TİS’e yanaşmayan Betek Boya patronu işten atmalara başladı
Gebze’deki Betek Boya’da çalışan işçiler, patronun toplu sözleşme masasına oturması için eylemlerine devam ederken, Betek Boya patronu, küçülme bahanesiyle işten atmalara başladı.(https://www.evrensel.net/haber/535926)
Birleşik Metal-İş üyesi işçiler TİS görüşmelerinde MESS’in hedeflenen enflasyon üzerinden yaptığı yüzde 36.5’liz zam teklifini kabul etmedi. Bugün Hitachi Energy’de grev başladı.(https://www.evrensel.net/haber/535899)
Cengiz Holding Kaz Dağlarındaki maden faaliyeti için bir milyon ağacın kesilmesini protesto eden köylülerin ve yaşam alanı savunucularının hayatını hiçe sayarak çalışmalara devam ediyor.(https://www.evrensel.net/haber/535921/cengiz-ormani-katlederken-insan-yasamini-da-hice-sayiyor)
28 Şubat 1997’de yapılan MGK toplantısında öncelikli güvenlik sorunu olarak irtica tespit edilmişti. Bu toplantıdan sonra ordu, medya ve bürokrasi teyakkuz haline geçmiş ve Çiller-Erbakan Hükümeti devrilmişti. Çevik Bir demokrasiye balans ayarı yaptıklarını, Orgeneral Hüseyin Kıvrıkoğlu da 28 Şubat’ın 1000 yıl süreceğini söylüyordu. Generallerin yoğun medya bombardımanıyla gerçekleştirdikleri ‘postmodern darbe’si, yapanların düşündükleri gibi sürmedi ama beş yıl sonra RP’den kopanların kurduğu ve başına Tayyip Erdoğan’ın bulunduğu hükümetler dizisi için 28 Şubat, pergelin bir ayağının yerleştirildiği rövanş odağı haline geldi. 28 Şubat’ın generalleri yıllar sonra darbecilikten tutuklanarak 1000 gün hapsedildiler.
28 Şubat bugün hâlâ iktidarın yönelim ve söylemlerini düzenleyen bir referans noktası olarak yaşıyor, yaşatılıyor. 27 yıl önce gerçekleşen bu askeri-siyasi olaya göndermeler yapılarak milli güvenlik öncelikleri belirleniyor ve buna göre toplumsal ve siyasal ilişkiler dizayn ediliyor.
Erdoğan geçen hafta Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından düzenlenen 7. Din Şûrasında yaptığı konuşmada televizyon dizilerini eleştirerek “Tek tük istisnai örneklerden bütün dindarlara hakaret edilmekte, vakıflar, dernekler, tarikatlar linç edilmekte, din ve dindarlar yıpratılmaktadır. Sarıklı, sakallı, başörtülü, çarşaflı, cübbeli vatandaşlarımıza ahlaksızca saldırılmakta, itibar suikastları düzenlenmektedir. 28 Şubat dönemindeki gibi belli toplumlarımız adeta öcü gibi gösterilmekte, tahrik edilmektedir. Buna sessiz kalmamız mümkün değildir” diye konuştu. Bu konuşmanın ardından RTÜK kanallara ceza yağdırdı.
***
Erdoğan her zaman milli değerlere saldıran kesimler tarif etmiştir. Devralınmış 28 Şubat üslubu bir dizi konum ve durumun milli güvenlik kalemi olarak sınıflandırılmasında da bolca kullanıldı. “Mustafa Kemal’in askerleriyiz” sloganı atan teğmenlerin eyleminde ordu içindeki darbeci eğilimleri, Kürt siyasi hareketinde bölücülüğü, LGBT’de aile yıkıcılığını, laiklikte din düşmanlığını, İsrail’e ticaret yapılıyor diyenlerde vatan millet düşmanlığı gören iktidar aklı şimdi yine bir seferberlik halinde ve halkı da kendi açtığı cephelere dahil olmaya davet ediyor.
Ne var ki sürekli düşman üretim ve icadı sırf politik hedeflerle, oy kaynaklarının teminiyle sınırlı bir amaç taşımaz. Maddi kaynakların, hazinedeki birikimin, toplumun ortak zenginliklerinin kimlere doğru akacağının, kimlerin dünya nimetlerinden yararlanacağının da kapalı zarf ihaleyle tayininde elverişli bir yöntemdir bu. Yandaş sermayeye akan teşvikleri, özelleştirilen kurumların kime devredildiğini, devlet sermayesinin hangi ihalelerle dağıtıldığını; böylece hep kazanan kesimleri hep kaybeden emekçilerin gözünden saklar. Milli güvenlik sorunu diye adlandırılan şey de, bu bölüşüm sisteminin bekasını tehdit eden karşı çıkışların bertaraf edilmesi sorunudur esas olarak.
Belediyelerin açtığı kreşleri diline dolayan iktidar Menzil tarikatının açtığı, reklam görsellerinde küçük kız çocuklarının başörtülü gösterildiği sıbyan okullarına izin vermiştir örneğin. Çünkü tarikatlar iç cephenin ‘muhtaç olduğu kan’ı biteviye pompalamak üzere ağacı yaşken eğmekle görevlendirilen ‘STK’ muamelesi görürler. Öğrenci yurtları, dershaneler, yatakhaneler ve giderek MEB okullarında eğitmenlikler sakallı, cübbeli şahıslara açılmıştır. Yeni nesil bu tercihli özelleştirmeler ortamında yetiştiriliyor; iktidara biat eden kullar ordusundan oluşan ucuz emek kaynağı yapılandırılıyor.
Orduyu, siyaseti, medyayı ve halkı dizayn etmek için bitimsiz bir kaynaktır 28 Şubat. Sayesinde ‘mukaddes değerlerimizin’ taşıyıcı kolonu olarak kendini tanımlayan iktidar, ‘gerektiğinde 15 Temmuz’da can verenler’in tayin edici kuvvetinin güçlendiğinden emin olmak ister. Kısacası bütün millet, ama zorla ama gönüllü, AKP’nin askeri haline gelsin 28 Şubat’ın gölgesinde kılıçlarını çatsın!
Bir yandan kayyımlar atayarak yerel yönetimlere darbe yaparak karşıtına benzerken 28 Şubatlardan hâlâ korkmak işin doğasındadır. Bu yüzden de “Mustafa Kemal’in askerleriyiz” sloganı atan teğmenlerin tetiklediği travma ölçüsüzdür.
***
Son durum şudur; düşman cephesinin iflah olmazları yani bölücüler, cinsel sapkınlar, aile düşmanları, vatan hainleri, cehapeliler, solcular, komünistler, sekülerler, elitler, kızılcık Şerbeti, Kızıl Goncalar, başı açıklar, şiddete karşı çıkan kadınlar, Mustafa Kemal’in askerleri, doğa ve çevre savunucuları, grevdeki işçiler, gazeteciler, kayyıma karşı çıkanlar, kent lokantaları, ötekiler berikiler ve ön önemlisi şeytani ‘birileri’… yine hedefte. Milli güvenlik sorunu olarak görülen kesimler ve pratikler parça pinçik haliyle yine aynı çuvalda cepheleştirildi.
Şimdi Erdoğan, ‘birileri’ diye andığı çeşitli kesimlerin toplamını İslamsız Türklük ve Kürtlük peşinde olmakla suçluyor. Bu tespitten güç alan tarikat ve cemaat mensuplarının “şeriat isteriz” sloganları ise her yandan yankılanıyor. “Kendi icat ettiğin laikliği bana dayatamazsın” diyen Milli Eğitim Bakanı Yusuf Tekin’in cüreti eski devlet laikliğinin pratik bir devlet dinine doğru epey yol aldığına, alacağına işaret ediyor. Irak ve Suriye’de kafa kesen, kadınları kafesler içinde pazarlayan IŞİD’in yöneticisi Halit Bayancuk’un Akit TV’ye çıkarılmasıyla iç cephenin şekillenmesindeki bir eşik de aşılmış oldu. Ortadoğu’ya ve iç dizayna biçilen kumaş IŞİD zihniyetini de içererek desenlendirilmiştir.
Bu ülkede milli güvenlik sorunu değil halkın güvenliği sorunu oluşmuştur. “Ya bana biat edeceksin ya da sonun kötü olur” mesajının her gün verildiği kritik bir dönüm noktasında eski tutarsız laiklik de düşman kategorisinde. Bu dünyayla ilgili talepleri törpülenmeye çalışılan kuşağın; bölüşümden aslan payını alan kapitalistlerin, vurguncuların ve rantçıların dünyalığı için içeride ve Ortadoğu’da seferber olabilmesi için iktidar uydurma bir mukaddesatı toplumun damarlarına enjekte etmeye çalışmaktadır. Tehlikeli olan budur.
/././
Türkiye’nin görünüşte bir dış politikası ve dışişleri bakanı var. Koca bakanlık binasında allı pullu bir koltukta oturan eski MİT’çi bir bakan dünyayı dolaşıyor. Dolaşmadığında meslektaşlarıyla telefon görüşmeleri yapıyor. Ve inanacak kimse kalmışsa sağı sollu belli, belirli stratejik ve taktik hedefleri olan bir dış politikayı yürütüyor.
Yürütüyor mu gerçekten yoksa Allah ne verdiyse günübirlik bir perhiz, bir lahana turşusu mu tanıklık ettiğimiz?
Alın Suriye ve Ortadoğu politikasını. Kim Suriye’nin bir dış politika alanı olduğunu ileri sürebilir? Suriye ile ilişkileri kim yürütüyor? Dışişleri mi yoksa Milli Savunma Bakanlığı mı? Herhalde bu ülkenin kuzeyindeki “ceplerde” komutayı elinde tutan dışişleri değil!
Türkiye, emperyalistlerin izlediği dış politika eğilimine uymuş, militarize edilmiş bir dış politika izliyor. ABD, Rusya ya da İsrail’den farkı herhalde sadece nüanslarda ve bu tür farklılıkları koşullayan cürmünde. ABD nasıl, 5. ya da 6. Filo’suz dış politika izlemiyor ve ülke dışında sadece bakan ve diplomatlarıyla değil ama güç yığınak ve gösterileri ve askeri tatbikatlarla bile yetinmeyerek tamamen sıradan eylemleri olan işgal ve darbeleriyle görünüyorsa… Rusya nasıl, bakıyor olmuyor, Ukrayna’ya örneğin son olarak sıraya taktik nükleer silahları da koyarak çullanıyorsa… İsrail nasıl, Filistin ve Lübnan’da terör estirip Suriye ve İran’la ilişkilerini suikastlar ve bombardıman uçakları ve füzelerle yürütüyorsa öyle. Askeri birlikler Irak’ın kuzeyinden çıkmıyor, durmadan hareket düzenliyor. Suriye’nin kuzeyinde küçümsenmeyecek büyüklükte alan elde tutuluyor. Türkiye’nin Senegal’de, Somali’de, Libya’da, Katar’da askeri üsleri ve askeri bulunuyor. KKTC ve Azerbaycan’da da.
Erdoğan, Esad’la görüşmeyi gündemine alalı neredeyse yılı devirecek. İstekli açıklamaları birbiri üstüne yapageldi. Sadece Fidan değil, eski teşkilatı nabız yoklamaları yapmakla kalmadı, muhaberat yetkilileriyle görüşmeler de yaptı.
Belirli bir ilerleme sağlansa bile kritik bir noktada tıkandı. Türkiye “Suriye’nin toprak bütünlüğüne saygı” açıklamaları yaparken bu ülkenin kuzeyinde elinde tutmakta olduğu alanlardan çekilmeye yanaşmıyor. Esad ise Türkiye Suriye’den askerlerini çekmeden Erdoğan’la görüşme yanlısı değil. İlerlenemiyor. Erdoğan, Putin’den el vermesini ve ön ayak olmasını rica ediyor. Yine olmuyor. Hangi ülke, topraklarında asker bulunduran bir diğer ülkeyle görüşür? Bu ancak olağanüstü zor durumda olduğunda mümkün olabilir. Esad ve Suriye ise ayaklanma ve iç savaşın ardından belirli bir toparlanma sağladı, Arap Birliği tarafından da kutsandı, yanaşmıyor.
Görülüyor ki özellikle bütün güçlerin silahla var olabildiği Ortadoğu’da silahsız, askerileştirilmemiş bir dış politika yürütülemiyor olsa bile, sadece silahla ilerlemek de olanaksız.
Şimdi üstüne, sanki Esad’la görüşmek için onca uğraşılmamış gibi, Esad güçlerine karşı saldırıya geçen adını HTŞ olarak değiştirmiş El Kaide, tanığı manşet ve tutumlarıyla “yandaş basın” olan Erdoğan yönetimindeki Türkiye tarafından destekleniyor. Hatta desteklenmekle kalmıyor. Türkiye’nin besleyerek finanse ve komuta ettiği SMO (Suriye Milli Ordusu) HTŞ ile el ele bu saldırının yürütücülerinden.
Ne oldu? Yoksa perhiz ve lahana turşusu meselesi değil ama görüşme sağlanamayınca Esad’a silahla boyun eğdirilmeye mi çalışılıyor? Türkiye, seviye atlayıp birkaç ata birden mi oynar oldu yoksa?
Bu “Birden fazla ata oynama” gelişkinliği tamamen yabana atılır gibi değil. Ama “at” yerine konanlar en başta ABD ile Rusya ve attan çok file benziyorlar. Vurdular mı nereden geldiği anlaşılmaz! Büyük emperyalist güçlerle “aşık atma”nın birinci koşulu örgütlü halka dayanmaktır ki Bahçeli -hâlâ Erdoğan’ın haberi var mıydı yok muydu diye tartışıla dursun- bu nedenle “iç barış”ın önemini aklına getirip Öcalan’ı diline doladı.
Halkın devre dışı tutulması bir yana, eğer dış politika denecekse, hâlâ stratejik bir karara varmak şart: Aralarındaki sorunlardan yararlanarak yalnız başına yürümeye çabalanınca kafalar duvarlara çarptığına göre, ABD ile mi, Rusya ile mi yanaşık düzen yürünecek? Ve öyleyse Esad’la mı yoksa Suriye Kürtleriyle mi anlaşılacak? Yoksa ikisiyle birden mi? /././
Cihatçı saldırının yol işaretleri ve Halep'te kesişen yollar -Yusuf Karadaş-
El Kaideci Heyet Tahrir Şam (HTŞ) ve Özgür Suriye Ordusu, yeni adıyla Suriye Milli Ordusuna (ÖSO/SMO) bağlı cihatçı grupların Halep’e başlattıkları saldırı, Hama ve Kürt yerleşim birimi Şehba bölgesine yayılarak devam ediyor. ABD, İsrail ve Türkiye’deki Erdoğan yönetimi olağan şüpheliler olarak öne çıkmalarına rağmen bu saldırılarla ilgilerinin bulunmadığı yönünde açıklamalar yapıyorlar. Oysa HTŞ’nin başını çektiği güçlerin Halep’i ele geçirmesi, Gazze ve Lübnan savaşları sürecinde görece sessiz kalan Suriye’yi yeniden bölgedeki (Ortadoğu) egemenlik mücadelesinin merkezi haline getirdi. Dolayısıyla ABD ve Rusya’dan Türkiye, İsrail, İran ve Körfez’deki Arap rejimlerine kadar bölgedeki egemenlik mücadelesinin içinde yer alan hiçbir aktörün bu gelişmelere seyirci kalmayacağını şimdiden söyleyebiliriz.
Kuşkusuz sahadaki bütün aktörler gelişmeleri kendi cephelerinden değerlendiriyor. Bunun bir sonucu olarak birbiriyle çelişen birçok açıklama, değerlendirme ve komplo teorisinin ortalıkta dolaşması, gerçeklerin görülmesini ve doğru sonuçlar çıkartılmasını oldukça zorlaştırıyor.
Bu nedenle tartışmaya gelişmelerin yönünü anlayabilmek bakımından birer yol işareti işlevi görebilecek bazı tespitlerle katılmak önem taşıyor.
Bir: HTŞ ve ÖSO/SMO’nun son saldırısının İsrail’in Gazze ve Lübnan’da İran’ın başını çektiği ‘direniş ekseni’ içindeki güçlere darbe vurmasından güç aldığına ve siyonist saldırganlık üzerinden bölgenin yeniden dizayn edilmesi politikasının bir devamı olarak işlev gördüğüne şüphe yoktur.
İki: Saldırının başını çeken HTŞ’nin oldukça donanımlı ve eğitimli olduğunun görülmesi, geçtiğimiz dönemde Ukrayna istihbaratı ve subaylarının HTŞ ile görüşüp eğitim verdikleri iddialarını doğruluyor. HTŞ’ye verilen destek konusunda özellikle İHA-SİHA üretimi ve kullanımı konusu öne çıkıyor. Böylece son saldırıların bir ucu da arkasında ABD ve NATO’nun yer aldığı Suriye’de Rusya’yı yıpratacak yeni bir cephenin açılması planına çıkıyor.
Üç: HTŞ ile, önceli el Nusra döneminden başlayan ilişki ve iş birliği bir tarafa son saldırıda maaşa bağladığı ÖSO/SMO gruplarının katılmış olmasına rağmen Erdoğan iktidarı cephesinden bu saldırı ile bir ilişkilerinin olmadığı açıklamaları yapılıyor. Ancak Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Öncü Keçeli’nin açıklamasının satır aralarında söyledikleri, Türkiye’deki yönetimin gerçek pozisyonunu gözler önüne seriyor: Keçeli, HTŞ’nin başını çektiği güçlerin saldırısını “Rusya’nın İdlib’e yönelik ‘Astana ruhuna zarar veren’ bombardımanları”na bağlıyor ve devamında da “Tel Rıfat ve Münbiç’teki terör gruplarının sivil halkı ve Türkiye’yi hedef alan saldırıları”na dikkat çekiyor. Sözcü Keçeli’ye göre, halkların yaşam alanlarına saldıran el Kaideci HTŞ değil, kendi yaşam alanlarını savunan Kürt güçleri “terör tehdidi” yaratıyor!
Bu açıklama Fidan’ın “ilgimiz yok” açıklamasının aksine Erdoğan iktidarının HTŞ ve ÖSO/SMO’nun bu saldırganlığını Astana formatını kendi lehine güncelleyip Esad’ı bunu kabule zorlamak ve öte yandan uzun zamandır fırsat kolladığı Kürt güçlerine karşı yeni bir saldırı/operasyon için kullanmak istediğini açıkça ortaya koyuyor.
Dört: Erdoğan iktidarının kuklası “Suriye Geçici Hükümeti”nin Başkanı Abdurrahman Mustafa’nın Halep’te oluşan durumu ‘uluslararası muhatap’ olarak alınmak için bir fırsata dönüştürmek istemesi ve dahası Kürt yerleşim birimi Tel Rıfat’ı “özgürleştirmek”ten söz etmesi, Erdoğan iktidarının bu süreçteki yerini ve rolünü ortaya koyan bir başka yol işareti olarak öne çıkıyor.
Beş: Son saldırıların başını Birleşmiş Milletler (BM) tarafından terör örgütü olarak tanımlanan HTŞ’nin çekmesi; ABD, İsrail ve Türkiye’nin bir yandan bu saldırılar ile ilişkilerini reddetmelerini ama öte yandan da bu saldırganlığı kendi bölgesel çıkarları için kullanmalarını kolaylaştırıyor. Başka bir deyişle HTŞ, bu emperyalist ve bölge gericilikleri için herhangi bir vekil güçten daha kullanışlı bir araç olarak duruyor.
Altı: Şam’dan sonra Suriye’nin en önemli kenti konumunda bulunan Halep’in ciddi bir direniş olmadan cihatçılara teslim edilmesi; Rusya, İran ve Hizbullah güçlerinin desteğinin olmadığı koşullarda Suriye ordusunun ne kadar kırılgan bir pozisyonda olduğunu gözler önüne serdi. Dolayısıyla bu saldırıların İran ve bağlı milislerin Suriye’deki varlığının sınırlandırılması tartışmaları bakımından da sonuçları olacağını şimdiden söyleyebiliriz.
Yedi: Suriye savaşının başlarından bu yana savaşta aldıkları tutum/pozisyon nedeniyle cihatçı grupların saldırılarına hedef olan Kürt güçlerinin Demokratik Birlik Partisi/Suriye Demokratik Güçleri, (PYD-SDG) son saldırıların da hedeflerinden biri olduğu açıktır. HTŞ’nin SDG’yi Halep’teki Kürt mahalleleri Eşrefiye ve Şeyh Maksud’dan çıkmaya zorlaması ve ÖSO/SMO’nun Tel Rıfat ve Menbic hattındaki saldırıları, hem bu cihatçı grupların Kürtler için yarattığı tehdidi ve hem de bu tehdidin Türkiye’nin bölgesel hedefleriyle ilişkisinin görülmesi bakımından açıklayıcıdır. Rojava’daki SDG’nin yanı sıra KCK cephesinden yapılan açıklamalarda bu saldırıların Türkiye ile bağlantısına dair özel vurgular yapılması, Kürt güçlerinin de bu gerçeğe göre tutum almaya çalıştıklarını gösteriyor.
Öte yandan Fırat’ın doğusunda Kürtlerle (SDG) iş birliği yapan ABD’nin, geçmişte olduğu gibi bugün de Fırat’ın batısında Kürtlere karşı saldırganlığa sessiz kalması şaşırtıcı olmayacaktır.
Sekiz: Rejim güçlerinin cihatçı grupların son saldırı ve işgalleri karşısında SDG’den destek talep etmesi, saldırıları gerçekleştiren ve arkasında yer alan güçlerin hedeflerinin aksine bir sonuç doğurabilir ve SDG ve Suriye yönetimi arasında yeni bir iş birliğinin önünü açabilir. Suriye savaşının Rojava’daki özerk yönetimin ortaya çıkmasından İran etkisinin artmasına saldırıları gerçekleştiren güçlerin öngörmediği sonuçlar doğurduğunu da göz ardı etmemek gerekir.
Dokuz: Oldukça donanımlı ve düzenli ordu görünümünde olmaları, geçmişte olduğu gibi HTŞ’nin başını çektiği cihatçı grupların Halep’in yönetilmesi ya da kaynakların paylaşılması konusunda kendi aralarında çatışmalara girişmesi ihtimalini ortadan kaldırmıyor.
On: Bütün bu gelişmeler Ukrayna, Gazze, Lübnan savaşları ile Erdoğan iktidarının bölgesel emellerinin Halep’te kesiştiğini ve her ne kadar bugün HTŞ adı öne çıkmış olsa da yaşanan gelişmelerin emperyalistler ve bölgesel gericilikler arasındaki egemenlik/paylaşım mücadelesinden bağımsız anlaşılamayacağını ortaya koyuyor.
Başını HTŞ’nin çektiği on binlerce cihatçı militanın bölgenin yeniden dizayn edilmesi politikası bağlamında harekete geçmesi/geçirilmesi, sadece Suriye için değil; Türkiye ve bütün bölge ülkeleri için emperyalistler ve aralarında Erdoğan iktidarının yer aldığı bölgesel gericilikler eliyle yaratılan tehdidin ne kadar canlı ve güncel olduğunu bir kez daha gösterdi. Bölge halkları, emperyalistler ile iş birlikçi gericiliklere ve onların yarattığı HTŞ gibi canavarlara karşı demokratik, barışçıl ve seküler bir gelecek için ortak mücadeleye yönelip dayanışmayı büyütmedikçe bu tehdidin ve karanlık tablonun değişmesi de maalesef olanaklı görünmüyor.
/././
İnsandan inşaata demir eksikliği -Zeki Gül-
Bir ‘Dünya Demir Eksikliği Günü’ daha geldi geçti: 26 Kasım. Kâr alanı demirden olan ilaç sektörü dışında hatırlayan olmadı.
İnşaat demirine insan için gerekli demirden daha fazla önem veren rant sistemi hasta ediyor bizleri.
Hasılı inşaatından insanına demiri eksilmiş / çalınmış bir coğrafyanın çocuklarıyız. İnşaattan rant için demir çalınıyor depremde daha kolay ölüyoruz. Yediğimiz ekmekten gıdadan demir çalınıyor daha kolay hasta oluyoruz.
Dünya Sağlık Örgütünün (DSÖ) anemi prevalans çalışması sonuçlarına göre Türkiye’de her dört kişiden birisinde (yüzde 25), dünya nüfusunun ise yarısında (yüzde 48.8) kan eksikliği yani anemi mevcut. Anemilerin en önemli nedeni ise demir eksikliği. Her dört kan eksikliği olgusunun üçünde sebep demir eksikliği.
Neden basit, sonuç vahim: Misal demir eksikliği olan çocuklarda gıda içeriği veya reçetelendirme ile çözüm üretilmediğinde bu çocukların fiziksel ve zihinsel potansiyellerinin tamamına ulaşmaları imkansızlaşır. Çocukluklarında demir eksikliği anemisi olanların, "Yetişkin olduklarında yüzde 20 daha az öğrenebildiklerine dair" bilimsel kanıtlar var. Demir eksikliğinde çocukların dil öğrenmeleri de zorlaşır eğitim almaları da. Okul başarıları elbette daha düşük olur.
Gerek lise gerek üniversite yerleştirme sınavı sonuçlarına dönüp baktığımızda milyonlarca çocuk ve gencin her yıl sıfır çektiğini görmekteyiz. Yani hiç okula gitmeseler ve o sınava girseler daha başarısız olmayacaklar. Bu oranlarda elbette demir eksikliği anemisi olan dezavantajlı kılınmış bir popülasyonun da rolü var.
Mekanizma basit: Her bir hücremize oksijen ve enerjiyi taşıyan alyuvarlar yani kırmızı kan hücreleridir. Alyuvar yapımında temel ham madde ise demir. Kan eksikliğinde kanın miktarı azalmaz, içindeki alyuvar sayısı azalır. Kaba bir benzetme ile benzine su katılınca bir aracın performansındaki azalmaya benzer.
Demir eksikliğine bağlı kansızlıkta çocuklar, kadınlar ve ileri yaş grubu dezavantajlı. Kadınlar erkeklerden farklı olarak her adet döneminde kan kaybeder. Yine emzirme ve gebelik süreçlerinde çocuk ihtiyacı olan demiri anneden alır.
Çağ ilerliyor diyoruz ama demirden cümle mikro elementlere hızla azalıyor besinlerimizin değer içeriği. Pazardan aldığınız ürünlerin her yıl boyutu daha büyüyor daha sulu ve çekici hale geliyorlar. Oysa demir dahil gerekli mineral ve vitaminlerin oranı içeriklerinde hızla azalıyor.
Misal İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra yani dünya genelinde besin krizinin can aldığı o yıllardan bu yana buğday taneleri giderek daha büyüyor yeni tarım teknolojileri ile. Bu tahıl başaklarının daha büyük olması tahıla karbonhidrat pompalayarak sağlanmış oldu. Yeni nesil buğdaylar bitki başına daha fazla tahıl üretirken besin seviyeleri aynı şekilde artmadı. Artan sadece nişasta yani karbonhidrat.
“Sonuçta tek bir buğday tanesinde besin maddeleri aynı seviyede kalırken, nişastanın iki veya üç kat arttığı” bir gerçeklik ile karşı karşıyayız. Hasılı bizim nesillerin buğday unu çok daha az demir, selenyum, çinko içermiş olmakta. Bunun adı obezite, diyabet, anemi...
Yine bazı sık tüketilen sebzelerin besin değerleri de önemli ölçüde düştü yıllar içinde. 2004'te ABD'de yapılan bir araştırma ile bahçe ürünlerindeki değerli besin maddelerinin o yıllara oranla “yüzde 38 daha düşük olduğu" tespit edildi. "Ortalama olarak, analiz edilen 43 sebzede kalsiyum içeriği yüzde 16, demir yüzde 15 ve fosfor yüzde 9 azaldı. Riboflavin ve askorbik asit vitaminleri önemli ölçüde düşmüş durumda.”
Kapitalizmin en büyük illüzyonu insanların kendilerini tok hissettikleri anda başlar. Küresel tokluk hissi eşitsizliklerin en büyük görünmez kılıcısıdır. Açlık hissi bizi beden için gerekli tüm mineral ve vitaminler dahil yaşam için vazgeçilmezlere yani yeme edimine, gıda arayışına ulaştıracak bir içgüdüdür. Karnımız doymuştur ama ne ile? Tok ama sağlıksız bir dünya yaratmayı sınadı yeni dünya düzeni. Böyle bir ahvalde sağlığın ticarileştirilmesi ile yakın geleceğin en kârlı alanı yaratılmış oldu sermaye için.
Savaş öldürür; salt top tüfek ile değil elbet. Dünyada pandemiye dönüşen obezite ve diyabetin ve bunlarla ilgili onlarca hastalığın kökeninde İkinci Dünya Savaşı ve ardılı savaşların yarattığı gıda krizlerinin rolü büyük.
Geçen hafta Dünya Demir Eksikliği Günü idi. Demir eksikliği önlenebilir bir sağlık sorunu yani koruyucu sağlık hizmetlerinin bir parçası. Bu konuda aile hekimliklerinin, birinci basamak sağlık hizmetlerinin rolü son derece değerli. Sağlık Bakanlığının yeni aile hekimliği yönetmeliği koruyucu sağlık hizmetlerini daha da gerileteceğe benziyor.
Toprak sağlıklı olmadan insanın sağlıklı olması, hekimlerin huzurlu olmadığı bir ortamda nitelikli bir sağlık hizmeti almak mümkün değil.
Sağlıcakla kalın. /././
Haberin telifi meselesi -Ceren Sözeri-
Haber derlenen, yeniden kullanılan, yayılması, konuşulması arzulanan bir şeydir. Başından beri böyle, o nedenle telif ve haber kavramının yan yana gelmesi hep tartışmalı olmuş. Will Slauter “Who owns the news?” [Haberin sahibi kim?] başlıklı telif haklarının tarihini anlatan kitabının* girişinde 1733 yılında yayınlanan Grub-Street Journal’a yönelik “korsanlık” suçlamalarını anlatmış. Gazete o hafta Londra’da yayınlanan bütün gazeteleri tarayıp kaynak göstererek, aynı hikâyeyi hangi gazete nasıl görmüş, yan yana getirip biraz da hicvediyormuş. Kendisini “yöntemimiz yalan haberlere son vermek için son derece yararlı ve hatta gereklidir” diye savunmuş. Ne güzel, keşke bugün de birileri bu işe soyunsa.
Teliften bahsettiğimizde otomatik olarak mülkiyetten bahsediyoruz aslında. Ve tarih bize gösterdi ki haber ve mülkiyet bir araya geldiğinde, bu kamu yararına olmuyor. Bir gazeteci haberini ya da fotoğrafını bir gazeteye sattığında aldığı üç kuruşun karşılığında aslında emeğini ve yaratıcılığını da satıyor. Gazetecilerin işlerini yaparken özgürlüklerini kısmen de olsa koruyabilmeleri için, bizdeki düzenlemelerde dahi, farklı basın kuruluşlarına haber yapabilme özgürlüğü tanınmış. Ancak elbette emek mülkün sahibi karşısında çaresiz.
Türkiye’de haberde telif hakları deyince en yakın örnek olarak aklıma Doğan Grubu’nu aldıktan sonra Demirören Grubu’nun ilk yaptığı işin Hürriyet ve Milliyet gazetelerinin manşetlerinin eleştirilmesini önlemek için telif haklarını bahane ederek her yere ihtarname çekmesi geliyor.
Bir gazetecinin sahaya inip uğraşıp didinip yaptığı bir haberin bir başka gazete tarafından aynen alınması ya da sonuna uyduruk bir görüş alınıp kendi haberi gibi sunulması elbette çok çirkin. Ancak bu mülkiyetin konusu mudur, etiğin mi? Bence ikincisi. Çünkü işler bazen “hani bunun ilk sahibi?”ne kadar karmaşık olabiliyor. Bunun yanı sıra yasalar gazeteciyi, gazeteciliği değil ‘mülk’ün sahibini koruyor. Marx’ın gazetecilerin onurlu bir yaşam sürmesi gerektiği ancak gazeteciliğin para için yapılmaması gerektiği tespitini hatırlamakta fayda var, biz haberin sahibi değiliz.
Gelelim bugün neden haberde telifi konuşmaya başladığımıza. Haberden kaynak göstererek makul oranda alıntı yapılması, habere ulaşma hakkı ve kamu yararı gerekçesiyle uzun bir süre gazeteciliği telif düzenlemelerinden muaf tuttu. Ancak internet ve sosyal medyanın hayatımıza girmesinin ardından kapitalist mantık gereği pazarı birkaç büyük platformun ele geçirmesi, haberin bilgisayar ya da telefondan bedava ulaşılabilecek bir metaya dönüşmesi basını gelirsiz bıraktı. Burada bir parantez açarak medyanın, özellikle de yazılı basının, tüm dünyada düşen gelirlerinin yalnızca internete bağlanmasına küçük bir şerh düşeyim. Elbette internet oyunu değiştirdi ancak haberciliğin de medya sahipleri ve iktidarların çıkarlarıyla bütünleşmesi ona olan güveni ve ihtiyacı azalttı.
Habercilikle beraber reklamlar da internete kaydı ama ne var ki pazarın hâkimi Google ve Facebook (Meta) hemen her ülkede reklam gelirlerinin yüzde 50’sinden fazlasını aldı. Bu iki dev temelde pazardaki diğer şirketlerle aynı amacı taşıyor: Trafiği kendisine çekmek. Bu sayede hem bir mecra gibi davranıp kendi alanlarını reklam verene satıyor, hem de kullanıcıların verilerini (hangi sitelere girdiklerini) izleyerek mecra ve reklam vereni buluşturuyor, komisyon alıyor, mecralara da tıklanma oranına bağlı olarak ufak paralar dağıtıyor. Haber siteleri de buradan aldıkları payla ayakta durmaya çalışıyor. Kolay olmadığı için de çoğunlukla “YKS sınavı ne zaman, saat kaçta?” gibi SEO haberciliği adı verilen yönteme ya da “Kan donduran ifade!” gibi tık haberciliğine yöneliyor. ‘Yönelmesin’ demek kolay, ama gerçekçi değil. Hafta sonu Yunanistan ve Türkiye gazetecilerinin katıldığı bir toplantıdaydım, orada da aynı sorun var. Okuyucu habere para vermediği ya da veremediği gibi iliklerine kadar hissettiği ekonomik kriz haberleri yerine Bahar dizinin fragmanını daha fazla tıklıyor. Sonuçta Google trafiğini artırmak için algoritmasını değiştirdiğinde haber sitelerinin trafiği yüzde 60/80 oranında düşebiliyor. Bu Google’ın belirli haber kuruluşlarına uyguladığı bir sansür değil. Ahmet Sabancı’nın çok haklı bir şekilde ifade ettiği gibi haber siteleri kendi bağımsız alanlarını terk edip bütün okur kitlelerini platformlara teslim ettiler.
Dahası 2022’de çok tartışılan dezenformasyon yasasının ‘havucu’ olan, haber sitelerinin Basın İlan Kurumu’ndan (BİK) ilan alabilmesini bir kurtuluş olarak gördüler. BİK’in haber sitelerinin gazetecileri basın iş kanununa göre çalıştırması, maaşların zamanında yatması gibi kriterleri önemli ve değerli, lakin koşulların kalanını tıklamaya ve girilen haber sayısına bağlamasının ve Google’ın altyapısını kullanmasının yaratacağı sakıncalar konuşulmadı, hatta konuşulmak dahi istenmedi. Google algoritmayı değiştirince BİK koşulları da riske girdi. Şimdi Ulaştırma ve Altyapı Bakanı Abdülkadir Uraloğlu’ndan sorunu çözmesini bekleyenler var. Hani Instagram’ı yukarıdan gelen bir emirle engelleyip, Meta yetkilileriyle haftalarca ne görüştüğünü açıklamadan bir süre sonra açan Uraloğlu’ndan…
Bugünlerde Anadolu Ajansı’nın öncülüğünde platformları telife bağlayacak düzenlemenin tartışmaları yapılıyor. AA’nın başı çekmesinin bir anlamı var şüphesiz, ülkenin en yaygın haber ağı olarak masada olmak istiyor. Hükümetin hakem olduğu, platformlarla medyanın karşılıklı masaya oturduğu Avustralya modelindense, platformlardan kazançları oranında bir meblağ talep edilip bunu BİK ya da RTÜK üzerinden dağıtılmasına dayanan düzenleme biçimleri daha ağır basıyor. BİK’in 2019’dan beri Evrensel’e uyguladığı ilan cezası düşünülürse bu iktidar döneminde dağıtımın ne kadar adil olacağı malum. Lakin iktidar değişince sadece derenin yatağı değişecekse sorun çözülmeyecek demektir. Dahası kriterler yine Google altyapısına bağımlı olacaksa niye çıkıyoruz bu yola? Mevzubahis telif pazarlığıysa tıpkı 2005’te AFP örneğinde olduğu gibi ister Google’la masaya oturulsun ister devlet eliyle dağıtılsın AA’nın bu işten kârlı çıkacağı açık. Kalanlara iktidarı rahatsız etmediği sürece bir pay düşebilir ya da Google tarafından “ocak dışısın” denebilir. 1855'te Reynolds’s Weekly Newspaper şöyle isyan etmiş "Eğer haberlerin bir gazeteden diğerine aktarılması korsanlıksa, korsanlık tüm basınının üzerine inşa edildiği temeldir." Haberin sahibi değiliz, mücadelenin temeli mülkiyet olmadığı gibi, her gün eleştirdiğimiz iktidarı safımıza dahil etmek de olmamalı.
Sırada haberleri kaynaklarını dahi silip veri tabanına dahil eden yapay zekâ şirketleri var. OpenAI, New York Times’ın açtığı telif davasında gazetenin kanıt gösterdiği yüzlerce haberi “yanlışlıkla” silip ‘pardon ya, siz yedeklememiş miydiniz?’ diye dalga geçti. The Intercept’in açtığı davada en büyük hissedar Microsoft’un sorumlu tutulmasını yargıç reddetti. Tiranlarla mülkiyet pazarlığı yapmakla onlara dava açmaktan başka çözümümüz yok mu? İsmail Gökhan Bayram Google'ın tekelinin nasıl kırılabileceğinin yanı sıra, kamu kaynaklarının adil dağıtımı ve alternatif gelir modellerinin nasıl oluşturulabileceğine dair sorularla tartışmayı başlatmıştı.
* Will Slauter, Who Owns the News: A History of Copyright, Stanford University Press, 2019.
/././
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder