesi kendilerine mecbur bırakıyor ve buna bir çözüm bulunamıyor."

Bu noktada BTK'ya soru sormamız lazım. Acaba pazar niye bu hale geldi. Hem internette hem ses trafiğinde... Yani insanlar neden istediği -daha ucuz veren- bir operatör bulamıyor. Neden tüketiciler pahalı servislere mahkum?

Bu konu detaylı bir olay. Anlaşılması da zor olabilir. Bu nedenle 2-3 yazıya bölüyorum. Yarın farklı yönden bazı hususları aktaracağım.

                                                              /././

Artık kabullensek iyi olur, sosyal medyaya hapsedilmiş sefilleriz!-Tuğçe Tatari-

Haber verme, haber alma hakkı elden alınmış, ülke rejim değiştirmiş, açsın açıktasın ama sen hâlâ kim hangi konuda ne dedi ne demedi takibindesin. Sosyal medya etkili bir iletişim aracıdır kabul… Ama sen ‘göstermelik tepki’ ile ülke kurtaramazsın kardeşim. Zaten böyle böyle kaybettin elinde avucunda olanı… Biz bu saçları tweet atarak tepki verme hobisiyle beyazlatmadık!

Yapay zekânın gözünden "sosyal medyaya hapsolmak"

Siz de bir süredir ‘sosyal medya öğretmenlerinden’ ve size sürekli ders verircesine parmak sallayanlardan, hangi olayda, hangi faciada, hangi cinayette, hangi pislikte sosyal medyada vardınız/yoktunuz yoklaması tutanlardan bezdiyseniz, buyurunuz, bu yazı sizin için yazıldı.

Her şeyden önce netleştirelim, bizler yani Türkiye Cumhuriyeti vatandaşları, demokratik haklarımızın neredeyse tamamını kaybetmiş bulunmaktayız.

Kaygılanmadan sokağa çıkamaz, yutkunmadan mikrofona konuşamaz, eyleme gidemez, yüksek dozda eleştiriler yapamayız…

Bu hakları zaman içerisinde bizim elimizden yavaş yavaş, farenin ısıracağı yere üflemesi gibi uyuştura uyuştura aldılar, biz de izledik…

Biz dediğime bakmayın, asla o izleyen kesimde bulunmadım, çok şükür. Aksine, arşive bakarsanız ‘haklarımızı elimizden alıyorlar, seyirci kalmayalım, uyanalım’ temalı onlarca yazıma kolayca ulaşabilirsiniz.

Biz haklarımızı kaybettikçe onlar da bizi sosyal medyaya hapsetti.

O da bedelsiz değil elbette, baksana adam tweet attı diye tutuklanıyor -X attı mı demek lazım artık- o da muamma!

Ev hanımları Facebook paylaşımlarından gözaltına alınıyor.

Bildiğiniz konular işte, içinde her an kelle koltukta hissi ile yaşıyoruz.

Tüm bu hak, hukuk, adaletsizliğin tüm bu psikopat, sapkın, ruh hastasının, tüm bu zamane aydınlığından nasibini almamışların, tüm bu baskının, tüm bu ‘ah be daha başka topraklarda doğacaktık’cılığın içinde arkana bakmadan evine yürüyemeyecek kadar güvensiz, kapı komşuna bile şüpheyle bakacak kadar paranoyaklaşmışlığın arasında eksik olan tek bir şey vardı…

O da neredeyse adeta bir meslek olarak karşımızda dimdik duruyor!

Nedir o; sosyal medyada gezinip sağa sola kurulan kadınlı erkekli insanlarımız. Kınama üstadı olmayı kendileri seçmiş, benimsemiş.

Gündemde ne varsa onu ilgilendiren, üzen, acıtan, şayet sen o konuda paylaşım yapmamışsan, işi gücü bırakıp sana ders vermeye kalkıyorlar.

Mesela diyor ki “Nasuh Mahruki’nin tutuklanmasına ses çıkartmayanlar bu ülkenin evladı değildir…” Böyle büyük büyük cümleler…

Bakınız, eskiden de eylemlere geleni gelmeyeni takip eden bir minik kitle vardı.

Sonuçta biz bu saçları tweet atarak tepki verme hobisiyle beyazlatmadık!

Sosyal medya bir araçtır kabul ediyorum.

Çok da etkili bir iletişim aracıdır, sonuna kadar kabul…

Ama sen ‘göstermelik tepki’ ile ülke kurtaramazsın kardeşim.

Zaten böyle böyle kaybettin elinde avucunda olanı…

Artık bir miktar uyanalım, sosyal medyaya hapsedildiğimizi kabul edelim. Hapsedilmiş milyonlar orada sadece birbirimize göstermelik ‘duyar’ mecburiyeti kuralı olsun istiyoruz şimdi.

İçimiz mi rahatlayacak, soğuyacak mıyız, derdimiz mi çözülecek?

A ama durun, şayet o duyar Instagram’da yapılmadıysa şu arkadaşı linçleyelim, gibi de yürüyor düzen, komik ama değil de aslında, çünkü gerçek.

Basının haber verme, vatandaşın haber alma hakkı elinden alınmış, ülke açıktan rejim değiştirmiş, ‘etki ajanı’ ilan edilmen an meselesi, açsın açıktasın, hiçbir güvencen kalmamış ama sen hâlâ kim hangi konuda ne dedi ne demedi takibindesin, insan tabii biraz sinir de oluyor sana, ne yalan söyleyeyim.

Victor Hugo’nun ünlü eseri Sefiller’i okuduğunuzu varsayıyorum…

1862 yılında Fransa üzerine yazılmış bir eser, şu anda Türkiye’de çok daha beter, pislik bir hâliyle sahneleniyor.

Ne Paris’in o güzel binaları-sokakları, ne bohemi, ne de -istisnalar dışında- entelektüelleri var.

Üstelik sadece yoksulluğun ve adaletin yoksunluğuyla da sınırlı kalmıyor bizim sefaletimiz.

Biz çocukları ve kadınları katledenlerle aynı ülkede yaşıyoruz.

Hayvanları öldüren, tohuma, toprağa zehir katanlarla aynı havayı soluyoruz.

Dolandırıcılar, psikopatlar, yağmacılar, mafya kol geziyor sokaklarımızda…

Surların tepesinden bir genç kadının kafası kesilerek ayaklarımızın dibine fırlatılıyor bir futbol topu gibi…

Ve biz hiçbir şey yapamıyoruz, şu acizliğimize bakın!

Çocuklara tecavüz ediyorlar, öldürüp gömüyorlar, biz izliyoruz, felaket bir işkence bu…

Biz 2025 yılında Sefiller adlı başyapıtın bin beterini, üstelik duruma dair o ayarda yapıtlar üretemeden, pek bir halt üretemeden yaşıyoruz gidiyor…

Kimisi de takmış hâlâ sosyal medyada kim ne demiş ne dememiş? Neden daha fazla insan bu konuda tepki vermemiş, sosyal medya paylaşımı yapmamış falan filan…

Her parçalanmış kadın bedenine, her öldürülmüş çocuğa, her tutuklanan masuma, her açlıktan ölene, arkasından bir iki paylaşım yapıp geçmeyi reva görenlere esas o parmak sallanmalı diyorum ben de.

Benim bu sosyal medya duyarı arsızlığından midem bulanıyor.

Misal, 22 haneli bir köyde başına ne geldiğini tam olarak bilemediğimiz Narin’in sosyal medya aracılığıyla cesedi üzerinde tepinilmesinde de tıpkı böyle midem bulanmıştı.

N’olur uyanın artık!

Bittik, yolun sonundayız!

Konu ‘duyarlı’ görünmek filan değil.

Konu gerçekten duyarlı olmak ve kaybettiğimiz hakları geri almaktır aslında…

Konu ‘mış’ gibi yaparak yırtılacak gibi değil.

Konu çok ciddi!                               /././

Vergi yükü hususunda Şimşek’in dediği yerde miyiz?-Murat Batı-

Ülkemizde devlet eliyle birçok servet unsurundan vergi alınmamaktadır; kripto varlıklardan, borsadan vs. Bazı alanlar ise yeterli denetim olmadığı için zaten kayıt dışındadır. Kayıt dışı iş yapanla kayıtlı iş yapan sizce aynı tazyiki mi hissedecek?

Geçenlerde Hazine ve Maliye Bakanı Mehmet Şimşek “Ülkemizde vergi yükünün yüksek olduğu algısı gerçeği yansıtmıyor. Toplam vergi yükü sıralamasında yüzde 20,8 ile 38 OECD ülkesi arasında en düşük vergi yüküne sahip üçüncü ülkeyiz” şeklinde bir açıklamada bulundu.

Gerçekten de dediği noktada mıyız? Bunu anlamanın yolu OECD verilerine bakmamız sonrasında da azcık mevzuyu irdelemekten geçmektedir.

Vergi yükü güncel oranlarını OECD, 21 Kasım saat 11:00’de kendi web sayfasında yayımladı. Bu verilere bakmadan önce isterseniz gelin öncelikle vergi yükü kavramını ardından da OECD’nin yayımladığı güncel verileri analiz edelim ki Bakan Şimşek’in haklı olup olmadığını anlayalım.

Nedir vergi yükü?

Vergi yükünün çok fazla türü bulunmakla birlikte özellikle toplam vergi yükü ve bireysel vergi yükü konumuz açısından önem arz etmektedir. Toplam vergi yükü, devletin topladığı vergilerin gayrisafi yurtiçi hasılaya oranını; bireysel vergi yükü ise bir kişinin ödediği vergilerin kendi geliri içindeki payını ifade eder. Daha basit bir ifadeyle ödenen vergilerin gelir içindeki paya vergi yükü denilir.

Bu çok matematiksel bir yaklaşıp olup aslında kişilerin ne hissettiği hususunu pek barındırmaz. Şöyle ki düşük gelirli ile yüksek gelirli kişilerin ödenen bu vergiden etkilenme dereceleri birbirinden farklıdır.

Çünkü vergi esas itibariyle bir yüktür ve yükümlüler bu yükü hissederler. Yükümlülerin duyduğu yüke vergi tazyiki denir ki buna subjektif vergi yükü adı da verilir. Vergi tazyikini yani subjektif vergi yükünü anlamak için önce verilere bakalım ardından değerlendirelim.

Gelir İdaresi Başkanlığı’nın kendi web sayfasında yayımladığı tabloda 2002-2023 yılı vergi yükleri görülmektedir. Bu hesaplamada sosyal güvenlik ödememeleri bulunmamaktadır.

*Vergi gelirleri rakamları mahalli idare ve fon payları ile red ve iadeler dahil tutarlardır.

Yukarıdaki tabloda da görüldüğü üzere vergi yükü her geçen yıl farklı bir seyir göstermektedir. Hatta gayrisafi yurtiçi hasıla hesaplamalarından dolayı her yıl geçmiş yıl GSYİH değerleri değiştiğinden oranlar da değişmektedir/düşmektedir. Örneğin bu tablodaki vergi yükü oranları Haziran 2024’e oranla yaklaşık binde iki oranında düşüş göstermiş.

2002 yılından 2023’e kadar vergi yüklerine bakıldığında ortalama toplumsal vergi yükü en düşük %18 ile 2002 ile 2022 yılı, en fazla olduğu yıl(lar) ise yüzde 20,2 ile 2010, 2011, 2013 ve 2016 yılıdır.

OECD verilerine göre neredeyiz?

Vergi yükü güncel oranlarını OECD, 21 Kasım 2024’te kendi web sayfasında yayımladı. Bu veriler, sosyal güvenlik primlerinin de eklenmiş olan değerlerdir.

Aşağıdaki tabloda görüldüğü üzere 2023 yılı için yüzde 43,8 ile Fransa lider konumdadır. Avusturya ve İsveç, Fransa’yı takip etmektedir.

Meksika, yüzde 17,7 ile en düşük vergi yüküne sahip ülke konumundadır. Ardından yüzde 20,6 ile Şili, İrlanda 21,9, Kolombiya ise 22,2 ile en altta yer almaktadır. Türkiye’nin oranı ise yüzde 23,5’tir. Türkiye’den daha düşük orana sahip dört ülke bulunmaktadır; Meksika, Şili, İrlanda ve Kolombiya.

Bizde oran neden düşük?

Öncelikle 2023 yılında vergi yükünün OECD ortalaması yüzde 33,9; bizim ise yüzde 23,5’tir. Yaklaşık on puanlık bir fark var. Yani bu fotoğrafa göre Bakan Şimşek’in söylemi kesinlikle doğru.

Çünkü yukarıdaki tabloya bakınca gerimizde sadece dört ülke var. Matematiksel olarak bu fotoğraf umut vermektedir. Bu arada ben de Bakan Şimşek gibi düşünüyorum çünkü tablo ortada.

Ancak bu resme biraz daha detaylı bakınca yani matematiksel verilerden uzaklaşınca hatta vergi sosyolojisi/psikolojisi kadrajından resme bakınca çok farklı parametrelerin olduğu görülebilmektedir. İşte Şimşek’in belki de görmek istemediği şeyler bu perdenin altındadır.

En önemlilerinden bir tanesi vergi tazyiki mevzusudur. Yani ödenen vergilerin yurttaşlarda gerçekte hissettirdiği yüktür. Bunu şöyle anlayalım;

Gelir vergisi açısından

2024 yılının ilk on ayında 1 trilyon 176 milyar lira gelir vergisi tahsil edilmiş. Gelir vergisi ödemek zorunda olanlar ise tüccarlar, avukatlar, doktorlar, mali müşavirler, faiz kazancı elde edenler, kira geliri elde edenler, ücretliler ve çok daha fazla meslek gruplarıdır. Bunların büyük bir kısmı gelirlerini yıllık beyanname ile beyan ederler ve vergilerini öderler. Ücretliler, iş yeri kira geliri elde edenler, faiz elde edenler vs. de stopaj yoluyla vergilendirilirler. 2024 yılının ilk on ayında tahsil edilen 1 trilyon 176 milyar liranın yüzde 6’sı yıllık beyanname verenlerden; yaklaşık yüzde 93’ü ise stopaj yoluyla alınmış. Bunun ne kadarı ücretlilerden alındığı pek belli değil. Daha basit bir ifadeyle gelir vergisi ağırlıklı olarak ücretlilerden alınmaktadır. Bu nedenle stopaj yoluyla vergi alınanların hissettiği yükü varın siz tahmin edin. İşte bu hissedilen subjektif vergi yüküdür yani vergi tazyikidir.

Dolaylı vergiler açısından

Gelir elde ederken ödenen vergiler son vergiler değil. Bundan sonra sokağa çıkan biri attığı her adımda KDV ve çoğu zaman ÖTV de ödemektedir. Markette yaptığı alışveriş, benzin, tütün, elektrik, doğalgaz, su, telefon vs. saymakla bitmeyen şeyden KDV ve çoğu zaman ÖTV de alınmaktadır. Gümrük vergisi, BSMV, özel iletişim vergisi vs. de cabası elbette.

Burada ise şöyle bir sorun bulunmaktadır; yüksek gelirli biri evini ısıtırken doğalgaz kullandığında doğalgazdan KDV ve ÖTV ödemekte, düşük gelirli de evini ısıttığında aynı tutarda doğalgaz harcarsa yüksek gelirliyle aynı ÖTV ve KDV’yi ödemektedir.

Ancak düşük gelirlinin bu vergiden dolayı hissedeceği yük elbette daha fazla olacaktır. İşte vergi tazyiki dediğimiz husus tam olarak budur. Dolaylı vergilerin, toplam vergi hasılatı içindeki payının son 16 yılın ortalaması yaklaşık yüzde 66 kadardır. Varın gerisini siz yorumlayın.

Kurumlar vergisi açısından

Bankalar, holdingler, anonim, limitet şirketler vs. elde ettikleri kazançlardan yüzde 25 veya 30 kurumlar vergisi ödemektedirler. Ancak son altı yıl ve 2024’te tahsil edilecek kurumlar vergisinin toplam vergi hasılatına oranının ortalaması yüzde 15,29’dur. Ücretlilerden alınan vergiden daha düşük tutardadır. Sizce bu durumda vergi tazyikini kim daha fazla hissedecek; ücretliler mi yoksa kurumlar mı? Karar sizin.

Kayıt dışılık açısından

Ülkemizde devlet eliyle birçok servet unsurundan vergi alınmamaktadır; kripto varlıklardan, borsadan vs. Bazı alanlar ise yeterli denetim olmadığı için zaten kayıt dışındadır. İşte kayıt dışı iş yapanla kayıtlı iş yapan sizce aynı tazyiki mi hissedecek? Yorum sizin…

Ayrıca vergi yükünün düşük olması, kayıt dışılığın varlığının da başka bir göstergesidir.

Ezcümle

Matematiksel olarak vergi yükü OECD ortalamasının çok altında bu sevindirici ama yukarıda bahsettiğim nedenleri ise ziyadesiyle üzücüdür.

                                                           /././

Çocuk Esirgeme Kurumu'ndaki iki çocuğa kötü muamele: Soruşturma başlatıldı, koruma altına alındılar -Cengiz Anıl Bölükbaş-
Gaziantep Sosyal Hizmetler İl Müdürlüğü’ne bağlı Çocuk Esirgeme Kurumu’nda kalan 5 ve 6 yaşındaki iki çocuğun vücudunun çeşitli bölgelerinde görülen yara izleriyle kötü muameleye maruz kaldıkları anlaşıldı. Çocuklar, yaraları Çocuk Esirgeme Kurumu'ndaki öğretmenlerinin yaptığını söyledi. Çocukların eğitim için gittiği okuldaki rehber öğretmenlerinin yaptığı ihbar üzerine Gaziantep Barosu, Gaziantep Cumhuriyet Başsavcılığı’na suç duyurusunda bulundu. Başsavcılık konuyla ilgili soruşturma başlatırken, çocuklar koruma altına alındı.(https://t24.com.tr/haber/cocuk-esirgeme-kurumu-ndaki-iki-cocuga-kotu-muamele-sorusturma-baslatildi-koruma-altina-alindilar-,1198363)

                                                              ***

Fatih Altaylı: Mutlu olun, Pakistan ve Sudan'dan iyiymişiz
Gazeteci Fatih Altaylı, Dışişleri Bakanı Hakan Fidan'ın AB üyesi ülkeler ile Türkiye arasında vize sorunu bulunmadığına yönelik açıklamasına işaret ederek, "Schengen ülkeleri birbirinden vize istemiyor. Schengen ülkeleri ABD vatandaşlarından da vize istemiyor. Bizden daha yüksek oranda ret alan ülkelerden kasıt kim! Pakistan, Afrika ülkeleri, Çin, Hindistan, Rusya. Sayın Bakan’a göre şükretmeliyiz, bu ülkelerden iyiyiz" diye yazdı.(https://t24.com.tr/haber/fatih-altayli-mutlu-olun-pakistan-ve-sudan-dan-iyiymisiz,1198293)

                                                             ***
(T-24)

                                                       




Hiç yorum yok:

Yorum Gönder