Birgün "KÖŞEBAŞI" + "GÜNDEM" -18 Aralık 2024-

 Müteahhit gelir vergisini Gökçek’e ödedi -Mustafa Bildircin-

Ankapark’ın müteahhitliğini yapan, Melih Gökçek döneminde ABB ve iştiraklerinden yüz milyonlarca liralık ihale alan Korkutata Ailesi’ne ait şirketin, Osman Gökçek’in evinin de müteahhidi olduğu öğrenildi. Gökçek’in villasında eğlence salonu bile var.

BirGün, CHP Milletvekili Veli Ağbaba’nın TBMM Genel Kurulu’nda gündeme getirdiği, “Osman Gökçek’in evini Ankapark’ın müteahhidi yaptı” iddiasının ayrıntılarına ulaştı. Melih Gökçek döneminde giderek büyüyen Korkutata Ailesi’ne ait Binko İnşaat tarafından inşa edilen villadaki lüksü ortaya koyan ayrıntılar, “Bu kadarı da olmaz” dedirtti. Serkan Korkutata, Gölbaşı İncek’te 6 bin metrekarelik bir arsa üzerine ruhsatlı ve iskanlı bir ev inşa etti. Ancak villanın bulunduğu parseller, yıllar itibarıyla artırılarak 14 bin 347 metrekareye kadar çıkarıldı.

DEĞERİ 600 MİLYON TL

İncek’e inşa edilen hemen her detayı lüksü ve şatafatı ortaya koyan villa, 27 Aralık 2020 tarihinde Osman Gökçek’e devredildi. ABB kaynaklarının, “Yavru saray” olarak nitelendirdiği villanın güncel değerinin 600 milyon TL’ye yakın olduğu savunuldu.

Villanın inşasındaki usulsüz uygulamalar da tespit edildi. Villaya yapılan eğlence salonunun önünü açabilmek için “Dolgu toprağının dökülmesini engellemek” amacıyla projede olmayan perde duvar yapıldığı bildirildi. Öte yandan villadaki bahçe duvarı yüksekliğinin de İmar Kanunu ve ilgili yönetmeliklere aykırı olduğu belirlendi.

KORKUTATA AİLESİ KİMDİR?

Villa detayının ortaya çıkmasının ardından gözler, Korkutata Ailesi’ne Melih Gökçek döneminde belediyeden sağlanan ayrıcalıklara çevrildi. Gökçek döneminde etkisini giderek artıran ve büyüyen aileye sağlanan bazı ayrıcalıklar, şöyle sıralandı:

• 2012-2017 yılları arasında Ankara Büyükşehir Belediyesi, ASKİ ve ABB iştiraklerinden 52 ihale.

• Toplam 52 ihalenin 35’i istisna, 9’u pazarlık usulü ve yalnızca 8’i açık ihale yöntemli.

• Ailenin 2012-2017 döneminde 10 farklı şirket adıyla belediyeden aldığı ihalelerin bedeli, 228 milyon 941 bin 204 TL. Güncel değeri ise 3 milyar TL.

GÖKSU PARKI

• Göksu Parkı’nın otoparkı, parkta bulunan sinema, 2 tuvalet, 2 mini futbol sahası, 2 basketbol sahası, 2 tenis sahası, plaj voleybol sahası, baby car pisti, go-kart pisti, dağ kızağı, sekiz vagonlu trenin işletmesi.

HARİKALAR DİYARI

• Harikalar Diyarı’ndaki gemi ve kayık yüzdürme alanı, go-kart alanı, büfe, tuvalet, depo, 2 tane açık oturma alanı, masal adası işletmeleri, 3 adet çay bahçesi, 4 adet büfe, 2 adet dükkân ve trenlerin işletmesi.

MOGAN PARKI

• Mogan içindeki raylı tırtıl ve tren, açık alan, zincirli uçan sandalye ve trampolin, açık havuz, akülü araç pisti, go-kart pisti ve 1 adet büfenin işletmesi.

∗∗

ÜLKENİN ÇİVİSİ ÇIKMIŞ

CHP Malatya Milletvekili Veli Ağbaba da Gökçek’i eleştirerek "Bir bekar adam, 250 metrekare kapalı havuzu neden yapar, 110 metrekare eğlence odasını neden yapar? Babası onu dinazor parkına götürmediği için mi? Bu evin değeri 600 milyon. Ülkede çivi çıktı" dedi.

                                                          ***

Trump, Erdoğan’ı överek sınır çizdi -Yaşar Aydın-

Emevi Camisi’nde verilen poz, ABD’den alınan övgü işlerin iktidar için yolunda gittiğini düşündürebilir. Genişleme ve kalıcılaşma isteyen Erdoğan’ın bu süreçte sürprizlerle karşılaşma ihtimali yüksek.

Başta Fidan olmak üzere başkanın tüm adamları ABD-İsrail hattını esas alan siyasal çizginin içeride hasara yol açmaması için mücadele veriyor

Donald Trump seçimi kazandıktan sonra yaptığı ilk basın toplantısında Erdoğan’ı överken aynı zamanda bir yol haritası da çizdi.

Trump’un sözleri yandaş medyada “büyük iltifat” olarak sunulsa da konuşmanın tamamına bakınca durumun çok öyle olmadığı anlaşılıyor.

Trump Türkiye için “Suriye’ye çöktü, Suriye’nin anahtarı onda Esad’ın devrilmesini sağladı, HTŞ, Türkiye tarafından kontrol ediliyor” tespitlerini arka arkaya sıraladı ve Erdoğan’ın akıllı bir lider olduğunu da ekledi.

Yeni yılda ABD başkanı koltuğuna oturacak Trump belli ki Orta Doğu’da işini Türkiye’ye çözdürecek. Altı yıl önce “akıllı ol” diyerek uyardığı Erdoğan’ı şimdi “akıllı lider” olarak tanımlamasının arkasında bu var.

ABD açıkça Erdoğan’ı, verilen reçete dışına çıkmaması konusunda uyardı. Belli ki bu uyarı daha öncede yapılmış ve Ankara hazırlığını buna göre yapmıştı. Anlaşılan o ki Bahçeli’nin tüm çağrılarının arkasında da izlenecek hatla ilgili belli bir yol temizliği ihtiyacıydı.

Yol belli ise neden Bahçeli’nin çağrısı hala karşılık bulmadı? Sorusu aynı zamanda meselenin bolca çapağının olduğunu da gösteriyor.

ANKARA’DAKİ ROL DAĞILIMI

Suriye konusunda dört isim öne çıkıyor. Erdoğan, Hakan Fidan, İbrahim Kalın ve Öcalan’la bağlantılı şekilde MHP lideri Devlet Bahçeli. Bunların arasında da belli bir iş bölümü olduğu çok açık.

ABD Dış İşleri Bakanı’nın Türkiye’ye gelişi, Hakan Fidan’ın temasları, Doha toplantısı, HTŞ ve YPG’den gelen açıklamalar ve diğer gelişmelere bakınca her şeyiyle netleşmiş bir mutabakat metninin oluşmadığını söyleyebiliriz.

Ankara Suriye’nin geleceğinde artık Kürtlerin de olacağını kabul etmiş durumda. Sorun Fırat’ın doğusunda PYD-YPG merkezli bir Kürt oluşumunun olup olmayacağı.

Buradan gelelim tekrar Trump’un “Suriye’nin anahtarı Türkiye’de” sözlerine. Trump için Suriye topraklarında olmanın çok bir önemi olmadığını ilk başkanlığı döneminde görmüştük. Bu anlamıyla anahtarı Türkiye’ye teslim etmekte sorun görmeyebilir. Ama şartları da olduğu çok açık. Bunların birincisi İsrail’in güvenliği ise ikincisi de enerji hatlarıyla birlikte müttefik gördüğü Suriye’deki Kürtlerin güvenliğidir.

SADECE SURİYE’DEN OKUMAK DOĞRU MU?

Türkiye ve ABD arasında bir pazarlık varsa o da budur. Ama Türkiye’nin masada eli söylenenin aksine çok fazla güçlü değil. Özellikle bölgede Rusya’nın etkisinin kırılması ve bunda Türkiye’nin de rolü olması Ankara’yı zorunlu bir tercihe itmiş durumda. Fidan, Kalın, Bahçeli ve Erdoğan girdikleri bu “mecburi istikametten” en az zararla, mümkünse karlı şekilde çıkmak istiyor.

Bugünlerde Suriye’de yaşananları Türkiye’nin “Devlet aklı” üzerinden okumak moda oldu. Meseleyi bin 500 yıl öncesine götürenler bile oldu. Kuşkusuz Bahçeli’nin ekim ayında yaptığı hamlenin Suriye’de olası gelişmelerle ilgisi var. Tıpkı Erdoğan’ın yaz ortasından başlayarak sürekli iç cephe ihtiyacını telaffuz etmesi gibi.

Cumhur İttifakı, sahada yaşanan gelişmeler üzerine artık durumun eskisi gibi devam etmeyeceğini fark etti ve müdahale etti. Bu anlamıyla kuşkusuz tetikleyici Suriye’de yaşanan gelişmeler oldu. Ama bu başlığa Ankara’nın verdiği yanıt en az Suriye’deki kadar ülke içinde konumunu da güçlendirmeye yönelikti.

İster Orta Doğu merkezli bir okuma yapın ister ülke içinde bir değerlendirmede bulunun, en sonunda Cumhur İttifakının, iktidarını tahkim etmeye yönelik girişimleri olduğunu görüyoruz.

Başta Hakan Fidan olmak üzere başkanın bütün adamları ABD-İsrail hattını esas alan siyasal çizginin içeride hasara yol açmadan ilerlemesi konusunda çaba içerisinde. Aynı anda hem İslamcıları, hem Kürtleri hem de milliyetçileri bir şekilde ortak bir projeye ikna etmeye çabalıyor. Bunu bugün herkesin aynı anda kazanacağı “Türkiye yüzyılı” diyerek anlatmaya çalışıyor. Emevi camiinde verilen poz, ABD’den alınan övgü işerin iktidar için yolunda gittiğini düşündürebilir. Ama genişleme, güçlenme ve kalıcılaşma isteyen Erdoğan’ın bu süreç içerisinde birçok sürprizle karşılaşma ihtimali çok yüksek.

Akılda tutulması gereken birkaç noktanın altını çizerek bitirelim:

• Cumhur İttifakı ekonomik ve siyasal olarak en zayıf olduğu dönemde bu hamleye mecbur kaldı.

• Sahadan da anlaşılacağı gibi Esad sonrasına dair çok fazla soru işareti var ve her biri Türkiye için büyük sorun yaratabilme potansiyeline sahip.

• Erdoğan, ülke için neden ABD-İsrail sınırları içinde hareket etiğini açıklamakta zorlanacak. Geniş ittifak içinde bu durum kırılmalara yol açabilir.

                                                                /././

Yarım ada, tam ada -Kaan Sezyum-

Çoğu insana göre şanslı sayılırız. Ufak da olsa bir evimiz, bir de bahçemiz var. Bahçemizde dört tane incir, üç farklı çeşit erik, bir adet yaban kirazı ve birkaç gül var. Bir yarım adada yaşıyoruz. Her tarafımız neredeyse denizlerle çevrili, ada havası güzel, adalı tanıdık, burada sıkıntı olmuyor. Çocuklar sokaklarda oynayabiliyor, eskiden at arabaları vardı, şimdi onlar da yok, tuhaf elektrikli araçlar var.

Polis, itfaiye, ambulans ve çöp kamyonu dışında motorlu araç da yok. Yok da, son birkaç yıldır adada tuhaf olaylar olmaya başladı. Daha önce kimsenin aklına gelmeyecek, kimsenin cesaret edemeyeceği hatta düşünemeyeceği olaylar. Tek tek, adadakilerin bir şeyleri çalınmaya başladı. Önce akşam yemeğinde yiyeceğimiz lüferlere dadandı bir hırsız. Normalde lüfer, istavrit, palamut yemek sıradan bir iştir. Hatta palamut yağlandığı zaman adalı dertlenir, kış geliyor, deniz mevsimi bitti diye. Her neyse bizim mutfaklardan tek tek balıklar ortadan kaybolmaya başladı iyi mi?

∗∗

Önce ‘‘martılar akıllandı herhalde’’ diye düşündük. Hani yıllarca kargalarla birlikte yaşadıktan sonra en azından bir şeyler öğrenmelerini bekliyorduk. Kargalar cevizi kırmak için, yemeği kapmak için binbir numara yaparken martılar ne kadar yediğinin bile farkında olmayan hayvanlardı. Mesela denizden dönerken, yakaladığımız balıkları tekne giderken hazır denizde ayıklar, kullanmadığımı kafalarını filan da tekneyi takip eden martılara atardık. Martı kardeşler de yedikçe yer, yedikçe yer, davul gibi şişer, sonra da teknenin üzerine konup yedikleri fazla balıkları kusardı. Martılar tıksırana kadar yemeleriyle birilerini hatırlatıyordu ama kimi tam hatırlayamıyordum… Neyse martıları izledik izledik, yok, balıkları bunlar çalmıyor. Gel zaman git zaman ada halkı ara sıra balıklarının önce ortadan, sonra oltadan kaybolmasına alıştı. Artık adada daha az balık yiyorduk. Bu sefer de pirzolalar ve etler kaybolmaya başladı. Karanlık bir el, dolaba girmeden kasaptan aldığımız etleri çalıyordu düpedüz. İnler mi cinler mi, ecinniler mi bilemedik anlayamadık. Ada halkı hayretler içinde kasaptan aldığı etlerin kaybolmasına hayret ediyordu. En son ne zaman pirzola ya da bonfile yediniz? Biz haftada bir iki yiyebiliyorduk, tabii eskiden. Şimdi kasaptan bile alamıyoruz. Kasap Kosta’ya gelirken kayboluyormuş etler.

∗∗

Durum böyle olunca ada ilkokuluna giden çocukların beslenme çantalarına kilit takmak zorunda kaldık. Çocuklar akşam evde istedikleri gibi yiyemedikleri ve bizim istediğimiz gibi beslenemedikleri için güdükleşmeye başladı. Yani büyüyen çocuk, büyürken nasıl küçülür, adalılar olarak böyle bir saçmalığa tanık olduk. Zaten iki rüzgar esse hasta olacak garibanlar bir de yemek yiyemeyince bu sefer kafaları da çalışmayı bıraktı. Bir basit toplamayı yapamaz hale geldi çocuklar. Adeta bütün adanın çocukları akraba evliliğinden olmuşa döndü. Ne okuduklarını anlıyor, ne istediğini anlatabiliyor, ne gülüyor, ne eğleniyor, iyice denyo oldu garibanlar. Diğer adalarda böyle bir durum yok, bir bizimkiler günden güne eblehleşmeye devam ediyor. Analar babalar hayret içinde. Okulda öğretmenini ısıranı mı dersiniz, sınıfın kapı kolunu yemeye çalışanı mı dersiniz, artık adını siz koyun…

Ortalık bu haldeyken, önce bizim bahçede tuttuğumuz geleceğimiz çalındı. Geleceğimizin başına bir şey gelmesin diye hayallerimize bağlamıştık. Bizimkinden sonra tek tek diğer komşuların da gelecekleri çalındı. Hırsızı bulamadık, ya da en başından beri yanımızdaydı. Ama adalı insan birbirine güvenir, adada kimsenin başına bir şey gelmez, gelmesi düşünülemez bile. Neden gelsin yani? Düşünemiyorum gerçekten de. Bahçedeki ağaçlar, bitkiler, meyveler, yemişler soldu… Gelecekten sonra hayallerimiz de tek tek bahçelerimizden gitti, yitti. Bir ada ve ada hayatı da güzel bir gerçekken aniden bitti gitti.

                                                               /././

Diyanet Vakfı Erbaş’ı yalanladı -Mustafa Bildircin-

Erbaş’ın, “Bize Audi’yi çok gördüler” çıkışıyla “Merkezde 16 araç var” iddiası, Türkiye Diyanet Vakfı tarafından yalanlandı. Diyanet İşleri Başkanlığı’na dokuzu TDV Eğitim A.Ş.’den olmak üzere toplam 23 aracın tahsis edildiği ortaya çıktı.(https://www.birgun.net/haber/diyanet-vakfi-erbasi-yalanladi-584690)

                                                             ***

Abluka delindi, hedef Ankara -Ebru Çelik-

Polonez işçileri direnişi iki koldan büyütüyor. İşçilerin kimi ilk kez dün sahilde yürüdü. Ablukayı delen bir grup Gebze’ye ulaştı. Çatalca’da ise açlık grevi sürüyor. Yolda defalarca polis müdahalesine maruz kalan işçiler, “Engelleri aşarak Ankara’ya varacağız” dedi.(https://www.birgun.net/haber/abluka-delindi-hedef-ankara-584656)

                                                                       ***
‘Ama ulus devlet kuruluyordu...’-Şükrü Aslan-


Modernleşme sürecinde ve özellikle 20. yüzyılda dünyanın değişik ülkelerinde ortaya çıkan kitlesel kıyım ve soykırım deneyimlerini tartıştığımız tüm ortamlarda, hep bu sihirli cümle hep karşımıza çıkmıştır. ‘Ama ulus devlet kuruluyordu...”. “Elbette bu hiç kolay iş değildi’ diye devam eden bu itiraz biçimi, genellikle kitlesel kıyımları meşrulaştırma ya da görünmez kılma işlevini üstlenmiştir. Çünkü ötesinde söylenebilecek her şey ‘yüce ulus’a dokunma ihtimalini taşır ki bu da bir başka açıdan ‘kolay iş değildir.’ Dolayısıyla kıyımlarda ‘ölçü kaçmış’ olsa da bu, ulus olabilmenin kaçınılamaz bir sonucudur ve bir ölçüde “normaldir!”

Modern ulus devletlerin kuruluşu genellikle benzer bir seyir izlemiştir. Bundan dolayı ulusların geliştirdikleri kurumlar ve dil de büyük ölçüde ortaktır. Başına ulusal sözcüğü geçtiğinde ‘bağımsızlık’, ‘güvenlik’, ‘eğitim’, ‘bayrak’, ‘marş’, ‘ekonomi’ vb. kurum ve kavramlar adeta birer ‘kutsal’ araca dönüşürler. Bütün ‘ulusal ideallerin’ gerçekleşmesinin ancak şiddet yoluyla mümkün olduğu varsayımı da ortaktır. Keza etnik siyaset yapmanın ne kadar ‘mahsurlu’ bir iş olduğu fikri de bu ortak dilin bir parçasıdır. Hatta buna ‘etnikçilik’ diyerek aşağılamak ya da kriminalleştirmek de aynı söylem ve siyasetin bir neticesidir. Klasik sosyolojinin anlamak için peşine düştüğü olgunun, aslında toplum değil, ulus olması da bundandır.

∗∗

Tuhaf olan o ‘yüce ulus’un inşasına ve lüzumsuz ‘etnikçilik’ çabalarına odaklanan söylemin, dönemin sosyalistleri tarafından da hararetle benimsenmesiydi. Gerekçesi de ‘etnikçiliğin’ sınıfı böldüğü varsayımıydı. Gelgelelim bu tartışmaların yapıldığı zamanlarda dünyanın pek çok yerinde etnik gruplara mensup yüzbinlerce insan vahşice kırılıyordu.

Bütün olguların gösterdiği gibi ulus devletlerin kuruluşu, tam da ‘etnikçi’ bir politika üzerinden gerçekleştirilmişti. Ulus olmaya aday olup devletini kurabilenler, geri kalan tüm kesimler üzerinde her türlü politik müdahaleyi kendilerine hak görüyorlar ve bu ‘hak’kı uygun gördükleri her araçla kullanıyorlardı. Kendi aralarında geliştirdikleri yeni bir ‘uluslararası hukuk’la, birbirlerinin iç işlerine karışmamayı da tahahhüt ediyorlardı. Yani uluslar, iç işlerinde ‘özgür’dü. Peki ‘ulus olamayanlar’? Onlar da ‘ulus’ olabilenlerin görüşme masalarında müzakere konusu oluyorlardı. Kaderleri de büyük ölçüde o müzakerelerle belirleniyordu.

∗∗

Şu sıralar Suriye’de iktidarın yıkılması ve yeni bir iktidarın kuruluşu için devam eden hummalı çalışmaların en büyük konusu nedir derseniz, yine o müzakere masalarıdır. Öyle etkili bir müzakere olduğu anlaşılıyor ki koca bir ordu adeta buhar olmakta, ani bir şekilde yeni ordular kurulmakta ve bir kaç gün içinde kendi ‘kurtuluş savaşları’nı tamamlayabilmektedirler. Suriye’de bir ‘ulus devlet’in yıkılması ile ‘yeniden kurulması’ arasındaki sınır bu kadar ince ve belirsizdir.

Suriye, modernleşmenin şafağında imparatorluğun bakiyesi bir ulus devlet olarak kurulmuştu. Her yerde olduğu gibi Suriye ulus devleti de sınırlarındaki ‘ötekiler’i yok saydı veya yok etmeye çalıştı. ‘Etnikçiliği’ kendi dışında her kesime yasakladı. Hatta öteki bazı kimliklerden bireyleri ‘vatandaş’ bile saymadı. Bazı durumlarda şehirlerini bombaladı, fiziken yok etmeye çalıştı. Moda deyimle her yerde olduğu gibi orada da ‘bir ulus devlet kuruluyordu.’

Bugün, 20. yüzyılın başındaki ‘ulus devlet kurma’ siyasetiyle devam etmenin, benzer yeni gerilimler ürettiğini açık biçimde görmekteyiz. Aktörleri değişse de aynı politik perspektiften devam etmek, tarihi tecrübeleri yok saymak anlamına geldiği gibi, ‘yüce ulus’ söyleminin örtmekte kifayetsiz kaldığı gözyaşı ile yoğrulmuş sosyolojinin de devam etmesi demektir. Bu yüzden ulus devletlerin kendi inşa ettikleri nüfus, etnisite ve iskan politikalarıyla köklü şekilde yüzleşmeleri en büyük toplumsal ve siyasal ihtiyaç olarak duruyor. Hem yarattıkları maliyetin bedelini ödemek, hem de inançsal ve etnik bütün kimliklerin kendileri olarak, özgürce yaşayabildikleri ülkeler, devletler ve siyasal sistemleri inşa etmek için. Suriye, ne yazık ki bu ihtimale oldukça uzak bir mesafede duruyor.

                                                                   /././

(Birgün)


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Öne Çıkan Yayın

Evrensel "KÖŞEBAŞI" + "GÜNDEM" -18 Aralık 2024-

  MESS mi, PES mi, yoksa…-Roray R.Yılmaz- 8. Cumhurbaşkanı Özal, MESS Başkanlığı da yapmıştı.  Fotoğraflar: Wikimedia Commons&Birleşik M...