3 Kasım 2024 Pazar

soL "KÖŞEBAŞI" + "GÜNDEM +Sahaflar Çarşısı(XXX) -3 Kasım 2024-

Contemporary İstanbul 2024: Bir meta olarak sanat eseri-Fide Lale Durak-

"Kapitalizm her şeyi sığlaştırıp çürütürken sanatı da kayırmıyor. Hatta bu bağlamda sanata görev de biçiyor: lümpenliğin ve çürümenin edebiyatını, resmini, müziğini yapmak, filmlerini çekmek."

Bu sene Contemporary İstanbul (Cİ), yüksek giriş ücretiyle tartışma yarattı. Geçen senelerde de ucuz olmayan fuarın bu sene daha çok konuşulmasının nedeni herhalde birkaç ünlü ismin bunu gündem etmesi oldu. İşin sansasyon kısmını bir kenara bırakıp iyi tarafından bakacak olursak, sanatın zenginler için olmasına ve metalaşmasına dair getirilen eleştirilere sevinebiliriz. 

Öte yandan, zaten bir meta satış fuarı olduğu için Cİ’yi tartışmak anlamsız, sonuçta gerçekten de fuar zenginler için. Örneğin, mücevher satışı yapılan bir fuarın giriş fiyatının pahalılığı tartışılır mıydı? Dolayısıyla bilet fiyatları tali bir tartışma olabilir ama şunu daha iyi anlamaya ihtiyacımız var: bir meta olarak sanat, kendi tarihi boyunca sadece lüks tüketim için yapılan basit bir nesne olmadıysa bugün değişen ne? Kuyumculuktan farklı olarak ideolojisi bulunan bir alandan bahsettiğimiz için, yapılanların kültürel etkisini azımsamamamız ve karşı savını düzgün bir doğrultuda oluşturmamız gerekiyor. Sonuçta ideolojik mücadele kaçak güreşerek olmuyor.

Malum, meta ve metalaşma soyutlamalarının en gelişkin halini Marx’a borçluyuz. Bir metanın fiyatı, içinde toplumsal anlamda soyut bir emeğin gömülü olduğu, mübadele değeri ile ortaya çıkar. Bu emeğin bir kapitalist tarafından sömürüldüğü durumda, buna ek olarak bir artı değer söz konusudur ve metanın satışından kâr elde edilir, bu kâr ile de sermaye biriktirilir. Konumuz olan meta bir sanat eseri olduğunda bunu nasıl açıklayabiliriz? Sonuçta Cİ gibi fuarlarda galericiler, tacirler kâr ettiğine göre burada bir artık emek oluşmalıdır. Ama bu kadar kolay bir şekilde sanatçının sömürüldüğü söylenebilir mi? Tek başına üreten bir ressam ya da heykeltıraş düşünelim, hem üretim aracının sahibi, hem de işçisi olacağı için bu sanatçının artı değer sömürüsüne tabi olduğunu söyleyebilir miyiz?

Bu noktada, yine Marx’ın yazdıklarından ilerleyerek şöyle bir ayrıma varabiliriz. Eğer bir sanatçı, ürettiği eseri bizzat bir kişiye ya da kuruma satıyorsa, kendi hesabına meta üretip satmakta, bir başkasının sermaye biriktirmesini sağlamamakta, yani sömürülmemektedir. Bu süreçte altında çalıştırdığı işçiler yoktur ya da bir tüccar değildir, yine eseri değişime tabi olmuş bir metadır, sanatçı da basit bir meta üreticisi ve satıcısıdır. Ama eğer sanatçı, sipariş üzerine çalıştıran bir galeriye bağlı çalışmaya başlamışsa işçileşmiş demektir; ya da kendi atölyesini, başka ressamları işe alıp çalıştırdığı bir sanat fabrikasına dönüştürdüyse (Andy Warhol gibi) kendisi de bir patrona dönüşmüştür. Dolayısıyla burada mesele, üretim ilişkisinin nasıl kurulduğudur. Bir resmin fiyatının ne kadar olduğu ise sanatçının bir meta satıcısı mı yoksa ücretli bir emekçi mi olduğundan bağımsızdır. Sanatçının bu karmaşık durumuna tekrar dönmek üzere sanatın bir meta olarak kapitalist piyasada nasıl dolaştığına biraz bakalım.

                          Tam biletin 1250 lira, öğrenci biletinin 850 lira olarak belirlenmesi tartışma yarattı.

Özellikle İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra ABD’nin hakimiyeti altında kurulan sanat piyasası yalnızca metalaşmış sanatın biçim değiştirmesine sebep olmadı; aynı zamanda ideolojik olarak da sistemin yeniden üretilmesi için kullanılan güçlü bir araç haline geldi. 1968 yılında New York’ta yapılan bir konferansta, postmodernizmin sanat alanındaki kurucularından sayabileceğimiz sanat tarihçi Leo Steinberg şöyle demişti:

“Son zamanlarda Amerikanlaştırılan avangard sanat, ilk kez büyük paralarla temas kuruyor. […] Bugün sıradışı modernizm deyince, ‘sermaye kazancı getiren spekülatif hisse senedi’ni; görünür kalite deyince ‘piyasa cazibesini’, beğeninin ters yönde değişmesi deyince ‘teknolojik eskimeyi’ anlayabiliriz. […] Sanat artık bizim bildiğimiz sanat değil; en geniş anlamında sanat, nakit para demek. […] Bir on yıl daha geçsin, banka kasalarında resim biçimindeki teminatlara dayanan yatırım fonlarının saklandığını göreceğiz.”1

İnsanın aklına iki banka kasası arasında el değiştirirken ortadan kaybolan Osman Hamdi’nin resmi geliyor.  Metaforik bir imge olarak değil, gerçekten banka kasasında saklanan bir resimdi “Mihrap”. Steinberg’e dönersek, erken bir dönemde gidişata dair önemli şeyler söylemiş olabilir ama sonuçta bir kâhin değildi. Mesele kapitalizmin ilerleyişi ya da işleyişi ile paralellik taşıdığı için aslında bir piyasa gelişimini öngörüyordu.

Sanat ürünleri kabaca iki piyasada işlem görüyor. Bunlar, sanatçılarla sözleşmelerin yapıldığı, kendi içinde hukuku ve kontrol mekanizması olan galericilik ve kısmi kontrolün uygulandığı müzayedecilik olarak sıralanabilir. Contemporary İstanbul, birinci piyasanın içine yerleşiyor ve sanat galericilerinin çeşitli sanatçılardan topladıkları eserleri alıcısıyla buluşturduğu ticari bir fuar olarak, kendi içinde “karşılaştırılabilir meta”ları sunuyor. Çoğu zaman sanatçılarla gizli sözleşmelerin yapıldığı (çünkü satıştan verilecek yüzdeler sanatçıdan sanatçıya göre farklı olabiliyor) bu ticari galeriler, “prestijli” satışlarla hem piyasanın kurallarının devamlılığını sağlıyor hem de sanatçıya bir “kariyer” çiziyor. Sonuçta belli koleksiyonların parçası haline gelen sanatçı için kariyerine faydalı olan bir satış gerçekleşiyor. Bu tip ilişkilerde sanatçıların üretmesi gereken biçim ya da içeriğin galeriler tarafından söylendiği, müşterinin beğeneceği ya da daha kolay satılacak dekoratif ürünlere doğru yönlendirme yapıldığı da oluyor. Böyle durumlarda hem sanatçının emeğinin içeriği belirleniyor hem de bir nevi “sipariş” gibi görünen bu yönlendirmeler, çoğu zaman kitch’ten öteye gidemeyen piyasanın hâkim estetiğini oluşturuyor.

Müzayede piyasası ise daha serbest hareket ediyor. Neredeyse tek kontrol noktası, eserin minimum tutarını belirlemek olan müzayedelerde üst sınır limiti yok. Eserin fiyatını teklif veren zenginin ne kadar harcamak istediği belirliyor. Doğal olarak bu ikinci piyasa, sanat tacirlerinin hileli fiyat sabitleme, yükseltme gibi manipülasyonlarına daha açık ve birinci piyasa olarak belirttiğimiz galericiler de burada aktifler. 

                                Etkinliğin 19.'suna 14 ülkeden 53 galeri ve 8 sanat grubu katıldı.

Bu iki piyasa döngüsüne bir de sanat ürününün biricikliği fenomenini eklemeliyiz. Kapitalizmdeki arz-talep ilişkisi, söz konusu meta sanat ürünü olduğunda, herhangi bir metada olduğu gibi işlemiyor. Sonuçta alınan resim ya da heykel çoğu zaman “biricik”, üstelik çoğaltılabilir yöntemlerle yapılmış eserlerde dahi biriciklikten tamamen uzaklaşma söz konusu değil. Her ne kadar fuarlar bir “karşılaştırma” ortamı sunuyor olsa da fiyatlar bu yolla belirlenmiyor. Fiyat üst limiti neredeyse sınırsız hale gelince, belirlenmesi de reklamcılığın işine dönüşüyor ve bu amaçla sanatta modalar oluşturuluyor. Moda olan ise bazen enstalasyon ya da kavramsal sanat, bazen de soyut resim olabiliyor.

Ancak sanat piyasasının kapitalizm içi izole bir işleyişi olduğunu düşünmek de yanlış olur. Buna sanat piyasasında dalgalanmaların yaşandığı 1980’lerden örnek verebiliriz. ABD, Japonya gibi büyüme halindeki ekonomilerde, o yıllarda çok yüksek fiyatlara bolca resim alım-satımı yapılmıştı. Ama söz konusu sanat eserlerinin çoğunun rüşvetleri aklamak için kullanıldığı ortaya çıktığında sanat piyasasındaki fiyatlar da kısa sürede çakılmıştı.2 Milyonlarca dolara resim satan bir sanatçının eserleri bir anda neredeyse değersiz hale gelmiş ve genel olarak sanat eserlerinin fiyatları düşmüştü. Borsaya ne kadar da benziyor değil mi? O zamanlarda kripto para ya da NFT yoktu, şimdi bu açıdan seçenekler de çoğaldı.  

Bu iki piyasa döngüsünün arasında yer alan, tek başına piyasa diyemeyeceğimiz ama özellikle 1970’ler itibariyle büyümeye başlayan bir üçüncü katmanı da ekleyelim: koleksiyonerler. Sanat taciri olan bu koleksiyoncular, genellikle müzayedelerden, galerilerden, başka koleksiyonerlerden ya da direk sanatçısından, hatta özellikle düşük fiyatlar dayatabilecekleri için yeni mezun sanatçılardan eserler toplarlar. Uluslararası üne sahip Charles Saatchi gibi isimler bu işin erbabıdır. Şirket sahibi burjuvaların sanat koleksiyonu ile amaçları özünde spekülasyondur. Bu katmana bir de hemen yanına koyabileceğimiz şirket koleksiyonerliğini de ekleyelim. Genellikle dekoratif eserleri tercih eden şirketler için satın alımları marka imajı ile uyumlu yapılır ve nihai hedef şirketin değerini yükseltmektir. Tartışmalı olabilecek politik içerikte ya da “çirkin” eserler şirketlerce alınmaz. Sonuçta bu şirketlerin satın aldıkları resimleri ofislerin duvarına asmaktaki amaçları ziyaretçilerin ve daha önemlisi bu ofislerde çalışacak beyaz yakalı işçilerin gözünde şirketin prestijini yükseltmek, “kurum kültürünü” güçlendirmektir.

Contemporary İstanbul bu yıl Haliç kıyısındaki Rixos Tersane Otel'de yapıldı. Geçtiğimiz aylarda açılan otelin sahibi AKP'ye yakın isimlerden Fettah Tamince. Türkiye Gemi Sanayi AŞ'ye ait alan yap-işlet-devret modeliyle 49 yıllığına Tamince'ye kiralandı.

Bu tartışmalarda sanatın niteliğine hiç yer olmadığı gözlerden kaçmamış olsa gerek. Kapitalizm her şeyi sığlaştırıp çürütürken sanatı da kayırmıyor. Hatta bu bağlamda sanata görev de biçiyor: lümpenliğin ve çürümenin edebiyatını, resmini, müziğini yapmak, filmlerini çekmek. Bu ideolojik görevler sanatçılara “okudum, anladım” diye bir kâğıda imza atmasıyla verilmiyor. Zaten üretimi piyasa belirleniminde olan sanatçı için kendisine verilen kabı doldurması yeterli. 

Ancak şu soru ortada kalmış oluyor: Piyasanın köşeye sıkıştırdığı sanatçı ne yapsın? 

Yazının başında belirttiğimiz, kapitalist ile sanat emekçisi arasındaki ilişki, tek başına taşınabilecek bir yük değil. Sanatçı, bir basit meta üreticisi olarak kalmayı kabul edip, kapitalizmin içinde herhangi bir taciri güzellemeden, koleksiyonere övgü düzmeden de, bunun yaratacağı zorlukları kişisel olarak göğüsleyerek kuşkusuz yaşayabilir, ama bu yeterli olmayacaktır. Sanatı meta olmaktan çıkartmak dışında gerçek bir çözüm bulunmuyor. Bu ise, kapitalizmden başka bir toplumsal düzen kurarak mümkün.

Dolayısıyla herkes gibi sanatçı da örgütlenmeli.

  • 1.Aktaran Julian Stallabrass, Sanat A.Ş. Çağdaş Sanat ve Bienaller, Çev: Esin Soğancılar, İstanbul: İletişim Yayınları, 2009, s.93
  • 2.Stallabrass, s. 103
                                                                       /././
Gericilik ve piyasacılık kıskacında sanat: Kirli ittifakın son hedefi devlet konservatuvarları-Can Esinti/soL Serbest kürsü-

"Kendinden ve cebinden başkasını düşünmeyen bu ikiyüzlüler Cumhuriyetin değerli birikimlerini barındıran sanat kurumlarını nasıl böylesine yağmalayacak cüreti takınabilirler?"

Türkiye’de sanatın kendini gösterdiği her alan uzun yıllardır iktidarın gerici baskısı ve yağması altında. Her karışı günden güne talan edilen sanat kurumları Türkçülük ve Batıcılık arasında gidip gelen bir vizyon karmaşası içerisinde. 

Daha geçtiğimiz günlerde bu karmaşaya yeni bir skandal daha eklendi. Göreve geldiğinden bu yana Batıcılığından ve piyasacılığından ödün vermeyen Devlet Opera ve Balesi Müdürü Tan Sağtürk, MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli’yi makamında ziyaret ederek kendisinden medet uman liberal sol kesimi hayal kırıklığına uğratmış olsa gerek ki bu paylaşım epey tepki aldı. 

Tan Sağtürk, göreve ilk geldiğinde toplumun laik duyarlılığı yüksek kesimlerinde bir heyecan yaratmışsa da, bu heyecan bir avuntudan ötesini yansıtmıyordu. Ne de olsa Tan Sağtürk, kendi adını verdiği özel sanat okulu olan Tan Sağtürk Akademi’nin sahibi. Hem de bu özel okulun 9 şubesi var! Devletteki müdürlük unvanıyla da kendi özel okulunun reklamını epey yapıyor olsa gerek. 25 yıllık sanat hayatının sadece 3 yılını Devlet Opera ve Balesi’nde geçiren bu ismin, zamanında balenin spor olduğuna yönelik söylemleri desteklediği de unutulmamalıdır. 

Gelelim o paylaşımın altındaki yazıya:

“MHP Genel Başkanı sayın Devlet Bahçeli bizleri makamında kabul etti. Nazik davetleri için teşekkür ederim. Sanatın ve kültürün önemini vurgulayan bu görüşme, sanat alanındaki iş birliklerinin güçlenmesine katkı sağlayacaktır. Sayın Bahçeli’nin sanata olan duyarlılığı ve destekleri, ülkemiz kültür hayatına büyük değer katmaktadır.”

Öncelikle Devlet Bahçeli kimdir ve Devlet Opera ve Balesi Genel Müdürü tarafından ziyaret edilmesi için hangi niteliksel gerekçeye sahiptir sorularını sormadan geçemeyiz. Özel sanat okulları olan piyasacı bir müdürle ırkçı zihniyete sahip Devlet Bahçeli arasındaki görüşme bahsedildiği gibi “sanatın ve kültürün önemini” ne denli vurgulamıştır? Bu iki karakter arasındaki görüşme bahsedildiği gibi “sanat alanındaki iş birliklerinin güçlenmesine” ne denli katkı sağlayabilir? Devlet Bahçeli sanata nasıl duyarlı ve destekçi olabilir? Aydınlara saldırmak ve mafyayla iş tutmak mıdır sanata duyarlılık ve destekçilik? 

Gerici iktidarın bu gerici müdahalesi tabii ki Devlet Konservatuvarlarına da oldu, olmaya da devam ediyor. Yaklaşık 5 yıldır birçok Devlet Konservatuvarı, sırayla farklı bölgelere, farklı binalara taşınıyor. Bu taşınmalar depreme dayanıklılık gibi gerekçeler gösterilerek yapılıyor. Binaların taşınması elbet birilerine rant kapılarını aralıyor. Bu binalar hem konservatuvarların kültürel belleğini yok ediyor, hem de yetersiz derslikler ve pratik eğitimle uyumsuz koşullar nitelikli eğitimi engelliyor. İçerisinde sahne bulunmayan sahne sanatları anasanat dalları, yapısal yetersizlik sebebiyle yıllarca açılmayan seçmeli dersler bunlara örnek.

Buna son olarak Adnan Menderes Üniversitesi Devlet Konservatuvarı’nın boşaltılıyor olması eklendi. Zaten 2021 yılında farklı binaya taşınmış olan konservatuvarın bu sefer de bulundukları binaya belediyenin otel ve müze açma projesi sebebiyle taşınması isteniyor. 

                              Elektriği kesilmiş dersliklerde çalışan konservatuvar öğrencileri

Türkiye’nin en köklü konservatuvarlarından olan Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Devlet Konservatuvarı’nda da geçtiğimiz günlerde yeterli sınıf olmadığı gerekçesiyle yerleşke bahçesine konteynerler yerleştirildi. Öğrencilerin soğuk, nemli ve bireysel çalışmalarını gerçekleştirecek koşullara uygun olmayan ortamda çalışmasına göz yumuldu! 
İstanbul Üniversitesi Devlet Konservatuvarı ve İzmir Devlet Konservatuvarı da şu 5 yıl içerisinde anlamsız noktalara ve yetersiz binalara taşınan köklü konservatuvarlardan. 

                                    MSGSÜ Devlet Konservatuvarına yerleştirilen konteyner derslikler

Tüm bunların sebebi için elbette olasılığı yüksek olan farklı şeyler konuşulabilir. Rant için yapıyorlar da diyebiliriz, gericiler sanata saldırıyor da diyebiliriz. Ancak bu bağlamda unutulmaması gereken şey şu ki konu sömürü, yağma ve talan olunca gericilerin en büyük dostu sermaye, sermayenin en büyük dostu gericiler. Bu ikisi birbirinden ayrılamaz bir birliktelikte. Tıpkı “ilerici” olarak görülen Tan Sağtürk ile Devlet Bahçeli’nin birlikteliği gibi. Tıpkı “aydınlıkçı” görülen CHP’nin Kuşadası Belediye Başkanının, Konservatuvarın bulunduğu yapıya otel ve müze açmak için öğrencileri yerinden ettiği, hatta haftalardır, aktif ders işlenen binanın elektriklerini kestiği gibi... 

Sadece dinci gericiler değil, dinci gericilerin hizmet ettiği kapitalizm de çağımızın en karanlık olgusudur. 

Ancak sadece sebep üretmek de yetmez, sormak gerekir. Bu insanlar sanata saldıracak cüreti nasıl bulurlar? Kendinden ve mutlak cebinden başkasını düşünmeyen bu ikiyüzlüler Cumhuriyetin değerli birikimlerini de barındıran sanat kurumlarını nasıl böylesine yağmalayacak cüreti takınabilirler?

Çünkü sanat örgütsüz, sanatçı örgütsüz. Her fırsatta konservatuvar öğrencilerine ve sanatçıya dikte edilen ve benimsetilen “sanatçının siyasetle işi olmaz” söylemleri sebebiyle örgütsüz. 

En çok bakmamız gereken yerde dünyaya gözlerimizi kapatmamız öğretildi. Sindirildik. Sermayeye uşaklık etmek, halkın sorunlarını gözetmekten daha cazip gelir oldu. Öğrenciye toplumcu, aydın bir sanatçı olmayı anlatmaktansa yurtdışına gitme yolları öğretildi. Türkiye’de bu işin yapılamayacağı, en iyisi bu topraklardan kaçıp gitmenin gerektiği anlatıldı ve sonucunda örgütsüz, apolitik sanatçı kimliği baş gösterdi. 

Sanatçı örgütsüz oldukça sanata her türlü müdahalenin yapılması, cumhuriyetçi birikimlerin tasfiyesi kaçınılmazdır. Sanatçı ve hatta öğrenci örgütsüz oldukça daha birçok okulu kapatırlar. Burjuvazinin işine yaramadığı anda Devlet Tiyatroları ve Devlet Opera ve Balesi müdürlüklerini dahi kapatırlar.

Her şeyden önce sanatçı, sermayeye soytarılık etmekten vazgeçmeli. Sanatçı eğer gerçek anlamıyla sanata hizmet etmek istiyorsa, örgütlenmeli. Sanatını tüm örgütlülüğüyle topluma ulaştırmalı. Çünkü aydınlık yarınların örgütlenmekten başka çaresi yok.

Serbest Kürsü'de, soL'a dışarıdan iletilen katkılar arasından tartışmaya değer içerikte görülen ancak soL'un yayın çizgisini bağlamayan yazılar yayımlanır.

                                                                 /././

Korkma, yanımda kal-Asaf Güven Aksel-

“Şimdi kaybedecek bir günümüz yok, sonra oynarsın, boşuna değildi” dedi Nimet Teyze, göğsünde Ayhan’ı sallarken. Yoksa, TKP mi dedi bunu?

Henüz on yıl geçmişti, “az zamanda yapılan çok ve büyük işler”in en başına yazılan Cumhuriyet’in ilanının üzerinden, o ünlü söylev verilirken. Ve başarı vaatlerinde hiç yanılmadığını söyleyen Mustafa Kemal’in, “ebediyete akıp giden her on senede, bu büyük bayramı daha büyük şereflerle, saadetlerle huzur ve refah içinde kutlama” dileğinin bile bir daha yerine gelemeyeceğini, o gün o coşkulu meydandaki kimse düşünemezdi. 

Tarih, temennilere kulak asmaz. Nitekim, klişe deyimle bütün devrimci barutunu burjuva sınıf niteliğinin kaçınılmazlığında tüketirken, sola karşı ördüğü kabuğun, genişledikçe elini kolunu  bağladığı, soluk borusunu tıkadığı cumhuriyet, günden güne, sermayenin, emperyalizmin, gericiliğin aralıksız kemirdiği en temel niteliklerini yitire yitire,  101’inci yıla vardığında, uzanan dalları budanmış bir kökten ibaretti. Bu kök, az şey değildi ve çöken uğursuz karanlıktan çıkışın önemli bir manivelasıydı kuşkusuz, ama kim toprağını havalandırıp, can suyunu verecekti ki, hayata dönsün… Tekmil budayıcılar mı?

Böyle böyle, “nerede tören bolsa, orada içerik azdır” sözüne bile razı olunan bir yıldönümü geçti gitti. O geçip giderken, Bahçeli’nin “uzattığı el” daha havadaydı ki, “Yeni Kürt açılımı” analizleri yükseliyordu ki, hatta Ufuk Uras’ın gül yüzü yeniden ekranlardaydı ki, CHP’li Esenyurt Belediyesi’nin başkanı tutuklandı, yönetimine kayyum atandı ve İstanbul da bu uygulamayla tanışmış oldu. “Yeni Açılım”, yok “gafil avlama”ydı, yok “Anayasa pazarlığı”ydı, yok İmamoğlu’na “bir gece ansızın” şarkısıydı, yok CHP’ye “sıtma ikramı”ydı, yok Bahçeli’ye “az höst”tü, daha nice değerlendirmeler gırla gitti hafta boyu. “Ülen mitingi hangi köşede yapsak” diye dört dönen CHP’nin yanında arz-ı endam etmeyen TKP’ye pek kızdı “gerçekçi, güç denge”ci sözde sol. 

Bunlar kamuoyunun gündemine paldır küldür girerken, cemaat yurtlarında çocuk istismarları, şiddet sürüyordu. Kadınlar sokak ortasında, gözler önünde, fütursuzca öldürülüyordu. Açlık sınırının altında bir gelirle canlı kalma uğraşındakiler, işsizlikle “terbiye” yetmiyor, iş cinayetlerinde ölüyordu. Emeklilere açık açık “ölün de masraf açmayın” deniliyordu. Bebek hayatı metalaşıyor, çocuklar kayboluyor, her gün birkaçının cansız bedeni üzerine lanetli bir sır perdesi, gazete üçüncü sayfası gibi örtülüyordu.

Örtülen üçüncü sayfanın altına sinmiş holdingler, yerin göğün, ağacın suyun, emeğin insanın, toprağın kamu malının, kendilerine açık büfe sunulmasını kibarca kabul ediyor, bu yağma sofrasında hapur hupur tıkınan “efendiler”, ücretlilerin ve esnafın “vergiler cehennemi”nde zebani muaflığının keyfini sürüyordu. “Alman usulü” bile yoktu, masanın hesabını halk ödüyordu.

Holdingler halkın sırtından keyif sürerken, suç ortakları, ticaret ehilleri de ihmal edilmiyor, tarikatlara, vakıflara, cemaatlere, mafyaya devletin bütün toplumsal sirayet kurumları üleştiriliyor, “yurt sathı”nda cirit atmalarının önünde hiçbir engel bırakılmıyordu.

Ve Cumhuriyet, diyorduk, erdi 101 yaşınaaa… İlelebet… Payidar… Kolonya buyurun…

İçiniz daralmasın. Bunları ve çok daha fazlasını biliyor, yaşıyorsunuz, bu fuzuli döküm çok gereksiz ve yetersizdir, biliyorum. “Bir jölemsi bataklık”tan soluk soluğa çıkmaya uğraşıyoruz demiştim, durmadan kıvamı artıyor da olabilir...

Ama bir şey söyleyeyim. Tesadüfen, ailesinin kayıp ihbarıyla başvurulan programda, tanıkların anlatımında görmüştüm Şirin Elmas Hanilçi’ni. Ertesi gün “sadece altı kez bahar görmüş” bedeni cansız bulundu. Kıvam artıyordu, evet… Günle değil saatle ölçülür bir hızla… Ama bir şey söyleyeyim. Bu ülkede TKP var, hani “böyle bir parti var” denilmişti ya bir zaman, işte öyle.

Şirin’in bedeni bulunduğunda, “bir günümüz daha yok! Çocuklarımızı koruyamayan, kadınların katledildiği, gençlerin umutlarını yitirdiği bir Türkiye'de bu düzeni yıkmak için kaybedecek bir günümüz daha yok. Çocukları yaşatacağız. Umutla, güvenle, mutlulukla yaşayacaklar. Bu düzen değişecek!” dedi o parti. Dinsel mesel değildir, herhangi bir kıyıda kurdun kaptığı bir kuzunun sorumluluğunu duymak. Sınıf duruşu, emekçi erdemidir. O yüzden, “kaybedecek bir günümüz daha yok!” denilmişse, bu ciddidir. Umudun, güvenin, mutluluğun safında, derhal ve gereğince mevzilenmede tereddüt, yeni cinayetlerdir, soygunlardır, kötülüklerdir. Kıvam koyulaşmasıdır.

Ama bir şey söyleyeyim…

                                                           * * *

üstüme bir silah doğruldu sandım / rüzgâr beline dolandığında bir dalın / korktum, güldüm, kendime kızdım / bugün de ölmedim anne…

Bilmediğiniz bir telefon numarası ulaştırılır bir gün size, tanımadığınız bir isme iliştirilmiştir. Bir başka telefon numarası için aracı olacağı notu vardır iletenin. Hiç unutamadığınız bir isme bağlayacaktır sizi.

Tam 45 yıl önce, ağıtları delip geçen bir suskunluğun ortasında, bomboş iki kolundan göğsünde salıncak kurmuş, incitmekten korktuğu bebeğini uyuturcasına aralıksız sallanırken; uzaklara, çok uzaklara diktiği, hiç kırpmadığı gözlerinden yaşlar inerken zihninize kazınacak olan, elinizden başka hiçbir şey gelmediği için, ürkütücü bir çaresizlikle sadece omzuna sarılabildiğiniz kadına bağlayacaktır vereceği birkaç rakam. 

Tam 40 yıl önce, elini öpüp başınıza koyduğunuz, “hayır duasını” aldığınız, bir bilinmeze uzanan yolu aksayarak adımlamaya başladığınızda arkanızdan bakakalan, gittikçe küçülen, kımıltısız bir kadına…

insan neler duyar anladım o zaman / can alıp başını bedenden / alıp başını giderken…

Yolculuğunuzun vardığınız noktada başlayacağını bilemezsiniz, uzun uzun dönemezsiniz, gittikçe küçülen nice siluet arasında, ince bir sızının belli belirsizliğinde, o, oğulları eksilmiş kadın da vardır.  

bana böylesi garip duygular / bilmem niye gelir, nereye gider? / döndüm işte; acı, yüreğimden beynime sızar / bugün de ölmedim anne…

Tam 35 yıl önce, eşiğinde bir eli öpüp başınıza koyduğunuz kapıyı bulamazsınız. Muhtelif rivayetlerle kaybolursunuz, kaybedersiniz. Sonra hayat alır götürür sizi, unutamadığınız her şeyi o ince sızıyla gömer içinize, yürürsünüz. Küçülür gittikçe bakakalanlar, yürürsünüz… Öyle olmalıdır, öyle olur…

bir kitaba başlar gibi / koşarken yavaşlar gibi / ölen arkadaşlar gibi / sessiz, sitemsiz…

Tanımlanan belirtileri tutuyor tümüyle, ama verilen bütün isimler uydurma gibi geliyor, bilimsel değil de yakıştırma sanki, gene de kullanırsam, çevirmeli telefon günlerinden beri “telefobi”m var. Kaynağını kestirsem de, bunu ve bağlandığı “sosyal endişe” silsilesini açıklayamadığım ya da bana yakıştıramayan bütün yakınlarım bu yüzden sitem ederler hep. “Bir kere de aç şunu…”

Tam 35 yıl sonra, şakaklarımdaki ter bu anksiyeteden değildi, elimdeki telefona gözümü diktiğimde.

Yoğun kıvamlı bir bataklığa gömülürken, bir kamış marifetiyle soluk alınır ya fantezilerde. Şakaklarımda ter, 11 rakamlı bir kamış heyecanı. 

– Alo, Nimet Teyze, Asaf ben, nasılsın?

bir siyah beyaz fotoğrafta pus gibiyiz / belki biraz önce birini kaybetmişiz / siz hiç eksilmediniz mi, biz çok eksildik / korkma yanımda kal, şarkılar gibi...

Annem imzalı notlarına güler gibi “alo” dedi sanki. Hasan Kızılkaya yoldaş doğrulup “alo” dedi. Babam çocuk elimden tuttu, “alo, sarımsak kafalı” dedi sanki. Sait Faik’in “müthiş bir tren”i gürüldeyerek geçti kıyısından baktığım tüneli.

– Alo, Asaf, yavrum?

Ayhan Hınçal, 45 yıl sonra “alo” dedi sanki. Biliyordu, hal sormadı, hatır sordu. Biliyordum, hal sormadım, hatır sordum.

Bir kapı eşiğinde durdum, el öptüm, başa koydum. Gitmedim, aksadım, korkmadım, Şarkılar gibi.

Ama bir şey söyleyeyim… Ben, Yazılama sayesinde Nimet Teyze’ye 35 yıllık seslendim, 45 yıllık bir ses duydum. Müteşekkirim.  Ne mi konuştuk? Haha, sadece “beni kim alır Nimet Teyze” deyince, “niye be, sen ne güzel, ne akıllı çocuktun” dediğini bilin. Öbür sıfatları boşverin, “çocuk” dedi bana Ayhan’ın annesi.

Vınn, dedi bir topaç. Bir mermiyi misketle parçaladım. Ayhan topuğunu yamuk bastı. Hasan’ın gülüşü ne güzel. Bir tren geçti. Annem, el etti. Kıvam seyreldi.

“Şimdi kaybedecek bir günümüz yok, sonra oynarsın, boşuna değildi” dedi Nimet Teyze, göğsünde Ayhan’ı sallarken. Şarkılar gibi…

Yoksa, TKP mi dedi bunu? Ne fark eder? Anne? 

bu deniz neden kırmızı, kimse bilmiyor / kimse sormuyor, neden siyah sus gibiyiz / belki biraz önce birini kaybetmişiz /bir hikâye bitmiş ansızın, ölüm başlamış / korkma yanımda kal, şarkılar gibi…                             /././

Hatay Büyükşehir Belediyesi köprüyü tamir etti ama Davut yıldızını unuttu-Özkan Öztaş-

Hatay'da zaman içinde zarar gören ve tahrip olan köprü tamir edildi ancak kent sembolündeki Davut yıldızı unutuldu. Belediye yetkilisi "Sehven yapıldı, telafi edeceğiz" dedi.

Hatay'da zaman içinde zarar gören bir köprüde yer alan Hatay sembolü olan tabela tamir edilirken, semboldeki Davut yıldızı unutuldu.

Yurttaşlar olaya tepki gösterip sembolün orijinal halinin takılmasını talep ederken, yaşanan durum "Belediye İsrail'e olan tepkisini bize mi gösteriyor" yorumlarına neden oldu. 

Yıllardır kullanılan bir sembol

Hatay, ev sahipliği yaptığı diller ve dinler ile Türkiye'de özel şehirlerden bir tanesi. Kentte hem Müslümanlar, hem Hıristiyanlar hem de Yahudiler aynı anda yaşıyor ve kamusal mekanları birlikte kullanıyor.

Ermeni ve Arap Hıristiyanların yanı sıra Süryaniler, Arap Alevileri ve Sünni Müslümanlar ile birlikte Yahudi Cemaati kentte kültürel iklimi oluşturan unsurlar arasında yer alıyor. Bu durum nedeniyle de kentin birçok simgesinde bu üç inanışa ait semboller yer alıyor.

'Belediye köprüyü onardı Davut yıldızını unuttu' 

Hatay'da Antakya-İskenderun yolu üzerinde çevre yolu olarak bilinen alanda, Hatay Valiliği'ni geçtikten hemen sonra bulunan köprüde tadilat çalışmaları sırasında yeniden düzenlenen sembolde Davut Yıldızı'na yer verilmedi. 

Eski görüntüsünde tahrip olmuş haliyle Davut yıldızı fark edilirken yeniden yapılan köprünün onarılan sembolünde Davut Yıldızı yerine "A harfi" yer aldı. 

Konuya dair sosyal medyada tepki gösteren Hataylı yurttaşlar, "Belediye İsrail'e olan öfkesini Hataylılardan mı çıkarıyor?" diye sordu. 

Belediyeden açıklama: 'Sehven yapılmış telafi edeceğiz'

Yaşanan gelişmeyi Hatay Büyükşehir Belediyesi yetkililerine sorduk. Yetkililer yenileme çalışması sırasında "Davut Yıldızı'nın unutulduğunu" söyledi. 

Belediye yetkilisi soL'a yaptığı açıklamada durumun telafi edileceğini, köprüdeki sembolün yeniden yapılacağını, bir kasıt olmadığını ifade etti.

Hatay'ın depremden sonra kültürel dokusunun korunup korunamayacağı bir tartışma ve endişe konusu. Tarihi kent merkezinde depremden sonra ağır hasar alan özgün dokusu, Kültür ve Turizm Bakanlığı'nın zaman içinde alanda yürüttüğü toplu yıkım ve moloz taşıma uygulaması sonucunda yüzde 35 düzeyinde kayıp verdiği tahmin ediliyor. Dolayısıyla bu benzeri ihmaller Hataylı yurttaşların kentin kültürel ve tarihi dokusunun korunması konusundaki kaygılarını da arttırıyor. 

                                                               /././

Sahaflar Çarşısı(XXX) - Faşizme ve sömürüye karşı direnen bir eser: Fontamara -Özkan Öztaş-

Sahaflar Çarşısı'nın bu haftaki buluşmasında Ignazio Silone’nin kaleminden İtalya'daki Fontamara köylülerinin yaşadığı baskıyı ve insanlığın boyun eğmeyen öyküsünü konuşuyoruz.

Asıl adı Secondino Tranquilli olan Ignazio Silone takma adıyla eserlerini yayınlayan yazar İtalya'da faşizmin yükselişine tanık olmuş ve bu dönem bir kardeşini zindanda eşini ise bir ayaklanma sırasında kaybetmiştir. İtalya'da Mussolini dönemindeki yoksul köylüleri anlatan yazarın kalemindeki en önemli şey belki de faşizmin ihtiyaç duyduğu insan malzemesindeki küçük detayları.

Yusuf Şaylan bu kitabı önermesindeki bir nedenin bu olduğunu söylüyor. Diğer detay ise kitabı Türkçeye kazandıran kişinin Sabahattin Ali olması. 

"Buna detay demek bile hafif kalır. Sabahattin Ali bir kitabı çevirdiyse vardır bunda bir iş diye bakarım ben" diyor söze başlarken. Sabahattin Ali'nin Almanca'dan Türkçeye çevirdiği Ignazio Silone'nin Türkçe'de Ekmek ve Şarap adında çevrilmiş bir kitabı daha var.

Sabahattin Ali'nin cıvıl cıvıl gözlerinden faşizme bakmak

Ignazio Silone’nin İtalya'nın güneyindeki bir köy olan Fontamara'daki insanları anlattığı eseri Sabahattin Ali’nin 1943’te Akba Kitabevi tarafından yayınlanan basımıyla Kor Yayınları tarafından okuyucuya ulaştırılmış. Sabahattin Ali çevirisinde yer almayan kısımlar ise Tonguç Ok tarafından İtalyanca baskısındaki haliyle karşılaştırarak eklenmiş. Yani elimizde çeviri açısından titiz çalışılmış bir eser var.

Kitabın 1995 yılındaki üçüncü baskısında bir de Can Yücel tarafından yazılan ön söz yer alıyor. 

Faşizmi bizlere sergilemek için Sabahattin Bey’in cıvıl cıvıl gözleriyle, sekmez sezgisiyle seçtiği bu kitap, zaten mütegallibe sultası altında inleyen bir köylülüğün faşizmden de nasibini alınca nasıl direnç bilincini devşirdiğini anlatır. Sabahattin Bey örnek bir çeviri çıkarmıştır ortaya, her yapıtında olduğu gibi Fontamara’da da tam bir usta vardır önümüzde. Ey sevgili usta, toprağın memleket topraklarınca bol olsun…” diyor Can Yücel

Yusuf Şaylan bu detayı aktardıktan sonra "Bendeki bir detayı da Yusuf Ziya Bahadınlı'dır. Bahadınlı öğrenciyken bu eser okul kütüphanesinde varmış. Kütüphane sorumlusu kitabı önerince alıp okumuş. Yusuf Ziya'yı en çok etkileyen kitaplardan biri olmuş zaman içinde. Daha önce Yusuf Ziya'yı konuştuğumuz Sahaflar Çarşısı söyleşimizde de kısaca bir değinmiştik o dönemlere. Özellikle Türkiye gibi bir dönem köylü nüfusu fazla olan bir memlekette çok okunmuş bu kitap. Çok tartışılmış. El kitabı derler ya hani. İşte öyle. Elden ele geçmiş kitap" diye ekliyor. 

Sırası prensin köpeğinden sonra gelen İtalyanlar ve yazarın ihaneti

"Köylüler her yerde aynı" diyor Yusuf Şaylan. "Balzac'ın romanlarındaki köylüler de aynı, Yozgat'taki köylüler de. Ha İtalya ha Türkiye. Bir şey değişmiyor. Yani mevzu bahis üretim araçları ve onların insanlar üzerinde yarattığı etki olunca hikaye her yerde birbirine benziyor biraz" diye ekliyor. 

Çayından bir yudum alırken kitaptaki karakterlere değiniyor. 

"Biliyor musun? Çok benziyor. Mesela Fontamara'yı okurken biraz Sabahattin Ali tadı alıyorsun. Bazı mizahi ögeler tıpkı Aziz Nesin'lik hikayeler. Ve sonra yoksul İtalyan köylüleri... Hani Nâzım Anadolu'daki yoksul köylü kadınlardan bahsederken 'Soframızdaki yeri öküzümüzden sonra gelir' der ya. Bak işte İtalya'da da böyle. 

Yazar 29. sayfada kentten gelen biriyle sohbet ederken aralarında şöyle bir diyalog geçiyor. 

Mertebesi herkesten büyük, ahiretin sahibi Allah'tır.

Sonra, dünyanın sahibi Prens Torlonfa gelir. Sonra, Prens Torlonia'nın muhafızları gelir. Sonra, Prens Torlonia'nın muhafızlarının köpekleri gelir.

Sonra hiçbir şey gelmez. Sonra yine hiçbir şey  gelmez. Sonra, bir kere daha hiçbir şey gelmez.

Sonra da köylüler gelir... İşte bu kadar!

Şehirli büsbütün kızıp kudurarak sordu: 'Peki, hükumet?... Hükumeti nereye koyuyorsun?'

Pontius Pilatus söze karışıp izah etti: 'Hükumet bazan üçüncü, dördüncü mertebededir. Ünifor­masına göre... Yani maaşına göre... Dördüncü mertebe, kö­peklerin mertebesi, fevkalade kalabalıktır!'"

Söz buraya geldiğinde gözlerimin içine bakıyor Yusuf Şaylan. "Karakterleri çok iyi inşa etmiş yazar. Burjuvaları, onların yalakası olan dalkavukları, dolandırıcıları, din adamları, olmazsa olmaz bir inşaat müteahhiti ve sonra faşistlerin şakşakçısı olan kişiliksizleri. Bu roman özellikle o insan malzemesi açısından zengin imgelerle dolu" diyor. 

"Çünkü yazar belli açılardan içerden anlatıyor diyebiliriz" cümlesiyle devam ediyor Yusuf Şaylan.

"Yazarın yıllar sonra bir ajan olduğu ortaya çıktı. Hatta faşistlere ve Mussolini'ye muhbirlik yaptığı belgelendi. Aradan geçen yıllardan sonra ortaya çıkan belgelerde aralarında Fontamara'nın yazar olan Ignazio Silone'nin de olduğu birçok yazarın CIA fonlarıyla beslendikleri ve kalemlerini bunun için sivrilttikleri anlaşıldı. Belli açılardan bu durum kitabın değerini azaltmıyor ama bu ayrımdan bahsetmeden de geçmeyelim".

Yusuf Şaylan ile birlikte geçtiğimiz ay gerçekleştirdiğimiz Konya'daki bir köy okulu ziyaretinden. Şaylan okul kütüphanesine kazandırdığımız kitapları öğrencilere tanıtırken.

Aynalar labirenti veyahut korkunun korkusu

"İnsan okurken aklının bir köşesinde insanlık nasıl katlanır böyle bir saçmalığa sorusu geliyor" diyor Yusuf Şaylan. Ve ekliyor, "Bu kadarı da olmaz diyor insan. Sorun biraz da orada başlıyor. Bu kadarı da olmaz tepkisi çok edilgen, çok bireysel. Bu kadarı da olmaz diyen bir insan ne kadarına razı geleceğinin arayışındadır çünkü biraz da. Evet, bu kadarı olmaz sahiden. Ama ne kadarı olur? Ne kadarına razıdır insanlar? Baskılar, zorbalık, sömürü, aşağılama... Tüm bunlara nasıl boyun eğer insan? Sanırım insanlıktan uzaklaşarak. Bilerek ya da bilmeyerek ama insanlıktan çıkmadan bu düzenin insanı olmak mümkün değil."

Yusuf Şaylan yazarın romanda en çok tekrar ettiği bir şeye dikkat çekiyor. Korku kavramına. Korku kelimesi metinde birçok kez tekrar ediyor. İnsan ilişkilerinde, siyasal ilişkilerde korku kavramı beliriyor hemen roman kahramanlarının yanı başında. Bugüne, yarına ve hatta geçmişe bakarken bile korkular yeniden tanımlıyor her şeyi.

"Bak yazar yine şu sözlerle anlatıyor korkuyu. Okurları sıkmadan kısa bir pasaj aktaralım. 

'Bu sırada da polis her hafta yeni fesat cemiyetleri meydana çıkarıyor. Bütün amele semt­leri geceleri binlerce silahlı adamla dolup taşıyor.  Evler baş­tan aşağı aranıyor.  Yüzlerce insan hapislere atılıyor, hiç kimse bunun sebebini öğrenemiyor. Herkes başına aynı şeyin gelebileceğini biliyor. Birçokları korkuyor...

Roma'da korku bir hastalık, bir salgın halini aldı. Herke­sin günlerce, haftalarca paniğe kapıldığı oluyor. Sokakta yahut gazinoda birinin yüzüne sertçe bakma, onun sapsarı kesilip oradan uzaklaşmasına yetiyor...Neden? Korkudan!..

Berardo sordu: 'Korkudan mı? Neden korkuyorlar?'

'Korkudan korkuyorlar?'

Berardo ısrar etti: 'Peki ama, neden korkuyorlar?'

'Neden olduğunu kimse bilmiyor. Sadece korkudan. Bir milleti bir kere korku sararsa artık bunun izahı yoktur. Bu hastalık herkese geliyor, insanı tepeden tırnağa sarsıyor. Bunun için, yalnız rejim  düşmanları korkmuyorlar; ötekiler, şu Faşist dedikleri adamlar çok daha fazla korkuyorlar. Onlar da bu işin böyle sürüp gidemeyeceğini hem biliyorlar, hem söylüyorlar, ama bundan korkuyorlar... Ne diye düş­manlarını öldürüyorlar? Korkudan... Ne diye boyuna polisler milislerin sayısını artırıyor? Korkudan... Ne diye binlerce, on binlerce günahsız insanı küreğe mahkum ediyorlar? Kor­kudan... Cinayetleri arttıkça korkuları da artıyor... Korkulan arttıkça da cinayetleri artıyor.'

Michele merak etmişti: 'Hükumet kuvvetli mi?' diye sordu. 

Peygamber: 'Korkusu çok kuvvetli!' diye cevap verdi. Marietta sordu, 'Peki, Papa bunlara ne diyor?' 'Papa da korkuyor... Papa yeni hükumetten iki milyar liret aldı, otomobiller tedarik etti, bir radyo istasyonu kurdur­du, hiçbir zaman seyahat etmediği halde, kendine mahsus bir tren istasyonu yaptırdı, daha başka lüks işlere kalkıştı;  şimdi bunlar onu korkutmağa başlıyor.'

Yusuf Şaylan burayı okurken gülümsüyor. 'Bak onların da Diyaneti bizimki gibi. Yine milyarlarca para almış, paraları arabalara saymışlar. Korku da her yerde aynı farkındaysan" diyor. 

Ve ekliyor: "Cesaret de öyle. Bak bir tek rejim düşmanları korkmuyor diyor yazar."

Söz buraya gelince yine soL yazarlarından Nevzat Evrim Önal'ın hem bir köşe yazısında hem de daha sonra yayınladığı İnsan Bencil midir? adlı çalışmasında yer verdiği Aynalar Labirenti öyküsü geliyor akla. Çünkü bir tek elinde çekiçle gezenler korkmuyor labirentin yansıttığı yanılsamalardan. 

'Eşekler kadar aklımız olsa prens dilenmeye çıkardı'

Kitaptan bölümler okurken Yusuf Şaylan, "Bu kitabı her okuduğumda neden tiyatroya uyarlamadıklarını düşünüyorum. Fontamara bence tiyatroya uyarlanabilecek bir diyalog zenginliğine sahip. Bizim alanımız değil tabi o. Ama tiyatrocuların buna bir diyeceği vardır elbet" diyor. 

Şaylan kitaba ek olarak Kasabanın Sırrı filmini öneriyor. "Benzer dönemlerde benzer hikayeleri anlatıyorlar. İtalya köylülerinin faşizm yıllarındaki insan manzaraları gibi düşünebiliriz" diyor.

Yazar kitabında baskıyı anlatırken mutlaka bir yerine de sömürüyü ekliyor. Tüm bu baskı ve yaratılan korku ikliminin sömürüyü devam ettirmek için olduğunu ifade ediyor. Tek gücü toprağı işlemek olan yoksul köylülerin faşizme karşı yapabileceği ne var? Ne gelir elden? İşte bu soru ve arayış miras kalıyor yazarın satırlarından okurlara. 

"Bak yazar bir yerde şunu söylüyor. Sanırım 69. sayfaydı. 

'Aklı başında bir mahluk açlığa karşı kor. Der ki yersem çalışırım yemezsem çalışmam... Daha doğrusu bunu da demez, çünkü o zaman münakaşa etmiş olur, yalnız içinden gelerek böyle yapar. Bir  gözünüzün önüne getirin: Fucino gölunde çalışan altı bin ırgat böyle akıllı, yani yumuşak huylu, yola gelir, candarmayı, papazı, hakimi sayar kimseler olacaklarına gerçekten, her türlü akıldan uzak yük hayvanla­rı olsaydılar... Prens Torlonia dilenciliğe çıkardı'.

Yazarın bu satırları pek etkileyici değil mi? Yani yoksulluğa karşı yük hayvanları kadar aklımız olsa prens dilenmeye çıkardı diyor. Haklı da üstelik" diyor gülümseyerek. 

Sözlerini tamamlarken "Okurların kitaplıklarında bulundurması gereken bir eser bu. Hatta daha önce yine Sahaflar Çarşısı'nda bahsettiğimiz Remzi İnanç tarafından da 1966 yılında Toplum Yayınevi tarafından basılmış bu kitap. Kıymetli detaylar bunlar" diyor gözlüklerini kabına yerleştirirken. 

Köylülerin hikayeleri birbirine benzer derken verdikleri mücadelenin de benzeyeceğini söylemek yanlış olmayacaktır. Ve baskıların tek bir nedenle, sömürünün kalıcı hale gelmesi için yaratıldığını yeniden anımsayarak. Akla Işığın Yansıması grubunun şarkısı olan Kazıcılar geliyor. Köylerdeki insanların evleri kentlerdeki yoksulları korkutmak için yakılır çünkü çoğu zaman. 

Haftaya bir başka romanda buluşmak üzere vedalaşıyoruz. 

                                     https://youtu.be/mbyNNPws3jE

                                                           /././

Çorum’da bir binada patlama: Bir kişi yaşamını yitirdi, 30’un üzerinde kişi yaralandı

Doğalgaz kaynaklı olduğu değerlendirilen patlama sonucu bir kişi yaşamını yitirirken yaralı sayısı 33'e yükseldi. Çevredeki binaların da hasar gördüğü patlamanın ardından bazı evler tahliye edildi.(https://haber.sol.org.tr/haber/corumda-bir-binada-patlama-bir-kisi-yasamini-yitirdi-30un-uzerinde-kisi-yaralandi-395915)

                                                             ***

Van'da hastanede silahlı saldırı: Biri sağlık emekçisi 2 kişi hayatını kaybetti

Van'ın Erciş ilçesinde sağlık kontrolü için hastaneye getirilen Aydın Tokay, husumetli olduğu öne sürülen G.D.'nin silahlı saldırısına uğradı.(https://haber.sol.org.tr/haber/vanda-hastanede-silahli-saldiri-biri-saglik-emekcisi-2-kisi-hayatini-kaybetti-395902)
                                                         ***

Suriye'yle normalleşmeyi askıya alma emareleri başladı: Hakan Fidan'dan 'Esad hazır değil' çıkışı

Dışişleri Bakanı Fidan, "Bizim temennimiz, Esad’ın kendi muhalefeti ile anlaşması. Ancak anladığımız kadarıyla kendisi ve ortakları, muhalefetle anlaşmaya ve büyük bir normalleşmeye hazır değil" dedi.(https://haber.sol.org.tr/haber/suriyeyle-normallesmeyi-askiya-alma-emareleri-basladi-hakan-fidandan-esad-hazir-degil-cikisi)

                                                        ***

BBC çalışanlarından yönetime mektup: Gazze haberlerinde temel gazetecilik ilkeleri eksik

İngiliz yayın kuruluşu BBC'nin 100'den fazla çalışanı, Gazze'deki savaşa dair haberlerde İsrail yanlısı tutum alındığı gerekçesiyle yönetime mektup gönderdi.(https://haber.sol.org.tr/haber/bbc-calisanlarindan-yonetime-mektup-gazze-haberlerinde-temel-gazetecilik-ilkeleri-eksik)

                                                              ***

ChatGPT'ye vergi geldi, tamam, peki yapay zeka 'istenmeyen yanıtlar' vermeye başlayınca ne olacak?

ChatGPT de diğer platformlar gibi vergi verecek. Mali denetimden sonraki muhtemel adımsa hukuki denetim. Batı'nın halihazırda sansürlediği yapay zeka robotuna AKP de müdahale edebilir.(https://haber.sol.org.tr/haber/chatgptye-vergi-geldi-tamam-peki-yapay-zeka-istenmeyen-yanitlar-vermeye-baslayinca-ne-olacak)

                                                                    ***

(soL)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder