MESS mi, PES mi, yoksa…-Roray R.Yılmaz-
Grev, itisap, tatil-i eşgal ya da iş bırakma… uzun bir tarihe yayılmış bir direniş… kapitalist üretim tarzı ile birlikte tarih sahnesinde görülme sıklığı artmış, sınıf mücadelesinin yarattığı sürtünmelerden çıkan kıvılcımlar... onurlu insanların, onurlu mücadelesi…
Ne zor bir tarihi var iş bırakmanın... akıl almaz cezalandırma yöntemleri… insanlık dışı muameleler… ama yine de grev, illaki grev…
İş bıraktığı için uzuvları kesilenler mi, atlarla çiğnenenler mi, işkencelere uğrayanlar, idam edilenler mi, sürgüne gönderilen, coplarla dövülenler mi…
Engel olmak için, olmadı bölmek, zayıflatmak için ne stratejiler… mücadele eden işçiler arasında ırka dayalı ayrımcılığı beslemekten, etnik ayrımcılığı körüklemeye, cinsiyete dayalı ayrımcılığı kaşımaya kadar… ama yine de grev, illaki grev…
Son dönemlerde ülkenin birçok yerinde grevler yükseliyor… İşçilerin çalışma koşullarının iyileştirilmesi, sendika hakkı yanı sıra geçinme koşullarına yönelik düzenlemeler de bu grevlerde öne çıkan talepler. İşçiler şüphesiz haklıdır. Önceki yazılarımda da ifade ettiğim gibi, kapitalist üretim tarzı altında emek-gücü alınan satılan bir meta muamelesi görür. Tüm metaların fiyatı artarken emek-gücünün fiyatının yani ücretin artmasına yönelik talep kaçınılmazdır. Dikkat ederseniz enflasyon artışı burada ücret artışını koşulluyor… tersi değil…
Birleşik Metal’in Türkiye’nin en büyük işveren örgütlerinden biri olan MESS ile yaptığı toplu sözleşme görüşmelerinden sonuç çıkmayınca malum, grev kararı alındı. Aralık sonuna kadar beş işletmeye bağlı dokuz fabrikada iki bin işçi greve çıkmış olacak.
MESS’in de uzun bir tarihi var… sendikalara, grevlere, işçi sınıfına karşı mücadelelerle dolu… sınıf mücadelesinde sermayenin en hızlı örgütü… Usta şair Attila İlhan “sermayenin vurucu gücü” ifadesini kullanıyor MESS için. Daha sonra değerli meslektaşım/arkadaşım Dil Tarih’ten Doç. Dr. Melih Yeşilbağ hatırlattı bu ifadeyi, 2008’de Boğaziçi’nde savunduğu, TİSK ve MESS’in tarihine odaklanan “Bir Gülme Hikayesi” alt başlığını verdiği yüksek lisans tezinde. Gülme hikayesi MESS’in de üyesi olduğu TİSK’in o zamanki başkanının darbeye dair değerlendirmeleri ile ilgilidir, ki MESS ve TİSK dahil sermaye örgütlerinin darbeye bakışını özetler: "Bugüne kadar onlar (işçiler) güldü, şimdi sıra bizde…” Bu gülme sürecinde şüphesiz MESS Başkanlığından, kısa sürede Başbakanlık Müsteşarlığına, Başbakan Yardımcılığına, Başbakanlığa ve nihayet Cumhurbaşkanlığına geçiş yapan “zenginsever” Turgut Özal’ın da etkisi açıktır. Ne ilginçtir ki 1979 grevlerinde karşılarında işveren temsilcisi olarak Özal’ı bulan sendikalar ve işçiler 1980 sonrasında onu karşılarında devletin temsilcisi olarak göreceklerdir.
MESS’in tarihinde grevlerle mücadele ederek edindiği deneyim, Özal’la devlet deneyimine aktarılacaktır. Gerçekten de Prof. Dr. Aziz Çelik’in pazartesi günkü Birgün’deki yazısında da görüldüğü üzere son yıllarda çokça başvurulan grev erteleme (yasaklama), Özal döneminden miras.
Mülkiye Dergisinin bu yıl yayımlanan ilk sayısında Dr. Seyyid Yelek 2020’de savunduğu doktora tezinden ürettiği makalesinde MESS’in tarihsel gelişimi içinde grevler karşısında uyguladığı stratejilere odaklanıyor. Bu günlerde hatırlanmasında fayda var.
Yazar üç başlık altında toplamış MESS’in grevlerin etkisini azaltmak veya ortadan kaldırmak amacı ile izlediği yöntemleri. Özetleyelim: İlk başlık, “İletişim Kanalları Aracılığıyla Grev Karşıtı Propaganda Yapmak”. Burada MESS’in, grevin işçiler için yaratacağı olumsuz koşulları vurgulayarak, işçiler üzerinde korku yaratma çabası görülüyor. Böylelikle işçilerin greve katılmamaları ya da grevden ayrılmaları amaçlanıyor. İşçilerin greve katılmamaları veya grevden ayrılmaları halinde ödüllendirilmelerine yönelik vurgular tamamlayıcı bir rol oynuyor. 1975’teki “Grev Nedir?” broşürü, MESS İşveren Gazetesi’nin işçilere açılması, 1977 Büyük Grev sürecinde işçilere hitaben yazılan yazılar, İşçi Mektupları köşesi, grev karşıtı ideolojik bombardıman, bu yazılarda din ve milli değerlerin araçsallaştırılması, grevin gereksizliği, sendikanın onların çıkarını savunmadığı vb. örneklerden bahsetmek mümkün.
İkinci başlık “Yasal Yollara Başvurulması” olarak ifade edilmiş. Bu minvalde özellikle “grev oylaması” düzenlemesi öne çıkarılmıştır. Grev oylamasına, mevzuattaki yeri, uygulamadaki işlevi ve işverenler tarafından kullanılmasının kolaylığı sebebiyle bir grev kırma yöntemi olarak başvurulabildiği bilinmektedir. MESS’in bu noktayı suistimal ederek grevi engelleme çabasına çokça rastlanmaktadır. Detaylar için yazarın makalesine ya da tezine bakabilirsiniz.
“Diğer Yöntemler” başlığı muhtelif uygulamalara, tasavvurlara işaret eder. Grevci işçilerin arasına işveren adına hareket eden ajan işçiler yerleştirilmesi, işveren adına hareket eden bir teşkilatın oluşturulması, sivil hafiyeler, grev kırma primi, greve katılmama karşılığında para verilmesi, işçilerin isimlerinin yer aldığı kara listeler, kamuoyunu grev karşıtlığına yönlendirmeyi amaçlayan yalan haberler vb. bunlar arasındadır.
Ve tabii ki hükümet eliyle grev hakkının yasaklanması. Tehir edilmesi diye geçiyor ama, tehirinin akabinde yeniden grev yapmak mümkün olamadığından fiiliyatta bir yasaklama bu. En son Cumhurbaşkanlığı kararnamesi ile Birleşik Metal’e yapılan da bu. Farklı gerekçeleri olabiliyor ama bu seferki neden grevin “milli güvenliği bozucu niteliği”. Sendika ise dönmeyiz yolumuzdan diyor her şeye rağmen… Sennur Sezer ne güzel sorar “Hangi Kan” şiirinde “Ne zaman öğrendik direnmeyi / Birbiri ardına toplanmayı / Yürümeyi…”
Onlar MESS diyor, işçiler PES etmiyor… yine de grev, illaki grev…
/././
Milli güvenlik, Türkiye ve İsrail siyonizmi...-Mustafa Yalçıner-
Erdoğan, grevdeki Hitachi, GE Grid Solutions ve Schneider Elektrik işçilerinin ve daha greve bile çıkmadan Arıtaş Cryogenics işçilerinin grevlerini yasakladı. Gerekçe, “milli güvenlik”!
İşçiler, insanca çalışıp yaşama gibi son derece masum çıkarlarını savunarak, bu şirketlerle kapitalist patronlarının sefalet ücreti ve yüksek enflasyona rağmen 3 yıllık sözleşme dayatmasını kabul etmeyip grev dedi.
Gerçekte sadece bu şirketlerle kapitalist patronları değil metal sektörü kapitalistlerinin örgütü MESS dayatıyor düşük ücretle 3 yıllık sözleşmeyi. Ve asgari ücret tespiti görüşmelerinden biliyoruz ki, bütün kapitalistler ve örgütleriyle hükümetin dayatması düşük ve hatta diyebiliriz ki açlık ücreti.
Grev yasağı tüm kapitalist patronlar adına geldi, ama grevin yasaklandığı şu şirketlerin hangisi milli ki, dayattıkları çıkarları “milli güvenlik” konusu olsun?
Şu dört şirkete bir bakın, isimlerinde bile sadece iki Türkçe sözcük var. Gerçekte bir, “elektrik” de yabancı sözcük aslında, “electric”, şirketin gerçek adı “Schneider Electric”. Şirketin Türkiye’de üreten kolu olduğu için “elektrik”i Türkçe yazmışlar. İkinci Türkçe sözcük “Arıtaş”! O da ortağının adı olduğu için. Yoksa şirket gerçekte bir Hollanda şirketi!
Japon, Alman, Hollanda şirketleri milli ve çıkarları milli güvenliği konusu sayılıyor! Nasıl millilik ve nasıl güvenlikse! İşçiler milletten sayılmıyor ama Japonlarla Alman ve Hollandalı şirketlerin güvenliği “milli”!
Benzetmek gibi olmasın, ama herkes biliyor ki, kendi “milli” çıkarları için Filistin halkına soykırım uygulayan İsrail’in saldırganlığı ve saldırının başkomutanı alçak olmasına alçak Netanyahu evinin önünde protesto edilebiliyor. Bizde konuştuğu bir toplantıda protesto edilmeye çalışılan Erdoğan’a yönelik söz söylemeye teşebbüs eden Saadet Partililer çıplak aramadan geçirilerek tutuklandı. Protesto gösterisine teşebbüs eden Çayırhan işçilerine örneğin ya da Çankaya Belediyesi önünde gösteri yapmaya çalışan işçilere izin vermek bir yana ters kelepçe takılıyor! İşçiler greve mi teşebbüs ediyorlar, anında yasak konuyor! Netanyahu’nun kendi milletine serbest saydıkları bizim millete milli güvenlik yasağı oluyor!
Bitmiyor.
İsrail’le ticaretin hâlâ “Durdurduk”, durdurulmadığı kanıtlanınca “Filistin’e gönderiyoruz” denip ya da düzmece irsaliyelerle başka ülkelere gönderiliyormuş gibi yapılıp sürdürülmesiyle de bitmiyor.
Alın Erdoğan Hükümetinin savunmak ve desteklemekle kalmayıp bilfiil örgütleyicileri arasında olduğu Suriye’nin başına örülen “çorabı”. Sadece Suriye Kuvayımilliyesi olduğu iddia edilerek donatılıp maaşa bağlanan SMO’nun (ÖSO) sevk ve idare edilmesiyle değil, Astana sürecinde gözetleme kuleleri kurarak Esad ve Rusya karşısında savunduğu ve donatılmasına katıldığı HTŞ’yi yönlendirenler arasında oluşuyla da “Suriye operasyonu”nun örgütleyicilerinden Erdoğan Türkiye’si. Asıl örgütleyiciler olan Amerikan ve İngiliz emperyalistleriyle ve sürecin Filistin’den başlayıp Lübnan’dan ve Suriye ile İran’ın füze ve uçaklarla vurulmasından gelerek sürükleyicisi olan İsrail’le birlikte hem de.
Üstelik HTŞ hâlâ tümünün “terör” listesindeyken! Türkiye ve milli güvenliği açısından SDG ile YPG “terörist” ama hâlâ “terör” listesinde olan HTŞ el üstünde tutulurken!
“Milli güvenlik”, HTŞ terörizminin benimsenip reklamı yapılmasında aranmıyor sadece!
Türkiye kuzey cephesini düzenlerken, Amerikan ve İngiliz emperyalizmi ve güney cephesinden ilerleyen İsrail siyonizmiyle el ele yürütülen “Suriye operasyonu”yla “milli güvenlik”in savunulduğu propaganda ediliyor. “Milli çıkarlar” ve “milli güvenlik” denip üstelik milliyetçilik köpürtülmeye çalışılarak AKP’nin azalan itibarı yenilenmeye çalışılıyor!
Grev yasaklarıyla Japon, Alman, Hollanda şirketleriyle tamamen gayrimilli kapitalist patronlarının çıkarları savunulup kollanarak korunduğu iddia edilen “milli güvenlik”, ülke dışındaysa, çıkar ve görüş farklıklarına rağmen, Amerikan ve İngiliz emperyalizminin yönlendirip BAE ile Suudi Arabistan gibi Arap otokrasilerinin desteklediği İsrail’le örtülü ittifakla Suriye’nin yeniden dizaynında ve yayılmacılıkta aranıyor!
Sevsinler emperyalistler ve İsrail’le savunulan “milli güvenliği”!
/././
Tosyalı Holding Erzin halkının direnişine tosladı.ÇED toplantısı yaptırılmadı -Hüseyin Ertaç/Erzin-
Tosyalı Holding’in Erzin Burnaz sahilindeki liman projesi için yapılmak istenen ÇED toplantısını köylüler, kitle örgütleri engelledi. Yöre halkı Yöre halkı "Bugün kazandık ama mücadele bitmedi!" dedi.(https://www.evrensel.net/haber/537246)
Sendikalaştıkları için işten atılan Polonez işçileri, Çalışma Bakanlığıyla yapılan görüşmede alınan sözler üzerine Ankara yürüyüşünü sonlandırdı. Çatalca’da bulunan Polonez fabrikasında çalışırken sendikaya üye oldukları için işten atılan ve 152 gündür direnişlerini sürdüren işçiler başlattıkları Ankara yürüyüşünü Çalışma Bakanlığı tarafından verilen sözler üzerine sonlandırdı. Tekgıda-İş üyesi Polonez işçileri “Anayasal Hak Yürüyüşü” diyerek başlattıkları Ankara yürüyüşünde Gebze Adliyesi önüne kadar varmıştı. Tek Gıda-İş Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı ile yapılan görüşmelerde olumlu adımlar atıldığını, Bakanlık tarafından sözler verildiğini duyurarak yürüyüşü sonlandırdıklarını söyledi.Birkaç gün içinde süreçle ilgili olumlu adımlar atılacağını söyleyen sendikacılar işçilerin Gebze’den Çatalca’ya döneceğini ve taleplerinin karşılanmasını Çatalca’da bekleyeceklerini söyledi.
***
Son iki haftada oluşan Suriye haritası neyi gösteriyor?-İhsan Çaralan-
Heyet Tahrir el-Şam (HTŞ), 27 Kasım’da Halep’e saldırdı. 3 günde Halep’i ele geçirdi. Arkasından Hama ve Humus’a yöneldi. Ciddi bir direniş görmeden bu önemli kentleri de ele geçiren HTŞ, 8 Aralık’ta ise Şam’ı kontrolü altına aldı.
Bir zamanlar Dönemin Başbakanı Davutoğlu’nun üç gün içinde Şam’ı zapt edip namaz kılacaklarını söylediği Emevi Camii’nde HTŞ Lideri Colani “şükür namazı” kıldı! Şimdi HTŞ “Geçici hükümet” için çalışmalarını sürdürüyor.
Sadece HTŞ de değil Türkiye’nin eğitip donattığı eski adı ÖSO olan Suriye Milli Ordusu (SMO), Suriye Demokratik Güçlerinin (SDG) yönetimindeki Tel Rıfat’a saldırdı. Üç gün içinde Tel Rıfat’ta kontrolü sağlayan SMO, Menbiç’e yöneldi. Çok bir direnişle karşılaşmadan Menbiç’te de kontrolü sağladı. SDG güçleri Fırat’ın doğusuna çekildi.
COLANİ CNN’E ÇIKARILDI, ‘BALKON KONUŞMASI’ YAPTI!
HTŞ’nin Şam kapılarına dayandığı 6 Aralık günü HTŞ Lideri Colani, CNN’e çıkarılarak “balkon konuşması” yaptı! Batı ülkelerinde, tabi bizde de seçimi kazanan partinin liderinin yaptığı ve genel olarak herkese özgürlük refah, adalet, eşitlik… gibi tutmayacakları vaatleri sıraladıkları gibi Colani de onları taklit ederek kendisi ve HTŞ gibi selefi şeriatçı bir örgütten beklenmeyecek biçimde; “Hristiyan ve diğer azınlıklar güvende olacak. (…) Bu topraklarda yüzyıllardır bir arada yaşıyoruz, kimsenin diğerini yok etme hakkı yok…” diyerek batılı ülkelerin yöneticilerini ve kamuoyunun içini rahatlatmayı amaçladı!
Suriye’ye yönelik de “Suriye kurumsal bir yönetime layık, tek bir kişinin keyfi kararlar aldığı sisteme değil…” diyerek daha özgür bir Suriye vadetti! ABD, Almanya, İngiltere, Fransa ve öteki Batılı ülkeler, HTŞ’yi “terör örgütü” olarak ilan etmiş olduklarını umursamadan, HTŞ’nin kuracağı “Yeni Suriye yönetimiyle iş birliği yapacaklarını” açıkladılar.
Colani’nin yaptığı açıklama Batılı ülkelerin iktidarları tarafından coşkulu değilse de “ihtiyatlı iyimserliği” aşan bir yaklaşımla karşılandı. Örneğin Almanya Başbakanı Scholz ve Fransa Devlet Başkanı Macron, görüşmenin arkasından yaptıkları açıklamada “Almanya ve Fransa, insan haklarına, etnik ve dini azınlıkların korunmasına saygı göstermesi halinde, Şam’daki yeni yönetimle çalışmaya hazır olduklarını” duyurdu.
ABD Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Matthew Miller ise önceki gün yaptığı günlük basın toplantısında, HTŞ ile ilişkileri olup olmadığı sorusuna “Suriye içinde veya dışında HTŞ ile görüştüklerini ve görüşmeye devam edeceklerini” söyledi.
Colani’nin “balkon konuşması”na İsrail pek inanmadı. Golan Tepelerindeki tampon bölgeyi işgal etti. Netanyahu bölgenin sonsuza kadar İsrail’in toprağı olacağını ilan etti. İsrail ordusu Suriye’nin güney batı sınırlarını aşarak Şam’a 20 kilometre yaklaşırken İsrail hava kuvvetleri de Suriye ordusunun silah ve mühimmat depoları, askeri altyapısı olduğunu öne sürdüğü 250’den fazla hedefi vurdu.
TÜRKİYE’NİN RESMİ TUTUMUNU BAKAN FİDAN DOHA’DAN DUYURDU
SMO’nun ilerleyişi başlanığında ise MHP Genel Başkanı Bahçeli, SMO’nun “Menbiç’e yürümesini” istedi. Hama’yı ele geçiren HTŞ’ye ise Cumhurbaşkanı Erdoğan “Şimdi sıra Şam’da” diyerek açıkça rota gösterdi.
8 Aralık günü Şam’ın düşmesinin hemen arkasından Katar’ın başkenti Doha’da yaptığı açıklamada Dışişleri Bakanı Hakan Fidan, “Suriye devlet kurumları korunmalı ve muhalif güçler hemen birleşmeli” çağrısı yaptı, “Yeni yönetimle beraber çalışmak istiyoruz” dedi. “PKK/YPG konusunda ABD’li dostlarımızla temas halindeyiz” diyen Bakan Fidan “Herhangi bir PKK uzantısı, Suriye'de herhangi bir şekilde meşru bir taraf olarak değerlendirilemez. SGD ile görüşmeyeceğiz” diyerek HTŞ’nin ve diğer SMO’nun birlikte yönettikleri bir Suriye istediklerini açıkça ve resmi olarak ifade etti.
An itibarıyla Fidan resmi tutumlarını böyle açıklarken medya ve sosyal medyadaki yandaşlar sanki Suriye’yi Türkiye fethediyormuş gibi “Ver mehteri” havasında zafer türküleri eşliğinde yeni Osmanlıcı hayalleri yeniden öne çıkardılar. Şam’a, Halep’e “trafik il kodları” verdiler. Dahası sadece bugün değil yakın gelecek için de “Göçmen sorununun çözümü”nden “Suriye’nin inşası”na, göçmenlerin bir yandan Suriye’ye gönderilirken öte yandan da ucuz iş gücü olarak nasıl kullanılacağına, Suriye’nin yeni ve büyük yatırım imkanlarıyla Türkiye’nin nasıl büyük güç olacağına dair plan ve projeler öne sürdüler.
4’E BÖLÜNMÜŞ SURİYE BİR ARI KOVANI!
HTŞ Şam, İdlip, Halep, Hama, Humus gibi içinde büyük kentlerin bulunduğu bir bölgeyi kontrol ediyor ve muhtemelen bu bölgelerin üstünden Suriye’ye hakim olacak bir hükümet kurmak için çalışıyor. SMO ile uzlaşacak mı; hatta uzlaşmak isteyecek mi bu bile belli değil!
Tabii her biri içinde 10-12 ayrı grubun olduğu HTŞ ve SMO’nun, bunların zaman zaman birbiriyle de çatıştığı dikkate alındığında ve hele iktidar söz konusu olduğunda ne kadar uzlaşabileceklerinin önemli bir sorun olacağı görülüyor.
Ama şu anda Suriye haritası:
* Türkiye ve SMO’nun Fırat’ın batısında kontrol altında tuttuğu bölge,
* Rusya’nın kontrol altında tuttuğu deniz ve hava üslerinin de bulunduğu ve Nusayri Arapların yoğun olduğu Lazkiye merkezli bir kıyı şeridi,
* HTŞ’nin kontrol ettiği Şam-İdlip arasında önemli kentlerin de içinde olduğu bölge,
* SDG’nin kontrol ettiği petrol, geniş tarım havzası ve öteki imkanlarıyla Fırat’ın doğusundaki bölge,
* Suriye topraklarının yüzde 40’nı kapsayan geniş bir bölge olmak üzere 4-5 bölgeden oluşuyor.
Bu bölgeler haritada görüldüğü kadar düz de değil. İrili ufaklı aşiret ve dini-mezhepsel gruplar, feodal çağlara uzanan gelenek ve görenekleriyle aktifler. İç savaş boyunca bu silahlanmış çatışma ve gerilim kültürleri canlandırılıp yüceltilmiştir de!
Kısacası bugün artık Suriye, 2 hafta öncesine göre daha çok çatışma ve gerilim yüklenmiş bir arı kovanıdır. Ve Suriye üstünden bölgede bir paylaşım mücadelesi veren emperyalist güçler ve bölge gericilikleri bu arı kovanına çomak sokarak yaratılacak kaosu fırsata dönüştürmek üzere mevzilenmektedir.
BARIŞ İÇİNDE BİR SURİYE İÇİN ÖN KOŞUL GERÇEK BİR BARIŞ MÜCADELESİ
ABD; Batılı emperyalistler ve İsrail kazandıklarını sağlamlaştırmak için girişimler yaparken Rusya ve İran da “Biz kaybettik artık Suriye’yi terk edelim” demeyecek, eskisi kadar kapsamlı olmasa da yeni girişimlerde bulunacaklardır.
Türkiye ise “Kürt fobisi” nedeniyle bölgede İran sınırından Akdeniz’e uzanan 30-40 kilometre derinliğinde “tampon bölge” amacına varmada ısrar edecek görünmektedir. Bu amaçla açık ve örtülü operasyonlar yapmayı iç-dış politikasında gündemde tutmaya devam edecektir. Bu tutumu Suriye üstünde ne kadar ve hangi araçlarla sürdüreceği ya da sürdüremeyeceğini ise Trump ve ABD ile varacağı uzlaşma belirleyecektir.
Rusya ve İran’la ilişkilerin eskisi gibi sürmeyeceği, tersine gerilimin ağır basacağı bir döneme girildiğini de söylemek gerekir.
Bölgede gerçek bir barışa kavuşmanın yolu da; emperyalistlerin bölgeye müdahalelerine karşı çıkan, bölge gericiliklerinin girişimlerine prim vermeyen, halkların kardeşliği ve kendi kaderlerini tayin hakkını savunan antiemperyalizm eksenli bir barış, özgürlük ve demokrasi mücadelesinden geçmektedir.
Her ülkenin antiemperyalistleri, barış ve demokrasi güçleri kendi hükümetlerinin bölgedeki çatışmalardan pay kapma tutumuna karşı çıkmaktan başlayarak barış mücadelesinde yer almakla yükümlüdür.
Bölgede son haftalarda yaşananlar bu gerçeği bir kez daha hatırlatıp öne çıkarmayı gerektirmektedir. Elbette aynı zamanda pratikte bu gelişmelere uygun adım atmayı da! 2011’de başlayan iç savaşın tahribatı üstünden son iki haftada oluşan Suriye haritası bunu söylüyor!
/././
Yeni Suriye kurtlar sofrasında!-Yusuf Karadaş-
Medyada Esad rejiminin devrilmesi ve Heyet Tahrir el Şam (HTŞ)’nin iktidarı ele geçirmesini bir “halk devrimi” gibi gösteren haber ve analizlerden geçilmezken bu “devrim”in arkasındaki güçler, yeni Suriye’nin geleceğini planlamak için Ürdün’ün Akabe kentinde bir araya gelip pazarlıklar yaptılar. ABD Dışişleri Bakanı Blinken ve Türkiye Dışişleri Bakanı Fidan’ın yanı sıra S. Arabistan ve Mısır’ın başını çektiği Arap ülkeleri, AB ve BM temsilcilerinin katıldığı toplantıda Esad rejiminin en büyük destekçileri Rusya ve İran’ın olmaması, Suriye’de kazananlar ve kaybedenler tablosunun daha görünür hale gelmesini sağlıyordu. Bu tablo aynı zamanda Suriye’nin kazanan emperyalistler ve bölge gericilikleri arasında ekonomik, siyasi ve askeri olarak paylaşılmak üzere bir kurtlar sofrasına dönüşeceği yeni bir sürece girildiğini de ortaya koyuyor.
Esad rejiminin düşmesi, bölgede (Ortadoğu) İran merkezli ve ABD-İsrail karşıtı ‘direniş ekseni’nin en önemli halkalarından birinin kırılmasına yol açtı. Dolayısıyla İsrail’in, Suriye’de ‘kazananlar’ hanesinin başındaki ülkelerden biri olduğuna şüphe yok. Ancak İsrail, Suriye’nin geleceğinin görüşüldüğü Akabe toplantısında yoktu. Bu durumu iki biçimde açıklamak mümkün: Birinci olarak, zaten masada ABD varsa İsrail’in çıkarları da güvencedeydi. İkincisi ve daha önemlisi ise, İsrail masadan önce sahada durumu güvenceye almaya ve sonra bu durumu müzakere etmeye yönelik bir politika izliyordu.
İsrail, Esad rejiminin devrilmesinin hemen ardından düzenlediği yüzlerce hava saldırısıyla Suriye’nin bütün askeri altyapısını ve en stratejik tesislerini yerle bir etti. Böylece son 50-60 yıldır devam eden (Temelleri ABD-SSCB kamplaşması döneminde atılan) Suriye’nin bölgede İsrail saldırganlığını sınırlayıcı-dengeleyici bir güç olarak varlığı tarihe karışmış oldu.
Erdoğan iktidarı ve medyadaki sözcüleri “zafer” naraları atarken İsrail, Golan’daki işgalini genişletmekle kalmadı, buradaki “yerleşimci” (işgalci) sayısını da iki katına çıkarmaya karar verdi. Dahası Suriye’nin Şam’a bakan stratejik önemdeki Hermon Dağı’ndaki (Cebel eş Şeyh) askeri karakolunu ele geçirip “güvenlik” gerekçesiyle burayı da işgal etti. İsrail, bu saldırı ve işgaller üzerinden Suriye’yi askeri olarak önemli oranda kontrol altında tutmasını sağlayacak bir pozisyonu masada değil, sahada elde etmiş oldu. Netanyahu, ilk başkanlık döneminde İsrail’in Golan’daki işgalini resmen tanıyan Trump’ın nasıl olsa bu saldırı ve işgali de açıktan destekleyeceği konusunda bir şüphe duymuyor.
Burada bir diğer dikkat çekici nokta da İsrail saldırganlığı karşısında HTŞ Lideri Colani’nin “Yeni yönetimin İsrail ile bir anlaşmazlığı yok” açıklamasını yapmasıydı.
Yeni Suriye’nin yörüngesinin belirlenmesi bakımından önemli gelişmelerden biri de Suriye burjuvazisinin temsilcileri (Şam Ticaret Odası) ile HTŞ’nin atadığı geçici hükümet temsilcileri arasında yapılan görüşmede alınan serbest piyasa ekonomisine geçiş ve küresel kapitalizme bağlanma kararları oldu. Suriye’nin kapılarının sonuna kadar emperyalist-kapitalist güçlerin yağmasına açılması anlamına gelen bu kararlar, Suriye burjuvazisini de bu yağmadan alacağı paylar konusunda heyecanlandırmış gibi görünüyor. Bu nedenle uzunca bir süredir batılı emperyalistlerin yaptırımlarına maruz kalan Suriye burjuvazisinin bu kararları “yaşasın halk iradesi” diyerek selamlaması şaşırtıcı değil.
BM’nin Suriye Özel Temsilcisi Pedersen’in “Suriye’nin yeniden imarı için yaptırımların bir an önce kaldırılması” çağrısı, bu kararların uluslararası emperyalist-kapitalist güçler tarafından da onaylandığı anlamına geliyor.
Yeni Suriye’nin geleceğini belirleyecek aktörlerin başında ABD emperyalizmi geliyor. Akabe toplantısında HTŞ ile doğrudan temas kurduklarını söyleyen Blinken, geçici Suriye hükümeti ile “tanıma ve destek” karşılığında uyulmasını bekledikleri ilkeler üzerinde anlaştıklarını da açıkladı. Böylece daha yolun başında ABD emperyalizmi, “tanıma ve destek” için HTŞ yönetiminin önüne ev ödevlerini koymuş oldu.
Kuşkusuz uzunca bir dönem İdlib’de HTŞ’ye kol-kanat geren Türkiye’deki Erdoğan yönetimi de yeni dönemde Suriye’deki en etkin aktörlerden biri konumunda bulunuyor. Bu dönemde Türkiye’nin Suriye’ye dair hesap ve beklentilerini iki başlıkta toplayabiliriz. Birincisi, Suriye’nin imar pastasından büyük bir pay almaktan enerji ve ticaret yolları bakımından bu yeni durumu bir fırsata çevirmeye kadar Türk burjuvazisinin beklentilerini ortaya koyuyor. İkinci olarak da “güvenlik” başlığı altında hem ülke içindeki Kürt sorunu ve hem de bölgedeki yayılmacı emellerin önünde bir engel olarak görülen Suriye Demokratik Güçlerinin (SDG) tasfiyesi hedefleniyor.
Bu noktada daha önceki açıklamalarında Kürtlerle çatışmayacaklarını söyleyen HTŞ Lideri Colani’nin MİT Başkanı Kalın ile Şam’da yaptığı görüşmeden sonra ağız değiştirerek “PKK başka Kürt toplumu başka” demeye başladığını da belirtmek gerekiyor. Dolayısıyla Türkiye’nin Rojava’daki özerk yönetimi “terör yapılanması” olarak tanımlaması ve SDG’yi tasfiye etmeye yönelik ısrarı, Suriye’nin yeniden çatışmalara sürüklenmesi bakımından ciddi riskler oluşturuyor.
2011’de Esad rejimini devirme girişiminin öncülüğüne soyunan güçler arasında Erdoğan iktidarının yanı sıra S. Arabistan, BAE ve Katar gibi Körfez’deki Arap rejimleri de yer alıyordu. Özellikle S. Arabistan ve BAE için Esad rejiminin devrilmesi, bölgede rekabet halinde oldukları İran’ın bölgesel güç ve etkisinin kırılması için zorunlu görülüyordu. Aynı şekilde Doğu Akdeniz’deki Suriye, jeopolitik bakımdan Avrupa pazarına doğrudan bağlanma başta birçok avantaj da sağlıyordu. Mesela bu bağlamda 2009’da rafa kaldırılan Katar-Türkiye doğal gaz boru hattı (Katar doğal gazının bir boru hattıyla Avrupa’ya taşınması) da yeniden gündeme geldi.
Öte yandan geçmişte ‘Müslüman Kardeşler’ pratiğinden ağızları yanan Körfezdeki Arap rejimleri için Suriye’deki kurtlar sofrasında yer almak, sadece pastadan büyük pay almak için değil; aynı zamanda Suriye’deki yeni İslamcı rejimin (HTŞ) kendileri için tehdit oluşturmasının önüne geçilmesi, kontrol altında tutulması bakımından da büyük önem taşıyor.
Fransa ve Almanya başta AB’li emperyalistler için de Suriye’deki yeni durum, mülteci sorununun kontrol altında tutulmasından enerji tedariki ve Ortadoğu pazarındaki pozisyonlarını yenilemeye kadar birçok bakımdan yeni fırsatlar sunuyor.
Suriye’yi yeniden paylaşmak için kurulan bu kurtlar sofrasından Suriye halklarının payına düşen ise açıktır: Etnik, dinsel-mezhepsel gerilim ve arka planda sömürü, yağma ve yoksulluğun devam ettirilmesi.
/././
Evrensel
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder