3 Kasım 2024 Pazar

Evrensel "KÖŞEBAŞI" -3 Kasım 2024-

Orman yanıyor, endüstri büyüyor, OGM camdan bakıyor -Deniz İpek-

Ne güzel dağların var Denizli

Gökyüzüne dikilmiş bir deniz dersin

Köpük köpük, çakıl çakıl

Dolansın dolansın dolansın

Dolansın durguna tırmansın akıl…

Bedri Rahmi Eyüpoğlu’nun Denizli gezisi sonrası yazdığı bu şiir Denizli Destanı’yla gördüklerini, insanlarını, doğasına ve özellikle dağlarına olan hayranlığını dile getiriyor. Denizli şehir merkezi coğrafi olarak bir çukurda yer alır gibi görünse de etrafı Eyüpoğlu’nun da tasvir ettiği gibi yemyeşil ormanların olduğu dağlarla çevrili bir kent. İşte o dağlar geçen hafta 6 gün boyunca yandı. Karcı Dağı zirvesinde 24 Ekim’de başlayan orman yangını 6’ncı gününde ancak söndürülebilirken, karaçam ve kızılçam türü ağaçlar başta olmak üzere ekosistemdeki birçok canlı yanarak ya yok oldu ya geri dönülmez bir tahribata uğradı.

ORMAN YANGINLARI TAŞERONUN TAŞERONU

Orman yangınlarına iktidarın yaklaşımı rant odaklı ve politik. Dağı taşı ranta çeviren iktidar, orman yangınlarının birincil sorumlusu. Ormanları ranta açmayı genel politika edinen AKP’nin orman yangınlarıyla mücadeleyi çözmeyeceği, çözmek istemediği ortadadır.

Son İzmir ve Denizli yangınlarında Orman Genel Müdürlüğünün yangınla mücadele için yaptığı helikopter ihalelerini AKP’ye yakınlığı ile bilinen bir firma aldı. Yüklenici firmanın ihale bedelini OGM’den almasına rağmen kendi taşeronlarına ödeme yapmadığı için yangına müdahale edilemediği ortaya çıkıyor. Yani orman yangınları ile mücadele taşeronun taşeronu bir sisteme dönüştürülmüş.

Denizli’de iki aydır bu konuda fikri takip yapan Yerel Gazeteci Bülent Öztürk; MGİ Savunma Uluslararası isimli ihaleyi alan firmaya servis ve tercümanlık hizmeti veren firma yetkililerinin kendisine ulaşarak MGİ firmasını icraya verdiklerini ihbar etmişti. MGİ ana yüklenici firma tarafından Rusya’dan kiralanan helikopterlerin pilotlarının, şirketlerine para ödenmediği ve akaryakıt temini yapılamadığı için uçmadıklarını, uçanların da birkaç ay önce Denizli’de olduğu gibi yakıt ikmali yapamadıkları için Denizli’nin Çivril ilçesinde tarlaya iniş yapmak zorunda kaldıklarını Öztürk’e anlatmışlar ve taşeron olan bu şirketler (Ali Uğurcu ve Ayhan Yılmaz) suç duyurusunda bulunduklarını söylemişler.

TEK SORTİDE SÖNECEKTİ

Peki 24 Ekim günü Karcı Dağı yangınında ne olmuştu? Eğer ihaleyi alan firma OGM’den parasını almasına rağmen, hizmet satın aldığı Rus firmalarına parasını ödemiş olsaydı, Denizli Orman Bölge Müdürlüğü bahçesinde bekleyen helikopter havalandığı andan itibaren 15 dakika içinde göletten suyunu alıp, hemen tepesindeki duman tüten başlangıç noktasına tek sorti yapıp suyu boşalttığı an bu felaket yaşanmamış olacaktı.

ORMAN YANGINLARINA AYRILAN BÜTÇE AZALMIŞ

Anayasa’nın 169. maddesi gereğince, devletin ormanları koruması ve sahalarının genişletilmesi için gerekli tedbirleri alması, yasal düzenlemeleri yapması gerekiyor. Orman Genel Müdürlüğünün yıllık faaliyet raporlarına göre 2022 yılında 2 bin 160; 2023 yılında 2 bin 579 adet orman yangını çıkmış. 2022’de 12 bin 799 hektar, 2023’te 15 bin 520 hektar orman alanı zarar gördü. 2022’de orman yangınlarıyla mücadele için harcanan tutar 12 milyar 384 milyon TL iken; OGM 2023 yılı performans programında orman yangınlarıyla mücadele için ayrılan bütçe 10 milyar 224 milyon TL idi.

ORMANLAR PARAYA ÇEVRİLEBİLİR META

22 yıldır ülke yönetimini elinde bulunduran AKP iktidarı, ormanları bir doğal varlık olarak değil paraya ve belli çevreler için imtiyaza dönüştürebileceği bir arazi olarak görüyor ve bu anlayışla yönetiyor. Bunun için ormancılık mevzuatı ve örgüt yapısını günden güne değiştirerek, ülke ormancılığını kafalarındaki kalıba sokmaya çalışıyorlar. Türkiye’de 2021 büyük Antalya ve Muğla yangınlarının olduğu yılda pik yaparak yalnızca 2017-2021 yılları arasındaki beş yıllık dönemde endüstriyel odun üretiminde yüzde 78.7, yakacak odun üretiminde yüzde 25.9 ve toplam odun üretiminde yüzde 69.5’lik bir artış yaşandı.

2022 ve 2023 yıllında da endüstriyel odun üretiminde yüzde 51 artış görünüyor. Orman endüstri tesislerini işleten şirketler yanan odunları çok ucuz, hatta komik fiyatlara aldılar. Metreküpü 1000-2000 lira olan odunu yangından sonra 50 liraya aldılar. Yanan ağaçları sahadan temizlemek için milyonlarca metreküp alım yaptılar ve birkaç yıllık üretim maliyetlerini düşürmüş oldular. Bu tabloyu, orman yangınlarına iktidarın ve sermayenin bu kadar pervasızca yaklaşımının bir başka ekonomi politiği olarak görmek gerekiyor.

SARAYA DEĞİL ORMANA BÜTÇE

“Orman yangınlarına ortalama ilk müdahale süresini 40 dakikadan 11 dakikaya düşürdük” diyen bakan bu yangınla ilgili günlerce açıklama yapmadı. Yangın çıktığında yangının çıktığı dağın dibinde park halinde bekleyen helikopterin neden devreye girmediği ve ilk hava müdahalesinin gecikmeli yapılmasının yüzlerce hektar ormanın yanmasına, habitatın tahribatına ve su kaynaklarının tehlikeye girmesine Saray’ından tasarruf etmeyenlerin neden olduğunu biliyoruz.

                                                          /././

Irkçılığa karşı zırh gerek -Serdar M. Değirmencioğlu-

Dünya güçlü ve korkunç bir ırkçılık dalgasının etkisinde. Bu dalgayı yaratanlar ve kullanmak isteyenler açık olarak ırkçı olduklarını söyleyemedikleri için çoğunlukla göçten söz ediyor ve göçmenlerin birer düşman olduklarını iddia ediyorlar. Salı günü ABD’de gerçekleşecek olan başkanlık seçiminde de ırkçılık başrolde. Bunu anlamak için Donald Trump’un seçim kampanyasının New York’taki son mitingine bakmak yeterli.

Miting boyunca yapılan konuşmaların hemen hepsi, öfke ve kin içeriyordu. Trump, daha önce de yaptığı gibi “içerideki düşmanla” savaştığını ve seçilir seçilmez, “ABD tarihinin en büyük sınır dışı etme programını” başlatacağını söyledi. Trump açık açık, “Ben ırkçıyım!” veya “Beyazlar üstündür!” demedi. Onun söyleyemediklerini diğer konuşmacılar söylediler. Konuşmacı olarak seçilen kişilerin birer saldırı aracı olarak kullanıldıkları ortadaydı.

Yaklaşık 15 yıl boyunca sağcı medyanın en saldırgan kanalında çalışan ve bu kanalın en bilinen yüzü olan Tucker Carlson yine görevini yaptı ve Demokrat Parti Başkan Adayı Kamala Harris’in etnik kimliğiyle dalga geçti. Bir radyo sunucusu, daha önceki Demokrat Parti adaylarından Hillary Clinton için “piç” dedi. Pek tanınmayan bir komedyen, ABD sömürgesi olan Porto Riko’yu “çöp adası” olarak tanımlayarak tüm Porto Rikoluları karaladı.

Sağcıların hiç doyamadıkları, “Değerlerimizi koruyoruz!” söylemi altında ABD’de ve Avrupa’da keskin bir dinci zihniyet yatıyor. Göçmen karşıtlığı kisvesindeki ırkçılığın dayanaklarından biri, dincilik. Trump mitinginde özel olarak düzenlendiği anlaşılan bir mizansen bu zihniyeti yansıtıyordu. Trump ile “ömür boyu arkadaş” olduğu söylenen ama gerçekte Trump ile birkaç hafta önce tanışmış 60 yaşındaki bir temizlik işçisi sahneye elinde haçla çıktı ve Kamala Harris için “deccal” ve “şeytan” dedi.

Göçmen karşıtlığı kisvesindeki ırkçılık elbette ki, ABD ve Avrupa ile sınırlı değil. Irkçılık Türkiye’de de yükseliyor çünkü yükseltilmesinden yararlanan sağcı siyasetçiler bol. Göçmen düşmanlığı çok kolay çünkü göçmenler büyük ölçüde savunmasızlar. Türkiye’de Kürtlere, Ermenilere, Rumlara, Romanlara, Alevilere düşmanlık üretenler için yurttaşların olağan yasal haklarından yararlanamayan göçmenlere saldırmak çok kolay.

Dünyayı etkileyen ırkçılık dalgasının çocukları etkilememesi beklenemez. Araştırmalar çocukların çok küçük yaştan başlayarak ırkçı kalıplardan etkilendiklerini gösteriyor. Bu araştırma bulgularını incelemeyi bir başka zamana bırakarak, çocuklara yararlı olacak temel ilkelere değinmekte yarar var.

Güçlenen ırkçılık karşısında çocuklara bir tür zihinsel zırh kazandırmak önem taşıyor. Bu zırhın çift yönlü olması gerekiyor ki, ırkçılık yayılmasın: “Derimin rengi bana bir üstünlük sağlamaz. Tenimin rengi bana bir meziyet veya erdem katmıyor.” Irkçılık konusunda çalışmalarıyla bilinen Ibram X. Kendi, tüm beyaz çocukların bu basit fikri öğrendikleri ve içselleştirildikleri bir dünyanın hem daha güzel, hem daha barışçıl olacağını söylüyor. Bir diğer deyişle, beyaz çocukların da korunması gerekiyor. Onların, beyaz oldukları için özel ve üstün olduklarını söyleyen tüm sözlü veya sözsüz, açık veya örtük mesajlardan korunmaya gereksinimleri var.

Derimin renginde bir yanlışlık yok. Derimin rengi nedeniyle bende yanlış, eksik, garip bir şey yok.” Tüm beyaz olmayan çocukların bu fikri öğrendikleri, içselleştirildikleri ve benliklerini bunun üzerinden geliştirdikleri bir dünya elbette ki, herkes için daha güzel bir dünya olacaktır. Beyaz olmayan çocuklar, onlara ulaşan ve beyaz olmadıkları için özel olmadıklarını, hatta aşağı, eksik, garip olduklarını söyleyen sözlü veya sözsüz, açık veya örtük tüm mesajlardan korunmalıdır.

Bu yaklaşımı ırkçılıkla sınırlamak gerekmiyor. Başka türde ideolojik tuzaklara karşı da zırhlar üretmek gerekiyor. Cinsiyetçilik karşıtı zırh düşünelim: “Cinsiyetim bana bir üstünlük sağlamaz. Cinsiyetim erdem olamaz. Eksik veya üstün cinsiyet olmaz.” Türkiye’de dil düşmanlığı da var. Zırh düşünelim: “Ana dilim bana bir üstünlük sağlamaz. Ana dilim bana bir meziyet veya erdem katmıyor. Her ana dili değerli ve güzeldir.” Vatan-millet-bayrak? “Bayrak bana bir üstünlük sağlamaz. Bayrağın, kimlik kartının, pasaportun rengi bana bir erdem katmaz, beni özel kılmaz. Beni özel kılacak olan davranışlarımdır.

                                                          /././

Amerikan seçimlerini aşırı sağ kazandı -Cihan Tuğal-

Yanlış okumadınız. Günü de şaşırmadım. Rüya da görmüyorum.

Sandıktaki sonuçlardan bağımsız olarak, Amerikan seçimlerinin galibi aşırı sağ. Muhafazakarlar ve liberaller büyük mağluplar. Sol da kaybedenler arasında.

SINIFTAN KAÇIŞ

Aşırı sağın yarattığı gündemler seçim kampanyalarını belirledi. Göç ve suç iki partinin de propagandasının merkezindeydi. Cumhuriyetçiler milyonlarca insanı sınır dışı edeceklerini, böylece suçu azaltacaklarını anlatıyorlar aylardır. Suçun göçmenlerden kaynaklanmadığını gösteren yığınla araştırma olmasına rağmen, Demokratlar da göç ve suç konusunda sağcı bir istikamet tutturdular. Burada ilginç olan, Demokratların yanındaki liberal medyanın, suç oranlarında ciddi bir artış olmadığına, olan kadarının da göçle zayıf bir bağlantısı olduğuna dair veri sunmasına rağmen, partinin başka bir yöne gitmesi. Liberal medya ve Demokratik Parti arasında genelde çok ciddi bir makas olmuyor ama, bu konuda parti kendine tabi medyanın ve (göçe olumlu bakan) geleneksel muhafazakarların bile çok daha sağına kaymış durumda.

Demokratların ve liberal medyanın çok ayrışmadığı bir konu enflasyon. Hayat pahalılığı neredeyse göç ve suç kadar merkezinde kampanyaların. Cumhuriyetçiler fiyatlara büyük vurgu yapıyor. Demokratlar ve medyaları ise, “Enflasyon neredeyse yüzde ikiye, yani normal seviyelere düşmüş durumda” diye ısrar ediyor. Ancak temel ihtiyaç maddeleri zaten o kadar pahalanmıştı ki, enflasyonun yavaşlaması hayatı kolaylaştırmıyor. Bu başlıktan da galip çıkan Cumhuriyetçiler o yüzden. Demokratlar birkaç ay önce hayatın zorlaştığını reddetmeyen, ancak suçu büyük şirketlere yıkan bir çizgi tutturmaya yeltendiler. Fakat bu sol taktikle kısa bir flörtten sonra, enflasyonu neredeyse tamamen yükselen ücretlerle açıklayan ekonomik ortodoksiye geri döndüler. Liberal medya da aynı yerden konuşuyor.

Eflasyon bahsinde Demokratların ve liberallerin bu tıkanmışlığının ve sağa kayışının diğer sınıfsal meselelerle doğrudan bağlantısı var. Biden idaresinin ilk yılında sendikalaşma ve ücret artışı gibi duruşlarla tabanını genişletmeye çalışan parti, elit üyelerinin baskısına yenik düşüp 1980’lerden beri izlediği neoliberal rotaya geri döndü.

Bu konularda artık konuşmak istemeyen Demokratlar, propagandalarını tamamen Trump karşıtlığına indirgemiş durumdalar. Trump’ın demokrasiyi askıya alacağını, hatta “faşist” bir idare kuracağını vurguluyorlar her şeyden fazla. Tamamen haksız da sayılmazlar. Ancak bu sıradan seçmen için enflasyon kadar acil bir sorun değil.

Dengelerin Demokratların lehine olduğu tek başlık kürtaj. 2022 ara seçimlerini, Cumhuriyetçilerin giderek insanlık dışı bir noktaya gelen kürtaj karşıtlığından korkan üst-orta sınıf muhafazakar kadınların oylarıyla kazandı Demokratlar. Dolayısıyla “faşizm” karşıtlığından hemen sonra, en çok gündemde tutmaya çalıştıkları konu bu. Cumhuriyetçiler de baltaları gömmeseler dahi, kürtajı gündem dışı tutmaya çalışıyorlar.

Daha önce de Evrensel’de anlattığım gibi, iklim değişikliği ve dış siyaset (özellikle de Filistin/İsrail meselesi) özenle kampanyaların dışında tutuldu.

Tüm bunlar olurken, sol -alternatif bir duruşu geniş kitlelere anlatmayı, hele hele onları ikna etmeyi bırakın- kendi gündemini, kendi çizgisini yaratamadı.

LİBERAL DEMOKRASİNİN YAKLAŞAN SONU

Elbette Demokratik Parti kazanırsa, liberaller Biden çizgisinden çok da sapmayan politikalarla yola devam edecekler. Ama bu politikaların daha az meşruiyeti olacak. O meşruiyet zeminini kendi kampanyalarıyla aşındırmış durumdalar. Kazansalar da tedricen sağa kaymaya devam edecekler bu genel atmosferden dolayı.

O halde, Trump seçilirse gerçekten de liberal demokrasiyi askıya alıp almayacağına bakmak gerekiyor.

Aslında bunun koşulları zaten hazır. Kurumlar daha şimdiden boyun eğmiş durumda: Washington Post ve Los Angeles Times gibi köklü gazeteler, en prestijli üniversiteler aşırı sağa teslim bayrağını çektiler. Demokratlar taktik olarak bir iki konuda sağa kaymak yerine, kürtaj dışında bütün konularda sağa kaydılar. Kendi partilerinin kaderini tamamen Cumhuriyetçi kadınlara bağlamış, diğer kesimleri boş vermiş durumdalar. Hukuk da giderek Trump’ın kontrolüne giriyor.

Bunların farkında olan Cumhuriyetçiler, “Zaten kazandık” gözüyle baktıkları 2024 seçimleri kadar, 2028 seçimlerini de düşünüyorlar şimdiden. Trump’ın ekonomide yapısal değişiklik yaratarak iktidarda kalma şansı yok 2028’de. Partiyi işçilerin partisine dönüştüreceğini söyleyip duruyor ama, buna yönelik adım atacağından şüpheliyim. Atsa bile, aynen 2016’nın ilk aylarında olduğu gibi, Meclis ve Senato tarafından sabote edilecektir çabaları. Dolayısıyla yukarıda anlattığım boyun eğme haline daha net bir şekil vermeye, 2028 seçimlerini usul dışı yollarla kazanmaya çalışacak.

Fakat kurumlar niye bu kadar kolay boyun eğdi? Demokratlar ve elitler niye kurumları koruyamadı? Soldan mı çok korktular? “Sosyalizm geleceğine faşizm gelsin” diye mi düşündüler? Tam tersine. Asıl sorun soldan doğru düzgün bir baskı gelmemesi oldu. Soldaki bu boşluktan dolayı, liberaller de güçlü gördükleri odağı taklit etmeye başladılar.

TUHAF BEKLEYİŞ

Şu anda çok tedirgin bir bekleyiş var. Göçmenler, azınlıklar, liberallerin sola yakın olanları, Trump muhalifleri birkaç ay içinde hayatlarının kökten değişebileceğini, sürekli bir fiziksel saldırı, işten çıkarılma, sınır dışı edilme tehdidi altında yaşamaya başlayacaklarını hissediyorlar. Buna rağmen insanın rutinine devam etmesi tuhaf bir duygu.

Sosyalistinden postkolonyalistine, liberalizmin soluna düşen düşünür ve aktivistler arasında ise bu tuhaf varoluş aslında 7 Ekim 2023’ten beri devam ediyor. Bir taraftan dünyanın yok edilişinin hızlandırıldığını görüyorsunuz. Herkesin gözü önünde, “naklen” soykırım yaşanıyor ama yine de sabah işinize gidiyorsunuz, akşam çocuklarınızın yüzüne her şey normalmiş gibi gülüyorsunuz mecburen. Bu sürreel his, son bir iki haftadır toplumun üçte birine yavaş yavaş yayılıyor. Toplumun diğer üçte biri ise “düşmanları”na toptan bir saldırı hazırlığında, ya da kendi adına yapılacak saldırıyı naklen seyretme hevesinde.

Henüz aktif olmayan, bu garip dengeyi değiştirme potansiyeline sahip diğer üçte birin harekete geçmesini, Godot’yu bekler gibi bekliyoruz. Bunu daha aktif bir bekleyişe çevirenler var elbette. Umut onlarda ve (seçim günü ya da haftasında değil) seçimlerden sonraki dönemde.

                                                     /././

5 maddede ABD seçimlerinin Avrupa’ya etkileri -Yücel Özdemir-

Avrupa’nın pek çok ülkesinde, özellikle de Almanya’da 5 Kasım’da ABD’de yapılacak seçimler adeta ülkedeki genel seçimler gibi bütün yönleriyle ayrıntılı olarak ele alınıyor. Gazete ve televizyonların temsilcileri güncel gelişmeleri, anket sonuçlarını, başkan adaylarının ne dediklerini ayrıntılı olarak haberleştiriyor. ABD seçimlerini Avrupa’da bu denli önemli kılan nedenlerin başında elbette Transatlantik ilişkilerin yakın olması geliyor. Emperyalistler arasındaki paylaşım mücadelesinde ABD ile aynı safta yer alan AB’nin pek çok ülkesi kimin kazanacağına bağlı olarak ilişkilerin nasıl ilerleyeceği üzerinde duruyor.

Genel hava Trump’ın kazanması durumunda bunun Avrupa için “felaket” olacağı yönünde. “Trump 2.0” olarak adlandırılan Trump’ın ikinci kez başkanlık koltuğuna oturma ihtimali ile; Transatlantik ilişkilerinin Kamala Harris’in kazanmasına oranla daha fazla gerileceği az çok öngörülebiliyor. Harris’in kazanması durumunda ilişkilerin son dört yılda olduğu gibi devam etmesi bekleniyor. Trump’ın kazanması durumunda gerilimlerin olması muhtemel konular ise şunlar sıralanıyor:

1- GÜMRÜK VERİLERİ

2016-2020 yılları arasında başkanlık yapan Trump’ın ABD pazarını koruma adına AB’den gelecek mallardan yüzde 10-20 gümrük vergisi almayı planladığı biliniyor. Harvard Üniversitesi Öğretim Üyesi Kenneth Roggoff, Handelsblatt gazetesinde verdiği söyleşide gümrük vergilerinin arttırılmasının yaratacağı sonuçları şöyle değerlendirdi: “Gümrük vergilerinin artırılması korkunç olur. Diğer ülkeler da buna karşılık verecektir. Bu sadece ekonomiyi değil, aynı zamanda jeopolitik ilişkileri de etkileyecektir. Ancak Trump’ın seçilmesi halinde gümrük vergilerini uygulayamayacağı konusunda umutluyum.” (31.10.2024)

Avrupalılar ise bu kadar umutlu değil. Şimdiden Trump’ın seçilmesi durumunda gümrük vergilerinin hayata geçirilmesi durumunda ekonomide neler olacağı konusunda senaryolar hazırlanıyor. Merkezi Köln’de bulunan Alman Ekonomi Enstitüsü (IW) tarafından 24 Ekim’de yayımlanan raporda iki senaryo üzerinden değerlendirmeler yapıldı. Senaryoların birinde Trump’un AB’den gelecek mallara yüzde 10, Çin’den alınacak mallara yüzde 60 daha fazla gümrük vergisi uygulaması ele alınıyor.

İkinci senaryoda genel olarak gümrük vergilerinin yüzde 20 arttırılması üzerinde duruluyor. Her iki senaryoda da ABD ve AB ekonomileri küçülmeyle sonuçlanıyor. Ancak uzun vadede ABD ekonomisi yeniden toparlanırken; AB, özellikle de Alman ekonomisi gümrük vergilerinin arttırılmasından olumsuz etkilenmeye devam edecek.

Bu tablonun sonucunda Transatlantik ilişkilerde krizler yaşanmakla birlikte, Avrupa ekonomisinin de ciddi bir istikrarsızlığa sürüklenmesi öngörülüyor. En fazla da Almanya... Zira, en fazla ABD ve Çin ile dış ticareti bulunan Almanya, her iki ülkenin de gümrük vergilerini arttırması durumunda ekonomide büyük bir kriz görünüyor. Bu durum doğal olarak diğer Avrupa ülkelerini de önemli ölçüde etkileyecek.

2- UKRAYNA SAVAŞI

Her fırsatta Ukrayna’ya çok fazla askeri ve mali destek verildiğini söyleyen Trump’ın 20 Ocak’ta ikinci kez başkanlık koltuğuna oturması durumunda Ukrayna politikasında değişikliğe gitme olasılığı Avrupa ülkelerini tedirgin etmiş durumda. Seçimlerden önce bir barış masası kurulup uzlaşma yoluna gidilmediği için bundan sonra olacakların hepsi artık sürpriz olabilir.

ABD’nin askeri ve mali olarak destek vermediği bir savaşı, Ukrayna’nın Avrupa’dan alacağı destekle sürdürmesi pek mümkün görünmüyor. Bunun farkında olan Joe Biden yönetimi kısa bir süre önce G7 ülkelerinin 2025’te Ukrayna’ya 50 milyar dolarlık bir yardım paketini karar altına aldı. Pakette ABD’nin payına düşen 20 milyar dolar.

3-ASKERİ HARCAMALAR

Daha önce Avrupa’daki NATO üyesi ülkeleri gayrisafi milli hasılalarının yüzde 2’sini silahlanmaya ayırmadığı için eleştiren Trump, aynı politikasını seçilmesi durumunda sürdürecek. Bu arada bir çok ülke Ukrayna savaşını gerekçe göstererek bu şartı yerine getirdi. Yüzde 2’yi yerine getirmeyen ülkeler Trump’ın hedefinde olacak. Ancak Harris de aynı yönde politikanın ısrarcısı olacak. Bu konuda kriterin yerine getirilmesi için her iki aday da hemfikir.

Genel olarak askeri harcamaların arttığı günümüz dünyasında, ABD adaydan bağımsız olarak silahlanma politikalarına hız verecek. Trump, NATO’ya Harris kadar anlam ve önem atfetmediği için Transatlantik ilişkilerde derinleşmeden ziyade gerilim olabilir.

4-ALMANYA’YA YERLEŞTİRİLECEK ABD FÜZELERİ

Trump’ın başkanlık yıllarında ABD-Almanya ilişkileri gerilim hattı üzerinde şekillenmişti. Rusya’dan doğal gaz akışı sağlayan Kuzey Akımı hatlarının kapatılması için yaptığı baskıya Dönemin Başbakanı Angela Merkel net bir şekilde karşı çıkmıştı. Ancak Ukrayna savaşıyla birlikte Cumhuriyetçi Trump’ın istediğini Demokrat Biden yerine getirdi. Üstelik hatlara sabotaj da düzenlendi.

Denilebilir ki; Almanya-ABD ilişkileri, Biden-Scholz döneminde alabildiğince yakınlaştı ve Almanya dış politikada ABD’ye yaklaştı. Bu çerçevede 2026’de Almanya ve Doğu Avrupa’yı Rusya tehdidinden korumak için Almanya’ya uzun menzilli silahların yerleştirilmesi kararı alındı. Barış hareketinin sert tepki gösterdiği Almanya’ya uzun menzilli ABD füzeleri konusunda Trump’ın nasıl bir politika izleyeceği belirsiz. Daha önce Avrupa’nın kendi güvenliğini sağlaması gerektiğini söylemişti.

Bu kapsamda Almanya’daki ABD askerlerinin çekilmesini de gündeme getirmişti. ABD’nin Almanya’daki üslerinde halen 35 bin asker bulunuyor. Ortadoğu ve Afrika’ya gidişler genellikle bu askeri üslerden organize ediliyor.

5-ÇİN POLİTİKASI

Önümüzdeki dört yıl içinde kimin başkan seçileceğinden bağımsız olarak ABD dış politikasının en önemli gündemlerinden birisi Çin olacak. Gümrük vergilerinin arttırılması, Tayvan’ın Çin’den kopartılarak ayrı bir devlet ilan edilmesi kuvvetle muhtemel gelişmeler. ABD’nin Çin’e karşı politikasını sertleştirmesi, hatta yaptırımları gündeme getirmesi Almanya başta olmak üzere bir çok AB ülkesinin ekonomisini etkileyecek. Zira özellikle vergiler aynı zamanda Çin’de üretim yapan Avrupa tekellerini de kapsayacak. ABD ile AB/Almanya arasında izlenecek Çin politikası konusunda farklı görüşler ve buna bağlı çelişkiler ortaya çıkabilir.

Gazze, Lübnan ve İran konusunda ise ABD ile AB İsrail’e tam destek verdiği için önümüzdeki süreçte mevcut tutumun devam etmesi bekleniyor.

                                                      /././

Yeni ‘süreç’: Demokratik siyasete kurt kapanı -Yusuf Karadaş-

Devlet Bahçeli’nin açıklamaları üzerinden iktidarın yeni bir ‘açılım süreci’ başlattığı tartışmaları yapılırken İstanbul’un CHP’li Esenyurt Belediye Başkanı Ahmet Özer, önceden hazırlığı yapıldığı anlaşılan bir siyasi operasyon üzerinden “terör örgütü üyeliği” iddiasıyla tutuklanarak yerine kayyım atandı. Bahçeli’nin PKK Lideri Öcalan’ın Mecliste konuşma yapması çağrısı yaptığı bir dönemde ‘kent uzlaşısı’ üzerinden demokrasi güçlerinin önemli bir kesiminin desteğini alarak yüzde 49’la belediye başkanı seçilen Ahmet Özer’in, “Öcalan’ın ‘çözüm süreci’nde heyetlerle yaptığı görüşmede adının geçmesi” gibi uyduruk bir gerekçeyle tutuklanması, ‘yeni açılım’ olarak adlandırılan sürecin demokratik siyasete karşı bir kurt kapanı olarak kullanılacağını gösteriyor.

AKP içindeki Kürt siyasetçilerden Orhan Miroğlu’nun Özer’in tutuklanmasının ve Esenyurt Belediyesine kayyım atanmasının “Süreci etkilemeyeceği” açıklaması, yeni sürecin de tıpkı eskisi gibi iki uçlu bir politika olarak uygulanacağını ortaya koyuyor. O dönem cemaatçilerle birlikte olan Erdoğan’ın 2009’da başlattığı açılım sürecinde de Kürt halkında çözüm yönünde beklenti yaratan adımlara Kürt siyasetçilere ve belediye başkanlarına yönelik “KCK operasyonları” eşlik etmişti. Böylece açılım bir yandan halkta beklenti yaratmaya ve öte yandan da demokratik siyaseti tasfiye etmeye dayalı iki uçlu bir politika olarak uygulanmıştı.

Kuşkusuz hem 2009’daki açılım sürecinin ve hem de bugün Bahçeli üzerinden başlatılan sürecin kendi özgünlükleri bulunuyor. Ancak iktidarın/devletin bu süreç üzerinden bugün ulaşmak istediği politik hedeflerin anlaşılması bakımından 2009’daki açılım sürecine dönüp bakmak birçok bakımdan açıklayıcı olacaktır.

Açılım süreci, ABD’nin bölgeyi yeniden dizayn etmek için 2003’te müdahale ederek rejim değişikliği gerçekleştirdiği Irak’ta deyim yerindeyse savaş batağına saplanması sonrasında askerlerinin önemli bir kısmını çekmesi tartışmasının yapıldığı bir dönemde başlatılmıştı. Arka planında ABD’nin çekilmesinin bir boşluk yaratmaması için Türkiye’deki iktidarın Irak Kürdistan Bölgesel Yönetimi ve İsrail ile ABD’nin politik ekseninde birleştirilmesi yer alıyordu. O dönem Taraf gazetesi gibi açılımın fanatik taraftarları, bu sürecin Türkiye’yi Ortadoğu, Balkanlar ve Kafkasya üçgeninde önemli bir ticaret ve enerji koridoru haline getireceği propagandasını yapıyorlardı.

Bugün Bahçeli de Kürt sorunu konusunda yaptığı son açıklamaları bölgesel gelişmelerle izah ediyor. Başka bir deyişle devlet/iktidar, İsrail’in Gazze’ye yönelik saldırganlığının bölgeye yayılması ve bu süreçte Türkiye egemen sınıflarının üstleneceği rol bakımından Kürt sorunu konusunda bir inisiyatif geliştirmeyi zorunlu görüyor.

Bu noktada SDG Genel Komutanı Mazlum Abdi’nin Türkiye’nin Rojava’ya yönelik saldırılarına rağmen ABD’nin başını çektiği Uluslararası Koalisyonun ‘ara buluculuk’ yaptığına dair açıklamasına da dikkat çekmek, bu süreçte ABD’nin rolünü anlamak bakımından önem taşıyor.

Açılım sürecinde AKP-Erdoğan iktidarı, TRT Şêş ve üniversitelerde Kürdoloji bölümlerinin açılması gibi Kürt halkında beklenti yaratmayı amaçlayan sembolik adımlar atmıştı. Bugün Bahçeli her ne kadar çıtayı Öcalan’ın Mecliste konuşması ve ‘umut hakkı’ndan yararlandırılması gibi yükseğe koymuş olsa da somut hiçbir adım atılmış değil. Ancak Bahçeli ve Erdoğan’ın açıklamalarına bakınca en azından söylem düzeyinde beklenti yaratmaya yönelik tutumun devam ettirileceği anlaşılıyor.

Öte yandan Özer’in tutuklanması ve Esenyurt Belediyesine kayyım atanmasıyla bağlantılı olarak açılım sürecinin dikkat çekici yönü, bu sürecin asıl olarak demokratik siyasetin tasfiyesi üzerine inşa edilmeye çalışılmasıydı.

Açılım sürecinde Kürt siyasetçi ve belediye başkanlarına yönelik KCK operasyonlarının yapılmasını, o dönemin Fethullahçı-emniyetçi yazarlarından Emre Uslu “Açılım sürecinin sağlıklı ilerlemesi için zorunlu” diyerek savunmuştu. Şimdi Miroğlu da kayyımların sorumlusunun KCK olduğunu söylüyor ve Özer’in siyasi bir komployla tutuklanmasının süreci etkilemeyeceğinden emin görünüyor. Çünkü Özer’in tutuklanması ve Esenyurt Belediyesine kayyım atanması, yeni süreçte yaşanmış bir yol kazasını değil; istikametin kendisini gösteriyor.

Açıktır ki, MHP’den HÜDA PAR’a ülkenin en gerici güçlerinin ittifakı üzerine kurulmuş olan bugünkü iktidarın Kürt sorununda adım atmadan beklenti yaratabilmesi için demokratik siyasetin tasfiyesi dışında bir seçeneği bulunmuyor. Bu noktada Esenyurt ve Ahmet Özer’in hedef seçilmiş olması, iktidarın önceden planlandığı belli bir hamlesi olarak öne çıkıyor.

Burada öncelikle bu siyasi komplonun aktörü olarak öne sürülen İstanbul Cumhuriyet Başsavcısı Akın Gürlek için bir parantez açmak gerekiyor. Çünkü Gürlek’in ‘yükseliş’ hikayesi, yargının iktidarın siyasi amaçları doğrultusunda araçsallaştırılmasının da hikayesidir. İstanbul 14. Ağır Ceza Mahkemesi hakimi iken Anayasa Mahkemesinin CHP’li Enis Berberoğlu’na yönelik ihlal kararını tanımayarak başlayan bu yükseliş hikayesi, Adalet Bakanı yardımcılığına ve İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığına uzanıyor. Gürlek’in, tıpkı Erdoğan’la görüşmesinden sonra Kobanê iddianamesini hazırlayan Ankara Cumhuriyet Başsavcısı Yüksel Kocaman gibi Erdoğan’ın talimatıyla harekete geçtiğine şüphe yok. Zaten Özer daha gözaltındayken Erdoğan’ın yaptığı “Terör örgütü Esenyurt’u kasıp kavuruyor” açıklaması, hükmün önceden verildiğini ortaya koyuyor.

İktidar, uzunca bir süredir kaybetmenin sancısını yaşadığı İstanbul’un en büyük ilçesi Esenyurt’u ve bu ilçede CHP ve DEM’in başını çektiği kent uzlaşısını hedefe koyarak bir taşla birden fazla kuşu vurmayı hesaplıyor.

Öncelikle CHP ve DEM’in başını çektiği kent uzlaşısı, Erdoğan iktidarı ve onun Cumhur İttifakının iki dönemdir İstanbul Büyükşehir Belediyesini kaybetmesinin arkasındaki güç birliğini ifade ediyor. Dolayısıyla İstanbul’un CHP’li bir belediye başkanının “KCK-PKK üyeliği” iddiasıyla tutuklanması, İBB Başkanı İmamoğlu’na kadar uzanabilecek bir saldırının kritik bir halkası olarak öne çıkıyor. Bilindiği gibi İBB ve İmamoğlu geçtiğimiz dönem de Kürt din görevlilerini belediyeye gassal (ölü yıkayıcı) olarak işe aldığı gerekçesiyle “terörle iş birliği” suçlamasıyla hedefe konmuş ve belediyeye kayyım atamanın koşulları yaratılmaya çalışılmıştı.

Özer’in “terör örgütü üyeliği” iddiasıyla tutuklanması, CHP’yi zayıf karnı Kürt sorunu üzerinden iç tartışmalara sürüklemeyi ve bu müdahaleye karşı etkili bir tutum sergileyemez hale getirmeyi de amaçlıyor. Erdoğan’ın partisinin grup toplantısında “Kardeşliğe katkı sağladığı için” Özel’i tebrik edip devamında da Esenyurt’taki operasyona karşı çıkmaması konusunda uyarması, Özel ve Erdoğan arasında bir süredir devam eden “normalleşme-yumuşama” sürecinin iktidar tarafından nasıl kullanıldığını gözler önüne seriyor.

Eğer iktidarın Ahmet Özer’in tutuklanması ve Esenyurt Belediyesine kayyım atanması hamlesi püskürtülemezse DEM Parti’li bütün belediyelerin üzerinde kayyım tehdidi Demokles’in Kılıcı gibi sallanmaya başlayacak. Dahası bu saldırı sadece belediyelerle sınırlı kalmayıp her alanda demokratik hakların tamamen ortadan kaldırılması ve demokratik siyasetin tasfiyesine doğru ilerletilecek.

Osmanlı’nın savaşta rakiplerini kuşatıp yok etmeye dayalı askeri taktiği ‘kurt kapanı’ olarak tanımlanıyordu. Ahmet Özer ve Esenyurt Belediyesine yapılanlar, iktidarın toplumda beklenti yaratmaya dayalı söylemlerinin adeta bir kurt kapanı gibi demokratik siyasetin tasfiyesinin araçları olarak devreye sokulduğunu ortaya koyuyor. Bu karanlık güçlerin kuşatmasını yarmak için ülkedeki bütün emek, barış ve demokrasi güçlerinin bu hukuksuzluğa karşı ortak bir tutum alması ve mücadelelerini birleştirmesi dışında bir seçenek bulunmuyor.

                                                         /././

(Evrensel)



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder