soL "Köşebaşı + Gündem" -8 Kasım 2025-

 

Seçmeli baskı -Aydemir Güler-

Gün gelir de, AKP frene basmak durumunda kalırsa, nedeni keyfi uygulamalarının demokrasiyle bağdaşmaması değil, iktidar blokunun daha da zayıflaması olabilir.

Siyasi iktidarın Ortadoğu’da içine girdiği denklem “süreci” ileri ittirmek zorunda. Demirtaş’ın hapislik yaşamının sonuna yaklaştığına dönük işaretler de buna bağlanabilir. Ancak süreç ile hapislik arasındaki çelişki yeni ortaya çıkmadığına göre, iktidar cephesindeki tutum değişikliğinin bir ek açıklamaya daha ihtiyacı olmalı. 

İşin içinde demokratikleşme arayanlar hapishane kapısının ancak Kasım 2025’te aralanmasını, “demokratikleşmeye direnenlerin” sahip oldukları ağırlığa bağlayacaklardır. Ama diyeceklerdir, yol artık açılmıştır!

Bu yorumda bulunanlara Tele 1’e el konmasından casusluk soruşturmasına, gazetecilerin evlerinin basılmasına kadar tam karşı yöndeki adımlar sorulduğunda, iki seçenek söz konusu olabilecektir. Birincisi, demokrasi düşmanlarının hala ayak diremesi. İkincisi ise Ergenekon kumpası günlerinde kullanılıp cılkı çıkartılan tez, yani iktidarın operasyonlarına muhatap olanların bizzat söz konusu demokratikleşme karşıtı odaklar olduğu!

Son cümle için, “yok artık” diyecek olanlara geçenlerde Öcalan’ın kimi yayınlardan duyduğu rahatsızlığın kamuoyuna iletildiğini hatırlatmak durumundayım… Ama ben, doğrusu Türkiye’ye bir kez daha kumpas tezlerinin yutturulmasını mümkün görmüyorum. 

Türkiye’ye bir kez daha kumpas yutturulamaz, çünkü ne AKP merkezli ittifak sistemi o zamanki kadar güçlüdür, ne de devlette sürece muhalefet eden güçlü bir kanat vardır. Tersine her gün birbirinin ayağına basmakla kalmayıp artık açıktan tartışan, tartışmakla kalmayıp perde gerisinde kıyasıya kavga eden hiziplerden oluşan iktidar cephesi dökülüyor. Devlette sürecin tıkanacağı momente yatırım yapanlar elbette vardır, ama bu güncel bir dirence dönüşmüyor. Dönüşemez, çünkü Erdoğan gemisini Amerikan sularına demirlemiş bulunuyor. Geminin çıpasının uluslararası dengelere oynamak üzere geri çekilmesine veya kontrolsüz biçimde dibi taramasına izin verilmeyecektir. 

Başa dönelim. Selahattin Demirtaş’ın siyasal tutsaklığının sonlanmasına doğru atılan ilk adımı, aynı veya benzer paketlere sokulan başka rehinelerin de izlemesi beklenir. Ancak siyasi iktidar özgürlüklerin iadesini apar topar bir çözülüş görüntüsüyle hayata geçirmek yerine her bir ismi başlı başına bir pazarlık konusu haline getirecektir. 

Sonuç olarak Demirtaş için bir olumlu sonuç başkalarının kaderini temsil etmek zorunda değil. Her vakanın özgünlükleri var. Örneğin yakın zamanda Demirtaş’ın Öcalan’la arasındaki politik açıyı kapatmak için gayret gösterdiğini biliyoruz. Bu çabanın sürecin devamındaki rol dağıtımını etkileyip etkilemeyeceğini göreceğiz

Peki, olup biteni demokrasi yanlıları ve karşıtlarının itiş kakışıyla açıklayan yoruma ne denebilir? 

Bana sorarsanız, “sürecin” doğrudan unsuru olan kesimlere yönelik olarak -toptancı değil pazarlıkçı biçimde- bir özgürlük alanı açılması ile başka kesimlere sopa sallanması arasında çelişki yok. Genel olarak liberal kesimler ve Kürt milliyetçi hareketi AKP’nin ittifak sistemine dâhil olmak üzere harekete geçmiş bulunuyorlar. Oysa diğer tarafta AKP ile “rekabet halinde” olan CHP yer alıyor. Bu partinin merkez kadroları ve çeşitli sözcüleri emperyalist senaryolara değil, emperyalistlerin AKP ile iş tutmasına itiraz ediyorlar. İktidarın saldırıları karşısında zorunlu biçimde radikalleşse de, verdiği tepkiler Erdoğan’ın sınırlarını zorlasa da, CHP’nin “ana muhalefet sorumluluğunu” (!)  bir kenara bıraktığı kesinlikle söylenemez. Yarın iktidar ve muhalefet yer değiştirse, CHP’nin emperyalizmin ve sermayenin konumlanışıyla ilgili olarak farklı bir rota çizme olasılığı da olmayacaktır. Dolayısıyla CHP, AKP’yle rezonansa giren liberal kesimlere de seslenmeye çalışacaktır. 

Kuşkusuz Türkiye’de egemen güçlerle rekabet değil, mücadele içinde olanlar da var. Ancak düzen bu dinamiği doğrudan hedef tahtasına yerleştirmek yerine süregiden operasyonlarına eklemlemeyi denemektedir.  

Özetle ortada demokratikleşme değil seçmeli bir baskı politikası var ve bu şiddetlenerek sürecek. Gün gelir de, AKP frene basmak durumunda kalırsa, nedeni keyfi uygulamalarının demokrasiyle bağdaşmaması değil, iktidar blokunun daha da zayıflaması olabilir. 

/././

Pandoranın kutusu: Hindistan-ABD-Rusya ilişkileri -Erhan Nalçacı-

Üretmeden kendi pazarını şantaj unsuru haline getirerek emperyalist rekabeti sürdüremezsiniz, ABD bundan dolayı hızla geriliyor.

Emperyalist rekabet ilke tanımaz, bu nedenle devletlerarası ilişkilerde her an sürpriz bir değişiklikle karşılaşabilirsiniz. Kutular başka kutuları içerir ve tarih içinde bunlar arka arkaya açılır.

ABD 2011’de temel stratejisini Çin’i Pasifik’te kuşatmak ve teslim almak olarak belirleyince Hindistan çok kritik bir devlet haline gelmişti. ABD her durumda Hindistan’ı Çin’e karşı müttefik olarak tutmak istiyor, Avustralya-Japonya-Hindistan ve ABD arasında askeri işbirliği anlaşması yürürlüğe sokuluyordu. Hindistan Türkiye gibi Rusya’dan S-400 bataryası alsa bile yaptırıma uğramıyordu. Biden döneminde Başkan Yardımcılığı yapan Kamala Harris’in Hintli kökeni ister istemez bu taktiğin parçası olarak yorumlanmıştı.

Ancak bu yaz aniden yeni bir kutu açıldı. ABD Hindistan’a uyguladığı gümrük vergisini geçen Ağustos ayında birçok ürün için %25’ten %50’ye çıkardı. Nerdeyse bu oranın son günlerde Çin’e uygulanan vergiden daha yüksek oluşu şaşkınlık yarattı.

Hindistanlı şirketler içinse Hindistan’ın ABD ile ticaret hacminin 130 milyar dolar civarında olduğu düşünülürse önemli bir kayba yol açtığı anlaşılıyor.

Trump neden ilişkileri sarsacak böyle bir hamle yaptı?

Görünürdeki neden Trump’ın şantajı uluslararası ilişkilerde açık ve doğal bir araç haline getiren tavrı ile Hindistan’ın Rusya’dan petrol alımını kesmesini istemesi ve bu isteğin yerine getirilmemesiydi. Trump bu şekilde Rusya’nın Ukrayna ile savaşının finanse edildiğini düşünüyor ve Putin’i Ukrayna’da anlaşmaya ikna etmek için petrol ihracatına daha da ağır yaptırımlar getirdiği bir dönemde bu yaptırımları boşa çıkaran Hindistan’a Rusya’dan petrol ihracatını önlemeye çalışıyor.

Trump’ın Ukrayna-Rusya Savaşını sonlandırma konusundaki samimiyetine boş verip Hindistan-Rusya arasındaki petrol ticaretini yansıtan aşağıdaki grafiğe bakalım: 

Grafik 2018-2023 yılları arasında Hindistan’ın petrol ticaretini milyon dolar cinsinden gösteriyor. Koyu mavi renkteki çizgi Hindistan’ın Rusya’dan aldığı ham petrole işaret ediyor. Ukrayna savaşından sonra alınan petrol miktarının roket hızıyla arttığı izleniyor. Mavi çizgi ise Hindistan’ın Rusya’dan aldığı petrolü işleyip Avrupa ülkelerine sattığını anlatıyor.

Grafikten gördüğümüz gibi Ukrayna-Rusya Savaşı ve Batı emperyalizmi tarafından Rusya’ya uygulanan ticaret ambargolarının başlamasıyla birlikte Hindistan Rus petrolünü büyük miktarlarda alarak hem Rusya’ya bir havalanma deliği açıyor hem de bu ucuza aldığı ham petrolü işleyip Avrupa’ya satarak önemli bir gelir elde ediyor.

Hindistan %50’lik tarifeye maruz kaldığı Ağustos’tan bu yana Rusya’dan petrol alımını azaltma sinyali verse de uzmanlar henüz petrol ithalatının anlamlı ölçüde azalmadan sürdüğünü söylüyorlar.

Hindistan ile ABD’nin arasını açan bir diğer konu ise Hindistan’ın Rusya’dan silah alımına devam etmesi. Hindistan ve Sovyetler Birliği arasındaki dayanışmaya değindiğimiz şu yazıya meraklı okuyucu bakabilir. Hindistan ordusu soğuk savaş yılları boyunca Sovyet silahlarını edindi. Sovyetler Birliği çözüldükten sonra da Hindistan Rusya’dan silah temin etmeye devam etti. Bugün Hindistan’daki askeri platformların %50 kadarının Rus yapımı olduğu tahmin ediliyor. Öte yandan son 15 yıl içinde Hindistan kendi silah üretimine ve çok yönlü ilişki geliştirme hedefiyle Batıdan silah alımına yönelmesi Rusya’dan silah ihracatını seyreltmişti.

Şimdi ise Hindistan ABD’den ısmarladığı silah sözleşmelerini iptal ederken tekrar Rus silahlarına yöneldi. Örneğin, beş adet S-400 bataryasının yanında gelişkin füze sistemleri için anlaşmalar yapıldı birkaç ay içinde.

Hindistan’ın Rus silahlarına yönelmesinin başka bir nedeni de beş ay kadar önce Keşmir sorunu nedeniyle Pakistan ile yaşanan savaştaki silah performansları.

Ne yazık ki halkları birbirine düşürmeyi başaran egemen sınıflar için savaş silah tekellerinin canlı bir şovuna dönüşüyor. Pakistan ağırlıklı olarak Çin silahlarını, özelikle jetlerini kullanırken Hindistan Batı emperyalizminden temin ettiği jetlerle ve Rus hava savunma sistemleri ile savaşa dâhil oldu. Çin jetlerinin Batı uçaklarına karşı üstünlüğü ortaya çıkarken Rus hava savunma sistemi önemli başarılar elde etti.

Aslında tuhaf bir olay yaşandı: Bugünkü emperyalist hegemonya krizinde müttefik olan Çin ve Rusya çok dolaylı şekilde karşı karşıya geldiler. Yani iki farklı devlet, Çin ve Rusya silahları ile birbirlerine karşı savaştılar.

Daha önce değinmiştik, Çin kapitalizme açıldığında ABD ile birlikte Pakistan’ın arkasında dururken Sovyetler Birliği 1970’li yıllarda Pakistan-Hindistan savaşlarında Hindistan’ı yalnız bırakmamıştı.
Hindistan’ın ABD ile arasının açılmasında rol oynayan iki tuhaf olaya daha değinelim:

Pakistan ve Hindistan için birbirlerine güttükleri düşmanlık ne kadar milliyetçi ve saçma olursa olsun duygusal bir boyut taşıyor. Kendi aralarındaki savaş ve barışlara diğer ülkelerin karışmasını istemiyorlar, karışsa bile saklanıyor bu halktan.

Son Hindistan-Pakistan savaşında Trump barış anlaşmasının kendisi tarafından yapıldığını her zamanki patavatsız ve terbiyesiz haliyle dünyaya herkesten önce ilan etti. Yol açtığı politik gafın farkına varmak şöyle dursun, bir de her iki devletten Nobel Barış Ödülü’nün kendisine verilmesi için destek istedi. Pakistan bu desteği verirken Hindistan bu teklifi geri çevirdi.

Diğer olay ise tuhaf ve ayrıca ele alınmayı hak ediyor ama ABD sermaye sınıfının kendi ayağına sıktığı bir olay gibi. ABD’de yüksek teknoloji alanında çalışanlar için ki çok sayıda Hintli var aralarında, H1B olarak bilinen çalışma vizeleri 100 bin dolar gibi ödenmesi imkânsız bir miktara çıkartıldı. Ayrıca göçmen avı esnasında Hintli göçmenler de aşağılanarak sınır dışı edildiler.

Sıralanacak başka olaylar da var ancak sonuca gelirsek:

ABD’nin Hindistan’a karşı böyle davranması bir yerde Pasifikte havlu atmasıyla ilişkilendirilebilir. Zaten Venezuela ve Nijerya’ya askeri tehditte bulunması da bununla ilişkili.

ABD’nin emek ve göçmen politikaları ve sosyal kesintileri bilim ve teknoloji üretimini olumsuz yönde etkiledi ve etkilemeye devam edecek. Oysa Çin tasarruf fazlasıyla teknoloji alanında büyük bir sıçrama yaptı. Silah endüstrisi alanında rakipsiz olmaya doğru gidecek muhtemelen. Fizik, kimya gibi temel bilimlere yatırım yapmadan silah teknolojisini geliştirmezsiniz ve Çin büyük miktarda temel bilimlere yatırım yapıyor.
ABD’nin son günlerde nükleer silah kartını açması muhtemelen bu çaresizlik nedeniyle.

Üretmeden kendi pazarını şantaj unsuru haline getirerek emperyalist rekabeti sürdüremezsiniz, ABD bundan dolayı hızla geriliyor.

Umarız sonu bir emekçi ayaklanmasıyla gelecek.

Çin’in ise önlenemez yükselişi bütün devletleri tedirgin ediyor. Hindistan-Rusya yakınlaşmasının altında sermaye sınıflarının bu orta vadeli çekincesi de yatıyor olabilir.

/././

Mamdani’nin ‘Atatürk sevmezliği’ ve bizim Cumhuriyetçiler -Cangül Örnek-

Konu şu aşamada Mamdani değil; bizdeki Cumhuriyetçi kesimin içinde bulunduğu ruh hali.

New York Belediye Başkanı seçilen Zohran Mamdani’nin Gezi protestoları vesilesiyle yaptığı bir sosyal medya paylaşımı olay oldu.

Bu paylaşımda Mamdani protestoları desteklediğini ancak Atatürk’ün mirasını sürdürme fikrinin kendisinde soru işaretleri yarattığını söylüyordu. Mamdani’nin Atatürk’le ilgili olumsuz görüşlerinin kaynağını bilmiyoruz. Babasının bir akademisyen olduğu düşünülürse ondan öğrendiği şeyler olabilir, Amerikan Demokratik Sosyalistleri çevresindeki Türkiyeli liberal sanatçıların ve akademisyenlerin post-Kemalist yorumları olabilir ya da Ermeni veya daha dar bir grup olarak Kürt diasporasının anlattıkları olabilir.

Açıkçası bu paylaşımın da, dünyanın öte yakasındaki bir belediye başkanının Atatürk yergisinin de övgüsünün de bir önemi yok. ABD yönetiminde kritik bir pozisyonda olup da benzer laflar ederse o zaman bunun Türkiye için politik sonuçları üzerinde kafa yorabiliriz.

Öyleyse Mamdani’nin bu yorumunu neden bir yazı konusu olarak seçtim?

Konu şu aşamada Mamdani değil; bizdeki Cumhuriyetçi kesimin içinde bulunduğu ruh hali.

Yazının yolunu temizlemek için şunu baştan söyleyeyim: Mamdani bir İslamcı değil. Onu İslamcı ilan ederek zaferinden yararlanmaya çalışan bizdeki siyasal İslamcılara bakmayın. Farklı kökenden bir insan olarak, özellikle Müslüman karşıtlığının yoğun olduğu bir coğrafyada kimliğini inkar etmiyor, onu kimliği üzerinden sıkıştırmak isteyenlere karşı geri çekilmiyor, tersine onları boşa düşürecek sembolik işler yapıyor, o kadar. Şii kökenli olduğu da düşünülürse, aslında bizdeki Sünni siyasal İslamcılığın Ortadoğu’da düşman bellediği bir mezhepten geliyor.

Mamdani’nin 2013 tarihli Atatürk’ün mirasına olumsuz baktığını ifade eden paylaşımı ile buna gelen pek çoğu küfürlü yorum ve yanıtlara geri dönelim. Neden okyanus ötesinde belediye başkanı olmuş genç bir adamın bundan 10 sene önce Atatürk hakkında olumsuz bir beyanda bulunması bu kadar can yakıcı bulunuyor? Türkiye’de bir kesim neden, Mamdani’nin kamucu vaatlerine değil de bu sözüne takıldı?

Liberaller gibi konuyu “Atatürk miti”ne bağlayıp işin içinden çıkamayız. Bunu onlarca yıl yaptılar ve bu noktadayız. Hakiki bir açıklama çabasına girmemiz lazım.

‘Bizim derdimiz kendimizle, Mamdani’

Bana kalırsa esas meselemiz, kapitalizmin mutsuz ettiği insanlığın bir parçası olarak ama bu yetmezmiş gibi Türkiye’de ve siyasal İslamcıların keyfi iktidarı altında yaşamanın yol açtığı çaresizlik hissi. Siyasal İslamcılardan bahsediyorum ama artık bu kavramı iktidar çevresini tanımlamak için kullanabileceğimizden o kadar emin değilim. Türkiye büyük bir sürpriz yapmazsa bu konuyu önümüzdeki haftalarda yazmayı planlıyorum. O yüzden devam edeyim.

Çaresizlik ve öfke politik bir tepkiye dönüşebileceği gibi apolitik bir tepkiselliği de besleyebilir. Burada apolitikliği, öncelikle siyasal mücadelede sizi hiçbir yere taşımayacak, hatta siyasal mücadelenizi zayıflatabilecek bir tavrı anlatmak için kullanıyorum.

Hollandalı aşırı sağcı lider Geert Wilders’in Atatürk’ü öven bir paylaşımına beğeni yağdırmak da aynı apolitik tepkinin ürünüydü. Hatta burada apolitikliği de aşan bir sorun olduğunu belirtmek lazım: Hollanda’daki göçmenlere duyduğu nefreti dışa vururken sizin duygusal tepkilerinizi okşayacak şekilde popülizm yapan bir ırkçının, İslamcı yermesinden ve Atatürk övmesinden gururlanmak sağlıklı bir tepki olmasa gerek.

Buradaki sorun tek başına semboller siyaseti değil. Atatürk’ün hatırası, Anıtkabir ya da başka bir sembolik varlık, bir politik ortaklaşmanın, en önemlisi iktidara karşı bir meydan okumanın merkezinde de durabilirler. Ama Mamdani ya da Wilders örneğinde bahsettiğim tepkisellik öyle değil. 

Cumhuriyetçi ya da daha dar anlamda Atatürkçü kesimlerin onları tutuculaştıran bir tür siyasetsizliğe mahkum olması üzerine düşünmek gerekiyor. Kuşkusuz hepsi için değil ama önemli bir kesimi için böyle bir siyasetsizlik belirleyici.

Bana kalırsa buradaki siyasi tıkanmanın ve onun yol açtığı siyasetsizliğin birkaç nedeni var.

Birincisi, yeni bir atılımın gerekliliğini hakiki anlamıyla kavrayamamak ve geçmişin ihya edilmesini yeterli görmek. 

Daha açık bir şekilde yazacak olursak; Türkiye’deki sorunların çözülmesi için Kemalist “Altın Çağ” politikalarına geri dönülmesi gerektiği inancının bu kesimlerin politik duruşlarını büyük oranda belirlemesi. “Altın Çağ” varsayımı tarihte hep muhafazakarlığın özelliği olmuştur: İslam toplumları bozulmuştur, öyleyse Muhammed Peygamber dönemine geri dönüş ya da Osmanlı dağılmaktadır, o zaman Klasik döneme geri dönüş… “Altın Çağ”ı ihya etmekle değil, geleceği kurmakla ilgilenenler, bunu ancak geçmişte başarılmış olanları yetersiz bularak yapabilirler.

Özlem duyulan geçmişin hatalarını görebilen ve her bir başlıkta daha radikal adımlar atmayı göze alan bir tavırdan bahsediyorum.

Bu adımlar atılmadığında, geçmişe bakış en fazla “nostalji” üretebiliyor. O zaman, Atatürk imgesi de bir nostalji ögesi oluyor.

İkincisi, eski kuşak yerine yeni bir politik aydın kuşağının yetişmemiş olması. 

1990’ların ilk yarısındaki Kemalist aydın kırımı, bu kesimin politik damarlarını da kesmiş oldu. Bu kırım, geriye kalan aydınları da büyük oranda dönemin askeri bürokrasisine ve yargı bürokrasisine bağladı. Batı’nın müttefiki, kapitalist bir devletin kurumlarına siyasi olarak bağlanmak, bu kurumların kendi kimliklerinden ve siyasi pozisyonlarından bağımsız olarak tutuculuk getirir. Öyle de oldu.

Ama belki daha önemlisi, örneğin, Uğur Mumcu’da gördüğümüz halkçılığın, kamuculuğun ya da daha genel olarak onların kuşağında gördüğümüz farklı düzeylerde sermaye sevmezliğin sonraki kuşaklarda gözlemlenmemesi.

Bu politik damarlar yeniden canlanmadığı için, bugün bir siyasetçiye dair değerlendirme ölçütü “Atatürk’ü seviyor mu, sevmiyor mu” apolitizmi olabiliyor.

Başka noktalar da tartışılabilir. Ama ben Mamdani olayı özelinde ikinci noktayla bağlantılı gördüğüm şu üçüncü noktaya işaret etmek istiyorum: 

“Türklük” vurgusunun başlı başına bir muhalif tavır olarak benimsenmesi. 

Bunu bir reaksiyon olarak da görmek lazım. Son yıllarda Türklerin tarihinin utanç verici suçlardan ibaret gösterilmesi, Türk kelimesinin bazı kesimlerce her yerden silinmeye çalışılması, AKP’nin İslamcılaşma politikasının Anadolu Türk kimliğinin üstünü örten bir proje olarak görülmesi, vs.

Buna bir de geçmişten bugüne Batı karşısında hissedilen kompleksi eklemek gerekir.

Tepki bazı yönleriyle anlaşılır olmakla birlikte, sınıfsal ve halkçı bir kimlikle beslenmeyen “Türklük gururu” da en iyi ihtimalle apolitikleştiriyor. Bu gururun beslenmesi için de yine apolitikleştirilmiş bir Atatürk imgesine ihtiyaç var.

Zaten AKP Türkiyesi’nden gurur duyulası başka bir şey de çıkmıyor. (Tabii, bu arada bu gurur arayışı çoktan ırkçı bir politik hatta taşınmadıysa.)

O yüzden Mamdani’ye kızanların bazılarına göre, Mamdani Türklük gururunun baş köşesindeki Atatürk imgesine laf ettiği için bir ders almalı. Yarın çıkıp Atatürk överse aynı kesimden bu kez de büyük bir tezahürat alır.

Dediğim gibi burada mesele Mamdani değil. O olsa, kamuculuğunun, sosyalizminin sınırlarını konuşurduk. Ama Cumhuriyetçilerin önemli bir kesimi bu tartışmaların tarafı olamadan siyasetsizliğe takılıyor.

Peki, bu tuhaflık Cumhuriyetçileri ileriye taşıyabilir mi?

/././

Bir intiharın ardından sorulmayan sorular: Kimleri, neden korudunuz?-Ali Ufuk Arikan-

Thodex'in kurucusu Faruk Fatih Özer'in intiharının ardından medya işin en magazinel boyutlarına eğilip gündemi çoktan kapattı. Oysa geride yanıt bulmamış sorular ve onlarca soru işareti bulunuyor. soL, akıllardaki soruları Özer'in avukatı Sevgi Erarslan’a sordu.

“Dosyada birçok kişi ve kurumla ilgili delil bulunmasına rağmen, bazı isimlerin hiçbir şekilde sorgulanmamış olması kamu vicdanında da ciddi soru işaretleri yaratmıştır. Bu durumun nedenlerini biz değil, soruşturmayı yürüten makamların açıklaması gerekir.”

Bu sözler, bir dönem kamuoyunda herkesin çok yakından takip ettiği ama en sonunda sadece bir dipnot, hatta magazin haberi gibi görüp geçtiği bir gündeme dair, davanın sanık avukatı Sevgi Erarslan’a ait.

Erarslan, Thodex davası kapsamında tam 11 bin 190 yıl 6 ay hapis cezası verilen Faruk Fatih Özer’in avukatlığını yapıyordu.

Dava kapsamında birçok talebi reddedilen, sunduğu belgeler incelenmeyen ve buna tepki gösteren Erarslan, Özer’in intiharının hemen ardından yaptığı açıklamada “adil yargılama hakkını kullanamadıklarına” işaret etmiş, intiharın gelişine yol açan ihmallere vurgu yapmıştı.

Ancak işaret ettiği bu gerçeklerden sadece ikincisi haberlere ve köşe yazılarına konu oldu, “adil yargılama” kısmı ise sessizlikle geçiştirildi.

Peki, neydi bu adil yargılama tartışmasını tetikleyen şeyler?

soL’da Thodex’in öyküsüne ve davanın seyrine yer verdiğimiz haberde birçok önemli ayrıntıya işaret etmiştik.

Özer’in kısa hayat hikayesinde medyanın, ünlülerin ve Bakanların rollerini hatırlatmış, bir milletvekili çocuğuna ise özel olarak değinmiştik.

Davada adı bile anılmayan, anıldığında hakimler tarafından geçiştirilen isim Özer’in ortağı olan MHP’li vekil Saffet Sancaklı’nın oğlu Mert Sancaklı’ydı.

Dışişleri Bakanı ile yaptıkları ve kripto para gündemli olduğu belirtilen görüşmeyi iddiaya göre Mert Sancaklı ayarlamıştı. Öyle ki konu fazlasıyla gündem olunca MHP içinde de kriz yaşanmış, MHP’li bir ilçe başkanı bu olayı gerekçe göstererek istifa etmişti. 

Ancak ne hikmetse bu konu mahkemede hiçbir şekilde gündem edilmedi, bu ismin adının anılması bile yasaklandı.

Oysa ki binlerce kişiyi dolandırdığı gerekçesiyle 11 bin yıl hapis cezası verilen bir isme dair tüm ayrıntılar ortaya konulmalı, ilişkide olduğu tüm isimler didiklenmeli, bağlantıları ve suçları varsa hepsi tek tek ortaya çıkarılmalıydı. Olmadı.

Şimdi bu koca dosyadan geriye tüm sorumluluğun tek bir kişiye yüklenmesi ve bir intihar vakası kalmış oldu.

Davanın avukatı Sevgi Erarslan, kendilerine adil yargılama hakkını kullanamadıklarını düşündüren başlıkları ve dava sürecinde neler yaşadıklarını soL’a değerlendirdi, davaya ilişkin sorularımızı yanıtladı.

Verilen yanıtlarda dikkat çeken önemli bir başlık var, önce onu hatırlatıp ardından sizi yanıtlarla baş başa bırakalım...

Hatırlanacağı üzere daha önce Faruk Fatih Özer’in yurt dışına çıkmadan önce Bakanlığa çağrıldığı ve uyarıldığı, bunun üzerine de ülkeyi terk ettiği ileri sürülmüştü. Bu iddia Meclis gündemine de taşınmış,  dönemin İçişleri Bakanı Süleyman Soylu’ya bir muhalefet vekili üzerinden sorulmuştu. 

Ancak tahmin edileceği üzere bu soruya hiçbir yanıt verilmedi.

Sonrasında Sedat Peker de bu gündemi açtı, paralara çöküldüğünü öne sürdü. Bu sözlerin ve iddiaların da arkası gelmedi. Hiçbir şey incelenmedi. Bunlar bildiğimiz ve gündeme getirdiğimiz başlıklardı. Ancak Erarslan’ın açıklamasından öğreniyoruz ki, binlerce kişiyi dolandırdığı gerekçesiyle 11 bin yıl hapis cezası verilen Özer, kripto alanında görüşlerinin alınması için hem Ticaret Bakanlığı hem de Maliye Bakanlığı’na davet edilmiş bir isimmiş. 

Önemli bir bilgi değil mi? 

Peki, avukatlar mahkemede ilgili bakanlıklardan görüşmelere dair bilgi isteyince ne oldu sizce? Hiçbir şey, avukatların talepleri reddedildi.

Sadece bu bile böylesi bir davanın ardından çok şey anlatmıyor mu?

'İki bakanlık kripto para için görüş aldı'

Bundan yıllar önce, basının bu davaya çok daha yakın ilgi gösterdiği bir dönemde köşe yazılarına da yansıyan ancak sonrasında bir dipnota dönüşen ilginç şeyler var. Mahkeme heyetinin Özer’in avukatlarının, yani sizlerin dava dosyasına girmesini istediği raporları bir türlü kabul etmediği iddiası bunlardan biri. SPK’dan BDDK’dan istenen belgelerin, yine Thodex’e dair yapılan incelemelerin tüm taleplere rağmen dava dosyasına girmediği belirtiliyordu. Mahkemenin bu belgeler ya da sizin talep ettiğiniz diğer başlıklardaki tutumunda yıllar içinde bir değişiklik oldu mu?

Savunma olarak sadece SPK’dan ve BDDK’dan değil müvekkil Özer’in özel olarak kripto alanında görüşlerinin alınması için davet edildiği Ticaret Bakanlığı’ndan, Maliye Bakanlığı’ndan, yine Thodex şirket olarak incelemelere tabi tutulduğu için MASAK’tan da defalarca bilgi sorulmasını istedik. Dosyaya sunduğumuz kripto hukuku alanında uzman profesörlerce düzenlenen bağımsız bilirkişi raporları dahi bir kez olsun incelenmedi. Thodex şirketinin Şubat 2019’da hacklenmesi sonucu çalınan 15 milyon dolara yakın malvarlığı nedeniyle bunu tespit eden İstanbul Emniyet Müdürlüğü Siber Güvenlik Şube Müdürlüğü raporlarını bile mahkeme biz sunmamıza rağmen görmezden geldi. Savunma tarafının dayandığı teknik veriler dosyada yer almadığında, karar sadece iddia makamının perspektifine sıkışıyor. Bu da yargılamanın dengeli yürütülmesini engelledi. Bizim açımızdan süreç bir “yargılama” olmaktan çok, önceden belirlenmiş bir kanaatin teyidi gibi ilerledi.

'Geldi bir kurban da kendi oldu'

Bu tavır yargılamanın seyrini nasıl etkiledi?

Faruk Özer Arnavutluk’ta diye kardeşler ve çalışma arkadaşları kurban seçildi, geldi bir kurban da kendi oldu. Biz hiçbir zaman Faruk için cezasızlık savunması yapmadık, biz ortada hukuka uygun kurulmuş ve işletilmiş bir şirket olduğunu, 2021 tarihinde yurtdışına görüşmeye giden ve dönemeyen müvekkil yönünden suçun ancak o anda vuku bulmuş olabileceğini belirttik. Bununla ilgili de uzlaşma prosedürlerinin işletilmesini ve bütün malzemelerden zararlarının giderilmesinin sağlanmasını istedik. Son aşamada Faruk Özer Türkiye’ye iade edilene kadar zaten şikayetçi olan müştekilerin yarısının zararları giderilmişti.

Nitekim İstinaf Ceza Dairesi’nde ortada bir örgüt olmadığına kanaat getirip dosyayı bu yönden bozup diğer suçlamalar yönünden ise dosyada bağımsız bir bilirkişi heyeti oluşturulması ve rapor alınması gerektiğini söyledi. Yani tam olarak bizim dediğimizi söyledi.

'Bu sözümüz, adalet sisteminin geneli için de bir uyarı niteliğindedir'

Adil yargılama olmadığı vurgunuz ölüm haberi sonrasında da haberlerin alt sıralarında kaldı, aslında böylesine bir davada ve böylesine bir sonuçla karşılaşılığında oldukça önemli bu sözleriniz. Sizi adil yargılama olmadığı düşüncesine iten nedir?

En başından itibaren savunmanın eşit koşullarda temsil edilmediği, delil sunma ve inceleme taleplerinin reddedildiği bir süreç yaşandı. Kamuoyundaki algı ve dosyaya yansıyan medya baskısı da mahkemenin karar mekanizmasını etkiledi.

Bu nedenle, hem usule hem de esasa ilişkin olarak ciddi hak ihlalleri yaşandığını düşünüyoruz. Bu sözümüz, sadece bu dava için değil, adalet sisteminin geneli için de bir uyarı niteliğindedir.

'Süreç o aşamaya ulaşamadan trajik bir şekilde sonlandı'

Hukuki sürecin seyrine dair gelinen aşamayı nasıl tarif edersiniz, Özer için bir tahliye umudu görünüyor muydu?

İstinaf aşamasını takiben ilk derece mahkemesinden hiçbir umudumuz olmasa da gene üst mahkemedeki hukuku biraz olsun bilen hakimler sayesinde dosyanın objektif biçimde incelenmesi durumunda, hem cezaların ağırlığı hem de delil durumunun yeniden değerlendirilmesiyle tahliye ihtimalinin doğabileceğini düşünüyorduk. Ancak maalesef süreç o aşamaya ulaşamadan trajik bir şekilde sonlandı.

'İnsan hayatına verilen değere dair sorgulanması gereken bir durum'

Özer’in psikolojik sorunlarına dair birçok başvuru yapıldığı ancak sonuçsuz kaldığı görülüyor. Böylesine bir süreçte ilgili makamların taleplere ilgisizliğini, gelinen sonuç da düşünüldüğünde nasıl değerlendiriyorsunuz?

Müvekkilin psikolojik durumuna ilişkin hem cezaevi idaresine hem oradaki psikoloji birimine defalarca başvuru yapıldı. Gözle görülür bir destek veya önlem alınmadı.

Bu ilgisizlik, sadece bireysel bir dram değil; ceza infaz sisteminde insan hayatına verilen değere dair sorgulanması gereken bir durumdur.

'Delil bulunmasına rağmen bazı isimler hiçbir şekilde sorgulanmadı'

Bu dava kapsamında daha önce Özer’in ortaklarından olduğu belirtilen bir ismin adının dahi mahkemede alınmadığı, bu konudaki taleplerin reddedildiği belirtildi ve bunun da siyasi bağlar nedeniyle olduğu öne sürüldü. Bu konuda ne söylersiniz?

Bizim görevimiz siyasi yorum yapmak değil, hukuki gerçekleri ortaya koymaktır. Ancak şu kadarını söyleyebilirim: Dosyada birçok kişi ve kurumla ilgili delil bulunmasına rağmen, bazı isimlerin hiçbir şekilde sorgulanmamış olması kamu vicdanında da ciddi soru işaretleri yaratmıştır. Bu durumun nedenlerini biz değil, soruşturmayı yürüten makamların açıklaması gerekir.

Bizim tek beklentimiz, herkes için geçerli olan adalet ilkelerinin uygulanmasıydı. Bu beklenti ne yazık ki karşılanmadı. Faruk Fatih Özer’in yaşadıkları, bu ülkede adil yargılanma hakkının ne kadar kırılgan olduğunu bir kez daha göstermiştir. Bu aşamada bir hukukçu olarak değil artık bir insan olarak tek temennim en azından kardeşler açısından adil yargılamanın sağlanması ve beş yıla yakın bunca tutukluluktan sonra evlerine acılı anne babalarına dönmelerinin sağlanmasıdır. 

***

Hakkında önemli iddialar ortaya çıktı: Gözaltına alınan Süper Lig kulübü başkanı Murat Özkaya kimdir?

Murat Özkaya, Turgay Ciner ve 'Alo Fatih' yani Mehmet Fatih Saraç bugün yapılan futbolda bahis operasyonun öne çıkan aktörleri oldu. İlgili isimlerin yükseliş hikayesi ve iktidarla aralarındaki bağ ortada. Ancak asıl gündemin futbolda temizlik olduğu iddiası hâlâ oldukça şüpheli.

                                                   Murat Özkaya

Futbolda uzun süredir beklenen ve adeta davul zurnayla ilan edilen bahis operasyonunda ilk adım bugün atıldı. 17 hakemin yanı sıra bir Süper Lig Kulüp Başkanı gözaltına alındı. Bu gözaltı dışında bir Süper Lig kulübünün sahibi ve başkanlığını yapan isim hakkında da gözaltı kararı çıktı.

Gözaltına alınan Süper Lig Başkanı Murat Özkaya, Eyüpspor’un başkanlığını yapıyor.

Hakkında gözaltı kararı verilen bir diğer kulüp sahibi Turgay Ciner, aynı kulübün başkanı ise Fatih Saraç’tı. Bu iki isim de kayyım atanan Süper Lig kulübü Kasımpaşa’yla bağlantılı.

Kasımpaşa ve Ciner’e geleceğiz ama önce Murat Özkaya.

Hakkında en bilinen şey otomotiv sektöründeki patronlardan biri olması.

Özkaya buradaki faaliyetleri üzerinden bir devlet bankasıyla, Ziraat Bankası ile kurduğu ilginç bağlarla gündeme gelmişti.

Gazeteci Murat Ağırel, Özkaya’nın Ziraat Bankası ile kurduğu ilişkileri Cumhuriyet gazetesinde köşesine taşımış, şu ifadeleri kullanmıştı:

“Günlük oto kiralama yapan Central Oto 2001 yılında Efrayim Kebudi ailesinin kurduğu Escar’a bağlıydı. 2018 Nisan’da MTL Oto’ya (Metal oto) satıldı. Metal Oto’nun sahibi Murat Özkaya. 2019 yılında ise Central Oto’nun yüzde 99’unu Ziraat Bankası satın aldı. Central Oto’nun yüzde 1’i Murat Özkaya’nın kalmıştı.

Bu satın alımdan sonra Ziraat Bankası’nın yani devletin olan Central Oto’nun Yönetim Kurulu Başkanlığı’na yüzde 1 hisse sahibi olan Murat Özkaya getirilmişti. Murat Özkaya’nın başında olduğu Central Oto Yönetim Kurulu, kamu bankalarından 500 milyon TL kredi çekmişti, öncesinde ise toplam 250 milyon TL Ziraat Bankası’ndan avans almıştı.

Tam bunlar yaşanırken Ziraat Bankası’nın o dönemki Genel Müdürü Hüseyin Aydın’ın oğlu Harun Can Aydın, 16 Nisan 2018’de Otopia Otomotiv Filo adında bir araç kiralama şirketi kurmuştu.

Ziraat Bankası Genel Müdürü’nün oğlu Harun Can Aydın, kendi Otopia şirketi adına, Murat Özkaya’ya sınırsız nitelikte vekalet vermişti.”

Bu iddiaların devamı da geldi. Önce Ziraat Bankası Özkaya’dan aldığı araçları Özkaya’nın diğer şirketine sattı, sonra üç ay sonra bu araçların bir bölümünü geri aldı. Ortaya doğal olarak büyük bir kamu zararı çıktı.

Söz konusu sürece dair konuşan Özkaya, Ağırel’in sorduğu sorulara o dönem şu yanıtları verdi:

“M.A: Sonra Oto Center’ı Ziraat Bankasına sattınız. Kaça sattınız?
M.Ö: Evet Ziraat Bankası’nın firmasına sattım. Para almadım bedava verdim. Sadece firmayı işletip büyütüp sonrasında satacaktık ve satıldığında yüzde 33 alacaktım. Anlaşma buydu. Yönetimde iki Ziraat Bankası yetkilisi ve bir de ben vardım.

M.A: Şirketi Ziraat aldı sonra neler oldu?
M.Ö: Firmayı alınca Ziraat 250 milyon TL yatırdı. Başka bankalardan da araç alımı için 550 milyon TL kredi çıkarıldı. Piyasası çok sıkıntılıydı. Araç yok piyasada. Araç alacağız ancak tedarik edemiyoruz. Oto Center’a benim diğer şirketim olan Metal Oto’dan 10 Bin adet araç sattım.

M.A: Yani kendi şirketinizden Genel Müdürü olduğunuz şirkete araç sattınız doğru mu?
M.Ö: Evet.

M.A: Peki, bu satış ne kadarlık bir satıştı. Ne kadar kâr yaptınız?
M.Ö: Bakın Murat Bey. Bu işlemleri yaparken Metal Oto’nun 3 yıl vadeli 950 Milyon TL kredi borcu vardı. Dolar ise 4 TL idi o dönem. Ben araçları kasko bedelinin biraz altında bankaya sattım. Yani piyasadaki yüksek rakamları uygulamadım. Şayet araçlarımı satmasaydım 140 milyon dolar param olacaktı ve döviz kuru da malumunuz. Sonucunda 500 Milyon dolara kadar çıkacak bir gelirden oldum. Devlet para kazansın diye sattım.”

Öte yandan hakkında alt liglerdeki Pendikspor ve Tuzlaspor’daki oyuncu transferlerine ilişkin de şaibe iddialarının gündeme geldiği hatırlatılan Özkaya bu iddiaları da reddetti. Oyunculara araç vermesini de bir ticari adım ve kulüp işleyişiyle açıklıyordu Özkaya.

Özkaya, aynı zamanda Galatasaray’ın kongre üyesi olmasına ilişkin de kendisine yöneltilen soruya şu yanıtı veriyordu:"Evet ben Galatasaray Kongre üyesiyim. Göksel Gümüşdağ, İlhan Cavcav, Faruk Koca gibi ben de bir kulüp başkanıyım ve aynı zamanda Galatasaray Kulübünün kongre üyesiyim.”

Hangi şike iddiaları gündeme gelmişti?

Murat Özkaya’nın adı, daha önce yine Murat Ağırel’in yazılarında iki ayrı şike iddiasıyla gündeme gelmişti.

Bunları Ağırel’in yazılarından aktarıyoruz:

“Gençlerbirliği kalecisi Nurullah Aslan adına Eyüpsporlu yöneticilere '500 bin TL verin maçı organize edelim' diyorlar. Eyüpspor yöneticileri durumu başkan Murat Özkaya’ya bildiriyor. Murat Özkaya hemen Gençlerbirliği yönetimini arayıp durumu bildiriyor ve 'Maça çıkarmayın' diyor. Kaleci maça çıkmıyor.

***
Altınordu-Eyüp spor maçı da var. Altınordu’da oynadığını iddia eden iki kişi (AltınorduKulübü gözbebeğimizdir. Bu iki kişinin yaptığı, kulübe mal edilmemeli) yabancı numaradan Eyüpspor başkanına mesaj atıyor. 'Başkanım biz iki kişi ilk on birde maça çıkıyoruz. Bu sezon Süper Lig’i en çok siz hak ettiniz' diyor. Başkan 'İsminiz ne çocuklar' diye soruyor. Futbolcular, 'Bizim için lig bitti sayılır. Başkanım, isim tehlikeli olur bizim için. Bu maç sizin için bir şeyler yapmak istiyoruz. İster misinizdiye yazıyor. Devam ediyorlar 'Maçı istediğiniz şekilde bitirmenizi sağlarız. Kişi başı 100 bin başkanım' diye bitiriyorlar.

Başkan hemen kulübün yetkililerini arıyor ve durumu bildiriyor. 

Telefon numarası da açık. Numara Gürcistan numarası. Ben de mesajlaşmalar var.”

Saraç’ı ve Ciner’i nereden biliyoruz?

Murat Özkaya gündeminde ortaya çıkan bilgiler şimdilik bunlar.

Ancak Ciner ve Saraç kamuoyunda çok daha yakından bilinen iki isim.

Ciner, AKP iktidarıyla çok güçlü ilişkileri olan, AKP’li yıllarda büyük servet biriktiren isimlerden biri.

AKP içindeki son kavganın adreslerinden biri olan Can Holding davası kapsamında hedef olan Ciner, yurtdışında olmasıyla tutuklanmaktan kurtulmuştu.

Ciner kurtulsa da oğlu tutuklanmış, Koç Ailesi’nin önemli isimlerinde Ali Koç bu tutuklamaya tepki göstererek Ciner’in oğlunu cezaevinde ziyaret etmişti.

Fatih Saraç ise Ciner’in “çalışanlarından” biri.

Ciner’in Habertürk’ün sahibi olduğu yıllarda Saraç bizzat Erdoğan tarafından aranmış ve yayınlarına müdahale edilmişti. Bu görüşmelerin kayıtları sızdırılınca da Saraç’ın adı “Alo Fatih” olarak kalmıştı.

AKP ile yıllarca bu kadar güçlü bağlar kuran böylesi bir ikili, AKP içi bir kavganın sonucu olarak hedefe konulmuş oldu.

Saraç, Can Holding davasında gözaltına alınıp serbest kalsa da, bunu şimdi de bahis gündemi takip etmiş görünüyor.

Peki, Kasımpaşa’ya dair nasıl bir bahis iddiası gündeme gelmişti.

Ortaya daha önce çıkan iddia, yine Murat Ağırel’e ait:

"Kasımpaşa-Samsunspor maçında, bir bahis sitesinde bir kullanıcı "Kasımpaşa ilk yarıyı önde kapatır ama maçı Samsunspor kazanır" bahsini yapmış. Oranı 34.50 olan bu bahse tam 50 bin Türk Lirası yatırmış ve tam tamına 1 milyon 725 bin TL kazanmış. Üstelik aynı kuponu 238 kişi daha oynamış! Bu bahsi oynayan kişinin önceki yaptığı bahislere baktım. Bu kadar yüksek oranlı bir tek bahis oynamış. Diğer tüm bahisleri 1.50-1.98 oranında. Siz olsanız sürekli 1.50 oranlarla oynayıp birden 34.50 orana 50 bin lira basar mısınız? Bu eşyanın tabiatına aykırı değil mi? Bu tür bir kuponun bu kadar yüksek miktarlarda oynanması ve birden fazla kişi tarafından aynı kuponun tercih edilmesi sizce de garip değil mi?"

Neler oluyor?

soL'da ısrarla vurguladık. Ortada Türk futbolunu bahisten temizlemeye dönük bir operasyondan söz etmek mümkün değil.

Sadece TFF'nin iki eski başkanının yaptığı anlaşma dahi AKP bağlantılı isimlerin futbolda bahise nasıl yer açtığını oldukça net bir şekilde ortaya koyuyor.

Üstelik yapılan bu operasyonların ana gündemini hâlâ "yasal bahis" gündemi oluşturuyor. Bunun da altının günden güne nasıl boşaltıldığına hep birlikte şahitlik ediyoruz.

Öte yandan yasadışı bahis ve futbol arasındaki bağlantının üzerine gidilip gidilmeyeceği, gidilirse hangi isimlerin hedef alınacağı çok daha kritik bir başlık olarak öne çıkıyor.

Çünkü Kıbrıs, Gürcistan, Karabağ ve Bulgaristan merkezli olduğu belirtilen Türkiye'deki yasadışı bahisin hem siyasi hem de patron ve mafya ayağı Türkiye'de birçok isme uzanma ihtimalini barındırıyor. Buraya bütünüyle dokunulması olanaksız. Ancak burada asıl beklenti pasta kavgasına ilişkin. Ortada 50 milyar doları bulan bir sektör var ve bu paranın akacağı kanalın yönünü belirlemek önümüzdeki dönemin asli konularından biri olacak gibi görünüyor.

Tüm bunlardan geriye futbolda temizlik namına hiçbir şey kalmayacağını ise şimdiden not etmek gerekiyor.

***

Gebze'de oklar metroyu işaret ediyor: Çökme olan bölgede düzenli ölçüm yapılmadı mı?-Aslı İnanmışık-

Gebze'de yıkılıp 4 kişinin ölümüne sebep olan apartmanın altında çökme yaşandığı kesinleşti. Ancak çökmenin sebebi metro mu, bununla ilgili çalışmalar sürüyor. Bir yandan ortaya çıkan yeni bilgilerse ihmal iddialarını güçlendiriyor.

Kocaeli Gebze’de 29 Ekim sabahı yıkılan Arslan Apartmanı’nda enkaz altında kalan Levent Bilir, Emine Bilir, çocukları 12 yaşındaki Emir ile 14 yaşındaki Nisa yaşamını yitirdi. 

18 yaşındaki Dilara Bilir saatler sonra enkazdan sağ olarak kurtarıldı.

Çökmenin ardından gözler metro inşaatına çevrildi.

Çünkü binada yaşayanlar çatlakları ve kaymayı ihbar etmiş, şu anda tahliye edilen yan bina ise CİMER'e şikayette dahi bulunmuştu.

Olayın üstüne gidince öğrendik ki, metro inşaatı binanın tam 20 metre altına kadar girmişti.

Bakan Yardımcısı kabul etti, suçlu çöken zemin

İnşaatı yürüten Ulaştırma ve Altyapı Bakanı Abdulkadir Uraloğlu günlerce sessiz kaldı, ilk açıklamasında da önce gazetecileri hedef aldı, sonra dere yatağına ve yeraltı sularına dikkatleri çekmeye çalıştı. Çalışmaların sürdüğünü, çökmenin sebebin bilinmediğini duyururken hangi teknik verilere dayanarak söyledi bilemiyoruz, "Metroda deformasyon yok" dedi.

Öte yandan dün bölgede konuşan Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakan Yardımcısı Ömer Bulut, binanın, zemindeki çökme sebebiyle yıkıldığını kabul etti. 

Yapının hasarına baktığımız zaman zaten zemininde göçme meydana geldiğini, dolayısıyla binanın zeminine bağlı olarak yıkımın gerçekleştiğini görüyoruz. Bina yapı denetimi almış. Dolayısıyla bu binanın zarar görmesinde zemin önemli bir etken olmuş.

Bakan Yardımcısı Bulut, Fotoğraf: Anadolu Ajansı

Fiziksel olarak hasar yok dedi ama...

Üst yapıda 1200’e yakın binayı incelediklerini, bunlardan sadece yıkılan binanın hemen bitişiğinde olan binada ağır hasar söz konusu olduğunu, onun dışındaki binalarda fiziksel olarak bir hasarın olmadığının tespit edildiğini söyledi. Arkasından tahliye edilen 21 binada karot alma işlemler başladığı ifade edilirken "inceleme sonrası riskli çıkmaları halinde binaların dönüşüme tabi tutulması gerektiği" açıklamasıysa kafaları karıştırdı.

Henüz çalışmalarla ilgili bir açıklama paylaşılmadı.

Ancak ortaya çıkmaya devam eden bilgilerden anlıyoruz ki, yine göz göre göre gelen ölümler ve ihmaller söz konusu.

Yıllardır bitmeyen inşaat, sıkıntılı ihale süreci 

Metro çalışmalarıyla ilgili neler biliyoruz, sıkıntılar ne toparlayalım.

Gebze-Darıca metro projesine 2018 yılında başlandı.

Toplam 15,4 kilometrelik çok da uzun olmayan, 11 duraklı bir proje. Gebze merkezde çeşitli bölgelerden geçen metro hattı E5 karayolunu dik keserek Organize Sanayi Bölgesi'ne ulaşıyor.

2018'den itibaren yavaş yavaş duraklar yapılmaya başlansa da proje bir türlü tamamlanabilmiş değil. Önce büyükşehir belediyenin yürüttüğü, proje Ulaştırma Bakanlığı'na devrediliyor. Sorumlu firma Eze İnşaat. Şirketin yükseliş hikayesini ve haklarındaki iddiaları daha önce anlatmıştık.

Projenin zamanında tamamlanmaması konunun Meclis'e taşınmasına, yüklenici firmaya gözlerin çevrilmesine neden olmuş. İhale süreciyle ilgili usulsüzlükler de cabası.

Metro hattı pek çok mahalleden geçiyor.

Metro inşaatıyla şikayetler başlıyor

Bölgenin yapı stoku eski. Pek çok bina 1999 öncesi yapılmış ve deprem geçirmiş. Ve bazı bölgelerde zeminin kayalık yapısı gereği tünel açılması için dinamitlerle patlatmalar yapılıyor. Hatta patlatma kaynaklı ufak çaplı yaralananlar dahi oluyor.

Kontrolsüz yapılan patlatmalar, bölgede yaşayanlara önceden haber verilmemesi gibi ihmaller, eski yapı stokuyla birleşince binalar zarar görmeye başlıyor. Bina sahipleri ve esnaflar daha önce de durumdan şikayetçi oluyor. Temelde oturma, çatlak gibi şikayetler CİMER'e de yansıyor. 

Şikayetler artmaya başlayınca bölgede zemin etütlerinin yeterli sıklıkta yapılmadığına ilişkin soru işaretleri de akla geliyor.

Tam da bu noktada Makine Mühendisleri Odası (MMO) Gebze şubesi 2024 yılı Temmuz ayında 6 soruluk bir açıklama yaparak ihale bedeline, projenin zamanında neden teslim edilemediğine, o dönemde hangi aşamada olduğuna, tünel açma noktalarında zarar gören binalar olup olmadığına ilişkin bazı sorular yöneltiyor. 

Ancak odaya metrodan, belediyeden ya da diğer yetkililerden bir yanıt da gelmiyor.

Yalnızca, 6 milime kadar olan çatlakların normal sayılabileceği söyleniyor. Öte yandan çöken binanın bulunduğu ya da şikayet gelen yerlerdeki çatlakların daha geniş olduğu görülüyor.

Yıkılan Arslan Apartmanı'ndaki çatlakların bir parmak girebilecek genişlikte olduğunu, zeminde özellikle bir gün önce gözle görülebilir çökmeler yaşandığını, kolonlarının hasar aldığını zaten biliyoruz. 

Binanın tam altından ve sadece 20 metre mesafeden tünel hattı geçtiğini de biliyoruz.

Bölgede şu anki en büyük sorun daha önce yapılan çalışmaların diğer binaların altında çukurlaşmaya neden olup olmadığının bilinmemesi. Bunun belirlenmesi için yapılan çalışmalar sürüyor.

'Hesaplananın ötesinde zarar vermiş'

Bakanlık ve belediye yetkilileri oradaki çalışmaları 2 yıl önce tamamladığını söyleyerek kendilerini aklamaya çalışsa da MMO Gebze Temsilcisi Tanfer Yeşiltepe zeminde zarar gören bölgenin daha önce gerçekleşmiş olabileceği ihtimalinin de akılda tutulması gerektiğini belirtiyor.

Olağan şüphelinin metro çalışması olduğunu söyleyen ve bölgedeki şikayetlere işaret eden Yeşiltepe de "Demek ki bu metro çalışmaları binalara tolere edilebilir hesapların ötesinde zarar vermeye başlamış" diyor.

Çökme yaşanan Akse Sapağı bölgesi, Fotoğraf: Anadolu Ajansı

'Aynı bölgede daha önce de zemin çökmesi yaşandı'

Yeşiltepe aynı bölgede 2021 yılında da bir çökme yaşandığını hatırlatıyor.

Çökme yaşanan Akse Sapağı kısa süreliğine trafiğe de kapatılıyor fakat tekrar hem metro çalışmaları devam ediyor, hem de bölgede ne kadar inceleme yapıldığı belirsiz.

Tanfer Yeşiltepe çöken binanın olduğu bölgede yürüyen çalışmalara ilişkin de bilgiler vererek enkazın temel kısmında henüz çalışma yapılmadığını, bu durumda bina altındaki çukurun tam büyüklüğünün temelde yapılacak inceleme ile anlaşılabileceğini ifade ediyor.

Başka bölgelerdeki tahliyeler ne anlama geliyor?

Metro inşaatının hat boyunca başka bölgelerde de genel bir sorun yaratıp yaratmadığı konusu da tartışmalı.

4 Kasım'da İstasyon Mahallesi'nde de 42 kişinin yaşadığı 3 bina sessiz sedasız tahliye edildi. Basına pek yansımayan ve Şehit Mücahit Okur Caddesi'nde yer alan binalarda 13 daire ve 3 işyeri bulunuyor. 

3 Kasım'da da Darıca ilçesi Fevzi Çakmak Mahallesi Kosova Sokak kolonlarında çatlaklar oluşan 4 daireli 3 katlı bir apartman tahliye edilmişti. Çöken Arslan Apartmanı Mevlana Mahallesi'ndeydi. Dolayısıyla hat boyunca ikamet eden vatandaşlar, dükkanı olan esnaf panik halde.

İstasyon Mahallesi'nde önceki gün tahliye edilen bina, Fotoğraf: Anadolu Ajansı

Öte yandan Tanfer Yeşiltepe çökme sonucu bölgede yaşayanların binalarını kontrol etmesiyle böyle bir tablonun açığa çıkmış olabileceğine dikkat çekiyor ve ekliyor: "Kosova Sokak'taki binanın tahliyesi, demirin paslanması ve artık kolonlarının yük taşıyamaz hale gelmesinden kaynaklı." Ancak yine de bölgede detaylı incelemelerin gerekli olduğunun da altını çiziyor:

Madem bir olağan şüphelimiz var, olabildiğince metroya yakın noktalardaki binalar kontrol edilsin, zemin incelensin. Çatlaklar eski olsa da yine daha önceki metro çalışmalarından kaynaklanmış olma ihtimali de var ayrıca, bunu henüz bilemiyoruz.

'Çöken bölgede teknik ölçümler 2 yıl boyunca yapılmadı' iddiası

Peki metro çalışması bölgede yeterli ölçüm yapıyor muydu?

Yeşiltepe'den öğrendiğimize göre, metro çalışmasının hat boyunca proje devam ederken sürekli kontrol etmesi gereken ölçümler var.

Binaların dış cephesinde eğilme-yatma var mı, zemin kaynaklı bir sorun var mı gibi soruların cevaplarını almak için cihazlarla ölçüm yapılması gerekiyor. 2 yıl öncesine kadar bu ölçümlerin günlük olarak yapıldığını öğreniyoruz.

Öte yandan yıkılan binanın da bulunduğu Mevlana Mahallesi'nde bu kontrollerin son 2 yıl boyunca gerçekleştirilmediği iddia ediliyor!

İnşaatın binalara zarar verip vermeme ihtimalini önceden gösterecek asıl çalışma da bu.

Dolayısıyla bu kontroller gerçekten yapılmadıysa bu da çok büyük bir ihmal.

'Çökme riski var mıydı, varsa dolgu yapıldı mı bilmiyoruz'

Peki sorun metro inşaatı çıkarsa ne olacak?

Bölgede şu anda aslında zeminin röntgeni çekiliyor.

Eğer çöken binadakine benzer bir toprak boşalması, zemin göçmesi olduğunu düşünülürse buna ilişkin önlemler alınacak. Tanfer Yeşiltepe bilimsel yöntemlerle atılabilecek adımlar olduğunu, düzeltme yapılabileceğini söylüyor. "Zemin iyileştirme enjeksiyonu" yapılarak boşluklu alanların doldurulabileceğini, böyle bir durumda hasar gören binalarla ilgili karar verilmesi gerektiğini belirtiyor ve soruyor:

Normalde de metro kazılarında çökmelerle karşılaşabiliyoruz. Böyle durumlarda zemin iyileştirilmesi yapılıyor. Bu alanda da böyle bir risk vardı da enjeksiyon mu yapılmadı, bunları henüz bilmiyoruz.

Gebze'de çöken apartman ve tahliye edilen binaların bulunduğu bölgede cihazlarla ölçümler yapılıyor, Fotoğraf: Anadolu Ajansı

'Binaların olduğu bölgede kamulaştırma yapılsın' raporuna uyulmadı mı?

DEM Parti Kocaeli Milletvekili Ömer Faruk Gergerlioğlu'nun dün bölgeyle ilgili gündeme getirdiği iddia da çok çarpıcı.

Buna göre 2017'de, tam da çökmenin olduğu bölgeyle ilgili bir rapor hazırlanmış. "Akse Sapağı İstasyonu Kazı İksa Raporu" isimli bu raporda “Kamulaştırma yapın, metro inşaatı sırasındaki zemin ve yapılardaki hareketleri takip edin” uyarısı yapıldığını vurgulayan Gergerlioğlu, Ulaştırma Bakanı'na şu soruları soruyor:

Akse Sapağı İstasyonu Kazı İksa Raporu’na göre bu istasyonunun çevresindeki binaların kamulaştırılması gerektiği halde neden kamulaştırılmadı? İnşaat nedeniyle oluşacak yer değiştirme hareketlerini izlemek için uygun bir enstrümentasyon sistemi kuruldu mu? Mayıs 2025’te CİMER üzerine yapılan başvuru üzerine bölgede hangi incelemeler yapıldı? Ne tür bulgulara ulaşıldı? Bölgedeki binalarda yaşanan çatlakları bilmenize rağmen neden tedbir almadınız?

 ***

Kehribar taşı yüzüklüler Papa ve Patriği kınayabilir mi?-Tevfik Taş-

Kehribar taşı yüzüklü “kanaat önderi” soytarıların “emperyalizm” kavramını ağızlarına alamazlar. Çünkü kendilerinin savundukları siyasetin emperyalizmin maşası ve iş birlikçisi olduklarını anlamalarını beklemek yararsız bir beklenti olacaktır.

Mistik objeler listesinde yüzüğün özel bir yeri var. Bir aksesuar nesnesi olmanın ötesinde simgesel değeri de olan yüzük, her niyete göre yenilen muz misali, şekilden şekle sokularak, sahip olunmak istenen amaca uygun bir algı nesnesi olarak kullanılır. Bazı durumlarda yüzük, yüzüğü takan kişinin estetik anlayışını ve dünya görüşünü ifade etmekten öte anlamlarla da yüklenir. Örnek olsun: Fantastik edebiyatın popüler eserleri arasında sayılan J.R.R.Tolkien’ın Yüzüklerin Efendisi eserinde Gandalf’ın, Bilbo’nun ya da Frodo’nun taktıkları yüzükler birbirinden bambaşka anlam ve simgelere sahiptirler. Yüzükler, onu takan kişilerin kişilik ve yönelimlerini dışa vurmaktan öte, doğrudan kişilerin anlam dünyalarını belirler, onlara hükmeder. Kişi, yüzüğü takmamış, yüzük kişiyi esir almıştır adeta. Bir tür gerçeğin imajının, gerçeğin kendisini belirleme hali.

Fantastik edebiyatın kafkaesk figürlerinin en az on kat daha fantastik olanları arasında açık ara önde yer tutan Türkiye sağının kanaat önderi etiketli figürlerinin parmaklarına iliştirdikleri kehribar taşlı yüzüklerini anmadan geçmek olmaz. Muhtelif boyutlarda üretilmiş bu kehribar taşlı yüzük müdavimleri, ekranlarda izleyicinin gözüne sokarcasına salladıkları ellerinde, hamasi söz söyleme zanaatının bilumum örneklerini veriyorlar. Yer yer ekranın önündeki kimi kroki ve haritalara yönelerek, at nalı büyüklüğüne yaklaşmış kehribar taşlı yüzüklü ellerine aldıkları vileda sopalarıyla kamuoyuna fevkalade mühim sırların izahını yapmaktadırlar. Kehribar taşlı yüzük sahibi kanaat önderi kılıklı sağcılara göre Vatikan ve Fener Patrikliği kocaman sırlara sahiptirler. Normal bir ölümlünün bu sırlara ulaşması neredeyse imkansızdır. Ama şükür ki kehribar taşlı yüzük sahibi Türk sağcıları vardır da tüm bu sıraları deşifre ederler!

Marx, Yahudi Sorunu adlı eserinde Yahudi’nin sırrının onun dininde değil, gündelik hayatında aranmasını salık vermişti. Yahudi denilen kişi ne yer ne içer? Hayatını nasıl kazanır? Mülksüz müdür, mülk sahibi midir? Tabii bu yalın ama gerçek sorulara yanıt aramanın sözü geçen kehribar taşlı yüzük sahibi “kanaat önderler”i açısından hiçbir önemi yoktur. İnsanlar arasındaki ilişkiler dinsel aidiyet kavram setlerine göre oluşturulmuştur ve milletler de bu din savaşlarının piyadeleridirler.

Yerleşik düzenin ilahlarına tapan kehribar taşı yüzüklü yalaka zevata göre, Papa XIV. Leo ve Patrik Bartholomeos’un üzerinde anlaştıkları 1700 yıl kadar geçmişe götürülebilecek projeye göre, Türkiye’nin Hristiyanlaştırılması için son derece sinsi bir plan hayata geçirilecektir. Okul Sıkıntısı romanında Daniel Pennac, “Tanrıyı güldürmek istiyorsanız ona projelerinizden bahsedin” diye yazar. Yerleşik düzen ilahlarına tapan bu zavallı kehribar taşı yüzüklüler kendi tanrılarını bile bırakın güldürmeyi kahkahaya boğacak kadar ayarsız bir hayal gücüne sahip olduklarını göstermekten geri kalmıyorlar. 

Yalan söylemenin, cinsiyetçiliğin, şovenizmin ödüllendirildiği bir egemen medya atmosferinde kehribar taşlı yüzüklüler halkımıza yol gösterebileceklerini pervasızca iddia edebilmektedirler. Kendi işgalciliklerini kutsayan bu ‘ilim adamı’ sıfatlı medya maymunlarına göre, emperyalizm Türkiye’yi Hristiyanlaştırmak istemektedir. Emperyalizm diye kınadıkları belirsiz tanım ise, kendilerinin de üyesi oldukları ve üyesi olarak kalmayı şiddetle savundukları başını ABD’nin çektiği kapitalist dünya düzeni! Hamaset mizansenlerinde pek yetenekli bu kehribar taşı yüzüklü düzen soytarılarına göre, Hristiyanlık emperyalist siyasette alet edilen bir dindir. Daha da önemlisi, Hristiyanlık ya da Yahudilik emperyalizmin kendisidir! Ancak bu, İslam için söz konusu olamaz. Hristiyanlık emperyalizmle özdeşleşmiştir adeta. Ama İslam fetihçiliği için böyle bir şey söylenemez, bu bakış açısına göre.

papaPapa XIV. Leo

Din-siyaset ilişkisinde atla arabanın yeri

Kehribar taşı yüzüklü zevatın gerçekçi bir tarafı da yok değildir. En azından tersten kurulan denkleme göre bir gerçekçiliklerinin var olduğu varsayılabilir. Siyaset-din ilişkisinde, dinin belirleyiciliğini başa yazarlar. Ancak şu ya da bu dinin kendi içinden türeyen ayrılık ve ayrışmaları anlamlandırma başlığında bu şablon işe yaramaz. Ama nafile! Çünkü bu çerçeve içinde kalma konusunda da sistematik bir tutarlılıkları söz konusu olmaz. Din, siyasetin kendisidir, bu bakış açısına göre.  Ama aynı zamanda her şey ekonomik fayda esasına dayanır. Burada bir çelişki aramayın, çünkü çelişki bu siyasal elitlerin fıtratıdır! Yine de yer yer dinin siyasetin araçlarından biri olduğu gerçeğini kabul etmeleri sözü geçen toplam açısından yabana atılmamalıdır. Ama dinin hangi siyasetin aracı olduğu konusunda verecekleri yanıt istisnasız egemen sınıflar lehine olacaktır. Sınıflar üstü bir “biz” varızdır ve kutlu amaçlar için fethe çıkarız!

Kehribar taşı yüzüklü teopolitikçilere göre, Kasım sonunda İznik’e gelecek olan Papa’nın özel planlamaları için hazırlanan ayine karşı bir şeyler yapılmalıdır. Tabii, AKP hükümeti her şeye hakimdir, kaygıya yer yoktur. Olsun, yine de hatırlatmak isterler. Devlet büyüklerinden alacakları bir aferin de bir aferindir!

patrikPatrik Bartholomeos

Papa ziyareti Katolik-Ortodoks ayrışmasına son verebilir mi?

Hristiyanlık içi 1054 Büyük Ayrışması’nın Papa’nın ay sonu gerçekleştireceği İznik ziyareti ile aşılacağına dair en küçük bir emare bulunmamaktadır. Belki bu yolda küçük bir taş deşenmiş olabilir. En azından Hristiyanlığın iki büyük kilisesinin muradı bu yönde olabilir. Ancak sözü geçen ayrışma dinsel kaynaklı olmadığı gibi, iyi niyet temennileri ve birkaç ortak dua seremonisi ile de aşılacak değildir. Zira Roma İmparatorluğu’nu Batı ve Doğu olarak ayıran iktisadi-siyasi parametreler dönemin egemen ideolojisini temsilen din görünümü üzerinden kendisini ifade etmişti. Ayrışmanın teolojik kılıfı uydurulabilse dahi sözü geçen ayrışmaya zemin sağlayan zemin buharlaşalı çok oldu. Kiliselerin Aydınlanma ve Bolşevizm düşmanlığı bile ayrışmaya son vermeye yetmemişti.

1917’de Rusya’da Ekim Devrimi Bolşevikler tarafından gerçekleştirildiğinde Vatikan büyük bir mutlulukla karşılamıştı bu gelişmeyi. Çarlığın elinde devlet kilisesine indirgenmiş bir kilise vardı ve Katolikler’den nefret ediliyordu. Sezaropapizm’den kurtulmuş olmanın sevinci komünistlere sempati ile bakılmasına yol açmadı tabii. Dönemin Papa’sı XV. Benedikt, Bolşeviklerin iktidarda “geçici” olduklarına inanıyordu. Umdukları gibi olmayınca, Bolşevik iktidarı resmi olarak tanımak için de gerekli adımları attılar. Rivayete göre, dönemin Papa’sı XV. Benedikt’in ölüm döşeğinde heyecanlandıran şey, Ortodoksluğun yeniden Katolikliğe bağlanacağı umudu imiş. 

Bugün açısından Hristiyanlığın iki büyük mezhebinin iki ayrı din haline gelmiş yapısı birleşmeye olanak sağlamayacağı gibi, murad edilen de bu değil. İki kilisenin yakınlaşmasını en çok isteyen güç ABD ve Avrupa Birliği’dir. 

Papa ziyareti, kehribar taşı yüzüklü medya şaklabanlarının iddia ettiği üzere İslam’a karşı Hristiyanlığın Haçlı Seferi değildir. ABD’nin kaptanlığında kurulan bölgesel yeni normalliğin dinsel ayağının oturtulmasına dönük bir girişim olarak planlanmıştır. Bu süreçte Fener Patrikliği ’ne hacminin çok üzerinde bir rol tanımlaması yapılacaktır. Büyük ihtimalle de Heybeliada Ruhban Okulu’nun yeniden açılması için gerekli mıntıka temizliği AKP iktidarı ile kotarılacak gibi görünmektedir. Heybeliada Ruhban Okulu’na yurt dışından öğrenci kabulü, 80’ini aşmış Bartholomeos sonrası için ABD’nin istediği bir kişinin getirilmesi için de elzem olacaktır. Kehribar taşı yüzüklü “kanaat önderi” soytarıların “emperyalizm” kavramını ağızlarına alamazlar. Çünkü kendilerinin savundukları siyasetin emperyalizmin maşası ve iş birlikçisi olduklarını anlamalarını beklemek yararsız bir beklenti olacaktır. Takılsın kehribar taşı at nalı yüzükler, uzatılsın kroki üzerindeki vileda sopaları! 

/././

Olgu Ülkenciler’in son sergisi üzerine söyleşi: ‘Zamanların en iyisiydi, zamanların en kötüsüydü’-Fide Lale Durak-

“Bu çağda hem yorgunuz hem dirençliyiz; hem kırılmışız hem yeniden filizleniyoruz. Ben de bu sergide, tam da bu gerilim hattında var olan insan hâlini — karanlığın içinden sızan ışığı, umutsuzlukla birlikte yeşeren umudu — görünür kılmak istedim.“

“Zamanların en iyisiydi, zamanların en kötüsüydü; hem akıl çağıydı hem aptallık, hem inanç devriydi hem de kuşku, aydınlık mevsimiydi, karanlık mevsimiydi, hem umut baharı hem de umutsuzluk kışıydı, hem her şeyimiz vardı hem hiçbir şeyimiz yoktu, hepimiz ya doğruca cennete gidecektik ya da öteki yana…”

Olgu Ülkenciler, 7. kişisel sergisi için Charles Dickens’ın İki Şehrin Hikâyesi romanından alıntıladığı bu mısralarla, bir taraftan bize 1700’lerin son dilimindeki yol ayrımını hatırlatıyor diğer yandan bugünün çelişkilerini vurguladığı tarihsel bir bakışı hissettiriyor. 

Sanatçı sergi metninde şöyle diyor:

“Bugün de benzer bir kavşağın eşiğindeyiz; adeta aydınlık ile karanlığın çok yakında karşı karşıya geleceği büyük bir çatışmanın habercisi olan bir dönemden geçiyoruz. Bir yanda insanlık tarihinin ilerici olan büyük birikimi, düşüncenin, bilimin, eşitlik ve özgürlük arayışlarının izleri yer alıyor. Diğer yanda ise aklın yerine dogmanın, bilimin yerine hurafelerin; dayanışma ve toplumsal kurtuluşun yerine bireysel kurtuluş mitlerinin dayatıldığı bir dönem yaşanıyor.”

Ülkenciler, zamanın ruhunun imgelerini oluştururken seyirciyi de yaşadığı çağın pasif izleyicisi olmanın ötesine geçmeye, aktif özne olma yönünde harekete zorluyor.

Keyifli okumalar…

Hem izleyicileri edebi bir metinle selamlıyorsun hem de resimlerin Dickens’ın bu güçlü mısralarının imgelerine hapsolmuyor ya da yazılı bir anlatının türevini oluşturmuyor. Edebi metni, kendi sanatını güçlendiren bir unsur olarak ustalıklı bir şekilde kullanıyorsun. Biraz metin ve eserlerin arasındaki ilişkiden başlayalım. Bu başlığı sergine nasıl seçtin? Bu edebi alıntı senin için ne ifade ediyor?

Benim için kişisel sergi oluştururken önemle dikkat ettiğim hususlardan birisi de serginin başlığıdır. Serginin teması, renkleri, boyutları, kullanılan malzemesi ve başlığı; bir bütün oluşturma adına birbirini tamamlamalı, birbirine hizmet etmelidir diye düşünüyorum.

Daha önceki sergilerimde de, bugün olduğu gibi, hep içinden geçtiğim döneme bir tırnak açma ihtiyacı hissediyorum. İki Şehrin Hikâyesi’nin o giriş cümlesi, 1700’lerin son dilimine baksa da, tüm kırılma dönemlerinin özetini sunar niteliktedir. Bir devrin kapanmak üzere olduğu ama yerine neyin geleceğinin belli olmadığı bu dönemlerde, hayat bildiğimiz gibi akmamaya başlar. Netlik yoktur; çelişkiler iç içe geçer. Her şeyimiz vardır ama hiçbir şeyimiz yoktur.

Söylediğin bir şeyi tekrar etmek istiyorum: “içinden geçtiğim döneme bir tırnak açma ihtiyacı.” Bu çok kıymetli bir amaç. Peki bugün içinden geçtiğimiz dönemde hangi toplumsal veya tarihsel olaylar bu tırnak açma ihtiyacını tetikledi?

Tek bir toplumsal ya da tarihsel olaydan söz etmiyorum; ama böyle dönemlerin kendine özgü olan, tüm zeminlerin kaydığı hâli ve bunun beraberinde getirdiği, “çürüme” diye nitelendirilen o ruh ve davranış hâli beni etkiledi diyebilirim.

Yaşadığımız dönemin ruh ve davranışlarında çelişki de görüyorsun sanırım. Çünkü serginin başlığı çelişkili durumların bir arada olmasına da dikkat çekiyor. Biraz da bu çelişkilerden bahsedebilir miyiz? Hangi çelişkilerden yola çıkarak bu sergi oluştu?

Bir yanda teknolojiyle, bilgiyle, iletişimle hiç olmadığı kadar iç içeyiz. Toplumsal eşitsizlik de hiç bu kadar görünür hâle gelmemişti diye düşünüyorum Aynı anda, aklın ve bilimin yerine dogmanın; gerçeğin yerine manipülasyonun geçtiği bir dönemde yaşıyoruz.

Bir başka deyişle, umutla umutsuzluk, aydınlıkla karanlık iç içe geçmiş durumda. Toplumsal olarak büyük bir dönüşümün eşiğinde olduğumuzu hissediyorum; eski dünyanın çözüldüğü ama yenisinin henüz tam olarak kurulmadığı, ne olacağının da bilinmediği bir eşikteyiz. Bu belirsizlik hâli, üretim sürecimi de doğrudan etkiledi.

“Kuşlar”, “Portreler” ve “Solmayan Çiçekler” gibi serideki işler bu çelişkilerin izini sürüyor. Çünkü bu çağda hem yorgunuz hem dirençliyiz; hem kırılmışız hem yeniden filizleniyoruz. Ben de bu sergide, tam da bu gerilim hattında var olan insan hâlini — karanlığın içinden sızan ışığı, umutsuzlukla birlikte yeşeren umudu — görünür kılmak istedim.

Kısacası, bu sergi çağın içindeki çatışmaları sadece teşhir etmeye değil, aynı zamanda bu çatışmalar arasında hâlâ nefes alan umudu, direnci ve yeniden oluş ihtimalini aramaya çalışıyor.

Sergi metninde de karşıtlıklar arasındaki gerilimi görünür kılmaktan ve tüm mümkünlerin kıyısına geldiğimiz bu çağı anlamaktan bahsediyorsun. Dediğin gibi umut ve direnç belki de sarılmamız gereken duygular… Peki resimlerinde bu içerikle biçimin ilişkisi nasıl kuruluyor? Örneğin tuval üzerinde farklı malzemeler de kullanmışsın, bu tercihler içeriği daha güçlü yansıtmakla mı ilişkili yoksa tuvalde başka bir estetik arayışın sonuçları mı?

Hem içeriğin kendisi hem de yalnızca yeni bir estetik arayış değil; şimdiye kadar kendi resmimin serüvenini de zorlama diyebilirim. Zaman içinde ister istemez bir süre sonra kendi üretimlerinizin tekrara düşmesi söz konusu olur. Buna karşı değilim, her sanatçının yolu başka. Ama ben kendi resmimi konfor alanından çıkarmayı her zaman tercih ediyorum. Bunu başarıp başaramamak ayrı bir mesele, fakat denemenin kendisi, hatta kendi kendini zorlamak bile beni besliyor.

Farklı türde malzemelerin birbiriyle kurduğu uyum ya da uyumsuzluk; katman katman dokular ve yüzeyler hem eski işlerime bir referans hem de onlardan uzaklaşmanın bir göstergesi niteliğinde benim için.

Yine sergi metninde portrelerin için üzerimizi örtmeye çalışan katman  katman karanlığı yırtacak gücü biriktiren bakışlara odaklandığını söylüyorsun. Bu açıdan, kullandığın katmanlı dokuların karanlığın etkisini güçlendirdiğini düşünüyorum. Diğer taraftan üst üste kullanılan malzemeler inşa etme eylemini çağrıştırıyor. Bence sergide odaklandığın gizli kavramlar: “yeniden inşa” ve “insan”. Bu kavramlar sergide nasıl bir yer buluyor?

“Yeniden inşa” sadece bir yapım süreci değil; aynı zamanda bir yıkım sürecini de betimliyor. Bu anlamda, yıkımlardan korkmamak gerekiyor diye düşünüyorum. Ancak iyi yıkıcılar, iyi kurucular olabilir.

Sergideki “Kuşlar”, “Portreler” ve “Solmayan Çiçekler” gibi işlerde, insanın karanlıkla mücadelesi, yönünü kaybetmemesi ve kırılganlık içinde direnme hâli, bu yeniden inşanın merkezinde yer alıyor.

Tüm bu soyutlamalarda insan; tarihin, bilincin, umudun ve ilerici olan tüm değerlerin sorumluluğuyla, bireysel değil, toplumsal kurtuluşu arayan bir özne olarak beliriyor. Karanlığın içinde varlığını korumaya, kendini yeniden kurmaya çalışan; dolayısıyla hem bugünü hem de geleceği inşa eden bir figür olarak ortaya çıkıyor.

Son olarak izleyicilerin sergiden çıkarken aklında kalmasını istediğin en önemli duygu veya düşünce nedir?

O güne doğru giderek yaklaştık. Peki, biz hangi taraftayız? Yorgun, umutsuz, yalnız ve vazgeçmiş mi? Yoksa tüm ağır yüklerimize rağmen hâlâ inatla yönünü kaybetmeden çoğalarak uçan kuşlar mı olacağız?

Henüz sergiyi görmemiş olanlar için de duyurmuş olalım, Olgu Ülkenciler’in son sergisi “Zamanların en iyisiydi, zamanların en kötüsüydü.” Bosfor Galeri’de 29 Kasım’a kadar görülebilir.

/././

soL




Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Öne Çıkan Yayın

soL "Köşebaşı + Gündem" -8 Kasım 2025-

  Seçmeli baskı -Aydemir Güler- Gün gelir de, AKP frene basmak durumunda kalırsa, nedeni keyfi uygulamalarının demokrasiyle bağdaşmaması değ...