Kızılay 10 milyon avroya fabrika aldı -İsmail Arı- Rafet Doğanay
Kızılay’ın 10 milyon avroya Doğanay’ın Adana’daki çalışmayan şalgam fabrikasını satın aldığı ortaya çıktı. Gizlilik maddesinin yer aldığı sözleşmeye BirGün ulaştı. Kızılay’ın Doğanay’ı batmaktan kurtardığı iddia ediliyor.
Deprem felaketinde çadır satarak bir skandala imza atılan ve uzun süredir yolsuzluk skandalları ile anılan Kızılay’ın milyonlarca avroya bir fabrika satın aldığı olduğu ortaya çıktı. Gizlilik maddesinin yer aldığı sözleşmeye BirGün ulaştı.
Kızılay, 7 Eylül 2023 tarihinde Doğanay Şalgam’ın sahipleri Remzi ve Rafet Doğan’ın Adana’daki fabrikası ile şirketini satın almaya karar verdi. Menzil Cemaati’ne yakınlığıyla bilinen Kızılay Başkanı Fatma Meriç Yılmaz’ın da onayı ile Doğanay kardeşler ile Kızılay arasında bir satın alma sözleşmesi imzalandı.
GİZLİLİK MADDESİ VAR
Gizlilik maddesinin de yer aldığı sözleşmeye göre, Doğanay kardeşlerin DGNY Tarım ve Hayvancılık Şirketi ile bu şirkete ait fabrika 10 milyon avroya satın alındı. Önce 2 milyon avronun ödeneceği, sonraki iki ay içinde de kalan 8 milyon avronun Kızılay tarafından ödeneceği ifade edildi.
Kızılay’ın 10 milyon avroya satın aldığı fabrika uzun süredir atıl durumdaydı. Fabrikanın sahiplerinden Remzi Doğanay ise Kızılay Genel Başkan Yardımcısı Ramazan Saygılı’ya yakınlığıyla biliniyor. Doğanay kardeşlerin uzun süredir ekonomik sıkıntı yaşadığı ve Kızılay’ın bu işlemi ile Doğanay kardeşleri kurtardığı iddia ediliyor.
BirGün’ün ulaştığı Remzi Doğanay, “Ben şalgam işini bıraktım. Biz iki kardeşiz. Kardeşim Rafet kötü hastalığa yakalandı. O hastalığa yakalanınca ben yalnız kaldım. İşleri tek yürütmek zor oldu. Fabrikayı da Kızılay almak istedi. Ben şimdi kendi işlerim ile meşgulüm. Fabrika çalışır vaziyetteydi, fabrikaya girince uzaya girmiş gibi oluyordunuz” dedi.
Doğanay önce fabrikayı 10 milyon avroya sattığını inkar etti, ardından da “Bu gizli bir sözleşmeydi. Sözleşme elinizde varsa bana ne soruyorsunuz? Kızılay’ın benimle ne işi var? Kızılay gitsin garibanları kurtarsın” diye konuştu.
‘FABRİKAYI SATIN ALDIK’
Kızılay’dan yapılan açıklamada ise fabrikanın 10 milyon avroya satın alındığı doğrulanarak şu ifadelere yer verildi: “Uzun yıllardır atıl durumda olan ve 7 yıldır çalışmayan Adana’da yer alan fabrikayı satın alarak ekonomiye kazandırdık. …Doğanay markası, 7 sene önce bu fabrikayı kapatmıştı. Biz ise bu önemli tesisi gerekli bakım ve onarımlardan geçirerek 10 milyon avroluk bir yatırımla yeniden üretime aldık. Çok yakında sağlıklı şalgam, limonata ve soğuk çay ürünlerini tüketicimizle buluştururken, önümüzdeki dönemde de sporcu içecekleri, smoothieler, meyveli süt ve enteral beslenme ürünleri gibi yeni kategorilerde de tüketicilere hitap edeceğiz.”
***
Asgari ücrette neler olacak?-Aziz Çelik-
2025 asgari ücreti geçinmeye yetmeyecek. Saptanacak ücret resmi enflasyonun altında kalacak, büyümeden pay alamayacak, alım gücü eriyecek. Asgari ücret büyük şirketler için işçilik maliyetini düşürecek. Daha fazla işçi asgari ücret civarında ücretlerle çalışacak.
2025 asgari ücreti için kritik haftaya girildi. Asgari ücret çok büyük ihtimalle 23-27 Aralık 2025 tarihleri arasında açıklanacak. Son yılların en çok ve en uzun süre tartışılan asgari ücretinin ne kadar olacağı üzerine çeşitli tahminler yapılıyor. Bu yazımda 2025 asgari ücreti konusundaki tahminlerimi yazacağım.
KOMİSYON DEĞİL, HÜKÜMET SAPTAYACAK
Asgari ücreti tespit etmede tek yetkili olan ve kararları kesin olan Asgari Ücret Tespit Komisyonunun aslında bir hükmü yok. Komisyon 10, 16 ve 19 Aralık 2025 tarihlerinde üç toplantı yaptı. Ancak bu toplantılarda asgari ücret pazarlığı yapılmadı. Havanda su dövüldü. Bunun temel sebebi asgari ücrette asıl karar vericinin hükümet olması. Hükümet asgari ücret teklifini masaya sunmadığı için asgari ücret müzakeresi yapılamadı.
İşin tuhaf tarafı asgari ücret pazarlığında işçi tarafının taleplerini sunması gereken Türk-İş’in de asgari ücret teklifi sunmaktan kaçınması oldu. Oysa işçi tarafı ücret pazarlığında masaya bir miktarla oturur, talep eder. Ücret pazarlığının esası budur. Asgari ücretin asıl muhatabı olan özel sektör işverenleri de bir miktar açıklamaktan kaçındı.
Aslında Komisyon göstermelik! Komisyon karar vermeyecek. Asgari ücret miktarına hükümet karar verecek. Bu karar siyasi bir karar olacak. Hükümet yanına işveren temsilcilerini de alarak kağıt üzerinde çoğunluğu sağlayacak. Formalite tamamlanacak. Komisyon üyeleri asgari ücrete karar vermeyecek tersine saptanan asgari ücret onlara tebliğ edilecek. Komisyon artık bir mizansendir. İyisi mi işçi tarafı artık bu mizansende yer almamalıdır.
TÜRK-İŞ KARARA KATILMAYACAK
Komisyonda işçi tarafını temsil eden Türk-İş görülmedik biçimde asgari ücret teklifi açıklamaktan kaçındı. Nihayet kamuoyunda yükselen tepki ve işçilerdeki beklentiye daha fazla direnemeyen Türk-İş yönetimi üçüncü toplantının ardından asgari ücret teklifini kamuoyu ile paylaştı.
Türk-İş Genel Başkanı Atalay açıklamasında ''2025 yılında asgari ücret rakamının 29 bin 583 TL olmasını talep ediyoruz. Asgari ücret tespit komisyonuna önerimiz asgari ücretin yüzde 45, enflasyon oranı üzerine refah payı eklenerek zam yapılmasıdır. Yüzde 20 refah payı eklenmesi durumunda asgari ücretin 29 bin 583 TL olmaktadır” dedi.
Türk-İş CHP’nin önerisine benzer biçimde 30 bin lira civarında bir asgari ücret talebi açıkladı. Geç oldu, güç oldu ama sonunda bir miktar telaffuz ettiler. En baştan olması gereken buydu. Keşke bunu çok daha önce açıklasalardı ve kamuoyu oluştursalardı. Üçüncü toplantının bitiminden sonra ve hükümetin zam miktarı şekillenmişken epey geç bir açıklama yapmış oldular.
Ücret pazarlığı masasında işçi sendikasının teklif vermesinden doğal birşey olamaz. Sendikalar ücret talep ederler. Asgari ücret en büyük toplu pazarlıktır. Masada işçileri temsil eden Türk-İş'in masaya bir teklifle oturması gerekirdi. Dünyanın her yerinde sendikalar ücret teklif eder, bunun üzerinden müzakere eder. Hiç bir yerde sendikalar "miktar teklif edersek altında kalırız" demez. Türk-İş yönetiminin bu eksiğini ben dahil pek çok kişi eleştirdi.
Türk-İş başkanı asgari ücret tekliflerini açıklarken nedendir bilinmez bu eleştirileri yapan öğretim üyelerini hedef almış ve tuhaf cümleler kurmuş. Atalay "Zaman zaman öğretim üyeleri dahil televizyonlarda bizi sıkıntıya sokan, itibarsızlaştıran açıklamalar yapmaya devam ediyor. Belki hayatında hiç asgari ücreti tanımayan adamlar, asgari ücretli arkadaşı olmayan adamlar bu konuda istedikleri gibi yorum yapmaya devam ediyorlar" demiş. Oysa bizlere teşekkür etmesi gerekirdi.
Türk-İş bu kadar direndikten sonra neden miktar açıkladı? Bunun bir nedeni kamuoyunda ve işçiler arasında yükselen tepkiler. Diğer ise hükümetin asgari ücret marjının belli olması ve Türk-İş’in bunu kabul etmeyecek olması.
Eğer Türk-İş, hükümetin saptayacağı asgari ücret miktarının işverenlerin kabul etmekte zorlanacağı ama Türk-İş açısından yetersiz ama kaçırılmamamasın gereken bir miktar olacağını görseydi kendisi için nispeten yüksek bir miktar açıklamaktan kaçınır ve kendini bağlamazdı. Görünen o ki hükümet-işveren ittifakıyla bir asgari ücret şekillenmiş durumda ve Türk-İş bu miktarın altına imza atmayacak. Tahminin odur ki Türk-İş bu asgari ücret kararına muhalif kalacak veya toplantıya katılmayacak.
RESMİ ENFLASYONUN BİLE ALTINDA KALACAK
Asgari ücretin kaç lira olacağı konusunda çeşitli kehanetler dolaşıyor. Bir tahminde bulunmayacağım ama ne olmayacağını söylemek mümkün. Asgari ücret artışı tartışmalı resmi enflasyon oranının oldukça altında kalacak.
Yıl sonu resmi TÜFE yaklaşık yüzde 45-46 olacak. Açıklanacak asgari ücret oranı bunun çok altında kalacak. Böylece asgari ücretle çalışanlar enflasyona ezdirilmiş olacak. Asgari ücret 2024 ocak ayından bu yana yaklaşık 6-7 bin lira kaybetmiş durumda. 23-24 bin liralık asgari ücret asgari ücretin bir önceki yıl düzeyinde kalması anlamına gelecek. Asgari ücreti enflasyona endeksli tartışmak ciddi bir tuzaktır.
Her ne kadar ekonomi yönetimi “geçmişte şu kadar artış yaptık. Asgari ücret 20 yılda enflasyonun şu kadar üstünde arttı” dese de bunlar boş laftır. Önemli olan asgari ücretin son geldiği düzeyin korunup korunmadığıdır. Hükümet tartışmalı resmi enflasyon düzeyinde bile bir zam yapmayacak. Bunun temel nedeni izlenen ekonomi politikasının ücretleri bastırmaya yönelik olması, kısaca “kemer sıkma” politikasıdır.
Hükümet, yerli ve uluslararası sermeye çevreleri asgari ücret için yüzde 25-30 limiti belirlemişti. Asgari ücret bunun bir miktar üzerine çıkarsa bunun nedeni kamuoyunda yükselen beklenti ve tepkiler olacaktır.
BÖLÜŞÜM KÖTÜLEŞECEK
Asgari ücret ülkemizde adeta ortalama ücret haline gelmiş durumda. Bu nedenle asgari ücret artışı genel ücret düzeyinde artış anlamına geliyor. Asgari ücret ortalama ücret haline geliyor. Ortalama ücret asgari ücrete doğru yakınsıyor. Bu durum geniş bir çalışan kesimin asgari ücretli hale gelmesine yol açıyor.
Bu nedenle asgari ücretin enflasyon üzerinden tartışılması doğru doğru değil. Asgari ücret geçim şartları ve bölüşüm ile ilişkili ele alınmalı. Daha açık ve net yazayım: Asgari ücret ortalama ücret haline geldiği için asgari ücret kişi başına Gayri Safi Yurtiçi Hasılanın (GSYH) belli bir oranına saptanmalı. Böylece asgari ücretin büyümeden pay alması mümkün olur ve asgari ücret yoluyla ücret genel düzeyinin düşürülmesi engellenmiş olur.
Geçmişte asgari ücret Kişi Başına GSYH’nin yüzde 80’ine kadar yükselmişti. AKP döneminde (2026’da) asgari ücret KB GSYH’nin yüzde 60’ını görmüştü. Asgari ücret miktarı konuşurken bunun dikkate alınması gerekir. 2025 yılında KB aylık GSYH’nin 60 bin TL olması öngörülüyor. Bunun enflasyon artışına bağlı olarak daha da yüksek olması mümkün. 60 bin TL’nin yüzde 80’i ve yüzde 60’ının kaç liraya geldiği malum. 2016’da mümkün olan şimdi neden olmasın?
Asgari ücret tartışmalarını bu gerçek üzerinden yapmak gerekir. Ancak hükümetin planladığı asgari ücret artışıyla asgari ücretin KB GSYH’ye oranı tarihin en düşük seviyelerine inebilir. Saptanacak asgari ücret bölüşüm ilişkilerini daha da kötüleştirecek.
ASGARİ ÜCRET KAPSAMI GENİŞLEYECEK
Saptanacak yeni asgari ücret ile asgari ücret civarında çalışanların kapsamının daha da genişleyeceğini söylemek mümkün. Asgari ücret özel sektörde yaygın ücret haline gelmiş durumda. Pek çok özel şirket asgari ücretin üzerindeki ücretlere asgari ücret atışından daha düşük zam yapacak. Böylece ücretler asgari ücrete yaklaşmaya devam edecek.
Hükümetin izlediği asgari ücret politikası büyük şirketlerinin ücret maliyetlerini düşürücü bir rol oynuyor. Asgari ücret miktarı mikro ve küçük işletmeler için görece yüksek hale gelirken orta ve büyük ölçekli işletmeler için düşüyor. Mevcut asgari ücret politikası büyük sermayeyi koruyup kollamaktadır. Asgari ücretle çalışanların kapsamının artması büyük şirketlerinin ücret maliyetini aşağıya çeken bir rol oynuyor.
Bu asgari ücret politikası sonucunda büyük şirketlerde katma değer içinde ücretin payı giderek düşmektedir. Türkiye'nin 500 büyük şirketinde (büyük sermaye) son 20 yılda (2003-2023) ücret ve maaşların net katma değere oranı yüzde 60'lardan yüzde 40'ın altına gerilerken faiz ve kârların payı yüzde 40'ın altından yüzde 60'lara yükseldi.
ÜÇ AYRI ASGARİ ÜCRET OLACAK
Asgari ücret tartışmalarında gözden kaçan bir gerçek ise ülkemizde üç ayrı asgari ücret uygulanmasıdır. Saptanacak asgari ücret özel sektörde çalışan işçiler için geçerli olacak. Kamu kesiminde saptanacak asgari ücret düzeyinde çalışan kimse yok. Kamu işçilerinin asgari ücreti toplu iş sözleşmesiyle saptanıyor. Kamu işçilerinin 2024 yılı sonu itibariyle en düşük ücreti brüt 40 bin lira net 33 bin lira civarında tahmin ediliyor. Bu ücretler yıl başında gelecek zamla net olarak 40 bin TL’nin üzerine çıkacak. En düşük memur maaşı ise yıl başında 44 bin TL’nin üzerine çıkacak.
Dolayısıyla özel sektördeki asgari ücretle kamudaki asgari ücret arasında izahı mümkün olmayan bir fark oluşacak. Bir sosyal hukuk devletinde asgari ücret ve maaşlar arasında böyle bir fark olmasının izahı yok. Asgari ücret asgari ücrettir. Özel sektörde ve kamunda farklı olamaz.
İşin acayip tarafı şudur. Devlet memurları 657 sayılı kanunda yer alan özel bir hükümle asgari ücret karşısında korunuyor. 657 sayılı Kanunun 146. Maddesine göre devlet memurlarına ödenecek brüt maaş tutarı İş Kanunu gereğince saptanacak asgari ücretin aylık tutarından az olamaz. Devlet memurları asgari ücretten daha düşük maaşa karşı korunurken neden işçiler asgari devlet memuru maaşından daha düşük ücrete karşı korunmuyor?
Bunu söylediğimizde “Devlet KPSS ile işçi ve memur alıyor” itirazı geliyor. İyi de özel sektör de yoldan geçeni çevirip işe almıyor. Mülakat yapıyor, CV’ye bakıyor, işçileri yüzlerce, binlerce başvuru arasından seçerek işe alıyor. Hem merak etmeyin özel sektör iş kriterleri konusunda çok daha katıdır. Çünkü özel sektör kâr maksimizasyonunu hedefler.
İş Kanunu'na bir hüküm eklenerek saptanacak asgari ücretin en düşük devlet memurunun aylık brüt maaşından az olamayacağı hükme bağlanmalıdır. Olması gereken ülkede bütün işçiler ve memurlar için tek asgari ücret saptanmasıdır. Eşitlik ilkesinin ve sosyal hukuk devletinin gereği budur.
ASGARİ ÜCRET DEĞİL, TOPLU İŞ SÖZLEŞMESİ
Miktarı üç aşağı beş yukarı fark edebilir ama saptanacak 2025 asgari ücreti geçinmeye yetmeyecek. Saptanacak asgari ücret enflasyonun altında kalacak ve büyümeden pay alamayacak. Asgari ücretin alım gücü birkaç ay içinde eriyecek. Özel sektör ve kamudaki asgari ücret makası açılacak. Açıklanacak asgari ücret büyük şirketler için işçilik maliyetini düşürücü bir işlev görecek. Açıklanacak asgari ücret asgari ücret kapsamının genişlemesine yol açacak. Daha fazla işçi asgari ücret civarında ücretlerle çalışacak.
Bu kısır döngüden çıkmanın yolu sendikalaşma ve toplu iş sözleşmesi kapsamının artırılmasıdır. Bu tuzaktan çıkmanın yolu toplu iş sözleşmelerinin sendikasız işyerlerine teşmil edilmesidir. Böylece asgari ücret düzeyi hükümet tarafından değil toplu iş sözleşmeleriyle saptanmış olur. Aksi halde hükümet otoriter korporatist bir ücret politikasıyla ücretlerin tek belirleyeni olmaya devam eder.
/././
Tıbbın şarlatanları -Osman Öztürk-
Zeytin Yaprağı Ekstraktı 2.200 TL, % 60 indirimli fiyatı 880 TL. Şeytan Pençesi Ekstraktı 2.500 TL, % 60 indirimli fiyatı 1.000 TL. Zencefil Ekstraktı 1.300 TL, % 60 indirimli fiyatı 520 TL. Reishi Mantarı Ekstraktı 1.750 TL, % 60 indirimli fiyatı 700 TL.
Hepasafe Kapsül 2.600 TL, % 60 indirimli fiyatı 1.040 TL. Krill Yağı 2.600 TL, % 60 indirimli fiyatı 1.040 TL. Erken Hasat Zeytin Yağı Yarım Litre 1.900 TL, % 60 indirimli fiyatı 760 TL.
2.000 TL ve üzerinde alışverişlerde kargo bedava, 3.000 TL ve üzeri alışverişlerde diş macunu hediye, 10.000 TL alışverişinize sepette 1.000 TL indirim!
∗∗∗
Şarlatan Fransızca kökenli bir sözcük. Günlük dilde dolandırıcı anlamında, hekimlik söz konusu olunca bilim dışı yöntemlerle insanları kandıran sahte hekimleri tanımlamak için kullanılıyor. Birbirinden ayırabilmek için ikincilere tıbbın şarlatanları diyoruz.
Son zamanlarda bunlar gene ortalığı sarınca ben de bu hafta Memleket Tabipliği’nde İstanbul Tabip Odası’nın zamanında yapmış olduğu “Modern Tıbba Saldırmanın Dayanılmaz Hafifliği ve Tıbbın Şarlatanlarının 10 Ortak Özelliği” başlıklı açıklamayı hatırlatmak istedim.
1- Her ne kadar modern tıbbı yerden yere vursalar da, bunu yaparken modern tıp eğitimi sonucu kazandıkları “doktor” unvanlarını ve akademik kariyerlerini kullanmaya özen gösterirler; özel muayenehanelerinde, kliniklerinde hasta bakmaya, ilaç yazmaya devam ederler.
2- Hemen her açıklamalarında bilimsel/tıbbi gerçekler/doğrularla bilim dışı yalanları/yanlışları birlikte harmanlayarak sunar, böylece yalanları/yanlışlarını gerçeklerin/doğruların arasında gizlemeye çalışırlar.
3- İleri sürdükleri “ezber bozan”, “tabu yıkan”, “şoke eden” iddiaların hiçbir bilimsel ispatı yoktur. Kendilerine soracak olursanız iddialarını ispatlamaları için bilimsel dayanağa ihtiyaç yoktur, kendilerinin söylemiş olmaları yeterlidir.
4- Ortaya attıkları iddiaların çürütülmesinde kendileri açısından hiçbir sıkıntı duymazlar; hemen yeni konular, yeni iddialar bulurlar. Hemen hepsinin kendince “her derde deva” bir meyvesi, sebzesi, insan yaşamını en az 30 yıl uzatacak bir diyet/tedavi kürü vardır.
5- Yaşam düsturları “Bir gün herkes -15 dakikalığına- ünlü olacak!”, taktikleri “Reklamın iyisi, kötüsü olmaz!”dır. Bilimsel başarılarıyla değil, medyatik söylemleriyle kamuoyunun dikkatini çekmeye çalışırlar.
6- Kendilerine uzatılan her mikrofona, yöneltilen her soruya, uzmanlık alanları olup olmadığına bakmaksızın mutlaka verilecek bir cevapları vardır. Bazıları daha da ileri gidip fırsatını yakalamışken derin sosyolojik tahlillerde bulunurlar.
7- Bugün zaten birçok doktorun ve tabip odalarının “aşırı teşhis”ten aşırı teknoloji ve ilaç kullanımına, tanı/tedavi süreçlerine tıbbi teknoloji/ilaç tekellerinin müdahalesinden kapitalist tıbba kadar bir dizi uygulamayı son derece radikal eleştiriler yönelttiğini bilmezden/görmezden gelirler; kendilerini biricik kahraman ilan ederler.
8- Zihin dünyaları “komplo teorileri”yle doludur; kanserin çaresi bulunmuştur ama ilaç firmaları gizliyordur, şekerin zararı kendileri ifşa edene kadar toplumdan saklanmıştır, aşıların içinde alüminyum vardır ve otizme yol açıyordur, vb., ve de bütün bu komploların farkına varan biricik akıl sadece kendilerinde mevcuttur.
9- Açıklamalarında soyut bir “tıbbi endüstri”, “sistem” eleştirisi varsa da hiçbir zaman mevcut sağlık politikalarını ve o politikaların sahibi siyasi iktidarı eleştirmezler, iktidar partisi AKP’nin adını dahi ağızlarına almazlar; sonunda da faturayı doktorlara keserler.
10- Her ne kadar bütün bu faaliyetlerini kendileri için hiçbir karşılık beklemeden, toplum için/toplum yararına, “uhrevi” amaçlarla yaptıklarını iddia etseler de çabalarının meyvelerini daha çok tanınırlık/bilinirlik/kabul görme, hasta sayısı/kitap satışlarında artış gibi “dünyevi” nimetler olarak toplamaktan kaçınmazlar.
∗∗∗
Bunların şarlatanlık yöntemleri çeşit çeşit olsa da TTB’den ceza aldıklarında savunmaları tek tiptir. TTB’nin gelirleri uzmanlık derneklerinden, uzmanlık derneklerinin gelirleri ise ilaç firmalarından gelmektedir. Dolayısıyla, TTB ilaç firmalarının çıkarlarını savunduğu için kendilerini cezalandırmaktadır.
Oysa TTB geçenlerde bir kez daha açıkladı, ne ilaç firmalarından ne de uzmanlık derneklerinden bağış almamaktadır. Bunların hayatları gibi bu iddiaları da küllüm yalandır.
Zaten bunların ilaç firmalarıyla bir dertleri de yoktur. Bütün dertleri tezgahlarını yürütmeye devam etmek, ceplerini doldurmaktır. İnsanların sağlığı ise hiç umurlarında değildir.
Sakın Kanmayın, Sağlığınızdan Olmayın!
/././
Dört karanfilin 44 yıldır sönmeyen ateşi -Okan Toygar*-
Sebahattin Demir, Ahmet Gürler, Ayhan Eskici, Ahmet Sakin
Siz döndüğünüzde, çünkü döneceksiniz mutlaka,
Çiçekler olacak istediğiniz kadar yolunuzda
Geleceğin renginde çiçekler bunlar
Çiçekler işte bir gün siz döndüğünüzde
Louis Aragon
Gece henüz sabaha dönmemişti… İsmet, çatlak ve kırmızı elleriyle kâh ocağa bir odun daha atıyor kâh elindeki ağaç dalıyla korları parlatıp alevlendiriyordu.
Dondurucu bir soğuk vardı dışarıda. Kendisi neyse de arkadaşları üşümemeliydi. “Uyuyanın üstüne kar yağar” derdi anası. Ayrıca değişimi, dönüşümü ve devrimi simgeliyordu ateş. Asla sönmemeliydi..
Kimlikte 10 Mart yazsa da anası, “Mısırlar biçilirken doğurdum seni” dediğine göre demek ki yirmi yaşını iki üç ay geçmişti. Sınıfsız, sömürüsüz, özgür bir yurt için on yedi yaşındayken Ünye’de sosyalist mücadeleye katılmış, bu nedenle liseyi bitirememişti. Ama devrim olunca liseyi de bitirecek, üniversiteyi de okuyacaktı. Yoksul halk çocuklarının mutlu geleceği için değil miydi zaten uykusuz, aç, üşüyerek geçen günler, geceler? İçlerindeki bu devrim ateşi olmasa Karadeniz’in yazın çıkılan bu yaylasında Aralık ayında ne işleri vardı. 12 Eylül faşist darbesinin üzerinden üç ay geçmişti; tarih 15 Aralık 1980’di…
Aslında “Akrep” ve “Nokta” operasyonlarıyla “12 Eylül” daha önce gelmişti Ünye ve Fatsa’ya. Yaklaşık altı aydır devrimcilerin üzerinde bir karabulut gibi dolaşmaktaydı faşizm. “Devrimci Yol” hareketi, siyasal çalışmalarını öteden beri köylerde yapmaktaydı. Buralarda oluşturulacak demokratik halk örgütlenmeleriyle, faşist saldırılara karşı direnci yaygınlaştırmayı hedefliyordu. Ancak darbeyle birlikte artan operasyonlar sırasında köylülerin zarar görmemesi için köylerden uzak kırsal bölgelere, yaylara, dağlara çekilmişlerdi.
Şimdi de Kumru kasabasına bağlı Çatılı Köyü’nün Gurcaağaç Yaylası’ndaydılar işte.
∗∗∗
Ocaktaki ateşin cama vuran parıltısı dışında oda karanlıktı.
Göz yordamıyla baktı arkadaşlarına. Görebildiği kadarıyla hepsi kuş uykusundaydılar. İri cüssesiyle bağlamasının yanında uykuya dalmış olan Sebahattin’e gözü ilişince yorgun yüzünde bir tebessüm belirdi İsmet’in. Dört-beş ay önceydi…
Ünye’nin bir köyünde yoğun geçen bir örgütlenme çalışmasının akşamında “Devrimci Yol”un Ünye sorumlusu İhsan Abdi Önal ve bir grup devrimci arkadaşlarıyla çay içip sohbet ederlerken, Sebahattin bağlamasını eline alıp Haziran ayında Çamaş’ta jandarmalar tarafından katledilen Şehittin Tırıç için yaptığı türküyü söylemiş; kısa süren hüzünlü bir sessizliğin ardından İhsan Önal, “Ben ölürsem benim adıma da böyle bir ağıt yapar mısın Sebahattin?” diye sormuştu. Sebahattin de “Yaparım hocam ama kimin kimden önce öleceği belli mi olur bu mücadelede. Ya ben ölürsem kim arkamdan türkü yapar?” demişti. Bunun üzerine “Ben yaparım Sebahattin” diye atılmıştı İsmet. Hepsi gülüşmüştü…
Çünkü ne şairliği ne de saz çalmışlığı vardı İsmet’in. Sebahattin’in biraz ötesinde yatan Ahmet Sakin, hafifçe aralık duran ağzıyla gülümsüyormuş gibi uyuyordu. Soyadının aksine yerinde duramayan, militan karakteriyle her eylemin içinde yer almak isteyen, faşistlere karşı yürütülen mücadelede hep ön safta olan bir devrimciydi. Bu nedenle birçok kez gözaltına alınmış ve gördüğü yoğun işkence sonucu bir kalp hastalığına yakalanmıştı. Onu mücadeleden geri düşüreceğini düşünerek bu konuyu hiç konuşmak istemese de, birkaç gün önce ilacını yanına almayı unuttuğunu kaçırmıştı ağzından. Zaten ne hastalığı ne ölümü ne de mahpusluğu düşünen vardı aralarında.
∗∗∗
Gurcaağaç’a gelmeden önce Çatılı’nın bir başka yaylası olanı Ericek’te toplanmışlardı. Yirmi bir kişiydiler… Kendilerine çukurluk bir alan yapmışlar, üzerini de taflan dallarıyla kapatmışlardı. Yaklaşık üç dört gün sonra aralarında Ahmet Gürler, Sebahattin Demir ve Ayhan Eskici’nin de bulunduğu bir grup, eylem için Ünye’ye gitmişti. Belirledikleri yerlere faşist cuntayı teşhir eden yazılar yazıp, pankartlar asarak cuntanın kolluk kuvvetlerine devrimcilerin şehri terk etmediğini, mücadeleye devam ettiklerini göstereceklerdi. Diğerleri Gurcaağaç’a gelmiş, olası bir operasyondan hepsi zarar görmesin diye altı kişi, beş-altı kilometre uzaklıktaki bir başka eve gitmişti. Kalanlar da bu eve yerleşmişti. Örgütlenme çalışmalarını yaklaşık bir haftadır burada yürütüyorlardı. Ünye’ye eyleme gidenler bir gün önce akşam saatlerinde dönmüştü. Hepsi üşümüştü. Paltolarını çıkarıp soğuktan kızarmış ellerini ovuşturarak ocak başına yürürken, yumruklu yıldızlı yazı ve pankartları Ünye’nin duvarlarına nasıl astıklarını anlatıyorlardı. Yorgun ama mutlulardı…
Ahmet Gürler-23 Nisan töreninde.Akşam yaptıkları toplantıda Sebahattin, “Bizim köyler sarılmış, halka kan kusturuyorlar. Burası da güvenli olmaktan çıktı. Ama geride çok ciddi bir kar ve fırtına var. İzimiz kaybolur, bu gece bir şey olmaz” demişti. Bunun üzerine o gece evin dışında, yaylayı tepeden gören yerde o güne kadar aksatmadan tuttukları nöbeti tutmamaya ama ertesi sabah topluca daha yukarıdaki Karagöl Yaylası’na gitmeyi kararlaştırmışlardı. Ahmetlerin gelmesiyle sayısı artan gruptan, aralarında “Kod Süleyman”ın (Erol Güney) da bulunduğu beş kişi, otuz metre uzaklıktaki bir başka eve yerleşmek üzere ayrılmışlardı. Şimdi kendisiyle birlikte on kişilerdi evde. Hepsi de yoksul ailelerin, yoksul ama inatçı, inançlı çocuklarıydı. Denizlerin, Cevahirlerin, Mahirlerin kardeşleri; beş ay önce “Nokta Operasyonu” sonrasında beton duvarlara, demir parmaklıklara mecbur edilmiş olan Fatsa’nın halkçı, yurtsever belediye başkanı Terzi Fikri’nin yoldaşları…
Amaçları, direnişi kalıcı kılmak, mücadeleyi örmek, köyleri örgütlemekti. Faşizme boyun eğmeyeceklerdi… Tek düşünceleri üretenlerin yönetenler olacağı bir düzen kurmaktı. İsmet Koca, kuru gözlerini ateşe dikmiş bunları düşünürken şafak sökmüştü. Yanmakta olan odunların çıtırtısı ve uyuyan arkadaşlarının fısıltıları dışında ses yoktu. Saat yediye geliyor, gün yavaş yavaş aydınlanıyordu. İki-üç saat sonra Karagöl’e doğru yürümeye başlayacaklardı. Gözleri hala alevde, “Kar fırtınası biraz dursa bari” diye aklından geçiriyordu ki, tek el patlayan bir silah sesiyle irkildi.
Hemen kapıya yöneldi. Dikkatlice açtığı kapı aralığından elinde tüfeğiyle bir askeri görmesiyle, aynı dikkatle kapıyı kapaması ve telaşla “Arkadaşlar sarıldık” demesi neredeyse aynı anda oldu. Göğsü inip inip kalkıyordu… Şimdi herkes ayaktaydı. Silahlarını alarak önceden hazırladıkları aralıktan birer birer alt kata atladılar.
Bu arada askerler hem “Teslim olun” diye bağırıyor hem de kurşun yağdırıyordu eve. Tam o sırada beklemedikleri bir şey oldu;
Sebahattin alt katın kapısını açarak dışarıya fırladı ve ateş açarak askerlerin üzerine doğru koşmaya başladı. Birçok kuşatmada benzer yöntemle askeri şaşırtarak dağıtmıştı. Aynısını yaparak çemberi yarmak ve arkadaşlarını kurtarmak istemişti… Ancak bu kez olmadı…
Karadeniz sosyalist hareketinin güler yüzlü, mert devrimcisi, yoldaşlarının gözleri önünde yere düştü. Halkla güçlü bağlar kuran, bağlamasıyla yörenin türkülerini çalıp söyleyen Sebahattin bir anda gitmişti… Hemen bir durum değerlendirmesi yaptılar. Herkes çatışmadan yanaydı. “Savaşarak öleceğiz” dediler. Ancak grubun lideri Ahmet Gürler elini kaldırdı ve “Arkadaşlar, hepimiz çatışmak istiyoruz ama çatışırsak hep birlikte öleceğiz. Devrimci mücadeleye devam etmek istiyorsak en az kayıpla çıkmalıyız bu çatışmadan. Üstelik mermimiz sınırlı. Kimse rastgele mermi atmasın ve benim iznim olmadan hareket etmesin. Ben sırayla hepinizi çıkaracağım buradan; işaret ettiğim kişi hızla karşıdaki dere yatağına gidecek” dedi.
Mehmet Uslu, Ahmet Gürler, Hasan DervişoğluAhmet, henüz yirmi iki yaşındaydı. Kitap okuyan, portre çizen, fotoğraf çekmeyi seven, Fatsa Halkevi’nin kuruluşuna önayak olmuş; temkinli, duyarlı, güvenilir ve saygılı bir gençti. Saniyelerin önemli olduğu bu anda dahi heyecanına yenik düşmemiş, sorumluluğu altındaki arkadaşlarını hemen korumaya almıştı. Sekiz kişinin gözleri Ahmet’in gözlerindeydi şimdi. Bir hüzün düştü Gurcaağaç’taki yayla evinin alt katına. Sözleri, “Ben davamız için canımı vereceğim” demekten başka bir şey değildi çünkü. Herkes biliyordu ki Ahmet Gürler’le geçirecekleri son anlardı bunlar. Nazım’ın “Deli Erzurumlu”sundan, Gorki’nin Pavel’inden, Bolivya devrimi için ölüme giden Arjantinli Che Guavera’dan farksızdı karşılarındaki… Verdiği kararın kesinliğiyle Ahmet kapıyı açtı ve sol yukarıda kütüklerin ve kayın ağaçlarının arkasındaki tepeye doğru askerleri hedef almaksızın ateş etmeye başladı. Saniyeler sonra İsmet’in omuzuna vurarak “Çık!” dedi. İsmet yirmi-otuz metre ilerideki dere yatağına doğru koşarken eve bomba atıldı. Sonra Ayhan’a işaret etti Ahmet. O da dere yatağına doğru koştu. İsmet bacağından, Ayhan da belinden vurulmuşlardı.
Kalan altı kişi de evin sağ yan ahşap duvarını kırarak oradan çıktılar. Ahmet Sakin en önde koşarken arkadaşlarından koptu. Arkasından seslendiler ama o duymadı…
İsmet ve Ayhan’ı ise bir başka sürpriz bekliyordu. Askerler bir gece öncesinden köylüleri “teröristler”in yakalanmasına yardımcı olmaları için örgütlemişlerdi. İzlerini askerlere kaybettirmeyi başaran ikili bu kez karşılarında silahlı köylüleri görünce şaşkına döndüler. Uğruna mücadele ettikleri, insanca bir düzene kavuşmaları için ölüme gittikleriydi karşılarındakiler. Ayhan “Biz size değil, sizi sömüren güçlere karşıyız, bizler sizin çocuklarınızız” dese de köylüler onları etkisiz hale getirerek önce İsmet’i, sonra da Ayhan’ı köy meydanına getirdiler ve işkence yapmaya başladılar. Yaralarına kasatura sokuyorlar, kafalarına odunla vuruyorlardı. Ayhan, kendisinden dört yaş küçük olan İsmet’i korumak için defalarca “Ona dokunmayın, ne yapacaksanız bana yapın” diye haykırsa da köylüler, polisler ve yöreden bir grup sivil faşist her ikisine de işkence yapmaya devam ettiler. Bir saate yakın süren işkenceden sonra ikisini alarak bir Reo aracıyla evin yakınındaki dere yatağına gittiler. Sebahattin Demir’i ve sekiz arkadaşını kurtarmak uğruna canını feda eden Ahmet Gürler’i teşhis etmesi için İsmet’i araçtan indirip onların yanına götürdüler.
Üç saat önce üşümelerinden endişelendiği arkadaşlarından ikisinin cansız bedenleriyle karşı karşıyaydı şimdi İsmet. El bombasıyla Ahmet Gürler’in başı yarılmıştı. Gözleri doldu; onlara doğru eğildi ve “Yaktığınız ateş sönmeyecek; bir gün onlar yenilecek” dedi.
Olayın tanıklarından biri olan İsmet Koca (oturan) yaşananları anlattı.∗∗∗
Askerler onları da Reo’nun arkasına aldılar. Operasyon bitmiş, ölenler ölmüş, askeri araç ağır ağır yola koyulmuştu ama askerlerin ve araca binen yaşlı bir köylünün hıncı bitmemişti. İşkenceye orada da devam ettiler. İkisinin de başında saç kalmamış; Ayhan’ın gür bıyığını teker teker yolmuşlardı. Reo önce Kumru karakoluna uğradı. Orada oyalandıktan sonra önce Fatsa’ya ardından da Ünye’ye gitmek üzere tekrar yola koyuldu. Bir zaman sonra Ayhan yattığı yerden başını kaldırdı ve su istedi. “Suyu kim verecek Ayhan, onlar düşmanımız değil mi?” dedi İsmet. Bunun üzerine Ayhan hafifçe tebessüm etti yoldaşına ve başı düştü. Olaydan yedi saat sonra kan kaybından yaşamını yitirmişti… Ölümcül yaralanması yoktu oysaki. Ağır işkence yapılmasa, doğrudan hastaneye götürülse yaşayacaktı. İşkence aracı iki saatte ulaşabileceği Fatsa’ya altı saatte gelmişti. Arkadaşlarının arkasından yetişemediği Ahmet Sakin ise üç ay sonra çatışma bölgesinin yakınlarında bir gürgen ağacına yaslanmış olarak bulundu. Yabani hayvanlar vücudunun üst yarısına zarar verdiğinden tanınmayacak haldeydi. Silahla yaralanmamıştı. Yanında ilaçları olmadığı için kalp krizi geçirerek yaşamını yitirdiğini düşündü arkadaşları. Çatılı Köyü’nün Gurcaağaç Yaylası'nda katledilen Sebahattin Demir, Ahmet Gürler, Ayhan Eskici ve Ahmet Sakin, bir zaman sonra türkü oldular, Fatsa’nın devrimci müzik öğretmeni Mehmet Gümüş’ün yaptığı beste ve Hüseyin Karakuş, Erdoğan Aslan ve Ahmet Özdemir'in;
“Karadeniz Karadeniz / Fırtınalar içindeyiz / Dört karanfil verdik sana / Her biri bir engin deniz…” dizelerinde. İsmet Koca, Sebahattin’e verdiği sözü tutmuş; Amasya ve Erzincan cezaevinde Mehmet Gümüş’e anlattığı bu öykünün 1986 yılında türküleşmesiyle, sadece “Dört Karanfil”in değil, tüm devrimcilerin güzel ve onurlu yaşamlarının sonsuzluğa taşınmasını sağlamıştı.
Anılarına saygıyla…
4 devrimci Gurcaağaç Yaylası’nda katledilmelerinin 44. yılında anıldı.*Araştırmacı Yazar, Göz Hekimi, Prof. Dr.
Dip Not: Bu yazı, Gurcaağaç’taki o yayla evindeki on kişiden biri olan İsmet Koca’nın gözlemlerine dayanarak kaleme alınmıştır. Ayrıca “Onların Anısına” kitaplarının her iki cildinden (İzdüşen Yayıncılık 4. ve 2. baskı) de yararlanılmıştır.
3 Aralık 2023’de, saatlerce süren röportajımız sırasındaki sabrı ve sorularıma verdiği ayrıntılı yanıtlar için Sayın İsmet Koca’ya; Aynı röportaja eşlik ederek 12 Eylül öncesi Fatsa’daki devrimci hareketi ve “Dört Karanfil”in türküleşme öyküsünü anlatan dönemin Fatsa Lisesi müzik öğretmeni, besteci, yorumcu Sayın Mehmet Gümüş’e ve “Nokta Operasyonu” öncesi Fatsa’daki devrimci gençlik hareketini ve sınıf arkadaşı Ahmet Gürler’i anlatan Sayın İbrahim Özkara’ya teşekkürlerimi sunarım.
(https://youtu.be/aF8XnlvMi8Q)
/././
Diyanet’in sınavında skandal: “Sorular dağıtıldı” iddiası -Mustafa Bildircin-
Diyanet’in, hacda sağlık personeli olarak görev almak isteyenlere yönelik gerçekleştirdiği sınavda, “FETÖ’nün soruları çalması” benzeri bir skandal yaşandığı öne sürüldü. Soruların sohbet gruplarında dolaştırıldığı iddia edilirken Diyanet’in, “Görülen lüzum üzerine” sınavı iptal etmesi iddiaları kuvvetlendirdi.
Diyanet İşleri Başkanlığı’nın 2025 yılı hac organizasyonu kapsamında hacda sağlık personeli olarak görev almak isteyen adaylara yönelik gerçekleştirdiği sınav, 9 Kasım’da tamamlandı.
Aralarında Ankara, İstanbul ve İzmir’in de yer aldığı 19 kentte merkezi olarak gerçekleştirilen sınav 20 Aralık’ta, “Görülen lüzum üzerine” iptal edildi.
Diyanet, binlerce adayın girdiği iptal edilen sınavın yeniden yapılacağını açıkladı ancak yeni sınavın tarihi açıklanmadı. Adaylara gönderilen duyuruda, “Test sınavına katılmak üzere çağrılan sağlık personelinin, müracaat esnasında bildirdikleri iletişim numaraları aracılığıyla test sınav yer ve tarih bilgisi SMS ile bilahare paylaşılacaktır” denildi.
SKANDAL İDDİA
Diyanet İşleri Başkanlığı, sınavın iptal gerekçesini açıklamazken başkanlık kaynaklarının iptal nedenine yönelik iddiası, “Bu kadarı da olmaz” dedirtti. İddiaya göre, sınav soruları sınavdan önce bazı yöneticilere verildi. Soruları alan kişilerin, yakınlarına soruları gönderdiği de ileri sürülürken Adana’da sınava giren bir adayın soruları WhatsApp gruplarında paylaştığı savunuldu.
Edinilen bilgiye göre, sınava giren bir aday, soruların WhatsApp grubunda dolaşmasını CİMER’e şikayet etti. Şikayetin ardından müfettişler soruşturma başlattı ve iptal kararı alındı. Diyanet kaynakları, “Mülakata istedikleri kişinin hak kazanması” amacıyla soruların dağıtıldığını öne sürdü.
“FETÖVARİ”
Hacca görevli gidecek personelin günlük 2 bin TL’ye yakın harcırah aldığının altını çizen Diyanet kaynakları, şunları söyledi:
“Sorular hediye karşılığında bazı kişilere de verilmiş. Çok büyük, ‘Fetövari’ bir skandal. Bu konuyu Diyanette duymayan kalmadı. Derhal herkesin istifa etmesi gerekir. Cumhuriyet savcılarının soru çalma olayı dahil hacdaki tüm detayları ve harcamaları incelemesi gerekiyor. Hac birilerinin çiftliğine döndü.”
***
Ay’a iniş hedefi Ay kadar uzak -Mustafa Bildircin-
AKP’nin seçim propagandası olan “2023’te Ay’a sert iniş” görevinin ilerleme oranı açığa çıktı. Sert iniş görevinde yüzde 50 oranında ilerleme kaydedildiği, yumuşak iniş görevinde ise ilerleme oranının yüzde 3’te kaldığı öğrenildi.
Türkiye Uzay Ajansı (TUA) 13 Aralık 2018 tarihinde, “Bir rüya gerçek oluyor” denilerek AKP’li Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan imzasıyla kuruldu. Kuruluşundan 2021 yılına kadar hiçbir faaliyette bulunmayan TUA’ya Şubat 2021’de, “Önemli görevler” verildi.
Erdoğan, 9 Şubat 2021 tarihinde düzenlenen Milli Uzay Programı’nda yaptığı konuşmada, “Türkiye’nin uzay yolculuğundaki 10 hedefini” paylaştı. TUA’ya verilen görevler arasında, “2023 yılında Ay’a sert iniş” de yer aldı.
HEDEFLER BAŞKA BAHARA
TUA’nın 2024-2028 dönemine yönelik yol haritası ile paylaşılan Ay’a sert iniş ve Ay’a yumuşak iniş görevlerinin ilerleme oranı, hedeflerin çok uzağında kalındığını bir kez daha gözler önüne serdi. 2024 yılında 1 milyar 702 milyon 764 bin TL bütçesi olan, 2025 yılı için ise yalnızca 2 milyar 344 milyon 764 bin TL’lik bütçe verilen ajansın, 2023’te tamamlaması gereken Ay’a sert iniş görevinde ancak yüzde 50 oranında ilerleme kaydettiği belirtildi.
Ajans, Ay’a sert iniş görevinin ancak 2026 yılında hayata geçirilebileceğini öngördü. Benzer tablo, “Ay’a yumuşak iniş” görevinde de yaşandı. Ajansın paylaştığı verilere göre, Ay’a yumuşak iniş görevindeki ilerleme oranı, Aralık 2024 itibarıyla ancak yüzde 3 olarak kayda geçti.
DIŞA BAĞIMLILIK
Hedeflerin çok uzağında kalındığını ortaya koyan ajansın raporundaki, “Tehditler” saptaması da dikkati çekti. İddialı görevlerdeki düşük ilerleme oranlarına ayna tutan tehditlerden bazıları, şöyle sıralandı:
• Alandaki ihtiyaca yönelik stratejik insan kaynağı yetiştirme planının bulunmaması.
• Alanla ilgili iş fırsatlarının az olması.
• Uzay ile ilgili bilimsel projeler yürüten bilim insanlarına finansal destek ve teşvik altyapısının hazır olmaması.
• Girdi maliyetlerinde yurt dışı kaynaklı yaşanan dalgalanmalar.
• Uzay alanında kullanılan teknolojinin çoğunluğunda dışa bağımlı olunması.
***
Gisèle Pelicot’nun ilham veren mücadelesi -Gözde Bedeloğlu-
Her şey, marketteki üç kadının, bir erkek tarafından fotoğraflarının çekildiğini fark edip şikâyetçi olmasıyla başladı. Fransa’da, Avignon’un küçük bir kasabası olan Mazan’da yaşayan 71 yaşındaki Dominique Pelicot’nun telefon ve bilgisayarına el koyan polis, ‘abuse/istismar’ ismiyle kaydedilmiş bir dosya içinde, farklı zamanlarda kaydedilmiş tecavüz videolarına ulaştı. Kayıtlarda baygın halde ve çok sayıda erkek tarafından cinsel saldırıya uğradığı görülen kadın, Dominique Pelicot’nun karısı Gisèle Pelicot’ydu. Dominique Pelicot, verdiği uyku haplarıyla karısının kendinden geçmesini sağlamış, hem kendinin hem de internetten bulup eve çağırdığı onlarca erkeğin Gisèle’e tecavüz ettiği görüntüleri kayda almıştı. Üç çocuk sahibi ve elli yıldır evli olan çiftin dışarıdan mutlu ve sıradan görünen hayatı, 2020 yılından itibaren etkisi Fransa dışına taşan bir tecavüz davası ile trajik şekilde değişti.
***
Durumu öğrendikten sonra kocasından boşanan Gisèle Pelicot’nun, yıllardır yaşadığı hafıza kaybı ve jinekolojik rahatsızlıkların sebebi de böylece ortaya çıkmış oldu. Dominique Pelicot’nun karısını bayıltmak için kullandığı uyku ve depresyon hapları, bilinci kapalı halde tecavüze uğrayan Gisèle Pelicot’nun fiziksel ve ruhsal sağlığını darmadağın etmişti. Polis, yaklaşık 200 tecavüz kaydındaki 90 farklı erkekten 51’inin kimliğini tespit etti. Eylül 2024’te Dominique Pelicot ile birlikte yargılanmaya başlayan erkeklerin hepsi kasabada yaşayan, yaşları 26-74 arasında değişen, itfaiyeci, şoför, güvenlik görevlisi, hemşire gibi mesleklere sahip, çoğu evli ve çocuklu sıradan kişilerdi. Bu bize belirli bir tecavüzcü profilinden bahsedilemeyeceğini kanıtlıyor. Sanıklardan bazıları suçunu kabul etti. Bazıları ise bayıltılmış bir kadının tecavüze rızası olduğuna inandıklarını söyledi ve bu yüzden suç işlemediklerini iddia etti. 20 Aralık’ta sonuçlanan davada Dominique Pelicot’ya 20 yıl, diğer sanıklara ise 12 ilâ 3 yıl arasında değişen hapis cezaları verildi.
***
Bu davanın, tıpkı 2017 yılında Amerika’dan yükselen ve kısa sürede dünyaya yayılan ‘me too’ hareketi gibi ses getirmesinin sebebi Gisèle Pelicot’nun mahkeme sürecinde gizli kalma hakkını kullanmayı reddetmesi oldu. “Utanç, taraf değiştirmeli” diyerek davanın kamuya açık sürdürülmesini isteyen Gisèle, cesaretiyle hem farkındalığı artırdı hem de başta tecavüz ve şiddet mağdurları olmak üzere milyonlarca kadına ilham oldu. Mağdurların sesini yükseltmesinin iki önemli sonucu var. Birincisi, tecavüzcülerin hak ettikleri cezaları alabilmeleri adına toplumsal baskıyı artırmak; ikincisi, ‘rıza’ gibi tartışmalı konuların yeniden ele alınmasını sağlamak. Rızanın nasıl tanımlandığı suçu ve cezayı belirliyor. Birisine karşı baygınken ya da korku ve baskı altındayken uygulanan şiddet ‘ama kadının rızası vardı’ denilerek savunmaya konu olabilir mi?
***
Gisèle Pelicot, her insanın kendini güvende hissetmesi gereken yerde, evinde ve 50 yıllık kocası ve onun eve çağırdığı onlarca adam tarafından tecavüze uğradı. Araştırmalara göre, kadınların en çok şiddet gördüğü yer evleri ve onlara en çok şiddet uygulayan da tanıdığı erkekler. Dünya Sağlık Örgütü de 2021’de kadınların en çok partnerlerinin şiddetine maruz kaldığını açıklamıştı. Kadın Cinayetlerini Durduracağız Platformu’nun yayınladığı son rapora göre kasım ayında öldürülen kadınların çoğunun katili, tıpkı önceki aylarda olduğu gibi, evli olduğu erkekler. Yine aynı rapora göre, 32 kadından 20’si evinde öldürüldü. Mor Çatı Vakfı’nın “Kadına Yönelik Şiddetle Mücadelede Aile Mahkemeleri” başlıklı son raporu da bize 6284 sayılı kanunun uygulanmasında eksiklikler olduğunu ve mahkemelerin kadınları koruyamadığını gösteriyor. Verilen tedbir kararları kısa süreli ve etkisiz. Adli yardım avukatlarının kadına yönelik şiddet konusundaki bilgi eksikliğiyle hareket ettiği gözlemlenmiş. Mahkemelerin cinsiyetçi yaklaşımları nedeniyle kadınların çalışması ya da çocuk sahibi olmamak istemesi bile ‘kusur’ olarak değerlendirilmiş.
***
Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron, toplu tecavüz davasının sonuçlanmasının ardından Gisèle Pelicot'ya sosyal medya üzerinden bir teşekkür mesajı yayınladı. “Onurunuz ve cesaretiniz Fransa’yı ve dünyayı etkiledi” diyerek minnettarlığını ifade eden Macron, bir öncü olduğunu söylediği Gisèle Pelicot’ya kadınlar ve Fransa halkı adına teşekkür etti. Bu, sorunları ortadan kaldırmasa da elbette kıymetli ve saygın bir tavır. Her gün kadın öldürülen Türkiye’de bizim Cumhurbaşkanımız gençlerin neden evlenmediğine dertlenmekle meşgul. Çocuklar okula aç giderken Aile Bakanı doğurganlık hızındaki düşüşten muzdarip. 2025’e niyet edelim, Gisèle’in taraf değiştirten utanç dalgası bu yana da vursun.
/././
Saray rejiminden KÖİ karartması -Nurcan Bilge Gökdemir-
“KÖİ Raporu” 6 yıldır yayımlanmıyor. Projelerde koşulların ve garanti sürelerinin değiştirildiği kuşkuları artarken “İktidar, sermayedara kaynak aktarmak için mi yurttaşın ücret talebine duyarsız kalıyor?” sorusu yanıt bekliyor.
AKP’nin 23’üncü bütçesi, iktidarın tercihlerinin sorgulandığı ve kamuya ait olması gereken milyarlarca liranın, iktidara yakın çevreleri fonlamak için kullanıldığı ve halkın sorunlarını çözmek yerine servet transferinin öncelendiği eleştirileri arasında, iktidar blokunun çoğunluğuyla yasalaştı. Bütçe görüşmelerinin son gününde "Halk İçin Bütçe, Demokratik Türkiye" çağrısıyla Meclis önüne yürümek isteyen DİSK, KESK, TMMOB ve TTB üyeleri, işçiler, memurlar, emekliler biber gazıyla müdahale edilerek durduruldu. Sesleri Meclis duvarlarını aşarak Genel Kurul salonundaki sağır kulaklara ulaşamadı.
İnsanca yaşama, son bağlamda da sadece karın doyurabilmeye indirgenen ücret talebi “Ekonomik kriz, kaynak yetersizliği, savaş” gerekçeleriyle kabul görmeyen, milyonlara çok görülen devasa tutarlar, kalkıp inen ellerle sermayeye cömertçe aktarıldı. AKP iktidarlarının bütçe tercihlerini eleştirenlerin çoklukla gösterdikleri adres, Kamu Özel İşbirliği projeleri…
2025 yılı bütçesinden Kamu Özel İşbirliği (KÖİ) modeliyle yaptırılan projeler ve şehir hastaneleri için milyarlar ayrıldı. Asgari ücret artışı, memur ve emeklilere yapılacak zamlar konusunda cimri davranan iktidar, yıllardır süren ve daha uzun yıllar ödemelerinin süreceği bilinen bu projeler için 97,6 milyar TL’si otoyol, köprü ve tüneller olmak üzere 204 milyar TL aktarmayı planlıyor. 2025-2026 dönemi için toplam rakamın 689 milyar TL’ye ulaşacağı tahmin ediliyor.
ALTI YILDIR GİZLİLİK DAHA DA ARTTI
Bu projelerin sözleşmelerinin içeriği, verilen yabancı para cinsinden garantilerin tutarları, zaman içinde yeni garanti süreleri verilip verilmediği her zaman merak edilen, yanıtı aranan sorulardan. Bunun izleri de her yıl yayımlanan Kamu Özel İşbirliği Raporu’nda görülebiliyordu.
Ancak 2018 yılına kadar yayımlanan ve yeni rejimde Cumhurbaşkanlığı Strateji ve Bütçe Başkanlığı’nın açıklamakla görevlendirildiği Kamu Özel İşbirliği Raporu, altı yıldır açıklanmıyor. Bu projelerle ilgili sınırlı da olsa fikir veren bu raporların duyurulmaması ile KÖİ projeleri ile ilgili karartma daha da arttı. CHP’nin bütçe teklifi için hazırladığı muhalefet şerhinde de bu duruma dikkat çekilerek “Söz konusu raporun güncellenerek yayımlanmamasının nedeni tarafımızca anlaşılamamaktadır” denildi.
SINIRLI BİLGİ
Cumhurbaşkanlığı Strateji ve Bütçe Başkanlığı’nın internet sitesinde sadece yatırım değeri ve kamuya ödenecek işletme hakkı bedeli ile ilgili bilgiler yer alıyor. Yani 200 milyar gibi devasa bir kaynağın ayrıldığı bu projelerle ilgili sadece şu kitabi bilgiler kamuoyu ile paylaşılıyor:
“Ülkemizde Yap-İşlet-Devret (YİD), Yap-İşlet (Yİ), Yap-Kirala-Devret (YKD) ve İşletme Hakkı Devri (İHD) olmak üzere dört temel Kamu Özel İş birliği (KÖİ) modeli uygulanmaktadır. Söz konusu modellerle 1986 yılından itibaren, Eylül 2024 itibarıyla 272 KÖİ projesi için uygulama sözleşmesi imzalanmıştır. Uygulama sözleşmesi imzalanan projelerin toplam yatırım büyüklüğü Eylül 2024 fiyatlarıyla 102,72 milyar dolara ulaşmaktadır. Bu tutar içinde ulaştırma sektörü 62,38 milyar dolar yatırımla ilk sırada yer almakta olup bunu 22,31 milyar dolarla enerji, 13,43 milyar dolarla sağlık sektörü takip etmektedir. Mevcut durumda, 254 proje işletmeye alınmış olup 18 projenin yapımına devam edilmektedir.”
Gizlilik; yeni garantiler verildiği, sözleşmelerde değişiklik yapıldığı söylentilerinin yol açtığı kaygıları daha da büyütüyor. Bu bilgilerin bütçede de yer almaması “İktidar ile sermaye arasında kurulan iş ortaklığı ülkenin gelir dağılımını küçük bir azınlık lehine bozucu nitelikte mi?” sorusunun sorulmasına yol açıyor.
/././
2025’e doğru: Radikal belirsizlik -Selçuk Candansayar-
21. yüzyılın ilk çeyreğini geçmeye hazırlanıyoruz. Bu ilk çeyreğin başındaki dünya ile bugünkü dünya arasındaki en büyük fark ne olabilir?
1999 yılının sonları bir felaket senaryosu ile ilgili tartışmalarla geçmişti. Bilgisayarların saatlerinde tarih bölümünün yılın son iki rakamına göre programlandığı bu yüzden 2000 yılını tanımlayamayacağı iddia ediliyordu. 31 Aralık 1999 saat 00 01’de bilgisayar tarihlerinin 01. 01. 2000 değil, 01. 01. 1900’ü göstereceğini ve dünyada henüz çok gelişmemiş olsa da tüm internet ve bilgisayar alt yapısının çökebileceğini savunanlar vardı. Bu çöküş özellikle finans sisteminde, bankacılıkta ve her türden verinin işlenmesine büyük bir kaosa neden olacaktı!
2000 yılı, artık 21. yüzyıldayız ve hayır, 1 Ocak 2001 tarihinde 21. yüzyıla gireceğiz tartışmaları (geyiği) ile geçmişti. Henüz 11 Eylül saldırısı olmamıştı ve dünya kapitalizmi Sovyetler Birliği’nin yıkıntıları üstünde “tarihin sonunu” getiren kesin zaferini kutluyordu. O yıllarda tüm dünyada farklı disiplinlerden kelimenin tam anlamıyla “bir avuç sosyalist” dünyanın bir felakete sürüklendiği uyarısını yapıyordu. Koşar adım küresel yıkıma sürüklenildiği uyarısı yapan sosyalistlerle, “dinozor” diye dalga geçiliyordu.
İki binlerin başında dünyayı saran ya da sardırılan ve sokaktaki sıradan insanın bilincini etkileyen temel duygu savaşların, çatışmaların olmadığı, aralarında eşitsizlikler olsa da en yoksulun bile “refah içinde” yaşadığı bir küresel sistemin nihai zaferinin yaşandığıydı. Sosyalizm “mikrobunun” kökü kazınmıştı ve tek dünya devletinin ayak sesleri duyuluyordu. Dahası devlete bile ihtiyaç kalmayacaktı. Kapitalizm “cenneti” bu dünyaya getirmişti ve artık tarihin bile sonu gelmişti! Mutlu mesut bir insanlık tek düzen altında yaşayacaktı.
Çeyrek yüzyıl geçti geçecek şimdilerde. Peki, 2025 yılına doğru günümüzün temel duygusu ne olabilir? İnsanlığın çoğunluğunun hadi tam cennet olmasa da 2000 yılına göre daha refah içinde yaşadıklarını söyleyebilir miyiz? Savaşlar ve çatışmalar bitmiş durumda mı? Dünya Eşitsizlik Raporu (2022) verisine göre dünyada son çeyrek yüzyılda ülkelerarası eşitsizlik azalırken ülke içi eşitsizlikler rekor düzeyinde artıyor. Aynı rapora göre 2022 yılında dünya nüfusunun %10 küresel gelirin %52’sini alırken, en yoksul %50’ye kalan pay sadece %38. En zengin %1, seksenlerde toplam servetin %25’ine sahipken günümüzde en zengin %1, toplam servetin %40’ına sahip!
Bu süreç dünyanın zenginler ve yoksullar olarak iki kutba ayrıldığını gösteriyor. Her ülkenin zengini hemen hemen aynı düzeyde zenginken her ülkenin yoksulu da benzer şekilde yoksullaşıyor. Dünya etnik, dini, milli kimliklerden çok zengin ve yoksul gibi iki ayrı kimliğe bölünüyor. Zenginin Hintli, Türk, Alman ya da ABD’li olmasının önemi kalmıyor, yoksulun da öyle.
11 Eylül Saldırısı sonrası dünyayı saran ABD-NATO komutasındaki küresel terör siyaseti insanlığın neredeyse %80’inden fazlasını derin bir yoksulluğa itmiş durumda. Yönü Avrupa ve ABD olmak üzere küresel bir göç dalgası her geçen gün daha da şiddetleniyor. Dünyanın yoksulları zenginliğe ulaşmaya çalışmıyorlar, açlık, savaş ve ölüm coğrafyasından kaçıyorlar. Belki de biraz da bu kaçış hali onların göçle geldikleri yerlere entegre olmaya çalışmalarını değil, tutunabildikleri tek kimlik değişkeni olan din ve etnik kimliklerini koruma çabasına neden oluyor. Göç edenlerin entegre olmaya çalışmamalarını belirleyen bir diğer etken ise kabaca “intikam hissi” olarak tanımlanabilir. “Batılı” olmaya çalışmıyorlar da sanki yoksulluklarının nedeni olarak gördükleri “batı” dan tazminatlarını istiyorlar gibi diyebiliriz.
Göç edenlerin gittikleri yerde ilk karşılaştıkları ise yine kendileri gibi yoksullar. O yoksullar da din ve etnik/milli kimlik dışında “hiçbir varlıkları” kalmamış ya da bitmek üzere olanlar. Bu karşılaşmaların yoksulların yoksulları kırdığı bir ekmek savaşına dönmek üzere olduğu söylenebilir. Ne ki, bu çatışmayı çözebilecek ve yoksulları bir “sınıf” mücadelesine yönlendirebilecek tek güç, tek fikir olan sosyalistler ya hiç yoklar ya da çok ama çok zayıflar.
Bir işim olur ve çalışırsam barınabilecek, aile kurabilecek, çocuk yetiştirebilecek bir gelir elde edebilirim hissiyatı/ inancını taşıyan orta sınıf bile kalmamak üzere. Dünyanın yoksulları için gelecek her ne yaparsa yapsın üstesinden gelemeyeceği bir açlık mücadelesinden başka bir şey vaat edemiyor.
İnsanlığın çok büyük bir çoğunluğu için gelecek, radikal bir belirsizlikten hissinden öte bir duygu, umut ya da düşünce vaat edemiyor. Radikal belirsizlik hissinin kimlik ve bilinci nasıl etkileyebileceği önemli bir soru.
/././
Tehlikeli bir oyun ihtimali -Berkant Gültekin-
Suriye’de oluşturulmaya çalışılan yeni siyasi düzende Kürtlerin nasıl bir yere sahip olacağı konusu belirsizliğini koruyor. 2011’de başlayan iç savaş sonrası Esad yönetiminin Rojava bölgesinden çekilmesiyle burada kontrolü ele alan ve yükselen IŞİD tehdidi nedeniyle ABD’nin sahadaki müttefiki haline gelip güç kazanan Kürt hareketinin (PYD-YPG-SDG), cihatçıların 8 Aralık’ta Şam’a girip Esad’ı düşürmesinin ardından şekillenmekte olan yeni denklemin neresinde olacağı merak konusu.
Kimileri Trump’ın ABD’sinin Kürtleri kaderine terk edeceğini dile getirirken kimileri ise Kürtlerin Suriye’nin kuzeydoğusunda Washington ile koordineli çalışmaya devam edeceğini savunuyor. Öte yandan her iki görüşe de mesafeyle yaklaşan, yani ne ortaklığın bir anda sona ermesini ne de ilişkinin bugünkü yoğunlukla sürmesini gerçekçi bulan bir ara perspektif daha var. Hangi ihtimalin gerçeğe dönüşeceğini şimdiden kestirmek zor ve tüm savları sağlam gösterebilecek uygunlukta gelişmeler, açıklamalar söz konusu.
Mesele sadece Kürtlerin Suriye’deki geleceği bakımından önem arz etmiyor; onun önem derecesini artıran bir diğer unsur da yaşanacakların Türkiye’deki siyasi gidişat bakımından hayli kritik bir yerde durması. Bahçeli’nin Öcalan çağrısı ve şu an sadece “süreç” diyebildiğimiz “şey”, halihazırda Kürtlerin kontrolünde bulunan Suriye’nin kuzeydoğusundaki müstakbel durumla yakından ilgili. Bölgede Türkiye ile Kürt güçlerin çatışmasına taraf olmayan ve bunu iç politikada Erdoğan’ın yeniden seçilmesini sağlayabilecek politik ittifaka dönüştürmek isteyen bir Bahçeli var. Fakat hükümet buna yeşil ışık yakmış değil.
TRUMP'IN SÖZLERİ
Bahçeli’nin son derece pragmatist nedenlerle ileri sürdüğü “bölgede çatışmasızlık” tezine karşılık Erdoğan maksimalist, fetihçi pozisyonda duruyor. “Türkiye Türkiye’den büyüktür. Millet ufkumuzu 782 bin kilometrekareyle sınırlandıramayız” diyor ve “Türkiye’nin Suriye’de ne işi var” diyenlerin ülkenin gerçek misyonunu idrak edemediğini savunuyor. Erdoğan’a göre Ortadoğu’da Türkiye için bolca fırsat var ve bunları görmezden gelmek, “mukadderattan kaçmak” anlamı taşıyor. Yani Erdoğan demeye getiriyor ki “Bu hedefler benim hedeflerim değil, Türkiye’nin alın yazısı.”
Geçtiğimiz hafta içi ABD başkanlık seçimleri sonrası ilk kez basın toplantısı düzenleyen Donald Trump da Türkiye’nin Suriye’deki rolüne dair dikkat çeken açıklamalar yaptı. Trump, Esad’ın cihatçı güçler tarafından devrilmesinin arkasında Türkiye’nin olduğunu söyleyerek, Erdoğan için “Çok akıllı ve sert bir adam” dedi. “Bence Türkiye kazandı” yorumunu yapan ABD Başkanı, Suriye’den asker çekme yönündeki yaklaşımını da tekrarladı.
Katar merkezli El Cezire televizyonuna Ortadoğu’daki gelişmelerle ilgili değerlendirmelerde bulunan Dışişleri Bakanı Hakan Fidan ise Trump’ın sözlerine dair, “Bu ele geçirme olarak tanımlanamaz. Suriye’de yaşanan hadiseyi bu şekilde tanımlamak ciddi bir hata olur” dedi. Fidan bunun yerine yaşananı, “Suriye halkının iradesinin yönetimi ele alması” olarak tanımlamayı tercih etti. Dışişleri Bakanı, “Suriye’yi yönetecek gücün Türkiye ile olduğunu söylemek doğru olmaz mı?” sorusuna da “Biz asla böyle bir şey istemeyiz. Bölgemizde yaşananlardan hepimizin büyük dersler çıkardığına inanıyorum” cevabını verdi. Fidan’a yöneltilen sorulardan biri de Türkiye’nin Suriye’deki Kürt güçlere askeri operasyon yapıp yapmayacağıydı. Suriye’de Esad sonrası başlayan yeni döneme işaret eden Fidan, bu konunun öncelikle yeni yönetimi ilgilendirdiğini ve sorunun çözülmesi halinde Türkiye’nin müdahalesine gerek kalmayacağını söyledi.
KÜRT CEPHESİ ENDİŞELİ
Kürt cephesinde belirsizlikten kaynaklı bir tedirginlik göze çarpıyor. Çünkü kazanımlarını kaybetme riski düne göre biraz daha büyüdü. Riskleri tolere etmek için de belli tavizler vermeye hazır gibiler. Reuters’a konuşan SDG komutanı Mazlum Abdi, Türkiye ile bir ateşkese varılması durumunda Suriyeli olmayan silahlı unsurların ülkeden çekilmesini teklif etti. Abdi “tam bir ateşkes” durumunda Kobani’nin Suriyeli bir güvenlik gücüne teslim edilebileceğini ve ABD askerlerinin de bölgeyi denetleyebileceğini dile getirse de Ankara herhangi bir ateşkesin söz konusu olamayacağını belirtiyor.
Kürtler, geçmişte HTŞ’nin öncülü Nusra cephesiyle çatışmıştı ancak şimdi süreç değişti ve masada farklı dengeler var. Esad’ın devrilmesinden birkaç gün sonra kontrol ettiği bölgelere üç yıldızlı yeni Suriye bayrağını asma kararı alan SDG, ne HTŞ ne de Türkiye ile çatışmalı bir süreç yürütmek istiyor. HTŞ ile bir problemlerinin olmadığını, birlikte çalışabileceklerini vurguluyorlar. PYD’nin önde gelen isimlerinden Salih Müslim, diyaloğa hazır olduklarını belirterek, “HTŞ de Suriye’nin bir parçasıdır. Düşüncesi, ideolojisi ne olursa olsun bir arada yaşamak istiyoruz; Suriye'nin içinde, istikrar içinde. Onlar kendi yerlerinde olsun, biz kendi yerimizde olalım” mesajını veriyor.
Suriye’deki Kürt hareketi esas olarak ABD’nin yeni dönemde nasıl bir Suriye politikası izleyeceğine dikkat kesilmiş halde. 2018 yılının sonunda Türkiye’nin YPG’ye yönelik harekât başlatması öncesinde 1. Trump yönetimi, ABD askerini geri çekmek istemişti ancak bu karar bir süre sonra, “asker sayısının zamanla azaltılması” olarak değiştirilmişti. Takip eden aylarda ABD’nin bölgedeki asker sayısı 5 binden 900’e düştü. Esad yönetiminin 8 Aralık’ta devrilmesinin ardından ise sayı 2 bine çıkarıldı ve bunun “geçici” olduğu ifade edildi.
HTŞ’nin başlattığı operasyonla eşzamanlı olarak Türkiye destekli SMO’nun da Fırat’ın batısında SDG’nin kontrolündeki yerleşimleri ele geçirmesi, 2014’te olduğu gibi gözleri yeniden Kobani’ye çevirdi. Suriyeli Kürtlere göre Türkiye, Kobani’ye operasyon hazırlığı yapıyor. ABD basınında da bu yönde haberler çıkıyor. Rojava’daki idarenin dış ilişkiler sorumlusu İlhami Ahmed, Trump’a bir mektup yazarak Türkiye’yi bundan vazgeçirmesi çağrısında bulundu. Ahmed mektubunda, Türkiye’nin hedefinin, Trump göreve gelmeden önce Suriye topraklarında “de facto bir bölge” yaratmak olduğunu ifade etti.
NELER OLABİLİR?
20 Ocak’ta ikinci kez ve muhtemelen daha güçlü bir şekilde başkanlık koltuğuna oturacak Trump’ın, Suriye’den asker çekme niyetinin hâlâ sıcak olduğu biliniyor. Peki bu niyet, Trump yetkiyi ele alır almaz ABD askerinin Suriye’den çekileceği ve Suriye’nin kuzeyini tamamen Türkiye’nin inisiyatifine bırakacağı bir dönemi başlatacağı anlamına gelir mi? Bu sorunun cevabı oldukça önemli. Hakan Fidan, “Yeni yönetim gereğini yaparsa buna gerek kalmaz” diyor ama Erdoğan, Suriye’de sahanın akışkan niteliğinden faydalanarak ve bunun da halkın geniş kesimleri geçim sıkıntısıyla boğuşurken iç politikada kendine kuvvetli bir rüzgâr sağlayacağını öngörerek tehlikeli bir oyuna kalkışmak isteyebilir. Mısır dönüşü söylediği “Biz Suriye’de mevcut terör örgütlerinin etkisiz hale getirilme zamanının geldiğini de göstereceğiz” sözü bunun bir yansıması olabilir.
Öte yandan Esad’sız denklemde, İran, Rusya ve Lübnan Hizbullahı’nın da etkisizleştiği yeni Suriye realitesinde tek başına “IŞİD ile mücadele” politikası, ABD nezdinde SDG’yi vazgeçilmez bir müttefik olmaktan alıkoyabilir. Buna karşıt olarak ABD ve İsrail, Türkiye’yi daha sınırlı bir yerde tutmak için Kürtlerin varlığını belli ölçütlerde gerekli görmeye devam edebilir.
Bu durumda Bahçeli’nin Öcalan açılımı nereye düşer; “süreç” Suriye’deki yeni hamlelere bir şekilde bağlanır mı? Yarattığı tehdit gücüyle iktidar, Türkiye’de Kürt siyasetiyle sadece Suriye’deki mevcut statükonun biraz daha törpülenmiş halini tanıma karşılığında bile bir mutabakata varabilir mi? Şartlar ve olası gelişmeler bu ihtimali de akla getiriyor.
/././
(Birgün)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder