Muhammed’in 117 cenazesi, ABD’nin B52’leri var-Akdoğan Özkan-
Gazze’de 118 kişilik bir sülalenin ayakta kalan tek üyesi Muhabbed Nebil, İsrail bombardımanlarında hayatını kaybeden 117 akrabasını aynı gün enkaz altından çıkarıp toprağa vermenin acısını yaşarken ABD’nin B52 stratejik bombardıman uçakları da İsrail’e destek için bölgeye geldi.
İsrail ordusu, şiddetli saldırılar altında tuttuğu Gazze Şeridi'nin kuzeyindeki Beyt Lahiya kentinde zorlu hayat şartlarıyla karşı karşıya bıraktığı Filistinlileri bölgede çalışır durumda tutulan son hastaneyi de bombalayarak göçe zorlarken geride kalanlara büyük acılar tattırıyor. Bunlardan birine El Cezire muhabiri Enes el Şerif’e konuşurken, Youtube üzerinde denk geldim. Adı Muhammed Nebil İsa Bereket Ebu Nasır. İsrail güçleri ona aynı acıyı 117 kez tattırmış.
Muhammed, dört haftadır İsrail askerlerinin kuşatması altında olan Beyt Lahiya’da çaresizliğin en koyusu içinde hayatta kalma savaşımı veren Filistinlilerden birisi sadece. Muhammed’i, diğer Filistinlilerden ayıran, soy, hısım, akrabalık ilişkisiyle bağlı olduğu yakınlarından toplam 117 kişinin cansız bedenini enkaz altından çıkararak toprağa vermek zorunda kalmış olması.
Röportajda bombardımanlar ardından yaşadıklarını şöyle anlatıyor Muhammed : “Sivil savunma ekiplerine de sağlık hizmetleri personeline de haber verdik ancak yoğun bombardımandan ötürü hareket edemediklerini ve gelemeyeceklerini söylediler. Ailemin, amcalarımın, kuzenlerimin cenazelerini, toplam 117 aile üyesini enkazdan çıkardım. Neyse ki diğer mahalle sakinleri destek verdi bana. Onları buradaki iki ayrı toplu mezara gömmek durumunda kaldım.”
Bütün sülaleden geriye sadece kendisinin hayatta kaldığını söylüyor Muhammed. Bir tek o yaşıyor artık. Tarihte aynı gün 117 cenazesini birden enkazdan alıp toprağa veren başka biri var mıdır, bilmiyorum. İsrail Muhammed’in daha ne kadar yaşamasına izin verir, onu da bilmiyorum. Belki acısını olabildiğince çok insana anlatsın ve ibret olsun diye yaşamasına izin verecek, hiç bilmiyorum. Ama bildiğim bir şey, bu kıyım karşısında kendisini bu denli beyhude hisseden insanlar olarak hiçbir şey yapamamanın utancının vicdan sahipleriyle çok uzun yaşayacağını sanıyorum.
Bu arada kendisiyle röportaj yapan El Cezire muhabiri Enes el Şerif de İsrail’in Cebeliye mülteci kampına düzenlediği bombardımanlarda babasını kaybetmiş. El Cezire’nin 7 Ekim’den bu yana İsrail saldırıları altında akrabalarını yitiren dördüncü muhabiri Enes. Ailesini güvenli olmadığı için bölgeden tahliye edip yakınlardaki bir Birleşmiş Milletler (UNRWA) okuluna yerleştirmişler. Ancak 65 yaşındaki baba sağlığı evini terk etmeye elvermediği için geride kalmış. Ve geçen pazartesi günkü bombardımanlarda baba hayatını kaybetmiş.
Ve tabii onunla birlikte çok sayıda çocuk da.
1 yaş altı 786 çocuk
Geçen gün BM’nin Avustralyalı bir uzmanının basın toplantısında ağzından duydum şu rakamları: “Gazze’de 13 bin 319 çocuk İsrail askerleri tarafından öldürüldü. Bunların 786’sı 1 yaşının altında. Çocuklar değil terörist olan, İsrail!”
Filistin Sağlık Bakanlığının iki gün önce yaptığı açıklamaya bakılırsa, 7 Ekim 2023'ten bu yana Gazze'de öldürülen Filistinlilerin sayısı ise 43 bin 314'e yükselmiş. Yaralıların sayısı ise 102 bin 19.
İsrail ordusunun bombardımanlarda yaralanan çocukların ilaç ve tıbbi malzemelere erişimini engellemek için de bir çabası var. Bunun için Gazze’deki Kemal Advan Hastanesi’nin Dünya Sağlık Örgütü’nden geçtiğimiz günlerde aldığı ilaç ve tıbbi malzemeleri sakladığı üçüncü katını dahi bombaladı İsrailliler.
1949'da imzalanan ve 1950'de yürürlüğe giren Dördüncü Cenevre Sözleşmesi, savaş bölgelerinde ve işgal altında yaşayan sivilleri korumayı taahhüt ediyordu. İsrail hükümeti Dördüncü Cenevre Sözleşmesi’ni imzalamasına rağmen parlamentosu yasal olarak sözleşmeyi onamamıştı. Dolayısıyla İsrail hükümetinin yerine getirmediği sorumluluğu, 1948 sonrasında yerlerinden yurtlarından edilmiş Filistinlilere sağlık, eğitim ve diğer temel hizmetleri kapsayan birçok alanda hizmet ve koruma sağlama misyonunu Batı Şeria, Gazze, Ürdün, Lübnan ve Suriye’deki 18 binden fazla çalışanı ve ofisiyle Birleşmiş Milletler Yakın Doğu'daki Filistinli Mültecilere Yardım ve Bayındırlık Ajansı (UNRWA) veriyor.
Bir anlamda, UNRWA İsrailli vergi mükelleflerinin son 64 yılda milyarlarca dolar tasarruf etmesini sağlamış da bir örgüt. Ama onların da bu çabası karşılıksız (!) kalmıyor. İsrail, Filistinli mültecilere hizmet vermek üzere Birleşmiş Milletler Genel Kurulu tarafından yetkilendirilmiş tek kuruluş olan UNRWA’yı da hedefe koymuş durumda. 7 Ekim 2023’ten 2024 Eylül’üne kadar İsrail askerleri tarafından öldürülen BM personeli sayısı 212.
Aslına bakarsanız Beyt Lahiya ile Meşru Beyt Lahiya bölgeleri Gazze Şeridi'nin kuzeyinde bölgenin sakini ve yerinden edilmiş Filistinlilerin tutunmaya çalıştığı son yerler arasındaydı. Şimdi orası da Filistinlilerden “arındırılıyor.”
Daha önce dile getirdim, bir kez daha ifade edeceğim:
Tarihte bir ülkenin yüzde 80’inin yok edildiği, nüfusun yüzde 100'ünün yerinden edildiği ve ölümlerin yüzde 50'sinin çocuklardan oluştuğu başka bir savaş yaşandı mı, bilmiyorum. Ama bizim tanık olduğumuz ilk! Ve bunun soykırımdan daha doğru bir tanımı da yok, sanıyorum.
Lübnan’daki “ağır” ilerleme
Bu arada, herkes İsrail ordu birliklerinin Gazze’de olduğu gibi Güney Lübnan’da da ağır ilerlediğini söylüyor. 50 bin civarında İsrail askerinin Lübnan sınırını sadece birkaç km kat edebilmiş olmasında Hizbullah’ın sağlam bir direniş sergiliyor olmasının payı büyük elbette. Ancak İsrail askerlerinin kara harekâtında “ağır kalmasının” temel bir başka sebebi olduğu kanısındayım: İsrail ordu birlikleri Hizbullah güçlerinin mevzilerini bularak onları tecrit ya da imha etmeye dönük bir operasyon yürütmüyor Lübnan’ın güneyinde. İsrail ordu birliklerinin bir tane hedefi var: Gazze’de olduğu gibi Lübnan’ın güneyinde taş üstünde taş bırakmamak.
Beldeleri, mahalleleri, kampları, köyleri en küçük yerleşimine dek yerle bir ediyorlar ki, o bölgedeki insanların dönecek bir yeri kalmasın. Kimse, evim, okulum, hastanem, camim, kilisem diyemesin bir daha. O coğrafyanın tüm sivil yapıları yok olsun ve geride kalanlar yaşadıkları toprakların topoğrafyasını bile hatırlayamasınlar! Gerektiğinde kolayca ilhak edilebilsin.
Tarih bu zulmü yaşatanları olduğu kadar bu zulüm karşısında susanları ve silahların susmasını sağlamaya çalışıyor gibi yapanları cezalandıramayabilir, ya da biz görmeyebiliriz belki ama mutlaka hatırlayacak!
Bütün bunlar yaşanırken ABD Merkez Komutanlığı (CENTCOM), “Minot Hava Kuvvetleri Üssü'nün 5. Bombardıman Filosu’ndan kalkan B-52 Stratofortress stratejik bombardıman uçaklarının Orta Doğu’ya ulaştığını” geçen gün duyurdu. Daha önce, İran'ı kendisini vuran İsrail'e karşı başka bir misilleme saldırısı başlatmaması konusunda uyaran ABD’ye nükleer ve konvansiyonel saldırı kabiliyeti sağlayan uçaklar bunlar. Sekiz jet motora sahip B-52’ler, uzun menzilleri, yüksek görev kabiliyeti oranları, geniş yük kapasiteleri ve hem nükleer hem de konvansiyonel hassas silahları uzaktan kullanma yetenekleriyle biliniyorlar.
Biz onları Vietnam, Kamboçya ve Laos’taki halı bombardımanları ve napalm operasyonlarıyla hatırlıyoruz.
İsrail şimdi daha bir güvenle sürdürebilir işgal operasyonunu!
/././
‘Yenidoğan' skandalına sahne olan düzen nasıl kuruldu; sağlık sektöründe yaşananlar, sorular, cevaplar -Dr. Rukiye Ekenler-“Zor zamanlardan geçiyoruz…”
90’larda, öğrenciliğimde, siyasetle tanıştığım öğrenci derneğindeki çalışmalarımdan beri en çok duyduğum cümle budur: “Zor zamanlardan geçiyoruz.”
Yine öylesi bir zamandayız.
İnsan aklının sınırlarının ne kadar büyük olduğunu biliriz. Hele globalleşme ve teknolojik gelişmelerle birlikte insan aklının daha fazla bilgiye, sese, görselliğe ulaşabildiğini de biliriz. Ancak bu bilgileri daha nasıl kullanacağımızı bilemiyoruz, çaresiz kalıyoruz ve her zamanki gibi halimizi içindeki tanrıya, vicdanına bırakıyoruz.
Haftalardır kâbus gibi çöken “yenidoğan çetesi” haberleriyle hayatımız alt üst oldu. Ancak her zamanki gibi olayı bireysel ve sorunlar üzerinden sorguluyoruz. Görünenin arkasındakini göremiyor, nefret dilinden kurtulamıyoruz; bir vahamet var, bundan dolayı da sistem denilen aygıtın eksikliklerini gözden kaçırıyoruz.
Geçen hafta bu kaygılarla bir yazı yazdım, bunu kamuoyuyla paylaşmıştım. Sonrasında İlke TV’ye çıktım, kavramların doğru kullanılması gerektiği söyledim, tekrar etmekte yarar var:
Bilgilendirme yapılırken nefret dilinden, kamuoyunda infial yaratabilecek söylemlerden uzak durulması gerektiğini, konunun hassas olduğunu, eğer doğru cümleler kullanılmaz ve süreç doğru yönetilmezse sağlıkçıya şiddetin boyutunun artacağını, kaygılı toplumun kaygılarının vahim boyutlara ulaşacağını ve zaten para ilişkisi içinde iyiden iyiye yıpranmış, yaralanmış hasta-hekim ilişkisinin daha zora gireceğini, daha zor durumlarla karşı karşıya kalacağımızı ifade etmiştim.
Gene aynı kaygılarla yazıyorum.
Hâlâ yoğun bakımda aktif olarak çalışan bir hekim olarak son iki haftadır yaşanmışlıklarım üzerinden yazıyorum. Tüm bu kaygılarımı somutlaştıran şeyler yaşadığım için yazıyorum.
Bir kez daha siyasetçileri, basını ve bu konuda konuşan herkesi sağduyuya davet ediyorum. Sadece profesyonel kimselerin konuşması gerektiğini bir kez daha söylemek istiyorum. Bu konunun sadece yara almış adalet sistemi içinde değil tam da kamuoyu önünde oldukça şeffaf/ bilimsel yöntemlere konuşulup çözülmesi gerektiğine inandığımı söylemek istiyorum.
90’larda, öğrenciliğimde, siyasetle tanıştığım öğrenci derneğindeki çalışmalarımdan beri en çok duyduğum cümle budur: “Zor zamanlardan geçiyoruz.”
Yine öylesi bir zamandayız.
İnsan aklının sınırlarının ne kadar büyük olduğunu biliriz. Hele globalleşme ve teknolojik gelişmelerle birlikte insan aklının daha fazla bilgiye, sese, görselliğe ulaşabildiğini de biliriz. Ancak bu bilgileri daha nasıl kullanacağımızı bilemiyoruz, çaresiz kalıyoruz ve her zamanki gibi halimizi içindeki tanrıya, vicdanına bırakıyoruz.
Haftalardır kâbus gibi çöken “yenidoğan çetesi” haberleriyle hayatımız alt üst oldu. Ancak her zamanki gibi olayı bireysel ve sorunlar üzerinden sorguluyoruz. Görünenin arkasındakini göremiyor, nefret dilinden kurtulamıyoruz; bir vahamet var, bundan dolayı da sistem denilen aygıtın eksikliklerini gözden kaçırıyoruz.
Geçen hafta bu kaygılarla bir yazı yazdım, bunu kamuoyuyla paylaşmıştım. Sonrasında İlke TV’ye çıktım, kavramların doğru kullanılması gerektiği söyledim, tekrar etmekte yarar var:
Bilgilendirme yapılırken nefret dilinden, kamuoyunda infial yaratabilecek söylemlerden uzak durulması gerektiğini, konunun hassas olduğunu, eğer doğru cümleler kullanılmaz ve süreç doğru yönetilmezse sağlıkçıya şiddetin boyutunun artacağını, kaygılı toplumun kaygılarının vahim boyutlara ulaşacağını ve zaten para ilişkisi içinde iyiden iyiye yıpranmış, yaralanmış hasta-hekim ilişkisinin daha zora gireceğini, daha zor durumlarla karşı karşıya kalacağımızı ifade etmiştim.
Gene aynı kaygılarla yazıyorum.
Hâlâ yoğun bakımda aktif olarak çalışan bir hekim olarak son iki haftadır yaşanmışlıklarım üzerinden yazıyorum. Tüm bu kaygılarımı somutlaştıran şeyler yaşadığım için yazıyorum.
Bir kez daha siyasetçileri, basını ve bu konuda konuşan herkesi sağduyuya davet ediyorum. Sadece profesyonel kimselerin konuşması gerektiğini bir kez daha söylemek istiyorum. Bu konunun sadece yara almış adalet sistemi içinde değil tam da kamuoyu önünde oldukça şeffaf/ bilimsel yöntemlere konuşulup çözülmesi gerektiğine inandığımı söylemek istiyorum.
Sağlık politikaları
21’inci yüzyılda en fazla sağlık politikaları siyaseten istismar edilen bir konu olmuştur. Gelişen teknolojiyle tanısal alandaki gelişmeler genetik ve hücresel düzeye ulaşmış ve pek çok bilimsel bilgi sayesinde insanoğlu sadece hastalıklarla değil baş etmeyi, yaşlanmaya, hatta ölüme çare bulmaya kadar gitmiştir ve daha önce geleneksel yöntemlerle çözülesi pek çok hastalık, rahatsızlık, marazlık modern tıpla daha hızlı daha etkin çözülebilir olmuş, bu da insanın sağlığa ulaşma isteğini arttırmıştır. Bu istek doğrultusunda siyasi iktidarlar da yeni sağlık politikaları üretmek zorunda kalmış, bunlarla ya siyasi güçlerini sağlamlaştırmış ya siyaseten yok olmuşlardır.
Durum böyle olunca mevcut iktidar “sağlıkta dönüşüm programı” çerçevesinde pek çok değişiklik yapmış, sağlığa ulaşılabilirliği arttırmak adına “özel hastaneciliğin” önünü açmış, milyonlarca dolar yatırımlar yapılması için cesaret, güç ve krediler vermiştir. Her köşe başına açılan hastanelerde her türlü sağlık hizmetine rahatlıkla ulaşan insanlar da bundan memnun olmuş ve iktidarın gücü de gittikçe büyüyerek devam etmiştir.
İktidar sürece böyle yaklaşırken, hastane sahipleri de nasıl kâr edeceklerini düşünmüşlerdir; yoğun bakım talebini yükseltmiş, bunun için hem erişkin hem yenidoğan yoğun servisleri kurmuş, milyonlarca dolar yatırım yapmış, personel almış, yetiştirmiş ve SGK’yla yaptığı anlaşma doğrultusunda her ayın son haftası faturalandırdığı yoğun bakım hizmetinin ücretini nakit olarak almış ve bu talep arttıkça yoğun bakımları geliştirmiş, yoğun bakıma yatırım yaptıkça da oradan daha çok para kazanma isteği artmıştır.
Değişen sosyoekonomik koşullar içinde, kadınların da çalışma hayatına girmesiyle evde yaşlı hasta bakımına olan talep azalmış, doğurganlık sayısı azalmış ve doğum yaşı artmıştır. Çevresel ve beslenme etkenleriyle beraber onkolojik hastaların da arttığını ve sağlıkla ilgili beklentilerin yükseltildiğini de düşünürsek bu çerçevede yoğun bakım talepleri artmıştır ve bu talep artışı doğrultusunda serbest piyasa politikaları ve kapitalist anlayışlar içinde özel hastaneler yoğun bakımı bir kar alanı olarak görmüşlerdir. Zaman içinde sayıca o kadar çok artmış ki, özel hastanelerdeki yoğun bakım yatak sayısı kamu hastanelerini geçmeye başlamış ve böyle olunca da o yatakları dolu tutmak gibi bir zorunluluk ortaya çıkmıştır.
21’inci yüzyılda en fazla sağlık politikaları siyaseten istismar edilen bir konu olmuştur. Gelişen teknolojiyle tanısal alandaki gelişmeler genetik ve hücresel düzeye ulaşmış ve pek çok bilimsel bilgi sayesinde insanoğlu sadece hastalıklarla değil baş etmeyi, yaşlanmaya, hatta ölüme çare bulmaya kadar gitmiştir ve daha önce geleneksel yöntemlerle çözülesi pek çok hastalık, rahatsızlık, marazlık modern tıpla daha hızlı daha etkin çözülebilir olmuş, bu da insanın sağlığa ulaşma isteğini arttırmıştır. Bu istek doğrultusunda siyasi iktidarlar da yeni sağlık politikaları üretmek zorunda kalmış, bunlarla ya siyasi güçlerini sağlamlaştırmış ya siyaseten yok olmuşlardır.
Durum böyle olunca mevcut iktidar “sağlıkta dönüşüm programı” çerçevesinde pek çok değişiklik yapmış, sağlığa ulaşılabilirliği arttırmak adına “özel hastaneciliğin” önünü açmış, milyonlarca dolar yatırımlar yapılması için cesaret, güç ve krediler vermiştir. Her köşe başına açılan hastanelerde her türlü sağlık hizmetine rahatlıkla ulaşan insanlar da bundan memnun olmuş ve iktidarın gücü de gittikçe büyüyerek devam etmiştir.
İktidar sürece böyle yaklaşırken, hastane sahipleri de nasıl kâr edeceklerini düşünmüşlerdir; yoğun bakım talebini yükseltmiş, bunun için hem erişkin hem yenidoğan yoğun servisleri kurmuş, milyonlarca dolar yatırım yapmış, personel almış, yetiştirmiş ve SGK’yla yaptığı anlaşma doğrultusunda her ayın son haftası faturalandırdığı yoğun bakım hizmetinin ücretini nakit olarak almış ve bu talep arttıkça yoğun bakımları geliştirmiş, yoğun bakıma yatırım yaptıkça da oradan daha çok para kazanma isteği artmıştır.
Değişen sosyoekonomik koşullar içinde, kadınların da çalışma hayatına girmesiyle evde yaşlı hasta bakımına olan talep azalmış, doğurganlık sayısı azalmış ve doğum yaşı artmıştır. Çevresel ve beslenme etkenleriyle beraber onkolojik hastaların da arttığını ve sağlıkla ilgili beklentilerin yükseltildiğini de düşünürsek bu çerçevede yoğun bakım talepleri artmıştır ve bu talep artışı doğrultusunda serbest piyasa politikaları ve kapitalist anlayışlar içinde özel hastaneler yoğun bakımı bir kar alanı olarak görmüşlerdir. Zaman içinde sayıca o kadar çok artmış ki, özel hastanelerdeki yoğun bakım yatak sayısı kamu hastanelerini geçmeye başlamış ve böyle olunca da o yatakları dolu tutmak gibi bir zorunluluk ortaya çıkmıştır.
Hasta kabul nasıl olur?
112 Acil Komuta Merkezleri her kentte vardır ve o kentteki her kamu ve özel hastanenin yoğun bakım boş yatak sayısını görür ve hastaya yoğun bakım ihtiyacı olduğu söylendiği andan itibaren (ki bu ihtiyaç acilde ya da serviste hastayı takip eden doktorun alacağı bir kararla belirlenir) 112 komuta merkezi önce kamu hastanelerdeki yoğun bakım yataklarına transport sağlar, kamu dolduğunda özele hasta transportu gerçekleştirilir.
Hâl böyle olunca yoğun bakımı dolu tutmak isteyen kimi özel hastaneler “simsar” ya da “aracı” denilen kişiler üzerinden hastayı kendi yoğun bakımına getirmeye başladı.
Bu durumdan hastalar memnundu; ücretsiz, ya 112 ya da kabul gördüğü hastanenin ambulansıyla transportu sağlanıyordu, ücretsiz yoğun bakımda takibi, tedavisi yapılıyordu. Hasta yakını da memnundu. Günlük yaşamında özel hastaneden sağlık hizmeti alamazken hastasının oraya yatışıyla kendini sağlık hizmetine kolay ulaşır ve eşit hissediyordu; eşitlik herkese iyi gelen bir duyguydu. Hastanenin patronu da memnundu, yatağı boş kalmıyordu ve ay sonunda SGK üzerinden ödemesini alıyordu. Simsar da memnundu; bunlar zamanında 112 ekibinde çalışmış ya da kamu hizmetinden emekli kimselerdi, yaşamlarının bir döneminde sağlık sektörüyle ilişkilenmiş, insan ilişkileri iyi olan ve bu ilişkiyi finansa dönüştürmede ustaydılar, hiç görmedikleri, bilmediği biri üzerinden risk almadan para kazanıyorlardı ve şimdi, belki de sadece telefon üzerinden bu işi yapıyorlar, yorulmadan iyi para geçiyordu ellerine.
Bu memnunluk hali elbette kimin sorumlu olduğunu sorgulamaya izin vermiyordu, iş ve hizmet, bir şeyler aksasa bile asla eleştirilmiyordu.
Ancak bundan memnun olmayan kişiler vardı: Bunlar yoğun bakımda hastayı tedavi edecek doktorlardı.
Düşünün, yoğun bakımda çalışan bir hekimsiniz, içeriye kabul etmediğiniz, bilmediğiniz bir hasta giriyor… Tüm bu süreçlerden habersiz olan hasta ve yakınlarıysa özel hastanede olmuş olmaktan kaynaklı bir mutluluk içindeler, beklentilerini yüksek tutuyorlar, durum iyi olursa, hiç sorun yok, aksi bir şey olursa, yaşanabilecek eksikliklerden doğrudan suçlanacak biri var: Hekim!
Hastanın nasıl doktor seçme hakkı varsa, doktorların da çalışmış olduğu hastanenin fiziki koşulları, ekipmanları, konsültan hekim durumuna göre hasta seçme hakkı bulunduğundan hastayla ilgili bilgiler her zaman hekimin elini güçlendirir, oysa bu sistem içinde hekim ve hastane koşulları doğrudan bay-pass edilerek, sadece finansal nedenler devreye giriyor.
Süreç hekim için böyle başlıyor. Hatta yaşadığı şiddet dolu sürecin sonunda bir de simsarın kendinden daha çok ücret aldığını duyduğunda neler hissedebileceğini düşünün.
Bu durumda hekim en zoru yaşıyor. Buna tepki gösterse de kurumsal sayıda hastane dışında kalan pek çok hastane de sistem böyle işliyor.
Sonra ne mi oldu?
Zamanla yoğun bakımdan eski kârları sağlayamayan hastane patronları önce simsarları devre dışı bıraktı, sonra coğrafyamızda gelişen ağır ekonomik şartlarlabu sefer zarar ettiği gerekçesiyle (SGK ödeneği azaldı, SGK uzun yıllar SUT fiyatlarına zam yapmadı, çıkan genelgelerle hastadan fark alınması yasaklandı, ilaç ve tıbbi malzeme fiyatlarının kur farkı nedeniyle her gün artması, personel giderlerinin artması doğrultusunda) bazı hekimlerle anlaşarak işletmeyi vermeye/ devretmeye başladı.
İşletme şöyle oldu: Özel hastanenin sahipleri yoğun bakım ünitesini aylık belli bir ücret karşılığında branş hekimlerine kiraya verdi, “aylık bana şu kadar ücret ver gerisine ben karışmam” dedi. Böylece ilaç, malzemeler, hemşire ve personel giderleri kiralayan hekime ve ekibe kaldı.
Zaman zaman fizik tedavi, göz, estetik merkezlerine hastanenin bir katı da kiraladıkları oldu. Bu da cabacısıydı.
112 Acil Komuta Merkezleri her kentte vardır ve o kentteki her kamu ve özel hastanenin yoğun bakım boş yatak sayısını görür ve hastaya yoğun bakım ihtiyacı olduğu söylendiği andan itibaren (ki bu ihtiyaç acilde ya da serviste hastayı takip eden doktorun alacağı bir kararla belirlenir) 112 komuta merkezi önce kamu hastanelerdeki yoğun bakım yataklarına transport sağlar, kamu dolduğunda özele hasta transportu gerçekleştirilir.
Hâl böyle olunca yoğun bakımı dolu tutmak isteyen kimi özel hastaneler “simsar” ya da “aracı” denilen kişiler üzerinden hastayı kendi yoğun bakımına getirmeye başladı.
Bu durumdan hastalar memnundu; ücretsiz, ya 112 ya da kabul gördüğü hastanenin ambulansıyla transportu sağlanıyordu, ücretsiz yoğun bakımda takibi, tedavisi yapılıyordu. Hasta yakını da memnundu. Günlük yaşamında özel hastaneden sağlık hizmeti alamazken hastasının oraya yatışıyla kendini sağlık hizmetine kolay ulaşır ve eşit hissediyordu; eşitlik herkese iyi gelen bir duyguydu. Hastanenin patronu da memnundu, yatağı boş kalmıyordu ve ay sonunda SGK üzerinden ödemesini alıyordu. Simsar da memnundu; bunlar zamanında 112 ekibinde çalışmış ya da kamu hizmetinden emekli kimselerdi, yaşamlarının bir döneminde sağlık sektörüyle ilişkilenmiş, insan ilişkileri iyi olan ve bu ilişkiyi finansa dönüştürmede ustaydılar, hiç görmedikleri, bilmediği biri üzerinden risk almadan para kazanıyorlardı ve şimdi, belki de sadece telefon üzerinden bu işi yapıyorlar, yorulmadan iyi para geçiyordu ellerine.
Bu memnunluk hali elbette kimin sorumlu olduğunu sorgulamaya izin vermiyordu, iş ve hizmet, bir şeyler aksasa bile asla eleştirilmiyordu.
Ancak bundan memnun olmayan kişiler vardı: Bunlar yoğun bakımda hastayı tedavi edecek doktorlardı.
Düşünün, yoğun bakımda çalışan bir hekimsiniz, içeriye kabul etmediğiniz, bilmediğiniz bir hasta giriyor… Tüm bu süreçlerden habersiz olan hasta ve yakınlarıysa özel hastanede olmuş olmaktan kaynaklı bir mutluluk içindeler, beklentilerini yüksek tutuyorlar, durum iyi olursa, hiç sorun yok, aksi bir şey olursa, yaşanabilecek eksikliklerden doğrudan suçlanacak biri var: Hekim!
Hastanın nasıl doktor seçme hakkı varsa, doktorların da çalışmış olduğu hastanenin fiziki koşulları, ekipmanları, konsültan hekim durumuna göre hasta seçme hakkı bulunduğundan hastayla ilgili bilgiler her zaman hekimin elini güçlendirir, oysa bu sistem içinde hekim ve hastane koşulları doğrudan bay-pass edilerek, sadece finansal nedenler devreye giriyor.
Süreç hekim için böyle başlıyor. Hatta yaşadığı şiddet dolu sürecin sonunda bir de simsarın kendinden daha çok ücret aldığını duyduğunda neler hissedebileceğini düşünün.
Bu durumda hekim en zoru yaşıyor. Buna tepki gösterse de kurumsal sayıda hastane dışında kalan pek çok hastane de sistem böyle işliyor.
Sonra ne mi oldu?
Zamanla yoğun bakımdan eski kârları sağlayamayan hastane patronları önce simsarları devre dışı bıraktı, sonra coğrafyamızda gelişen ağır ekonomik şartlarlabu sefer zarar ettiği gerekçesiyle (SGK ödeneği azaldı, SGK uzun yıllar SUT fiyatlarına zam yapmadı, çıkan genelgelerle hastadan fark alınması yasaklandı, ilaç ve tıbbi malzeme fiyatlarının kur farkı nedeniyle her gün artması, personel giderlerinin artması doğrultusunda) bazı hekimlerle anlaşarak işletmeyi vermeye/ devretmeye başladı.
İşletme şöyle oldu: Özel hastanenin sahipleri yoğun bakım ünitesini aylık belli bir ücret karşılığında branş hekimlerine kiraya verdi, “aylık bana şu kadar ücret ver gerisine ben karışmam” dedi. Böylece ilaç, malzemeler, hemşire ve personel giderleri kiralayan hekime ve ekibe kaldı.
Zaman zaman fizik tedavi, göz, estetik merkezlerine hastanenin bir katı da kiraladıkları oldu. Bu da cabacısıydı.
İşletme süreci, gözlemler, ayrıntılar
İstanbul Üniversitesi İstanbul Tıp Fakültesi’nden uzmanlığımı alıp (2004) Diyarbakır’a gittiğimde özel hastane gerçekliğiyle tanıştım. İdealist bir hekim olarak ve üniversite hastanesi prensipleriyle öğrendiğim pek çok şeyi orada yaşatabilmek için verdiğim çabayı hatırlıyorum da yüzüme bir gülümseme gelmiyor değil. Patronun çalışan hekimlerle yapmış olduğu ilk özel hastane toplantısından çıkmış ve sonbaharın da etkisiyle erken kararan havada yolumu kaybederek surlara doğru uzun süre yürümüş, yanlış yerde olduğumu fark etmiştim.
Anestezi ve reanimasyon uzmanı olduğumdan, poliklinik yapmadığımdan ve yaptığım her işlem, her tetkik, her radyolojik inceleme SGK tarafından karşılandığından şanslıydım.
İşletme alan hekimleri düşünüyorum şimdi. Tanıdıklarım oldu, duyduklarım oldu. Sağlık sektörü küçüktür, herkes herkesi bilir; hepsi iyi insanlardır bilirim, ancak adalet iyilikten daha önemlidir ve şimdi bu süreçlerin (yenidoğan) ortaya çıkmasıyla zamanında oralarda çalışmış sağlıkçılardan duyduklarım karşısında bende infial duygusu oluşmuyor değil ama bir hekimin bile isteye hastasının ölümünü isteyebileceğine asla inanmam.
İstanbul Üniversitesi İstanbul Tıp Fakültesi’nden uzmanlığımı alıp (2004) Diyarbakır’a gittiğimde özel hastane gerçekliğiyle tanıştım. İdealist bir hekim olarak ve üniversite hastanesi prensipleriyle öğrendiğim pek çok şeyi orada yaşatabilmek için verdiğim çabayı hatırlıyorum da yüzüme bir gülümseme gelmiyor değil. Patronun çalışan hekimlerle yapmış olduğu ilk özel hastane toplantısından çıkmış ve sonbaharın da etkisiyle erken kararan havada yolumu kaybederek surlara doğru uzun süre yürümüş, yanlış yerde olduğumu fark etmiştim.
Anestezi ve reanimasyon uzmanı olduğumdan, poliklinik yapmadığımdan ve yaptığım her işlem, her tetkik, her radyolojik inceleme SGK tarafından karşılandığından şanslıydım.
İşletme alan hekimleri düşünüyorum şimdi. Tanıdıklarım oldu, duyduklarım oldu. Sağlık sektörü küçüktür, herkes herkesi bilir; hepsi iyi insanlardır bilirim, ancak adalet iyilikten daha önemlidir ve şimdi bu süreçlerin (yenidoğan) ortaya çıkmasıyla zamanında oralarda çalışmış sağlıkçılardan duyduklarım karşısında bende infial duygusu oluşmuyor değil ama bir hekimin bile isteye hastasının ölümünü isteyebileceğine asla inanmam.
İşletme süreci nedir, nasıl işler?
İşletmeyi alan hekimler, büyük oranda kâr mantığıyla hareket etmiş, mevcut şartları içinde kârını arttıramadığından, zararı azaltmak adına yoğun bakımları işletmiştir.
Neler yapar?
Yatakları dolu tutmak için farklı işbirliklerine yapar; hemşire sayısını azaltır, maliyeti yüksek ilaçları kullanmaktan kaçınıp, maliyeti yüksek işlemler gerektirecek hastaları görmezlikten gelir, maliyeti yüksek olan o işlemi ya yapmaz ya da epikriz üzerinde yapar gibi faturalandırır, hastaları uzun yatırarak SGK faturalandırmasında hastaları olduğundan daha yüksek basamakta göstererek aldığı ödeneği yükseltir ve gece nöbetçi doktor bırakmayarak yetiştirdiği hemşireleri gece nöbete bırakarak gerektiğinde telefonla yardımcı olmak suretiyle süreci idare ederek maliyeti azaltır. Bunlar duyduklarımız ancak bir de yeni bilgiler eklendi tapeler üzerinden, mağduriyet üzerinden ek ücret talep etmek, bu ücreti veremeyen ailelerin kaygılarını arttırıcı nitelikte söylemler ve davranışlarda bulunmak gibi ve daha fazlası belki de.
İşte tam da film burada koptu. Çünkü kirlenmenin sonu yoktu. Olmazdı. Hekim bir yerde dursa, vazgeçse, bu sefer çeteleşme ve yozlaşma içinde ayakta kalmak zor olacaktı ve zaten sistem böyle yürüyordu, kendini haklı çıkaracak argüman bulmak kolaydı, para kazanmak da hoşuna gitmişti; bir patronun kontrolünde maaşlı çalışmaktansa kendi işi gibi çalışmak iyi gelmişti ve her şeyden önemlisi denetim mekanizması işlemiyordu. Siyasi iktidar sağlık politikaları üzerinden yeterince prim yapmıştı ve politik bilinçteki küçük bir kesim dışında çürümeye başlamış bu sitemden kimse rahatsız değildi, bu sistemi deşifre etmeye çalışan da ya işsiz kalmayı göze alacak ya da daha başka büyük bedeller ödeyecekti, bireysel çıkışlar dışında örgütsel çıkışlar yapılamadı, çünkü özel hastanelerdeki sağlık emekçileri örgütlü değillerdi.
Ayrıca sağlık hizmetlerinin her alanında bu yapının içinde kişiler çalışanlar vardı, tam bir çete hali dense yeriydi. Şimdi bu sistem ya kediliğinden deşifre oldu ya da deşifre edildi.
İşletmeyi alan hekimler, büyük oranda kâr mantığıyla hareket etmiş, mevcut şartları içinde kârını arttıramadığından, zararı azaltmak adına yoğun bakımları işletmiştir.
Neler yapar?
Yatakları dolu tutmak için farklı işbirliklerine yapar; hemşire sayısını azaltır, maliyeti yüksek ilaçları kullanmaktan kaçınıp, maliyeti yüksek işlemler gerektirecek hastaları görmezlikten gelir, maliyeti yüksek olan o işlemi ya yapmaz ya da epikriz üzerinde yapar gibi faturalandırır, hastaları uzun yatırarak SGK faturalandırmasında hastaları olduğundan daha yüksek basamakta göstererek aldığı ödeneği yükseltir ve gece nöbetçi doktor bırakmayarak yetiştirdiği hemşireleri gece nöbete bırakarak gerektiğinde telefonla yardımcı olmak suretiyle süreci idare ederek maliyeti azaltır. Bunlar duyduklarımız ancak bir de yeni bilgiler eklendi tapeler üzerinden, mağduriyet üzerinden ek ücret talep etmek, bu ücreti veremeyen ailelerin kaygılarını arttırıcı nitelikte söylemler ve davranışlarda bulunmak gibi ve daha fazlası belki de.
İşte tam da film burada koptu. Çünkü kirlenmenin sonu yoktu. Olmazdı. Hekim bir yerde dursa, vazgeçse, bu sefer çeteleşme ve yozlaşma içinde ayakta kalmak zor olacaktı ve zaten sistem böyle yürüyordu, kendini haklı çıkaracak argüman bulmak kolaydı, para kazanmak da hoşuna gitmişti; bir patronun kontrolünde maaşlı çalışmaktansa kendi işi gibi çalışmak iyi gelmişti ve her şeyden önemlisi denetim mekanizması işlemiyordu. Siyasi iktidar sağlık politikaları üzerinden yeterince prim yapmıştı ve politik bilinçteki küçük bir kesim dışında çürümeye başlamış bu sitemden kimse rahatsız değildi, bu sistemi deşifre etmeye çalışan da ya işsiz kalmayı göze alacak ya da daha başka büyük bedeller ödeyecekti, bireysel çıkışlar dışında örgütsel çıkışlar yapılamadı, çünkü özel hastanelerdeki sağlık emekçileri örgütlü değillerdi.
Ayrıca sağlık hizmetlerinin her alanında bu yapının içinde kişiler çalışanlar vardı, tam bir çete hali dense yeriydi. Şimdi bu sistem ya kediliğinden deşifre oldu ya da deşifre edildi.
Şimdi ne olacak?
İhtimâl, kamuoyunun gözü önündeki kişilere cezalar verilecek, herkes derin bir oh çekecek. Adalet herkese iyi gelen bir şeydir. Denetleme mekanizmaları düzenlenecek. Özel hastaneler işletmeye vermekten vazgeçecek ancak yoğun bakımda kar edemeyen hastane sahipleri farklı mekanizmalarla yoğun bakımı kapatmaya, küçültmeye kadar gidecekler. Kapanan hastaneler oldu. Adına artık hizmet denilmeyen, sektör denilen Özel Sağlık Sektörü boş durmayacak, tekelleşmeye gidecek ve büyük olan daha büyüyecek, alternatifi azalan sağlık emekçileri de daha ucuz ücretlere bu büyük yapılarda çalıştırılacak. İşin önemli kısmının değdiği siyasiler hesap vermeyecek, toplumsal dejenerasyon, ekonomik kriz koşullarında ve sağlığın parayla alınıp satılır olduğu mekanizma içinde bireyler, yapılar, hastaneler yeni yollar deneyecek, yeni süreçler yaratacak.
Yoğun bakımın kapısında zorlandığım zamanlarda “bu sitemi biz kurmadık, belki de sistemin en mağdurlarıyız” dediğim çok olmuştur. Yaşadığın toplumu eksisiyle fazlasıyla tanımak, yaşananlar karşısında insan olabilmek, insan kalabilmek elbette hem etik değerleri her an her alanda her zorluğa rağmen korumak yaşamak yaşatmak ve bu değerleri alt üst etmeye yönelik tüm süreçleri temiz kalarak ekarte edebilmek, anlatabilmek ve belki de kötülerden daha cesur olabilmekle sağlayacağız. Herkes unutsa bile biz sağlıkçılar bunları daha çok konuşacağız ki gerçekten kalıcı adımlar atılabilsin. Hem hala bu sistemin içinde değil miyiz? Bu yazıyı tutmuş olduğum nöbetin 38’inci saatinde yazdığımı ifade edecek olursam, evet hala biz aynı yerdeyiz demem çok doğal değil mi sizce?
Yaşanan süreci basit bir dille anlatmaya çalıştım; derdim şu önce şu “hasta yapıya” teşhis koymak gerekir ki sonra tedavi edilsin. Cumhuriyet’in 101. yılında kalıcı, akılcı, bilimsel, ana dilde, eşit, ulaşılabilir, sosyal devlet çerçevesi içinde insana, bilime ve etiğe dayalı bir sağlık politikası geliştirilebilmiş değil.
Bu kadar karanlık içinde aydınlık insanlar da azımsanmayacak kadar çok ve onların yüzü suyu hürmetine, vicdanlara dayanarak sürdürülebilir bir süreç yaşandı.
Şunu da demeden edemiyor, siyaset mekanizması nedir, neden varlığı önemlidir sorusu akıllara geliyor, gelmeli de.
Yoğun bakım doktoru Rukiye Ekenler
/././
İhtimâl, kamuoyunun gözü önündeki kişilere cezalar verilecek, herkes derin bir oh çekecek. Adalet herkese iyi gelen bir şeydir. Denetleme mekanizmaları düzenlenecek. Özel hastaneler işletmeye vermekten vazgeçecek ancak yoğun bakımda kar edemeyen hastane sahipleri farklı mekanizmalarla yoğun bakımı kapatmaya, küçültmeye kadar gidecekler. Kapanan hastaneler oldu. Adına artık hizmet denilmeyen, sektör denilen Özel Sağlık Sektörü boş durmayacak, tekelleşmeye gidecek ve büyük olan daha büyüyecek, alternatifi azalan sağlık emekçileri de daha ucuz ücretlere bu büyük yapılarda çalıştırılacak. İşin önemli kısmının değdiği siyasiler hesap vermeyecek, toplumsal dejenerasyon, ekonomik kriz koşullarında ve sağlığın parayla alınıp satılır olduğu mekanizma içinde bireyler, yapılar, hastaneler yeni yollar deneyecek, yeni süreçler yaratacak.
Yoğun bakımın kapısında zorlandığım zamanlarda “bu sitemi biz kurmadık, belki de sistemin en mağdurlarıyız” dediğim çok olmuştur. Yaşadığın toplumu eksisiyle fazlasıyla tanımak, yaşananlar karşısında insan olabilmek, insan kalabilmek elbette hem etik değerleri her an her alanda her zorluğa rağmen korumak yaşamak yaşatmak ve bu değerleri alt üst etmeye yönelik tüm süreçleri temiz kalarak ekarte edebilmek, anlatabilmek ve belki de kötülerden daha cesur olabilmekle sağlayacağız. Herkes unutsa bile biz sağlıkçılar bunları daha çok konuşacağız ki gerçekten kalıcı adımlar atılabilsin. Hem hala bu sistemin içinde değil miyiz? Bu yazıyı tutmuş olduğum nöbetin 38’inci saatinde yazdığımı ifade edecek olursam, evet hala biz aynı yerdeyiz demem çok doğal değil mi sizce?
Yaşanan süreci basit bir dille anlatmaya çalıştım; derdim şu önce şu “hasta yapıya” teşhis koymak gerekir ki sonra tedavi edilsin. Cumhuriyet’in 101. yılında kalıcı, akılcı, bilimsel, ana dilde, eşit, ulaşılabilir, sosyal devlet çerçevesi içinde insana, bilime ve etiğe dayalı bir sağlık politikası geliştirilebilmiş değil.
Bu kadar karanlık içinde aydınlık insanlar da azımsanmayacak kadar çok ve onların yüzü suyu hürmetine, vicdanlara dayanarak sürdürülebilir bir süreç yaşandı.
Şunu da demeden edemiyor, siyaset mekanizması nedir, neden varlığı önemlidir sorusu akıllara geliyor, gelmeli de.
Yoğun bakım doktoru Rukiye Ekenler
/././
Bluesky; eski sosyal medya çağı sona erdi-Füsun Sarp Nebil-
"Twitter'ın abonelikleri yapma şekli, temelde Bluesky'nin bunları nasıl yapmaması gerektiğine dair bir taslaktı. Görünürlük elde etmek veya abone olduğunuz için bluecheck almak gibi 'kazanmak için ödeme' özellikleri tamamen yanlış ve ağı herkes için mahvediyor"
Kolluk gücünün ve hükümetlerin, çeşitli talepleri nedeniyle bunalan Twitter'ın kurucusu Jack Dorsey'in, Twitter'da henüz CEO iken başlattığı "merkezi olmayan" sosyal medya uygulaması Bluesky, perşembe günü 15 milyon $'lık Seri A yatırımı aldığını duyurdu. Uygulama geçen yıl da 8 milyon $'lık tohum (seed) yatırımı almıştı.
Fonlama turunu Blockchain Capital liderliğinde Alumni Ventures, True Ventures, SevenX, Darkmode'dan Amir Shevat, Kubernetes'in ortak yaratıcısı Joe Beda ve diğerlerinin katılımı oluşturdu.
Fonlamanın nedeni, Musk'ın hem şahsi, hem de X ile ilgili yaklaşımları nedeniyle son 1 ayda Bluesky'a yaklaşık 3 milyon yeni kullanıcı eklenmesi. Böylece toplam kullanıcı tabanının 13 milyona ulaştığı kaydediliyor.
Bluesky konuyla ilgili olarak blog duyurusunda şunları belirtti:
"Bu yeni bağış ile Bluesky topluluğunu desteklemeye ve büyütmeye, Güven ve Emniyete yatırım yapmaya ve ATmosphere geliştirici ekosistemini desteklemeye devam edeceğiz. Ayrıca, daha yüksek kaliteli video yüklemeleri veya renkler ve avatar çerçeveleri gibi profil özelleştirmeleri gibi özellikler için bir abonelik modeli geliştirmeye başlayacağız. Bluesky her zaman ücretsiz olarak kullanılabilir olacak — bilgi ve sohbetin kilitli olmaması, kolayca erişilebilir olması gerektiğine inanıyoruz. Hesapları yalnızca ücretli bir kademeye abone oldukları için yükseltmeyeceğiz.
Ayrıca, sanatçılar, yazarlar, geliştiriciler ve daha fazlasını içeren canlı içerik oluşturucu topluluğumuzla gurur duyuyoruz ve onlar için de gönüllü bir para kazanma yolu oluşturmak istiyoruz. Planımızın bir parçası olarak, insanların en sevdikleri içerik oluşturucuları ve projeleri desteklemeleri için ödeme hizmetleri oluşturmak yer alıyor. Bu geliştikçe daha fazla bilgi paylaşacağız."
Bu ifadelerle gördüğünüz gibi, X hedefleniyor. Ama zaten Bluesky'ın 3 milyonluk yeni kullanıcı artışının, X'in blok özelliğindeki son değişikliklerden ve üçüncü tarafların kullanıcıların herkese açık gönderilerinde yapay zekayı eğitmesine izin verme hamlesinden rahatsız olan X kullanıcılarından geldiği notu var.
Bluesky geliştiricisi Paul Frazee daha açık konuşuyor;
"Twitter'ın abonelikleri yapma şekli, temelde bluesky'nin bunları nasıl yapmaması gerektiğine dair bir taslaktı. Görünürlük elde etmek veya abone olduğunuz için bluecheck almak gibi 'kazanmak için ödeme' özellikleri tamamen yanlış ve ağı herkes için mahvediyor."
Jack Dorsey, Mayıs'ta ayrıldı
Bluesky başlangıçta Twitter'ın içinde doğdu. Eski CEO Jack Dorsey'in sosyal medyanın geleceğinin nasıl olması gerektiğine dair vizyonu olarak kuluçkaya yatırıldı. Dorsey daha sonra Twitter’dan ayrılıp, Bluesky için çalışmaya başladı. Bu yıl ise Dorsey mayıs ayında yönetim kurulundan ayrıldı. Ama vizyonu ve ilk hedefleri aynen devam ediyor. Mastodon gibi Bluesky'nin açık kaynak olan AT Protokolü de merkeziyetsiz. Yani bireyler kendi sosyal sunucularını ve uygulamalarını kurabilir ve şirket dışındaki kişiler nasıl ve neyin geliştirildiği konusunda şeffaflığa sahip olur.
Blog açıklamasında uygulamalar konusunda da bilgi veriliyor;
"Bluesky'nin açık teknolojisi AT Protokolü, tüm bir uygulama ekosistemini mümkün kılıyor. Geliştiricilerin Bluesky uygulamasından tamamen farklı amaçlarla kendi uygulamalarını oluşturmaya başlamış olmasından heyecan duyuyoruz. Örneğin, Smoke Signal bir etkinlik uygulaması, Frontpage bir web forumu ve Bluecast bir ses uygulaması (lisanslı şarkılarla karaoke içerir)! Abonelikler, alan adı kayıtları ve yaratıcılara yapılan ödemeler gibi para kazanma stratejilerinin bu bağımsız uygulamaların da büyümesini sağlayacağını varsayıyoruz."
Bluesky son 1 yılda neler yaptı?
Blogda son 1 yıla dair bir özet var. Geçen yılın tohum yatırım turumu sonrası yapılanlar şöyle özetleniyor;
-Davet usulü katılımla oluşan 1 milyon kullanıcıdan, 1 yıl içinde Amerika Birleşik Devletleri, Brezilya, Japonya, Birleşik Krallık, Almanya ve daha birçok ülkeden 13 milyon kullanıcıya ulaşıldı.
-Kendi kendine barındırıcılar ve geliştiriciler için federasyon başlatıldı. Şimdi Bluesky dışında 1.000'den fazla başka kişisel veri sunucusu (PDS) var.
-Özel beslemeler başlatıldı, algoritmik seçim gerçeğe dönüştürüldü. Şimdi Bluesky'da 50 binden fazla besleme var.
-Taciz karşıtı araçlara ve Güven ve Emniyete büyük yatırımlar yapıldı.
-Etiketleme hizmetleri oluşturuldu ve herkesin istiflenebilir moderasyonun temel parçalarını çalıştırma olanağı açıldı. Ayrıca, bir moderasyon aracı olan Ozone açık kaynaklı hale getirildi.
-Doğrudan mesajlaşma, GIF'ler ve video gibi çok talep gören özellikler yayına alındı.
-Toplulukların gizliliği koruyarak birbirlerini bulmalarına yardımcı olmak için başlangıç paketleri gibi yenilikçi özellikler sunuldu.
-Bluesky entegrasyonlarını eklemek için Buffer ve alan adı satışı için Namecheap gibi kuruluşlarla ortaklık kuruldu.
-Geliştiricilere 1000 dolarlık hibe verildiği duyuruldu ve geliştirici dokümantasyonu, konuşmalar ve ortaklıklar aracılığıyla ATmosphere'in büyümesi desteklendi.
-Yeni bir logo ve herkese açık bir web arayüzü eklendi.
Son olarak eski sosyal medya çağının sona erdiğini belirten Bluesky şöyle diyor;
"Geleneksel sosyal medya şirketleri çevrimiçi ortak alanları kuşattı, bağımsız geliştiricileri dışarıda bırakmak için API'lerini kilitledi ve bizi tahminde bırakan kara kutu algoritmaları devreye soktu. Eski sosyal çağı sona erdi — Bluesky'da, size seçim ve gücü geri veriyoruz."
Merkezi olmayan ağ ne demek?
Bluesky, "Merkezi olmayan" hedefiyle kurulan bir sosyal ağ'dır. Yani bu sosyal ağ, merkezi bir sunucu yerine birbirinden bağımsız sunucularda çalışır. Açık kaynaklı yazılıma dayanır ve Twitter gibidir ama "Blok Zinciri (BlockChain)" teknolojisi, veri girişlerinin dünyanın herhangi bir yerindeki sunucularda saklanmasına olanak tanır. Veriler, ağdaki herkes tarafından neredeyse gerçek zamanlı olarak görüntülenebildiği için şeffaflığı teşvik eder.
Merkezi olmayan sosyal ağlar kullanıcılara daha fazla kontrol ve özerklik sağlar. Bir birey kendi sosyal ağını kurabilir ve nasıl işleyeceğini ve kullanıcıların ne söyleyebileceğini belirleyebilir. İçeriğin bir şirket tarafından izlenmesi yerine, federasyonlu bir sosyal ağın (fediverse) kurucusu site için kabul edilebilir davranış şartlarını belirleyebilir.
Günümüzde büyük sosyal medya sitelerini kâr amacı günden büyük şirketler kontrol ediyor ve bu şirketlerdeki kullanıcı etkileşim kurallarını da küçük bir grup insan belirliyor. Ayrıca bu şirketler kendi varlıklarını sürdürmek ve para kazanmak uğruna hükümetlerin kurallarına da uymayı tercih ediyorlar. Bu da, kullanıcılar arasında ifade özgürlüğü ve sansür konusunda endişelere yol açıyor.
Merkezi olmayan sosyal medyanın avantajları arasında sansüre karşı direnç, kişisel veriler üzerinde sahiplik ve kullanıcı tarafından oluşturulan içerik üzerinde gelişmiş kontrol bulunur. Başka bir deyişle, kullanıcılar sansürü kabul etmez ve içerikleri üzerinde son sözü söylemekte ısrar ederler. Bu, ister bir şirket ister site yöneticisi olsun, hiç kimsenin kullanıcılar tarafından oluşturulan içerikte değişiklik yapamayacağı anlamına gelir. Ayrıca, hiç kimse kullanıcılar tarafından oluşturulan içeriği kaldıramaz.
/././
Dışarıdan içeriye mektup-Rıza Türmen-
Bir suç olabilmesi için suçluya, suçu işleyen kişilere gereksinim vardı. Siz seçildiniz. Siz cezaevinde bizim adımıza, vekaleten yatıyorsunuz...
Sevgili İçeridekiler,
Sizin neden içeride, bizim neden dışarıda olduğumuzu bilmiyorum. Ancak dışarısı da baskı, şiddet, hukuksuzluk yüzünden bir açık hava cezaevini andırdığından “içerisi” ile “dışarısı” arasındaki fark oldukça azalmış durumda.
Sizin yerinize, Gezi’ye katılan milyonlarca kişiden başka birkaç kişi cezaevinde olabilirdi. Gezi direnişi hükümeti devirmek için yapılmış bir eylem(!) olduğuna göre bu suçu işleyen milyonlarca kişi var. Zaten amaç Gezi direnişini kriminalize etmekti. Ancak bir suç olabilmesi için suçluya, suçu işleyen kişilere gereksinim vardı. Siz seçildiniz. Siz cezaevinde bizim adımıza, vekaleten yatıyorsunuz.
Bu nedenle içeridekilerle dışarıdakiler arasında özel bir bağ var. Bu bağ size karşı sadece borçluluk duygusu oluşturmuyor. Aynı zamanda büyük bir dayanışma duygusu doğuruyor. Size karşı yapılan adaletsizlikler, dışarıdakilere karşı yapılmış oluyor. Buna karşı büyük bir öfkeyi, büyük bir isyanı iliklerimizde hissediyoruz. Bu öfkenin neden daha büyük bir toplumsal öfkeye dönüşmediğini anlamakta güçlük çekiyoruz.
Acaba size yapılan inanılmaz boyuttaki haksızlık, hukuksuzluk, adaletsizlik topluma anlatılabildi mi? Öfkenin toplumsallaştırılamamasında bizim de payımız var mı?
Oysa Gezicilerden birinin iddianamesini ya da yargı kararını okumak adaletsizliğin boyutlarını anlamak için yeterli. Bunun için hukukçu olmak bile gerekmez. Örneğin, cezaevinde yedinci yılını tamamlayan Osman Kavala ile ilgili Yargıtay kararını okursak, hükümeti devirmeye çalıştığı bazı eylemlerin şunlar olduğunu görüyoruz: Gezi olayları sırasında yüz tane sandviç hazırlatıyor, ses sistemi kuruyor. Açılır kapanır masalar getirtiyor. Polisin gaz sıkması karşısında savunma olarak gaz maskesine gereksinim olduğunu söylüyor. Ama gaz maskesi alınamıyor. Yargıtay kararına göre bütün olayların arkasında Osman Kavala var ama “kendisini deşifre etmemek için hiçbir resmi işlemde bulunmadığı, cebir ve şiddet eylemlerinin gerçekleştirdiği yerlere bilinçli gitmediği” belirtiliyor. Osman Kavala hayalet adam. Her şeyi organize ediyor ama hiç gözükmüyor. Bununla ilgili bir kanıt var mı? Yok. Ayrıca Yargıtay kararında Osman’ın cebir ve şiddet olaylarına karışmadığı kabul ediliyor. Oysa hükümeti devirmek suçunun oluşması için cebir ve şiddet unsuru aranıyor. Bu örnekleri çoğaltmak olanağı var.
AİHM, bu eylemlerin suç işlendiği konusunda makul bir kuşku bile yaratmadığı sonucuna vardı. Kararlarına uyulması zorunlu olan bir uluslararası mahkemenin, suç işlendiği konusunda makul bir kuşku uyandırmadığını söylediği olaylar nedeniyle Osman Kavala’nın ağırlaştırılmış müebbet hapse mahkûm olmasındaki garabeti halka anlatmadık. Gezi Davaları ile ilgili bir kamuoyu oluşturamadık. Bunun sorumlusu biziz.
Buna karşılık Hükümet, yargı kararlarının pek inandırıcı olmadığını gördüğü için olsa gerek, Osman Kavala’yı kötüleyen, olumsuz bir propaganda filmi yaptı. Masumluk karinesini, kişilik haklarını ihlal eden böyle bir filmin yapılması görülmemiş bir şey.
Geçenlerde Nazım Hikmet’in yargılandığı davaların iddianameler geçti elime.
1938 yılındaki Harp Okulu Davası’nda Nazım askeri isyana teşvik ve tahrik suçundan askeri mahkemelerde yargılanmaktadır. Savcı’nın iddianamesi Nazım’ın isyan ve ihtilal kokan kitaplarından söz eder. Oysa bu kitaplar kitapçılarda satılmaktadır. Başka bir delil de Nazım’ın evine gelen, Nazım’ın tanımadığı genç bir Harp Okulu öğrencisine Nazım’ın “direktif” vermiş olduğu. Ömer Deniz adlı bu öğrenci ilk duruşmada ifadesinin baskı altında alındığını belirterek “bana komünizmi telkin et falan demedi Nazım Hikmet” diyorsa da ilk ifadesi esas alınıyor ve bu delillerle Nazım 15 yıl hapis cezasına çarptırılıyor. Karar temyizde bozuluyor.
Ama İstanbul Ağır Ceza Mahkemesi’nde komünizm propagandasıyla ilgili yargılaması sürmektedir. Donanma davası diye adı geçen bu davada Yavuz gemisindeki Hamdi Alevdaş adlı bir başgedikli 4 yıl önce bir dost evinde Nazım Hikmet’le tanıştığını, Nazım’ın ondan gemide erlere gelen mektupları okuyup acıklı mektupların kopyasını almasını, ailesi yoksul olanları saptamasını istediğini söyler. Nazım ise sorgusunda Hamdi Alevdaş’ı tanımadığını belirtir. Duruşmada Alevdaş Nazım Hikmet’in yüzüne karşı söylediklerinin uydurma olduğunu ifade eder. Zaten Nazım Hikmet’in bu kişiden bazı istemlerde bulunduğuna ilişkin ne bir kanıt ne de bir tanık vardır. Buna rağmen Nazım 30 yıl ağır hapis cezasına mahkûm olur.
Mahkeme heyetini Nazım “Dokuzuncu Yıldönümü” şiirinde şöyle tanımlar:
“Çoğunun yüzünü unuttum büsbütün
Yalnız çok ince, çok uzun bir burundur aklımda kalan
Halbuki kaç kere karşısında oturup dizildik
Bir tek kaygıları vardı hakkımda hüküm okunurken
Heybetli olmak.
Değildiler.
İnsandan çok eşyaya benziyorlardı:
Duvar saatleri gibi ahmak,
Kibirli
Ve kelepçe, zincir filan gibi hazin ve rezildiler.”
Aradan 86 yıl geçmiş. Bu süre içinde pek de bir şeyin değişmediğini, bugün de insanların siyasal nedenlerle, işlemedikleri suçlardan, kanıt olmadan özgürlüklerinden yoksun bırakıldıklarını görmek umutsuzluk veriyor. Bu devlet iktidarların istediği kararları veren yargıçlar, savcılar bulmakta hiçbir zaman güçlük çekmemiş.
Gezi davaları, hukuk bir yana, sanki kötülük yapmak için verilmiş kararlar. Bunlara en iyi yanıtı Vera ve Ege’nin babalarına yazdıkları saflık ve temizlik dolu mektuplar veriyor. Bu mektupların, okuyanların vicdanlarına da dokunacağına inanıyorum.
Osman Kavala cezaevinde geçirdiği yedinci yıl dolayısıyla yayınladığı mesajda “Ancak, bana asıl teselli verecek olan, ülkemde hukuk devleti yönünde gelişmeleri görmek olacak” diyor.
Elbette ki güzel günler gelecek sevgili içeridekiler, hem de çok yakında.
Hepinizi sevgiyle kucaklarım.
/././
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder