Grevleri şirket kârları için yasaklıyorlar: AKP grev yasaklama şampiyonu!-Aziz Çelik-
AKP yıllardır sistemli biçimde grev hakkını yok ediyor. Etkili hiçbir greve izin vermiyor. Şirketlerin kârları için milli güvenlik bahanesiyle işçilerin haklarını feda ediyor. Türkiye’de grev hakkı artık kağıt üzerinde bile değil ayaklar altındadır. Başkanlık rejimi sonrasında grev yasaklama kararları iyice keyfileşti. 2017 Asil Çelik grevi (Fotoğraflar: Arşiv)
Bakmayın siz grevin Anayasal bir hak olmasına. Bakmayın siz Türkiye tarafından onaylanan uluslararası sözleşmelerin grev hakkını güvence altına almasına. Bakmayın siz Anayasa Mahkemesinin “millî güvenlik” bahaneli grev erteleme kararlarını Anayasaya aykırı bulmasına. Türkiye’de aslında grev hakkı yoktur.
14 Aralık 2024’te Resmi Gazete’de yayımlanan bir Cumhurbaşkanı kararıyla (idari bir işlemle) Birleşik Metal-İş sendikası tarafından alınan ve bir bölümü henüz uygulamaya bile başlanmayan 4 şirkete ait 10 işyerindeki grevler “milli güvenliği bozucu nitelikte” görüldüğü için 60 gün süreyle ertelendi. Erteleme kararı fiilen yasaklama anlamına geliyor çünkü 60 günlük sürenin bitiminde grevler yeniden başlayamıyor. Bu nedenle hileli bir kavram olan “erteleme” yerine “yasaklama” kavramını kullanacağım. Yasaklanan grevlerde işverenleri Türkiye’nin en büyük işveren örgütlerinden biri olan Türkiye Metal Sanayicileri Sendikası (MESS) temsil ediyor. Grev yasaklama kararı yaklaşık 2 bin metal işçisini kapsıyor.
Türkiye’de grev hakkı uzunca bir süredir hükümetlerin ve son zamanlarda ise Cumhurbaşkanının iznine tabidir. Başkanlık rejimi sonrasında Cumhurbaşkanı tek imzayla ve herhangi bir somut gerekçe göstermeden uygun görmediği her grevi yasaklayabilmektedir. Grev Anayasal bir hak olmaktan çıkarılmış, fiilen Cumhurbaşkanının iznine bağlı idari bir uygulama haline gelmiştir. Türkiye’de grev hakkı kağıt üzerinde bile değil artık ayaklar altındadır.
1983 yılında çıkarılan 2822 sayılı yasa ile grev erteleme (yasaklama) mekanizmasının ayrıntıları düzenlendi. AKP 2012 yılında 6356 sayılı yeni bir sendikal yasa çıkardı ancak 12 Eylül ürünü grev erteleme (yasaklama) mekanizmasını aynen korudu. Her iki yasada da inanılması zor bir hileye başvuruldu. Adı erteleme ama kendisi yasaklama olan bir mekanizma getirildi. 60 günlük erteleme süresi bitiminde grevin yeniden başlaması lazım.
1986 Netaş greviEğer 60 gün içinde Danıştay yürütmeyi durdurma kararı vermezse (ki artık vermiyor) sendika ya işverenle uzlaşmak veya hükümet ve işveren temsilcilerin çoğunlukta olduğu Yüksek Hakem Kurulu’na başvurmak zorunda. Yasa erteleme kavramını kullanarak işçileri kandırıyor. 12 Eylül öncesi grevin geciktirilmesi, soğutulması işlevi görev grev erteleme kurumu, 12 Eylül sonrasında grev yasağı haline geldi. Birleşik Metal-İş’in grevleri 12 Eylül askeri darbesi ürünü, emek düşmanı sendikal mevzuata dayanılarak yasaklandı.
AKP: GREV YASAKLAMA ŞAMPİYONU
DİSK üyesi Birleşik Metal-İş sendikasının grevleri daha önce de defalarca “milli güvenlik” bahanesiyle yasaklanmıştı. Ülkede istikrar yok, ekonomide istikrar yok ama grev yasaklarında istikrar var. İşçi sınıfının en kadim haklarından olan grev hakkı istikrarlı ve ısrarlı bir biçimde yok ediliyor.
AKP hükümetleri Türkiye’yi bir grev yasağı ülkesine çevirdi. 1980 sonrasında en çok grev erteleme/yasaklama kararnamesi yayımlanan dönem AKP’li yıllar oldu. Öyle ki 2003-2023 arasında yaklaşık 90 bin işçi greve çıkabilirken 200 bine yakın işçinin grevi ise yasaklandı. Greve çıkabilen 90 bin işçinin grevlerinin bir bölümü grev sırasında yasaklandığı için gerçekte grev hakkını kullanabilen işçi sayısı 90 binin bile çok altında kaldı. AKP hükümetleri döneminde bir bölümü Bakanlar Kurulu, bir bölümü OHAL Kararname ve bir bölümü de Cumhurbaşkanı kararıyla olmak üzere toplam 21 grev erteleme (yasaklama) kararı alındı. AKP dönemindeki grev erteleme kararlarıyla ilgili hazırladığım ayrıntılı tablo 15 Aralık 2024 tarihli BirGün’de yayımlandı. Ayrıntıları bu yazıda görebilirsiniz.
2017 Şişecam greviGREV YASAKLAMALARININ 40 YILI (1984-2024)
İktidarların, sermayenin ‘zarar görmemesini’ sağlamak için uyguladığı grev yasakları, Başkanlık rejimi sonrasında iyice keyfileşti. Erdoğan, grev yasaklarında Özal’ı dahi geride bıraktı.
Türkiye’de grev yasaklamalarının son 40 yılına (1984-2024) bakıldığında toplam 52 grev erteleme kararı/kararnamesi yayımlandığı bunların 21’inin AKP hükümetleri döneminde yapıldığı görülüyor. Son 40 yılda grev yasaklama kararnamelerinden yaklaşık 577 bin işçi etkilenirken. AKP döneminde bu sayı yaklaşık 197 bin. AKP Özel ve ANAP’tan daha fazla grevi erteleyen ve daha fazla işçiyi mağdur eden bir parti.
AKP dönemi en çok grev erteleme kararı alınan ve bu kararların en çok işçiyi etkilediği yıllar. Yasaklama kararlarının yüzde 40’tan fazlası AKP döneminde alındı ve bu erteleme kararları dönem boyunca yasaklama kapsamındaki işçilerin yüzde 34’ünü oluşturdu. AKP adeta bir grev erteleme partisine ve grev erteleme şampiyonuna dönüşmüş durumda.
AYM KARARLARI YOK SAYILIYOR
Yasaklanan grevin devam etmesinin tek yolu var. Danıştay’a iptal ve yürütmeyi durdurma başvurusu yapılabiliyor. Ancak Danıştay yolu etkin bir yol değil. 2000’lerin başlarında grev erteleme kararlarını neredeyse tamamının yürütmesi Danıştay tarafından durduruluyordu. Ancak 2014 sonrası grev ertelemelerinde Danıştay’ın tutumu kökten değişti. Artık Danıştay grev erteleme davalarında adeta idarenin noteri gibi davranıyor. Sendikaların başvurularına ya zamanında (60 gün içinde) bakmıyor veya erteleme (yasaklama) kararlarının yürütmesinin durdurulması taleplerini sudan gerekçelerle reddediyor. Danıştay grevin tabutuna defalarca çivi çaktı.
Grev erteleme (yasaklama) kararlarına karşı Anayasa Mahkemesine (AYM) hak ihlali başvurusunda bulunmak mümkün. Nitekim bu yol da nedendi. Önce Türk-İş üyesi Kristal-İş sendikası ardından da DİSK Birleşik Metal-İş sendikası AYM’ye başvurdu. AYM grev erteleme kararlarının hak ihlali olduğunu saptadı. Ancak AYM kararının çıkması birkaç yılı bulabiliyor. Dolayısıyla 60 günlük süre doluyor ve sendikanın eli kolu bağlanıyor. AYM kararı pratik olarak işe yaramıyor. Öte yandan AYM kararlarını uygulatmama konusunda yüklü bir sicili olan hükümet grev erteleme kararlarında AYM kararlarını umursamıyor. Türkiye’nin en yüksek mahkemesinin kararına rağmen hükümet bildiği okuyor.
AYM gerek 2014/12166 saylı Kristal-İş sendikası başvurusu üzerine 2 Temmuz 2015’te ve gerekse 2015/14862 sayılı Birleşik Metal-İş sendikası başvurusu üzerine 9 Mayıs 2018’de verdiği kararlarda Bakanlar Kurulu’nun grev erteleme kararlarının Anayasa ile güvence altına alınan sendika hakkının ihlali olduğuna karar verdi. Kristal-İş başvurusu cam sektöründe Şişecam grubu işyerlerindeki grevlerle, Birleşik Metal-İş başvurusu ise metal sektöründe MESS üyesi işyerlerindeki grevlere ilişkindi. AYM grev ertelemelerinin milli güvenlikle ilişkisine dair inandırıcı gerekçeler ortaya konmadığına, grev erteleme kararının zorlayıcı bir toplumsal ihtiyaca dayanmadığına hükmetti.
AYM kararında ekonomik gerekçelerle grev erteleme kararı alınmasının ekonomik etkileri olan her grevi ertelenmesi sonucu doğurabileceğini ve bunun anayasal haklara ölçüsüz müdahalelere yol açabileceğini vurguladı. Anayasa Mahkemesi kararları aynı konudaki yasama, yargı ve yürütme kararları içinde bağlayıcıdır. Ancak Hükümet ve Cumhurbaşkanı Anayasa Mahkemesinin açık ve gerekçeli içtihadına rağmen aynı tutumda ısrar ediyor, Anayasayı ve AYM kararlarını çiğniyor. Grev erteleme kararları hiçbir somut gerekçeye dayanmıyor.
'MİLLİ GÜVENLİK' DEĞİL ŞİRKET KÂRI
Metal grevlerini yasaklamak işçinin elini kolunu bağlamak, hakkını ve alınterinin karşılığını isteyen işçi karşısında metal işverenlerinin yanında saf tutmak anlamına geliyor. Türkiye’de 2000’li yıllarda etkili olabilecek hiçbir greve izin verilmedi. Başta Koç, Sabancı ve İş Bankası gruplarına ait olmak üzere bütün etkili grevler yasaklandı. Bu grev yasaklarının tümü keyfidir. Milli güvenlik gerekçesi bahanedir, kılıftır. Patronlar ve patron örgütleri grevlerin ertelenmesini talep ediyor. Hükümet de bunun gereğini yapıyor.
Yıllarca grev erteleme uygulamalarını yakından izleyen, grev ertelemeleri üzerinde çalışan ve bu konuda onlarca yazı yazan biri olarak “milli güvenlik” gerekçesinin hiçbir inandırıcılığının olmadığını, asıl sebebin milli güvenlik değil ekonomik olduğunu ve işverenlerin ve işveren örgütlerinin talebiyle grevlerin ertelendiğini adım gibi biliyorum.
Şimdiye kadar çok sayıda grev erteleme dosyasını inceledim. Neredeyse bütün yazışmaları gördüm. Bu yazışmalarda inanılmaz talepler ve iddialar yer alıyor. Bunların bir bölümü yayımladım. Olan şudur: Patronlar dilekçe yazıyor, ekonomik olarak zarara uğrayacaklarını söylüyor. Hükümet veya Cumhurbaşkanlığı da buna milli güvenlik kılıfı geçirerek grevleri erteliyor. Milli güvenlik gerekçeli grev ertelemelerinin hiçbirinde inandırıcı bir gerekçe yoktur. Dahası detaylı bir gerekçe yoktur. Gerekçe patron talebidir. Gerekçe ekonomiktir. Oysa AYM kararına göre ekonomik sebepler milli güvenlik gerekçesi olamaz.
Geçmişte rakı bardağı ve çay bardağı fabrikaları ile un değirmenlerinde yapılan grevlerin ve hatta kağıt sektöründeki grevlerin milli güvenliği bozduğu iddia edilmişti. Şimdi benzer bahaneler üretiliyor. “Milli güvenlik” grev hakkını yok etmek için kullanılan bir kılıftır. Yoksa iki bin metal işçisinin grevinin Türkiye’nin milli güvenliğini bozduğunu söylemek için insanın hayal gücünün çok geniş olması lazım. Grevler ekonomik nedenlerle erteleniyor, işverenlerin çıkarlarını korumak için erteleniyor ve sonra da milli güvenlik kılıfı geçiriliyor.
GREV HAKKINI KORUMA GREVİ
Şimdi daha açık ve net konuşmak lazım! Anayasanın 54. maddesinde yer alan grev hakkı palavradır, aldatmacadır. Türkiye’de grev hakkı fiilen yoktur. Anayasanın pek çok hükmü gibi 54. maddesi de askıdadır. Bütün grevler Cumhurbaşkanının iznine bağlıdır. Cumhurbaşkanı her istediği grevi milli güvenlik ve genel sağlık bahanesiyle erteleyebilir. Cumhurbaşkanının izin vermediği hiçbir grev yapılamaz.
Türkiye’de grev hakkını koruyacak hukuki bir mekanizma ve kurum maalesef yoktur Danıştay artık grev ertelemeleri konusunda yürütmeyi durdurma kararı vermiyor. AYM kararları ise uygulanmıyor. Kısaca grev hakkı artık teknik bir mesele değildir. Hakikat budur.
Grev hakkı Türkiye’de demokrasinin ve cumhuriyetin yeniden kazanılması mücadelesinin bir parçasıdır. Grev hakkı demokratik, laik, sosyal hukuk devletinin yeniden kurulmasının bir parçasıdır. Sendikalar ve işçiler artık şu gerçeği anlamak zorundadır: Demokrasi olmadan, cumhuriyet olmadan, laiklik olmadan, hukukun üstünlüğü olmadan grev hakkı da olmayacak. Demokrasi ve cumhuriyetin kaderiyle işçilerin kaderi bir kez daha güçlü biçimde kesişiyor. Demokrasiyi kazanmakla grev hakkını kazanmak bir madalyonun iki yüzü gibidir artık.
DİSK üyesi Birleşik Metal-İş sendikası Anayasaya ve hukuka aykırı grev yasağını tanımayacağını ve grevlere devam edeceğini açıkladı. Metal işçileri patron karşısında yegâne pazarlık güçleri olan grev hakkının fütursuzca ve hukuksuzca ellerinden alınmalarına karşı direniyor. Kısaca ekmek, haysiyet ve hukuk mücadelesi veriyor. Bu mücadele hukuka tastamam uygundur. Dahası hukukun gereğidir.
Metal işçileri bu keyfiliğe karşı grev hakkını savunuyor. Grev yasağına karşı greve devam etmek ve grevi savunmak meşru müdafaadır. İşçilerin elinde başka bir yol kalmadı. Ya yasaklama kararına boyun eğecekler ve boyunlarını işveren ve Yüksek Hakem Kurulu giyotinine sunacaklardı veya kaderlerini kendi ellerine alacaklar. Grevin makus kaderi artık işçilerin ve sendikaların kararlılığına, direncine ve hukuku savunmasına bağlıdır.
/././
Kuduz -Osman Öztürk-
Kuduz, hayvanlardan insanlara bulaşan bir hastalıktır. Hastalığın etkeni olan virüsü köpek, kedi, tilki, çakal, kurt gibi hayvanlar taşır ve çoğunlukla ısırık yoluyla insanlara bulaştırırlar.
Kuduz virüsü vücuda girdikten sonra beyni etkiler. İnsanlarda kuduzun ilk belirtileri baş ağrısı, ateş, kaygı ve karıncalanma olarak ortaya çıkar. Çoğu kez aynı zamanda göz bebeklerinin genişlemesi, ses ve ışığa aşırı duyarlılık, ateş, kasılma nöbetleri, halüsinasyonlar, bilinç kaybı ve hidrofobi görülür. Kuduza yakalanmış hasta suyu gördüğünde içme isteğiyle yutkunur ama kasları dayanılmaz bir acıyla kasıldığı için sudan korkar.
Devamında koma ve nihayet ölüm gelir. Kuduzdan ölüm ölümlerin en korkunçlarındandır. Ne yazık ki tıbbın da bütün vücudu nöbetlerle kasılan hastayı uyutmaktan ve ölümünü beklemekten başka yapabileceği pek bir şey yoktur.
Cerrahpaşa’daki öğrencilik yıllarımda bir gece reanimasyon servisindeki nöbette böyle bir hastanın başında korku ve çaresizlik içinde sabaha kadar beklemiştim. Bir de Okmeydanı’ndaki demir kapılı, sürgülü, kimsenin yanına sokulamadığı hastaya kapının altından yemek uzatılacak mazgalı bulunan kuduz odasını hatırlıyorum. İntaniye servisinin bodrumundaki odaya boş olduğu halde bile ürpererek yaklaşır, girmeye ise cesaret edemezdik.
Dünya Sağlık Örgütü verilerine göre dünyada her yıl elli dokuz binden fazla insan kuduz nedeniyle yaşamını kaybetmekte. Bu ölümlerin kahir ekseriyeti Asya ve Afrika ülkelerinde yaşanıyor. Avrupa, Avustralya ve Kuzey Amerika’da ise kuduzdan ölüm çok nadir görülmekte. Üstelik oralardaki kuduz vakalarının kaynağı evcil değil yabani hayvanlar.
Kısacası, kuduz bir geri kalmış ülke hastalığı.
∗∗∗
Fransız bilim insanı Louis Pasteur kuduz aşısını 1885 yılında keşfetti.
Temmuz 1885’te, Alsace’lı dokuz yaşındaki Joseph Meister, kuduz bir köpek tarafından ısırılmıştı. Annesi, kuduz köpekleri aşılayan Louis Pasteur adlı bir bilim insanını duymuştu. Paris’e gitti ve oğlunu kurtarması için yalvardı.
Joseph geldiğinde, hiçbir şey yapılmazsa öleceği açıktı. O zamanlar kuduz, tedavisi olmayan ölümcül bir hastalıktı. Ancak Pasteur’ün yardımcıları kuduz aşısını uygulamak istemediler çünkü aşı yalnızca köpekler ve tavşanlarda başarıyla test edilmişti.
Jacques Joseph Grancher adlı bir doktor, Pasteur’ü imkansızı denemeye ikna etti ve çocuğa on gün boyunca her gün on iki doz aşı uyguladı. Bir aydan kısa bir süre sonra sonuç belli oldu: Joseph kurtulmuştu!
∗∗∗
Haber geçtiğimiz Çarşamba günü basına düştü.
Dokuz yaşındaki Joseph’in kuduzdan kurtulmasından yüz otuz dokuz yıl sonra Şanlıurfa’da kuduz tedavisi gören dokuz yaşındaki Muhammed Muaz, ambulans helikopterle nakledildiği Elazığ Fethi Çekin Şehir Hastanesi’nde can vermiş.
Üstelik internette kısa bir araştırmayla görülüyor; bu son iki yılda Şanlıurfa’da basına yansıyan dördüncü kuduz ölümü vakası.
∗∗∗
Muhammed’in ölümünden bir gün sonra Sağlık Bakanı Kemal Memişoğlu Meclis’te bütçe konuşması yapmış.
Yok, zannettiğiniz gibi Muhammed’in acılar içindeki korkunç ölümüne değinmemiş. Koca Bakan, böyle küçük işlerle ilgilenecek değil tabii.
Konuşmasına “2002 yılından itibaren Cumhurbaşkanımız Sayın Recep Tayyip Erdoğan’ın liderliğinde sağlık sistemimizde büyük bir değişim ve gelişim gerçekleştirdik.” sözleriyle kendisini o koltuğa tensip eden makama bağlılığını göstererek başlamış.
Sonra da Yenidoğan Çetesi olayı nedeniyle kendisini eleştiren muhalefet parti milletvekilleriyle, özellikle de İyi Parti’li Turhan Çömez’le polemiğe girmiş.
Kıdemli bir cerrah olarak çömezleri muhatap almazmış ancak kamuoyunun doğru bilgilendirilmesi sorumluluğu gereği birkaç şey söylemek zorundaymış. Birilerinin patolojik yalan söyleme hastalığı olan mitomaniye yakalandıklarını psikiyatrist olmasa da bir hekim olarak görüyormuş. “Allah şifalarını versin inşallah”mış. Kendilerine başvururlarsa tedavileri için ellerinden gelenleri yapacaklarmış.
Belli ki atanmış bir bürokrat olduğunu unutmuş, ya da Lazistan mebusu dedesi, Milliyetçi Demokrasi Partisi milletvekili babasına özenmiş, kendisini öyle kaybetmiş ki oturumu yöneten AKP’li Bekir Bozdağ bile tahammül edememiş. "Temiz bir dil kullanın." diyerek uyarmış ama Memişoğlu bağırıp çağırmaya devam etmiş.
∗∗∗
Polemikten kalan zamanında da “icraatın içinden” yapmış. Meğerse Türkiye dünyanın en iyi sağlık hizmetini sunan ülkesiymiş. Türkiye’yle yarışabilecek ülkelerin nüfusu İstanbul’un üçte biri kadarmış!
İlahi Bakan Bey. Ben senin Okmeydanı’ndaki çömezlik günlerini de bilirim. Çömezlik utanılacak bir şey değildir. Önemli olan işini doğru yapmaktır.
Sen dokuz yaşındaki bir çocuğun kuduzdan öldüğü bir ülkede Sağlık Bakanlığı yapıyorsun. Polemiği bırak da işini yapmaya bak.
/././
Arjantin’de testereci başkan işbaşında!-Hayri Kozanoğlu-
Batı bilim ve aydınlanma değerlerine ihanet içinde. Dünyaya kendi ulusal çıkarları doğrultusunda bakmalarının en açık iki örneğini, Suriye’de Golani’ye, Arjantin’de aşırı sağcı Milei’ye sundukları cömert destekle gözlemledik.
Yazıya köşeli bir saptamayla başlarsak; hükümetleri, medyası, düşünce kuruluşlarıyla Batı dünyasının demokrasi, özgürlükler, adalet konularında hiç de tutarlı davranmadığını; bilim ve Aydınlanma değerlerine adeta ihanet ettiğini söyleyebiliriz. Dünyaya sırf kendi ulusal çıkarları açısından, kısa vadeli bir perspektiften bakmalarının en açık iki örneğini, Suriye’de HTŞ’nin cihatçı lideri Muhammed Golani’ye ve Arjantin’in aşırı sağcı Cumhurbaşkanı Javier Milei’ye sundukları cömert destekle gözlemledik. Bugün isterseniz, kendini anarko-kapitalist diye tanımlayan Milei’nin ekonomik programı üzerinde yoğunlaşalım.
TRUMP’TAN MILEI’YE İLTİFATLAR
Milei ağzı kulaklarında, geçtiğimiz haftalarda Trump’ın Florida Mar-a-Lago malikanesindeki kutlamalara katıldı. Aralarına Elon Musk’ı da alarak mutlu bir fotoğraf bile verdiler. Trump’ın, “çok kısa sürede harikulade iş çıkardın” yollu iltifatlarına da mazhar oldu. O da Trump’ın MAGA diye kısaltılan popüler sloganını Arjantin’e tercüme ederek, “Arjantin’i tekrar büyük yapmaya” yemin ediyor. Her iki cumhurbaşkanının da televizyon şovlarında abartılı yorumlar yaparak parlak demagoglar olarak popülarite kazanmak gibi ortak bir yönleri var. Musk ile birlikte Amerikan Federal bütçesini budamakla görevlendirilen milyarder iş adamı Vivek Ramaswamy de her fırsatta bu misyonu başarmak için, elinde testereyle gezen Milei’den ilham aldığını dile getiriyor.
YOKSULLUK TIRMANIYOR
Yüksek enflasyondan gına getiren Arjantin halkı, göreve başlayışından bu yana ülkede yoksulluk oranının nüfusun yüzde 40’ından yüzde 53’üne yükselmesine karşın, bir umut hala Milei’ye desteğini esirgemiyor, popülaritesi yüzde 56 dolaylarında geziniyor.
Milei öncelikle Merkez Bankası’nı lağvetmek ve pesoyu terk ederek ABD dolarına geçmek gibi en radikal vaatlerini sessizce rafa kaldırdı. IMF türü, klasik kemer sıkma politikalarını uygulamaya koydu. Yıllık enflasyon hala yüzde 193 olmasına karşın, kasımda aylık fiyat artışının yüzde 2,4’e kadar gerilemesi, ortalama yurttaşı biraz umutlandırdı.
ENFLASYONU DÜŞÜRME REÇETESİ
Peki enflasyonda bu ivme kaybı nasıl sağlandı? Milei ilk elde pesoyu yüzde 50 devalüe etti, sonra da aylık değer kaybının yüzde 2 ile sınırlandığını açıkladı. Hem vergi oranlarını yüzde 25’ten yüzde 18’e indirmesi, hem de vergi affı ilen etmesi sayesinde Arjantinli zenginler yurtdışındaki 19 milyar dolarını ülkeye getirdiler ve MB’nin döviz rezervleri 25 milyar dolara ulaştı. Bu yönüyle Arjantin reçetesi ile Mehmet Şimşek’in dezenflasyon programı arasındaki benzerlikleri dikkat çekiyor.
İstikrar programının ikinci ayağı ise, kamu harcamalarının reel anlamda yüzde 30 kısılmasıydı. Bu amaç doğrultusunda 13 bakanlık kapatıldı, toplam kamu çalışanlarının yüzde 10’una varan 30 bin kişi işten çıkarıldı. Eğitim, sağlık, bilimsel araştırma bütçeleri budandı, emekli maaşları düşürüldü. Kamu ulaşımında, elektrik, doğalgaz, su ve taze meyve-sebzede sübvansiyonlar kaldırıldı. Bu hamleler toplumsal ücretin iyiden iyiye gerilemesine yol açtı. Bunlar bir anlamda, “programın mali ayağı eksik” diyen bizdeki piyasacı ekonomistlerin “sahalarımızda görmeyi arzu ettiği hareketler.”
EKONOMİ DARALIYOR
Milei’nin son tahlilde üretimi ve tüketimi düşürerek, zayıf talep marifetiyle enflasyonu dizginlemeyi amaçladığı söylenebilir. Nitekim IMF 2024 yılında ekonomide yüzde 3,5 daralma bekliyor. Yatırım bankalarının büyüme tahminleri de yüzde 3,5-4 arası ekonomik küçülme doğrultusunda.
Enflasyonda görülen durulmanın 14 yaş altı çocukların üçte ikisinin yoksulluğun pençesine düşmesi, işsizliğin artması, bedava çorba kuyruklarının uzaması pahasına başarılmasına rağmen Milei’ye karşı protestolar şimdilik fazla şiddetli değil. Muhalefetin dağınıklığı, Peronist partinin içine düşülen hiperenflasyondan sorumlu tutulması da örgütlü tepkileri dizginliyor.
OLASI RİSKLER
Ancak Milei’nin programı kısa ve uzun vadede ortaya çıkabilecek çeşitli riskler barındırıyor. Kısa vadede enflasyondaki göreceli ılımlı seyir, peso faizlerinin cazip gelmesi sonucu sağlanan sermaye girişleriyle döviz kurunun yüzde 2 gibi yavaş bir seyirle değer kaybetmesini sağlayabilmenin bir sonucu. En küçük bir tedirginlikte, döviz kurunun yine çığırından çıkması söz konusu olabilir. Böyle bir gelişme IMF’ye olan 46 milyar dolarlık borcun geri ödenmesinde de sorunlara yol açabilir. Ülkenin hafifçe toparlanan rezervleri de, aniden yükselen döviz talebini karşılamaya yetmeyebilir.
Ayrıca Arjantin’in emtia ihracatına dayalı bir ekonomisi var. Döviz kurundaki reel değerlenme; metaller, soya ve sığır eti ihracatını olumsuz etkilemeye başladı. Ülkenin önemli ihraç ürünleri lityum, mısır ve soyanın dünya fiyatları da çok iç açıcı bir düzeyde değil. Geçtiğimiz yılın keskin devalüasyonunun rekabet kazandırıcı etkileri ortadan kalkınca, dış ticarette de sorunlar baş gösterebilir.
Uzun vadede ise; üniversite ve araştırma merkezlerinin bütçelerinin kısılması, hastaneler ve okullarda hizmet kalitesinin düşüşü, potansiyel büyümeyi olumsuz etkiler. Arjantin’in değil 20. yüzyıl başındaki parlak günlerine dönmesi, mevcut konumunu koruması bile zorlaşır.
MILEI’NİN AŞIRI SAĞ ZİHNİYETİ
Milei sonunda, kürtaja karşı, küresel iklim değişikliğini inkar eden, 70’li yıllardaki cuntaya övgüler düzen, aşırı sağcı bir figür. Trump’ın “Gümrük vergisi lafını duyunca zevkleniyorum” iddiası gibi, Milei’nin de “İçine girdikçe devletten daha fazla nefret ediyorum” gibi ilk anda sempatik gelebilecek, alt gelir gruplarında dahi karşılık bulan uçuk sözleri var. Ne var ki, zaman içinde kadın hareketi, ekolojist hareketler ve anti-faşist çevreler daha sıkı bir muhalefet yürütmeye başlayacaktır. En zengin yüzde 10’un en yoksul yüzde 10’a göre 23 katı fazla kazanması örneğinde görüldüğü gibi, derinleşen gelir ve servet dağılımı bozukluklarına karşı toplumsal tepkiler artacaktır. Trump’ın bu yakın ahbabının ülkesini, gümrük vergilerinden muaf tutup-tutmayacağı da izlenecektir.
IMF DESTEĞİ TAM
Aynı 70’lerde Şili’nin neoliberalizmin laboratuvarı olarak, IMF ve finans çevreleri tarafından Pinochet faşist yönetimi döneminde dahi desteklenmesi gibi, bugün de Milei’nin deneyi aynı zeminlerde taraftar buluyor. Hatta “bu güzelim ekonomi politikalarına odaklan, öbür aşırı sağ söylemlerini biraz dizginleyerek tepkileri soğur” yollu uyarılar da eksik olmuyor.
Aşırı sağın başta Avrupa ve neredeyse tüm coğrafyalarda yükselişinin belki de başlıca nedeni, etiketi sosyal demokrat-sosyalist merkez sol partilerin yarattığı hayal kırıklığı, geniş kitlelerin sorunlarına çare olan politikalar geliştirmemeleri, kendilerini kapitalist küreselleşme projesinden, neoliberal reçetelerden ayrıştıramamalarıdır. Bize gelince ise; ne yazık ki, 22 yıldır bu gelgitleri bile yaşayamıyoruz. “Nebati’nin alternatifi Şimşek” gibi AKP iktidarının değişen tercihleri arasında salınıp duruyoruz.
/././
Gazze’de hayatta kalmak -Ayça Söylemez-
Dünyanın gözü Suriye’deyken, Gazze’de iki yıldır süren İsrail saldırıları manşetlerden düştü. Oysa Gazze Şeridi’ndeki durum aynı şekilde devam ediyor: Ölüm, açlık, hastalıklar…
Uluslararası Af Örgütü’nün 212 tanıkla konuşup, 102 İsrail yöneticisinin açıklamasını, uydu ve dijital görüntülerini, dava dosyalarını inceleyerek hazırladığı “İnsan Değilmiş Gibi Hissediyorsun: İsrail’in Gazze’de Filistinlilere Yönelik Soykırımı” başlıklı raporundan sonra ABD ve İsrail, yapılanların soykırım olduğuna itiraz eden açıklamalar yaptı.
Raporun ardından Af Örgütü, geçen hafta yayımladığı videoyla Gazze’de yaşananları bir kez daha gözler önüne serdi.
Video, eski İsrail Savunma Bakanı Yoav Gallant’ın, “Gazze’yi tamamen ablukaya alıyoruz. Elektrik olmayacak, gıda olmayacak, su olmayacak, yakıt olmayacak. Hiçbir şey olmayacak. İnsan görünümlü hayvanlarla savaşıyoruz. Ona göre hareket edeceğiz” sözleriyle başlıyor ve Gazze’de yapılanın hukuken soykırım olduğunu açıklıyor.
‘CANLI YAYINLANAN İLK SOYKIRIM’
Af Örgütü Genel Sekreteri Agnès Callamard da “Bir yılı aşkın süredir, işgal altındaki Gazze Şeridi’nde, gözlerimizin önünde büyük bir katliam yaşandığına tanık oluyoruz, bitecek gibi de görünmüyor. Birçok kişi bu katliamı ‘canlı yayınlanan ilk soykırım’ olarak tanımladı. Gün be gün... Hükümetiniz bu soykırımı engellemek için ne yaptı? Siyasi liderleriniz ne yaptı? Şu an ne yapıyorlar?” diye soruyor.
Af Örgütü’nün raporuna göre, son durum şöyle:
13 bin 300’den fazlası çocuk olmak üzere 42 binden fazla Filistinli öldürüldü, 97 binden fazlası yaralandı. Saldırılar, bazı ailelerin tüm kuşaklarını tamamen yok etti. Ocak 2024 itibariyle Gazze’deki tüm evlerin yaklaşık yüzde 62’si hasar gördü veya yıkıldı. Bu durumdan yaklaşık 1,08 milyon kişi etkilendi.
İsrail, Gazze’de yetersiz beslenme, açlık ve hastalıkların damga vurduğu yaşam koşulları oluşturdu ve Filistinlileri ağır bir ölümle karşı karşıya getirdi. Bir ankete göre, hanelerin yüzde 80’inde insanlar günlerce ve gecelerce yemek yemediğini bildirdi. Şubat 2024’e gelindiğinde birçok kişi yabani bitki ve hayvan yemi yemeye başlamıştı.
Ocak 2024 itibariyle BM kuruluşları, Gazze’nin kuzeyinde iki yaşın altındaki çocukların yüzde 15’inden fazlasının yetersiz beslendiğini tespit etti. Beyt Lahya’daki Kemal Advan Hastanesi’nde ciddi şekilde yetersiz beslenmiş ve susuz kalmış çocuklar tedavi altına alınıyordu, bazıları yetersiz beslenme ve susuzluktan kaynaklanan şiddetli zayıflık nedeniyle hareket edemiyor veya ağlayamıyordu. Hastane kayıtlarına göre Nisan 2024’e kadar çoğu iki yaş ve altında 26 çocuk, yetersiz beslenme ve buna bağlı komplikasyonlar nedeniyle hayatını kaybetti.
İsrail, tekrarlayan “tahliye” emirleri ile yaklaşık 1,9 milyon Filistinliyi -Gazze nüfusunun yüzde 90’ı- insanlık dışı koşullarda yerinden ederek, giderek daralan, güvensiz toprak parçalarına sığınmaya zorladı. Filistinlilerin bir kısmı, 10 sefere kadar yerinden edildi.
Yaklaşık 625 bin öğrenci bir eğitim-öğretim yılını kaçırdı. Okulların tahmini yüzde 85’i zarar gördü. Gazze’deki 17 üniversitenin ve tüm tarihi alanlarının yaklaşık yüzde 63’ü yıkıldı veya hasar gördü.
Uluslararası Af Örgütü, İsrail ordusunun buldozerler ve elle yerleştirilen patlayıcılar kullanarak, “tampon bölgeyi” Gazze’nin toplam alanının yaklaşık yüzde 16’sına kadar genişlettiğini tespit etti. İsrail güçleri bunu yaparken Gazze’nin en verimli tarım arazilerinden bazılarını ve bu alandaki binaların yüzde 90’ından fazlasını yok etti.
Yani özetle Gazze’de eğitim, barınma, sağlık, gıda gibi temel ihtiyaçların karşılanması imkânsız hale getirildi. İnsanlığa da çocukların açıklıktan ağlayamadığı bir dünyada yaşama yükü kaldı.
/././
Suriye’den Türkiye iç siyasetine -Oğuz Oyan-
Bugün ortaya çıkan, AKP’nin kimlerle müttefik olduğunun ve kimlerin çıkarına taşeronluk ettiğinin tablosudur. Suriye’yi İsrail’e ve ABD’ye teslim ettikten sonra hâlâ Suriye’nin toprak bütünlüğünü savunuyor olmasıysa hazin bir çelişkidir!
Suriye’de Esad yönetiminin çöküş hızı birçoklarını şaşırtmış görünüyor. Bunların arasında bazı devletlerin, kurumsal yapıların ve siyasal partilerin dahi bulunabilmesi belki asıl şaşırtıcı olan şey. Oysa bize göre Esad yönetiminin 2011 sonrasındaki kuşatılmışlığında 13 yıl dayanabilmiş olması daha fazla hayret uyandırmalı.
TARİHİN HIZLANMASI
Batı Anadolu’yu yıllarca işgali altında tutan iyi silahlanmış Yunan ordusunun iki haftalık bir son harekat sonucunda İzmir’den denize dökülmesi, koşullar olgunlaştığında tarihin hızlandığının bir başka örneği değil miydi? Tarihte belli uğrak noktalarında bazen olaylar aşırı hızlanabilir. Ama belirli bir tarihi olayın ortaya çıkması için çok daha uzun bir toplumsal/ekonomik/siyasi/askeri hazırlık veya kuluçka döneminin çalışmış olması gerekir. Suriye örneğinde olduğu gibi iç ve dış (nesnel ve öznel) koşulların buluşması da gerekli olabilir. Ama her durumda bir toplumsal/ekonomik formasyonu ve özellikle onun siyasi/askeri/idari üstyapısını içten çökertme/çürütmede belirli bir mesafe alınmış olması şart olur. Suriye bu açıdan da “olgunlaştırılmış” bir örnekti.
Ama daha şaşırtıcı örnekler de görüldü dünya tarihinde. Sovyetler Birliği’nin çok kısa sürede tarihin çöp sepetine atılması çok daha şaşırtıcı değil miydi? Üstelik askeri kapasitesi yerli yerinde dururken ve ekonomisi de çökmemişken! Bu hızlı çöküşte elbette emperyalizmin ideolojik kuşatması rol oynadı ama içeriden teslim alınmadan “başarılamazdı”.
AKP’nin iktidara taşınması da “şaşırtıcı” bir hızda olmamış mıydı? 2001’de kurulan bir parti 2002’de nasıl tek başına iktidar olabilmişti? 1980 darbesinin dinci sağın önünü açmasını ve bu akımın 1990’lardaki hızlı yükselişini, bu arada “merkez sağ” denilen liberal sağ partilerin ve Erbakan’ın temsil ettiği çizginin tasfiyesi olmadan AKP’nin önü açılabilir miydi? Krize karşı bir IMF istikrar programı uygulamasının tam ortasında iktidardaki son koalisyonun bir erken seçime (yani intihara) zorlanması sağlanmadan bu denli keskin siyasi düşüş ve çıkışlar mümkün olabilir miydi? Dış dinamiği de elbette bunun üzerine eklemek gerekir: Emperyalizmin hizmetinde terbiye edilmiş bir siyasi İslamcı harekete (kadim “yeşil kuşak” projesi dışında) ABD’nin ikinci Irak saldırısının hemen öncesinde acilen gereksinimi bulunuyordu.
Suriye’de bu hızda bir çözülüşün arka planında da uzun bir hazırlık döneminin üzerine gelen 7 Ekim 2023’teki Hamas saldırısının Netanyahu yönetimi tarafından “Allah’ın lütfu”na dönüştürülmesi bulunmaktaydı. Esad, 2011 sonrasında emperyalizmin ekonomik/siyasi kuşatmasından uluslararası neoliberal düzene biat ederek kurtulmayı denedi ama olamadı. Kamucu politikalarla emekçi sınıfları yanında tutmayı denemeye ise ideolojisi izin vermedi; dolayısıyla yenilmeye esasen mahkum bir çizgiyi temsil ediyordu. 2015’te muhtemel bir erken çöküşünü ise lehine dış müdahalelerle engelleyebildi. Rusya ve İran’ın (Hizbullah’ın da desteğiyle) Esad yönetimini yani “Şii Hilali” denilen “direniş eksenini” ayakta tutma hamlesine ABD, 2018’de, “Sezar yaptırımlarıyla” yanıt verdi. 2022’den itibaren Rusya’nın Ukrayna savaşına gömülmesi, İran’ın ekonomik/siyasi ablukalarla zayıflatılması, 2024 sonbaharında İsrail saldırılarıyla yönetici kadroları yok edilen Hizbullah’ın sahadan fiili tasfiyesi, süreci tamamladı.
Rusya, İran, Hizbullah desteğinden mahrum kalan, içerde memur/asker maaşlarını bile ödeyemez duruma düşen Suriye yönetiminin artık direnemeyeceği belli olmuştu. Ekim’den itibaren saldırı planlamalarına artık son şekli verilmekteydi. Bu arada askeri teçhizatı köhneyen, askerleri savaşma iradesini yitiren Suriye ordusuna kıyasla, uzun süredir modern savaş araçlarıyla donatılan ve askeri eğitimlerini ve savaş taktiklerini yenileyen cihatçı güçler (ve SDG/YPG güçleri) aradaki mesafeyi giderek açmaktaydı. Dolayısıyla 27 Kasım’da başlatılan cihatçı taarruzun kısa sürede sonuç alması artık çocuk oyuncağıydı.
AKP’NİN MEZHEPÇİ POLİTİKASININ ÇIKMAZLARI
AKP iktidarı bütün bu süreçlerde kritik rol oynadı. Bir kere 2011’de Esad’la sahte yakınlaşması ardından onu bertaraf etme ve Suriye’yi mezhep temelinde bölme “stratejisi”, Arap Baharının telkin ettiği İhvancı yaklaşım olduğu kadar emperyalizmin/Siyonizmin güdümünü gösteriyordu. Kelle kesen cihatçı artıkları bu mezhepsel bağnazlıkla hoş görüldü ve desteklendi. Onların eğitiminde, silahlandırılmasında, Astana sürecinde kollanmalarında Türkiye kritik lojistik güç yapıldı. Türkiye’nin çıkarı Suriye’nin bütünlüğünü savunmakken, emperyalizmin ve Siyonizmin hedefleri doğrultusunda Suriye bölündü. Bugün ortaya çıkan, AKP’nin kimlerle müttefik olduğunun ve kimlerin çıkarına taşeronluk ettiğinin tablosudur. Suriye’yi İsrail’e ve ABD’ye teslim ettikten sonra hâlâ Suriye’nin toprak bütünlüğünü savunuyor olmasıysa hazin bir çelişkidir! Gene bugün nafile çabalarla SMO’yu PYD üzerine sürmesinin de artık bir anlamı yoktur. ABD, gerekirse Dışişleri Bakanını Türkiye’ye yollar ve sahada hakimiyetin kimde olduğu hatırlatır.
Peki Suriye’de cihatçı çetelerin emperyalizm-Siyonizm destekli askeri darbesi sonucunda elde edilen ne? İsrail’in Esad’ın düşmesinden sonra bile Suriye’nin askeri kapasitesini imha etmekle meşgul olması (cihatçıların sırtını sıvazlamak ile onlara güvenmek ayrı şeyler elbette) ve ABD’nin İsrail ile birlikte, YPG’nin ve şimdilik HTŞ’nin hamisi olarak bu ülkeye yerleşmiş olması Türkiye için bir kazanç mı? AKP iktidarının Suriye’yi altın tepsi içinde İsrail ve ABD güdümüne teslim etmesi mi başarıdır? Eğer İran ve Rusya’nın buradaki hakimiyetini sona erdirmeyi başarı olarak sunacaksa, bu güçleri Suriye’ye getiren de kendi politikaları değil miydi? 2011’de Türkiye komşusu Esad’a destek verebilmiş olsa, Rusya, İran ve ABD Suriye’ye adım atabilir miydi? Aksine, Suriye bütünlüğünü korur ve orada söz sahibi olarak güvenilir komşu Türkiye kalmaz mıydı? Tabii bütün bunlar siyasal İslamcı hareketin meşrebine ve emperyalizmin eteklerinde vücut bulma şekline aykırı olurdu.
CHP’NİN SİYASİ AÇMAZLARI!
Peki ama bütün bunları iktidardaki nesnel ve öznel olarak pro-emperyalist ve nesnel olarak pro-Siyonist gerici bloğun yüzüne çarpmak yerine CHP’nin bugünkü acınası muhalefet tarzına ne demeli? Bula bula ‘sığınmacıların geri gönderilmesi için iktidardan kesin takvim istemek’ gibi zavallı ve yanlış bir çizgiye gerilemek mi? O kadarla kalsa iyiydi; CHP’nin gölge dışişleri bakanı olan genel başkan yardımcısı şu ifadeleri kullanabiliyor: “Fidan-Kalın ikilisi rasyonel gidiyorlar, bizim söyleyeceğimiz şeyleri söylüyorlar, bizi boşta bıraktılar”! İktidarın böyle giderse bir baskın erken seçimi kazanabilecek durumda olduğunu da ekliyor. CHP’deki bozgun ve çaresizlik daha nasıl sergilenebilirdi ki? Aslında anamuhalefet böyle giderse elbette kaybeder. Çünkü eğer iktidardan farklı bir bakışın yoksa neden seçim kazanasın, hatta neden muhalefet olup seçime giresin ki?
Meselenin özü şu: Anamuhalefet, sermayenin ve emperyalizmin Türkiye’ye çizdiği hattan kopamadığı için muhalefet yapamıyor. Ama tam tersine kendi bağımsızlıkçı köklerinden koptuğu için de ABD’nin, AB’nin ve NATO’nun Ortadoğu politikalarına cepheden karşı çıkamıyor. CHP, sermayenin benimsemeyeceği bir emek politikasını ve dış politika çizgisini savunamayacağı için iktidara alternatif bile olamıyor. O zaman da “CHP’nin Türkiye’nin siyasi geleceğindeki yeri” konusu siyasi tartışma gündeminden düşmüyor!
/././
Tutuklu avukata akıl hastanesi eziyeti -Gözde Bedeloğlu-
MHP Genel Başkan Yardımcısı Semih Yalçın, üç milletvekilinin istifasının istendiğini sosyal medya hesabından duyurmuştu. Buna göre parti içinde yapılan bir inceleme sonunda Isparta milletvekili Hasan Basri Sönmez’in, Bolu milletvekili İsmail Akgül’ün ve Kilis milletvekili Mustafa Demir’in istifaları istenmişti. MHP kaynaklarından basına yansıyan bilgiye göre, istifa ettirilen milletvekillerinin altın kaçakçılığı dosyasında adı geçiyordu. MHP lideri Devlet Bahçeli’nin etik bulmadığı bu durum yüzünden, vekillerin devam etmelerini istemediği belirtildi.
BirGün yazarı Timur Soykan, istihbaratın İstanbul Havalimanı VIP salonundan altın kaçakçılığı yapan beş ismi tespit ettiğini, Cumhur İttifakı’ndan üç milletvekili ve iki eski milletvekilinin çok sık Dubai’ye giderek valizlerle altın getirdiğinin belirlendiğini yazmıştı. Bu büyük suçlama, parti içinde yapılan inceleme ve istifa ile sonlandırılmışa benziyor çünkü konuyla ilgili o günden bu yana açılmış adli bir soruşturma yok. Eski CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu hakkında açılan siyasi yasak davasıyla ilgili konuşan Adalet Bakanı Yılmaz Tunç, “Bugün siyaset yapanlar özellikle geçmişte bu kötü örnekleri kendilerine örnek alır, aynı siyasete devam ederlerse onların sonu da eski genel başkan gibi olur” demişti. Tunç’un, dava öncesi yaptığı bu açıklamada, sanki mahkeme Kılıçdaroğlu aleyhine sonuçlanmış da hüküm herkese örnek olacakmış gibi bir hava vardı. Aynı Tunç, altın kaçakçılığı yapmakla suçlanan milletvekilleriyle ilgili parti içi bir inceleme yapıldığını ve yargıya intikal etmiş bir adli soruşturmanın söz konusu olmadığını söylemekle yetindi.
***
İstifa ettirilen üç milletvekili de sosyal medya hesaplarından “Liderimizin, partimizin ve teşkilatlarımızın son nefesimize kadar emrindeyiz” diyerek Devlet Bahçeli’ye bağlılıklarını bildirdi. Konu parti içinde kapatılmışa benziyor. Ancak MHP ve Ülkü Ocakları’ndan bazı isimler hakkında suç duyurusunda bulunan Ceza Hukukçusu Av. Dilek Ekmekçi önce tutuklandı, şimdi de Bakırköy Mazhar Osman Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi’nde gözlem altında tutuluyor ve yaklaşlık bir aydır açlık grevinde. Av. Dilek Ekmekçi, Sinan Ateş suikastında rolleri olduğu ve kendisini tehdit ettikleri iddiasıyla; aralarında MHP Genel Başkan Yardımcısı İzzet Ulvi Yönter’in de olduğu yirmi beş kişi hakkında suç duyurusunda bulundu. Ekmekçi ayrıca, 2020 yılında, devlet yurtlarındaki çocukları fuhuşa zorlayan Ankara merkezli bir yapılanmaya dair ifşalarda bulunduğu için susturulmak istendiğini söyledi. Ekmekçi, sosyal medya paylaşımları nedeniyle ‘kamu görevlisine hakaret’ ve ‘iftira’ suçlarından gözaltına alınıp 1 Eylül’de tutuklandı. Hakkında ‘silahlı terör örgütüne üye olmaktan’ dava açıldı. Eski İyi Parti Genel Başkanı Meral Akşener geçen yıl, önemli iddialarda bulunarak otel işleten emniyet müdürleri olduğunu ve o otellerde yetiştirme yurdunda kalan kızlara fuhuş yaptırıldığını söylemişti. Adalet Bakanı Yılmaz Tunç, Akşener'in iddialarına ilişkin, “Eğer böyle bir iddia varsa üzerine üzerine gidilmesi gerekir” dediyse de tutuklanan, konuyu araştıran ve üzerine giden Av. Dilek Ekmekçi oldu. Açlık grevine başlayan Ekmekçi, kendisine ‘deli’ damgası vurularak itibarsızlaştırılmak istendiğini söylüyor.
***
MHP, Sinan Ateş davasında ‘suçtan zarar gören’ olarak katılma talebinde bulunmuş ve başvuru dilekçesinde gazeteci, siyasetçi, akademisyen ve hukukçulardan oluşan 154 kişilik bir listeyi mahkemeye sunmuştu. MHP’ye göre dilekçede yer alan bu isimler için “Bölücü, liberal, marksist, FETÖ’cü yapıların elemanları sistematik ve istikrarlı bir şekilde, küresel çeşitli güçlerle ittifak içinde ve siyasi meşreplerine de uygun paylaşım, haber ve yazılarla MHP’ye iftira etmektedir” deniyordu. Dilek Ekmekçi’nin tutuklandığı 1 Eylül’den birkaç gün sonra MHP Genel Başkan Yardımcısı İsmail Özdemir, sosyal medya hesabından yaptığı açıklamada daha önce hedef gösterdikleri bu 154 kişiyi hatırlatarak yeni bir liste hazırladıklarını söyledi. Özdemir’e göre Ekmekçi, Sinan Ateş davası üzerinden MHP ve Ülkü Ocakları’na iftira atanlardan biriydi ve onu ekranlara taşıyarak meşru gösteren ‘sözde’ gazeteciler de gün gelecek hesap vereceklerdi. Milletvekillerinin VIP geçiş ayrıcalığını kullanarak altın kaçakçılığı yaptıklarına dair büyük bir iddia hala bir soruşturma konusu yapılmadı. Aynı şekilde devlet yurtlarında kalan kızları fuhuşu zorlayan Ankara merkezli bir çete olduğuna dair iddialar da havada bırakıldı. İktidarla ilgili soruşturmalara ‘kol kırılır yen içinde kalır’ mantığıyla bakılırken, ‘diğerleri’ ile ilgili dava süreçlerinin başlaması için bir listede adlarının geçmesi yeterli oluyor.
/././
(Birgün)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder