Erdoğan&katil Esad -Özdemir İnce-
Yazılı basından aktarıyorum: “Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın Rize’de toplu açılış töreninde yaptığı konuşmada, Suriye Devlet Başkanı Beşşar Esad’ı işaret ederek ‘250 bin insanı katleden böyle bir katille resim çektirenlerin kimler olduğunu sizler çok iyi biliyorsunuz’ sözleri sosyal medyada tartışmaya yol açtı. Erdoğan’ın geçmiş yıllarda Esad ile olan samimi pozları birçok kullanıcı tarafından paylaşıma sokularak açıklama ti’ye alındı.”
Erdoğan Rize’deki konuşmasında, Esad’a destek verdiğini öne sürdüğü CHP’yi eleştirmek için şu sözleri sarf etmişti:
“Soruyorum bu IŞİD belasını Ortadoğu’ya musallat eden kim? Beşar Esad. Alan açan kim Beşar Esad. IŞİD’e destek veren, silah veren kim? Beşar Esed. Gittiler bu eli kanlı zalimi Şam’da ziyaret ettiler. 250 bin insanı katleden böyle bir katille resim çektirenlerin kimler olduğunu sizler çok iyi biliyorsunuz.”
Başyüce Hazretleri’nin konuşma tarzı böyledir işte, bumerang gibidir, dönüp dolaşıp kendine döner. Esad’la teke tek ve aile olarak sayısız fotoğrafı var. Esad darbeyi yeyip Moskova’ya gidince (Kaçtı diyenlerin inadına “gidince” diyorum) -Gitmeyip ne yapacaktı zavallı?- arkasından neler söylüyor... İnternete baktım, CHP’lilerin Beşşar Esad’la fotoğrafı var mı diye... Var ama resmi görüşme fotoğrafları... Erdoğan’la eşi “250 bin insanı katleden bir katille” diz dize sohbet ederken fotoğraf çektirmişler...
Bu açıklamalar bir şey değil, şu haberi okuyun neyi ima ettiğini şöyle bir düşünün:Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan, Suriye’de Beşşar Esad yönetiminin cihatçı grupların saldırıları ile devrilmesi sonrasında muhalefete yüklendi. “Türkiye’nin Suriye’de ne işi var?” diye soranların “tarihi bilmediğini” savunan Erdoğan, “Birinci Dünya Savaşı’nın sonuçları farklı olsaydı, Rakka, Halep, İdlib, Şam şehirleri; tıpkı Antep gibi, Urfa gibi bizim birer vilayetimiz olacaktı” dedi.
“Türkiye’nin Suriye’de ne işi var?” diye soranlar, R.T. Erdoğan’a göre tarih bilmiyormuş ama “Birinci Dünya Savaşı’nın sonuçları farklı olsaydı, Rakka, Halep, İdlib, Şam şehirleri; tıpkı Antep gibi, Urfa gibi bizim birer vilayetimiz olacaktı” diye konuşan kendisi tarih biliyormuş... Bu iddiayı bilge halkımız şöyle değerlendirir: “Teyzemim bıyıkları olsaydı dayım olurdu!” Türkiye gibi ciddi bir devletin cumhurbaşkanı nasıl böyle bir cümle kurar, anlamak mümkün değil. Bu cümleyi duyan İtalya cumhurbaşkanı ya da başbakanı “Suriye, bir zamanlar Roma İmparatorluğu’muzun bir vilayetiydi” derse ne olacak?
İngiliz gizli istihbarat servisi (M16) ajanı İngiliz diplomat Alaster Crooke, ünlü ajan Graham Fuller ile birlikte yaptıkları bir video söyleşisine katılan yazar ve Weseda Üniversitesi (Kyoto) öğretim üyesi Pascal Rottaz, “Erdoğan, Esad’a yeni bir Osmanlıcılık öneriyor, Suriye halkının kendi yönetimini inşa etmek yerine Osmanlı yönetimini kabul etmesini söylüyordu” dediğini duyduğum zaman adamın kafadan attığını düşünmüştüm ama “Birinci Dünya Savaşı’nın sonuçları farklı olsaydı, Rakka, Halep, İdlib, Şam şehirleri; tıpkı Antep gibi, Urfa gibi bizim birer vilayetimiz olacaktı” dediğini duyunca şaşıp kaldım. Demek ki sayın Erdoğan’ın Esad’a uzattığı lakin Esad’ın kabul etmediği dostça öneri buymuş...
Sayın Erdoğan’ın, önümüzdeki bir seçimden önce, Suriye’nin bir bölümünü sınırlarımız içine almak gibi bir hayali, bir takıntısı varsa yandık ki nasıl yandık! Böyle bir şey ülkemiz için silinmez bir kara olur. Osmanlı iki kez Viyana kapılarına dayanmıştı ama tarihin mezarlığına göçtü, Avusturya dünyanın en kalkınmış ülkelerinden biri şimdi.
28 Ocak 1920’de Osmanlı Meclis-i Mebusanı’nda kabul edilen Ahd-i Milli veya Peymanı Milli olarak da tanımlanan Misakı Milli belgesine dayanılarak hazırlanan Misakı Milli Haritası’nda İskenderiyePort Said hizasına kadar olan bugünkü Suriye, Lübnan, Filistin ve Irak toprakları kapsama alanına alınmıştı. Ayrıca Adalar, Kıbrıs ve Batum da Türkiye’nin sınırları içinde gösterilmekteydi. Bir hayaldi. Bu hayal ülkemizin galip devletler tarafından işgal edilmesini engellememiş aksine onlara davetiye çıkarmıştı. Türkiye’nin sınırları Lozan’da kabul edilip mühürlenmiştir. “Çalma başkasının kapısını, çalarlar kapını” demiş bilge atalarımız.
/././
Siyasetin sefaleti -Ergin Yıldızoğlu-
Suriye’de Esad rejimi düştükten sonra Batı’nın kimi liberal eğilimi etkili yorumcularında yine bir düş kırıklığı var: “Hani bu, iş yapabileceğimiz bir adamdı?” Örneğin, Financial Times’ta politik kültür üzerine, liberalizmi savunan yorumlarından bildiğimiz Janan Ganesh, bu hafta Batı’nın, otoriter liderlerle ilişkilerinde, başlangıçta yaygın olan “Bu adamla iş yapılabilir” umudunu tartışıyordu. Ganesh’e göre Batı sıklıkla despotları yanlış değerlendirmiş, akılcı, işbirliğine açık liderler olarak görmüş. Bu da sıkça hayal kırıklığıyla sonuçlanmış. Ganesh, başlangıçtaki iyimserliğin bir hatadan çok, liberal değerlerin doğal bir uzantısı olduğunu savunuyor.
VE LİBERAL FANTEZİLER…
Ganesh, Saddam, Kaddafi, Putin gibi liderlerle olan ilişkilerin tarihine, boş çıkan umutlara değindikten sonra esas olarak başlangıçta siyasetle ilgisi olmayan, babası ölünce Suriye’ye dönmek zorunda kalan Esad üzerinde yoğunlaşıyor.
Esad’ın konuşurken sakin, yumuşak sesi, nazik bir ifade veren zayıf çenesi, hafif sakar çelimsiz uzun boyu, Londra’da aldığı tıp eğitimi, Suriyeli bir ailenin, İngiltere’de yetişmiş Kings College mezunu, bir yatırım bankasında çalışan kızı İngiliz vatandaşı Asma ile evli olması Esad’a yönelik umutların şekillenmesinde büyük rol oynamış. Gerçekten de Esad babasının koltuğuna oturunca kimi siyasi tutukluları serbest bıraktı, ekonomide bir “dışa açılma” süreci başlattı. Hatta o yıllarda Türkiye’ye gelen Derviş’in bir benzeri de Suriye ekonomisi için davet edilmişti. Tüm bunlar ABD, İngiliz Fransız yönetimlerini o kadar etkiliyordu ki Fransa Esad’a, en yüksek askeri, siyasi nişanı olan “Legion d’honneur” verdi; İngiltere’de Blair hükümetinin bakanları Suriye’yi komşu kapısı yaptılar; gidip gelenlerin ağzından bal akıyordu. Ancak tarih kendi arzularını gerçek sanan, sırnaşık âşıkları hiç acımadan terk eden bir sevgili gibidir.
Bu kez de öyle oldu, Suriye’yi Esad aracılığıyla (akıllarında Gorbaçov vardı) emperyalist sistemin (neoliberal küreselleşme) içine çekme hevesleri, toplumu bir adamın iradesine indirgeyen liberal fanteziler hızla Suriye devletinin yapısının, güç (“pouvoir”) ilişkilerinin duvarına çarptılar: Esad Suriye’ye siyasi bir savaşı kazanmış reformcu bir lider olarak değil, çoktan biçimi, güç odakları, kadrolar, destek sınıfları “müşteri” çevreleri, ekonomik kaynakları ve en önemlisi de işleyiş kültürü ve tarzı çoktan belirlenmiş bir devletin başına, onun “efendisi” değil “hizmetçisi” olarak dönmüştü.
Kafayı tek bir adama takanlar için bir ders var: Adam gittiği için rejim çökmüyor. Rejim çöktüğü için adam gidiyor!
LİBERALLERİN ELİNDE KAN VAR
Arap isyanlarının uzantısı olarak başlayan demokratik, kitlesel barışçı, hak ve özgürlükler hareketini rejim bastırmaya başladığında, Batı’nın liberalizm ihraç etme iddiasındaki güçleri, süreci kendi iç dinamiklerine bırakmak yerine, komşu ülkelerin baskıcı rejimlerini, cihatçı haydutları devreye sokarak barışçı bir protesto dalgasını, kanlı bir iç savaşa dönüştürdüler. Batı’nın liberal fantezistleri burunlarını sokmasalardı, Esad’ın bastırma çabaları sırasında ölenler yüzlerle, tutuklanan hatta işkence görenler binlerle ifade edilecek, idam edilenler, kaybolanlar da olacaktı. Ancak iç dinamiklerle başlayan isyan bastırılsa bile, bir dahaki sefere yaralanmak üzere dersler çıkaracaktı. Belki de tarih, Hegel’in “Dünyanın her döneminde siyasi bir devrim kendini tekrarladığında insanların görüşlerine göre onaylanır” sözüne uygun biçimde ilerleyecekti. Peki ne oldu: İç savaş 14 yıl sürdü, ülkenin kentleri yıkıldı ekonomisi çöktü, 22 milyon nüfuslu ülkede 600 bin+, can kaybı nüfusun yaklaşık yüzde 3’üne ulaştı. Ülke nüfusunun yarısında fazlası (6.9 milyonu içeride, 5.4 milyonu da komşu ülkelere göçmek üzere) yerinden yurdundan oldu. Gidenler, komşu ülkelerde siyasi, kültürel, ekonomik istikrarsızlık kaynağı oldu. Demokratik, haklar özgürlükler talepleriyle başlayan “siyasi devrim”, cihatçıların elinde öldü, “kadınları çarşafa sokmaya” kararlı bir rejimde bitti. Romalı tarihçi Tacitus’un “Yakıp yıkmaya, katletmeye, sahte iddialarla gasp etmeye imparatorluk diyorlar; çöl haline getirdikleri yere barış diyorlar” sözleri bir kez daha gerçek oldu!
/././
Doha'da aslında ne oldu?-Mehmet Ali Güller
Dışişleri Bakanı Hakan Fidan, 13 Aralık akşamı, NTV’de kapsamlı bir röportaj verdi. Fidan’ın o röportajından çıkardığım ilk sonuç şu oldu: AKP hükümeti, Astana sürecini geçici bir oyalama süreci olarak ele almış!
Şöyle diyor Fidan: “Başarısız olsa da, çok meyve üretmese de Astana süreciyle biz yolumuza devam edelim, BM Güvenlik Konseyi’nin 2254 sayılı kararı etrafında bir şeyler yapmaya çalışalım konusunu, hep cumhurbaşkanımız bu hattı tuttu” (ntv. com.tr, 13.12.2024).
Bu sözler, öncelikle devletlerarası ilişkilerin güvenilirlik ölçütünü aşındırması nedeniyle Türk dış politikasının hanesine eksi olarak yazılacaktır ne yazık ki.
Halbuki Rusya ve İran’la Astana ortaklığı, etkisi Suriye dışında, örneğin Azerbaycan’ın Karabağ’ı kurtarmasında da görülen çok yararlı bir ortaklıktı.
FİDAN LAVROV VE ARAKÇİ’Yİ Mİ UYARDI?
Hakan Fidan’ın söyleşisinde dikkat çekici bir bölüm daha var. Esad’ın yıkılışına giden süreci ve özellikle son akşamı anlatıyor.
“İran ve Rusya ile konuştuk, o akşam Esad gitti” diye başlıkla verdi gazeteler, internet siteleri ve TV’ler.
Fidan’ın sözleri şöyle: “En kritik konu Rusların İranlılarla konuşup askeri olarak denkleme girmemeleriydi. Ruslar ve İranlılarla görüşmelerimiz işte o bir hafta bunun özeti. Onlar artık anladılar, yani bizlerle İran Dışişleri bakanı geldi, sonra Doha’da hem Rusların hem İranlılarla biraraya geldik ve bazı konuları konuştuk. Yani burada her şeyi konuşmak istemiyorum ama bir noktadan sonra onlar da artık telefon ettiler, o akşam da Esad gitti” (ntv.com.tr, 13.12.2024)
Peki Doha’da aynen böyle mi oldu gerçekten? Fidan, Lavrov ve Arakçi’yi uyardı ve askeri denkleme girmemelerini istedi, iki ülke de bu uyarı üzerine geri adım attı ve Esad yıkıldı mı yani? Bu kadar kolaysa daha önce neden yapılmadı?
YA DOHA MUTABAKATI?
Halbuki Doha’daki Astana görüşmesi sonrası Rusya ve İran dışişleri bakanlarının yaptığı açıklamalar ve Doha görüşmesine dair yapılan resmi açıklama, bambaşka şeyler söylüyor.
Tersine üç bakan 7 Aralık’ta Doha’da şu mutabakata varmıştı: “Suriye krizinin siyasi yollarla çözülmesi ve Esad hükümeti ile silahlı muhalif grupların müzakere masasına oturması gerektiği konusunda üç ülke anlaşmaya vardı.”
Hangisi doğru? Fidan’ın Lavrov ve Arakçi’yle vardığı “Esad ile muhalefet müzakere masasına oturmalı” anlaşması mı, yoksa Fidan’ın Lavrov ve Arakçi’ye “Askeri denkleme girmeyin” uyarısı yaparak Esad’ı çekmelerini sağlaması mı?
ERDOĞAN ESAD’LA GÖRÜŞMEK İSTEMEMİŞ MİYDİ?
Öte yandan Cumhurbaşkanı Erdoğan da HTŞ’nin “zaferi” üzerinden CHP’ye yükleniyor: “Esad’ı ziyarete gidecekti ya, Özgür Bey ne oldu, niye gitmedin?”
Halbuki Erdoğan da, tabii sözleri doğruysa, daha düne kadar Esad’la temas kurmak istiyordu. Daha bir kaç ay önce “Esad’ı davet edebiliriz” demişti, henüz HTŞ harekete geçmeden iki hafta önce 13 Kasım’da Riyad’da Esad’la aynı fotoğraf karesinde yer almış ve “Hâlâ Esad’dan umutluyum” demişti.
Dahası bu süreçte Esad’ı görüşmeye ikna etmesi için Putin’den ricacı olmuştu: “Sayın Putin’e, Beşşar Esad’ın bizim çağrımıza vereceği cevabın temini noktasında bir adım atması çağrımız oldu” (tccb.gov.tr, 25.10.2024). Dikkat ediniz, hâlâ cumhurbaşkanlığının resmi sitesinde olan bu sözler, üstelik Esed şeklinde değil, Esad şeklinde duruyor!
Sonuç olarak iktidar, “olan ile propaganda edilen” arasındaki makası açarak, konuyu iç politikada kolay sindirilebilen bir malzemeye dönüştürmeye çalışıyor ama unutulmamalı, dış politikanın da devletlerarası ilişkilerde tutulan bir arşivi var. /././
Colani’nin arabası -Mehmet Ali Güller-
İlkelerin ayaklar altına alınması ve bunun istisna olmaktan çıkarak “reelpolitik” diye savunulması, devletlerarası ilişkilerin önündeki en önemli sorunlardan biridir.
Bunu terör örgütü HTŞ’nin Suriye’de iktidar “yaptırılması” nedeniyle söylüyoruz. HTŞ’yi resmi olarak terör örgütü kabul eden ülkeler, onun Şam’daki yasal hükümeti devirmesini istediler, bunun için askeri ve istihbari destek verdiler, yönlendirdiler. Şimdi de HTŞ’yle resmi ilişkiye geçiyorlar; üstelik HTŞ’yi hâlâ resmi olarak terör örgütü diye kabul etmelerine rağmen!
TERÖRÜN TANIMI SORUNU
Terör ve terör örgütü konusu devletlerarası ilişkilerin zaten iki temel nedenle sorunlu konusuydu:
1) Terör ve terör örgütü konusunda hem tanımda bir uzlaşı yok hem de çıkarlar gereği birinin terör örgütü kabul ettiğini diğeri kurtuluş örgütü sayıyor. Buna bulunan “kısmi çözüm”, BM’nin o örgütleri nasıl tanımladığıdır. Örneğin Türkiye için terör örgütü olan PKK, uzun süre müttefikleri ve komşuları tarafından terör örgütü diye kabul edilmemişti.
2) Terör ve terör örgütü konusunda ikinci sorun, devletlerin, BM tanımlaması oluştuktan sonra, terör örgütünün isim değiştirmesi üzerinden onunla ilişkiyi sürdürmesidir. Örneğin ABD, resmi olarak PKK’yi terör örgütü kabul ediyor ama PKK’nin değişmiş adlı haliyle, ülke kollarıyla ilişkisini sürdürüyor. Dahası, PKK’nin Suriye kolu PYD/YPG’yi “kara ordusu” yaparak, IŞİD’e karşı işbirliği söylemi üzerinden devletleşmesinin yolunu açıyor.
ÖNCE İLKE
Terör ve terör örgütleri konusundaki en temel ilke şu olmalıdır: Egemen bir ülkenin, kendi egemenliğini hedef alan bir örgütü terör örgütü kabul etmesi halinde, o örgüt başta komşuları olmak üzere tüm diğer ülkeler tarafından da terör örgütü kabul edilmelidir.
Ancak tersine, devletlerarası güç ve çıkar çatışması nedeniyle, genelde devletler komşusunun terör örgütü kabul ettiğini, komşusunu zayıflatacak bir araç gördüğü için “kurtuluş örgütü” sayar ve destekler. İlke ortadan kalkınca herkes herkese karşı bir terör örgütü besler!
Bu kısırdöngüden en çok kazanan ise terör örgütlerini etkileme ve kullanma potansiyeli olan en güçlü devlettir; emperyalist ABD’dir.
PKK, IŞİD, HTŞ
ABD Dışişleri Bakanı Antony Blinken ile görüşen Dışişleri Bakanı Hakan Fidan önemle belirtiyor: “DEAŞ’ın (IŞİD), PKK’nin orada (Suriye’de) hâkim olmaması önceliklerimiz arasında” (AA, 13.12.2024).
Güzel, peki IŞİD ve PKK terör örgütü de HTŞ değil mi? Halbuki HTŞ Türkiye’nin resmi olarak terör örgütü kabul ettiği bir örgüt. Bu durumda MİT Başkanı İbrahim Kalın, HTŞ lideri Colani’nin arabasında ne arıyor?
Beyaz Saray Ulusal Güvenlik Danışmanı Jake Sullivan ise Ankara’nın terör örgütü PKK karşıtı tutumuna karşı şu argümana sarılıyor: “SDG (PKK’nin Suriye kolu PYD/ YPG’nin omurgasını oluşturduğu örgüt) IŞİD’den gelen tehdidin baskılanması konusunda ve aynı zamanda Suriye’nin doğusunda çok sayıda IŞİD teröristinin gözaltı merkezlerinde tutulmasında son derece yetkin terörle mücadele ortağıdır” (Amerika’nın Sesi, 12.12.2024).
Yani ABD, Türkiye’nin terör örgütü kabul ettiği PKK’yi, yine hem ABD’nin hem Türkiye’nin terör örgütü kabul ettiği IŞİD’e karşı mücadele eden bir örgüt olarak savunmakta; hatta bunun üzerinden PKK terör örgütünü, “terörle mücadele ortağı” diye payelendirmektedir!
DİREKSİYONDAKİ 10 MİLYON DOLAR
İngiltere Savunma Bakanı John Healey, HTŞ’nin resmi “terör örgütü” statüsünün önemsiz olduğunu belirterek, görüşeceklerini söylüyor (Sputnik, 12.12.2024). Ki askeri ve istihbarat düzeyinde Washington da Londra da Ankara da ne yazık ki terör örgütü HTŞ’yle zaten görüşüyordu. İdlib’de “kurtuluş hükümeti” kurmasını kabul ettiler, Esad’a karşı mücadele edebilmesi için her açıdan desteklediler.
ABD “resmi olarak” 9 yıldır terör örgütü kabul ettiği HTŞ’nin lideri Colani’nin başına 10 milyon dolar ödül koymuştu. Ancak uygulamada Colani’ye milyonlarca dolarlık silah sağladılar. Türkiye resmi olarak 2018’den beri HTŞ’yi terör örgütü kabul ediyor. Ama uygulamada iktidar HTŞ’nin İdlib’de büyümesine “göz yumdu”, Şam’a yürümesine “yeşil ışık yaktı” ve şimdi de liderinin arabasına biniyor!
Terör ve terör örgütleri konusundaki ilkesizlik üzerinden komşular komşularıyla emperyalistlerin yararına uğraşmaya daha bir süre devam edecek ne yazık ki...
(Cumhuriyet)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder