T24 "KÖŞEBAŞI" + "GÜNDEM" -5 Aralık 2024-

Fransa'da bütçe görüşmeleri hükûmeti devirdi: Başbakan Barnier, sol ittifak ve aşırı sağcı Le Pen'in partisinin oylarıyla görevden alındı.

Barnier hükümeti ülkenin yakın tarihinin en kısa süreli hükümeti oldu.

Fransa’da 3 ay önce göreve gelen Michel Barnier hükûmeti, ülkenin bütçe açığını kapatmayı amaçlayan harcama ve vergi kesintilerini içeren 2025 bütçesini Meclis’te oy kullanmadan geçirmek istemesi nedeniyle muhalefet partileri tarafından verilen gensoru önergeleriyle düşürüldü. Barnier hükûmeti, Fransa'nın Beşinci Cumhuriyet yönetimleri arasında en kısa süreli koalisyon oldu. 

Fransa'da Michel Barnier hükûmeti güven oylamasıyla görevden alındı. Muhalefet partileri tarafından verilen gensoru önergesi 331 oyla kabul edildi. Fransa tarihinde 1962 yılından bu yana ilk kez bir hükümet, Gensoru önergesiyle düşürülmüş oldu.

Le Pen'in partisi de destek verdi

Meclis'in en büyük ittifakı solcu Yeni Halk Cephesi (NFP) tarafından verilen güvensizlik önergesi; Marine Le Pen'in göçmen karşıtı aşırı sağcı Ulusal Birlik'ten milletvekilleri tarafından da desteklendi. 

Oylamadan önce Barnier, hükûmetin düşmesi halinde bunun ülkeyi "bilinmeze sürükleyeceği" uyarsında bulunmuştu ancak şimdi istifa etmek zorunda kalacak.

Macron en kötü siyasî krizle karşı karşıya

Öte yandan hükûmetin düşmesi, Emmanuel Macron'u iki dönemdir yürüttüğü cumhurbaşkanlığı görevinin en kötü siyasi kriziyle karşı karşıya bıraktı. Fransa giderek büyüyen bir kamu açığıyla karşı karşıya kalırken 2025 bütçesinin nasıl belirleneceği ve Macron'un başbakan olarak kimi atayacağı konusunda belirsizlik var.

Ancak cumhurbaşkanı olarak ikinci dönemi 2027 baharına kadar sürecek olan Macron'un görevi bırakma zorunluluğu bulunmuyor.

Öte yandan Temmuz 2025'ten önce yeni bir parlamento seçiminin yapılamayacak olması, derin bir bölünme yaşayan ulusal meclis karşısında Macron'un seçeneklerini daraltıyor.

Macron'un haziran ayında ani erken seçim çağrısı yapmasından ve sol ittifakın seçimi önde göğüslemesinden bu yana Fransız parlamentosu mutlak çoğunluğu olmayan üç grup arasında bölünmüş durumda. 7 Temmuz'da yapılan ikinci tur parlamento seçimlerinde Yeni Halk Cephesi ittifakı en fazla oyu almış ancak mutlak çoğunluğu elde edememişti. Macron'un merkez sağ grubu kayıplar yaşamıştı. Le Pen'in aşırı sağcı Ulusal Birlik Partisi sandalye kazandı ancak sol ve merkezden gelen taktik oylarla iktidardan uzak tutulmuştu. 

BUSE SÖĞÜTLÜ YAZDI | Fransa'da kaybeden aşırı sağ, sol ittifak birinci; kazananı zaman gösterecek

1962'den beri ilk kabul edilen gensoru önergesi 

Barnier hükûmetini düşüren oylama, Charles de Gaulle'ün cumhurbaşkanı olduğu 1962 yılında Georges Pompidou hükûmetinin aldığı yenilgiden bu yana ülkenin ilk başarılı olan güvensizlik oylaması oldu. 

Barnier hükûmeti, Fransa'da 1958'de başlayan Beşinci Cumhuriyet dönemindeki en kısa hükümet olarak kayıtlara geçti. 

Barnier'in çöküşüne neden olan neydi?

AB'nin eski Brexit müzakerecisi olan Barnier, seçimlerin ardından süren yaklaşık 2 aylık siyasî belirsizliğin ardından Macron tarafından geçen eylül ayında başbakanlığa atanmıştı. 

Barnier'in Beşinci Cumhuriyet'in en kısa koalisyonu olarak tarihe geçen hükûmetinin sonunu hazırlayan olay, Fransa'nın bütçe açığını 60 milyar euroluk vergi artışları ve harcama kesintileriyle kapatmaya çalışacağını söylediği 2025 bütçesi oylamaları oldu. Ancak bütçe konusunda haftalarca süren anlaşmazlığın ardından Barnier, pazartesi gün, bir hükûmetin parlamentoda oylama yapılmaksızın yasa çıkarmasına izin veren anayasanın 49.3 maddesini kullanarak bir sosyal güvenlik finansman tasarısını kabul ettirdi. Bu durum, gensoru önergesi verilmesine yol açtı. 

Barnier hükûmetinin harcama kesintileri ve vergi artışları yoluyla yapmayı planladığı tasarruflar rafa kaldırılacak.

Bu arada artık soldan bir başbakan olması gerektiğini söyleyen Sosyalist Parti lideri Olivier Faure da Macron'un Fransız halkına konuşması gerektiğini söyledi. Faure, Le Monde'a "Noel'den hemen önce Fransız halkını bu belirsizlik içinde nasıl bırakabilir?" dedi.

                                                               ***

Depremler için “sus” emri yargıdan: “İnsanlara yardım gitmedi” diyene hapis cezası -Gökçer Tahincioğlu-

Devletin dava açmaya doyamadığı, cezaevi operasyonunda kepçeyle kolunu kopartması yetmiyormuş gibi yıllarca mahkeme mahkeme süründürdüğü, bütün engellere rağmen okuyup memur olan ve nedensiz biçimde OHAL döneminde memuriyetten de ihraç edilen Veli Saçılık’ın artık felaketlere tepki göstermesi de yasaklandı!

Kahramanmaraş merkezleri depremlerin yaşandığı o karanlık gecenin sabahını anımsayın. Yardım feryatlarını, insanların yalvarmalarını, bölgeye yardıma koşanların yaşadıkları travmaları…

Ve sonra depremden üç, dört gün sonra bile yakınlarını kurtarmak için vinç arayanların, kazma kürek arayanların çaresizliğini anımsayın.

Zira bütün bunları, yaşadığımız bunca felaket arasında unutmamız, dahası bunlar yaşanırken susmamız isteniyor.

* * *

İnsanlar unutma eğiliminde yaşar. Unutmadan yaşamak da çok mümkün değildir.

Ancak nasıl bir unutmak, geride hangi koşullarda bırakmak, bunun üzerine kafa yormazsanız, günün birinde kendinizi duyguları alınmış, aynı hataları sürekli tekrar eden bir yaşam çukurunun içinde, tanınmaz halde bulursunuz.

Unutmak, hak edilmesi gereken bir eylemdir.

Geride bırakabilmek için yaptıklarınızdan, ettiklerinizden, yaşadıklarınızdan ders çıkartmaz, bu konuda özeleştiri yapmaz, olanlarla yüzleşmezseniz gerçekten başarılamayacak olan bir eylemdir.

Usulüne uygun gömülmeyenlerin hortlama riski her zaman vardır zira. Ya da sizin yaşayan bir ölüye dönüşme riskiniz…

* * *

Kahramanmaraş depremi sonrasında özellikle Antakya’da yaşananlar tam da böyle… Unutulması halinde yenisinin yaşanacağı neredeyse kesin.

Aynı manzara, çığlıklar, yıkılan binalar, kurtarılamayanlar, ders çıkartılmaması halinde, bir kesinlik olarak duruyor önümüzde.

Ancak binlerce dosya ile meşgul yargımızın derdi başka… Olanların unutulmaması bir yana, o kıyamet anında tepki gösteren, yardım çığlığı atanların peşinde yargı…

Susulması için, unutulması için, tek bir demokratik tepki gösterilmemesi için…

* * *

Veli Saçılık’ı artık hemen herkes tanıyor. Devletin dava açmaya doyamadığı, cezaevi operasyonunda kepçeyle kolunu kopartması yetmiyormuş gibi yıllarca mahkeme mahkeme süründürdüğü, bütün engellere rağmen okuyup memur olan ve nedensiz biçimde OHAL döneminde memuriyetten de ihraç edilen Saçılık’ın artık felaketlere tepki göstermesi de yasaklandı!

Ancak yasak sadece Saçılık için konulmuş değil elbette, hepimizi ilgilendiriyor.

Veli Saçılık

Saçılık, binlerce insan gibi, Maraş depremlerinin ardından yaşananları görünce kayıtsız kalamadı, sosyal medya üzerinden mesajlar paylaştı:

“Depremde kurtarma çalışmaları için ilk üç gün çok önemliydi. Bütün enkazlardan sesler geliyordu. AFAD dışında hiçbir kişiye kuruluşa müsaade etmeyeceğiz diyerek insanları ölüme terk ettiler. İşkencecilik, hırsızlık üzerinden tekrar vitrine çıkıyor. Saray rejimine işkence yakışır…”

* * *

Bu mesajlar birilerinin çok gücüne gitmiş olacak ki hakkında soruşturma başlatıldı ve kısa sürede “halkı yanıltıcı bilgiyi alenen yaymak” suçundan hakkında dava açıldı.

Saçılık, sözlerinin arkasında durdu. Kimseyi yanıltıcı bir bilgi vermediği gibi, bunları dile getirmenin demokratik hakkı olduğunu söyledi mahkemede…

Söylediklerinin doğruluğunu kanıtlamak için binlerce kişiyi tanık gösterebileceğini de söyledi. Birkaç depremzedeyi tanık olarak da gösterdi.

O depremzedelerden biri şunları anlattı:

“Depremin 15 veya 16. saatinde enkazdan kuzenim tarafından çıkarıldım. Enkazdan çıktığım zaman olayın vehametini fark ettim. Daha sonra yaklaşık 5-6 gün diğer yakınlarımın enkazdan çıkarılmasını bekledim. Bu süre zarfında bize hiçbir yardım ulaşmadı. Yiyecek veya diğer türlü yardımların hiçbirisi yoktu. Günleri karıştırıyor olabilirim ancak hatırladığım kadarıyla depremin 2. günü yeğenim geldi ve babasının ve annesinin enkaz altında yandığını bana söyledi. Orada siviller vardı. Hatta Bursa'dan gelen bir şahıs sismik bir cihazla kendince sesleri algılayıp yardımcı olmaya çalışıyordu. Yine yanlış hatırlamıyorsam depremin 2. veya 3. günü çorba dağıtan bir şahsa İHH çalışanları müdahale ederek engel oldular. Biz bu duruma tepki vermiştik. Bunun üzerine engel olmayı bıraktılar ve çocuklar çorbaları içebildiler. Depremin 3. gününde damadım kurtarma çalışmaları için vinç ayarlamış, ancak bu vincin valilik kararıyla Antakya'ya girişinin yasaklandığını öğrendim. Evet deprem bir afet olabilir ancak biz orada katledildik. Yardımın engellenmesi katliamdır. Hiçbir anne 6. gün çocuğunu yıkarken çocuğunun derisinin elinde kalmasını hak etmiyor. İnsanlık orada ölmüştür. Bu beyanlarımı evlatlarını ve akrabalarını toprağa vermiş bir anne olarak ifade ediyorum. Vinçler ilk gün gelebilseydi bu tür ölümler meydana gelmeyecekti. Çünkü 19 yaşındaki kuzenim ve evladım 6. günün sonunda enkaz altından 20 dakikada çıkarıldı. Bu şekilde mağdur olmayacaktık.”

* * *

Diğer tanıklıklar da bu tanıklığa paralel elbette. Zaten bölgeye bir kez giden ya da birkaç depremzedeyle konuşan kim varsa, benzer bir isyanı mutlaka duymuştur.

Buna rağmen savcılık, esas hakkındaki görüşünde, şu vahim iddialarda bulundu:

“Sanık Veli Saçılık'ın olay tarihinde sosyal medya hesabı üzerinden iddianame metninde belirtilen sözleri sarf etmek suretiyle belirsiz sayıda kişinin görebileceği şekilde yanıltıcı bilgiyi yazmak ve yaymak suretiyle üzerine atılı suçu işlediği, her ne kadar sanığın alınan ifadesinde devletin yetkili makamlarının depremle mücadele hususunda yetersiz kaldığını belirttiği görülmüş ise de devletin ilgili deprem nedeniyle yetersiz kaldığı iddia ile devletin kasıtlı şeklide yardım çalışmalarını engellediği yönündeki iddiaların farklılık arz ettiği, sanığın sosyal statüsü ve eğitim durumu nedeniyle iki durum arasındaki farkı bilebilecek durumda olduğu…”

Savcılık, yardım gitmediği sözlerinin değil, başka yardımların gitmesinin kasıtlı olarak engellendiğine yönelik sözlerinin yanıltıcı olduğunu söylüyor.

İskenderun girişinde çekilen, onlarca vinç, kamyon ve diğer iş makinelerinin bekletildiği görüntüleri hesaba katmamış belli ki…

Hesaba neden katmadığını da ilginç biçimde açıklıyor:

“…Tanık Elif'in alınan beyanlarının sanığın beyanlarını bir yönüyle desteklediği düşünülebilir ise de tüm Türkiye'nin seferber olduğu ve televizyonlarda canlı şekilde yayınlanan yardım faaliyetlerine rağmen kulaktan dolma bilgileri sosyal medya üzerinden çok kişiyle paylaşılmasının yanıltıcı bilgiyi alenen yayma suçunu oluşturacağı, açıklanan nedenlerle sanığın savunmasına itibar edilmediği ve savunmasının suçtan kurtulmaya yönelik olduğunun değerlendirildiği, sanığın olaya dair herhangi bir görgüsünün olmadığı, yine bahse konu dönemde depremle mücadele çalışmalarının onlarca televizyon kanalında 30'a yakın yardım kuruluşunun katılımıyla tamamlandığı, her ne kadar sanık vekilince onlarca şehirden yüzlerce kişinin tanık olarak getirilebileceği ve depremle etkin mücadele edilmediğinin ya da yardımlara müdahale edildiğinin ortaya konabileceği belirtilmiş ise de çok daha fazla kişinin aksi yönde beyanda bulunmak üzere çok fazla sayıda kişinin tanık sıfatıyla dinlenmesinin mümkün olduğu, yaşanan depremin büyüklüğü dikkate alındığında bir kısım eksikliklerin yaşandığı tarafımızca da kabul edilmiş ise de sanık vekilinin ısrarla üzerinde durduğu şekilde konumuzun depremle etkin mücadele olmayıp herhangi bir somut bilgi ve veriye dayanmaksızın öğrenilen bilgilerin toplumda infial yaratılacak şekilde paylaşılması olduğu, bu bakımdan sanık müdafiinin yeniden tanık dinletilmesi taleplerinin reddine karar verilmesi karar verilmesi kamu adına talep ve mütalaa olunur.”

* * *

Savcılığa göre yüzlerce, binlerce kişi, “Bize yardım gelmedi, gelen yardım engellendi” dese bile bundan çok sayıda kişinin farklı tanıklık yapabilecek olması, suçun oluştuğunu gösteriyormuş… İnfial halindeki bir toplum, bu şekilde infiale getiriliyormuş…

Ankara 10. Asliye Ceza Mahkemesi, gerekçe bile açıklamadan bu görüşleri esas alarak Saçılık’ı suçlu buldu.

Önce bir yıl hapse mahkûm etti, ardından bu cezayı beş yıllığına erteledi. Saçılık, benzer biçimde bir eylemde daha bulunur, ola ki bir felaketle ilgili tepki gösterir, insanların iddialarını anımsatırsa verilen cezayı yatmak zorunda kalacak.

Ve elbette bu ceza sadece Saçılık’a verilmiş değil.

Karar gösteriyor ki İskenderun’da, Hatay’da, Maraş’ta, Adıyaman’da, “Gönderilen yardımlar engelleniyor, tek merkezden yardımların yapılması gerekçe gösteriliyor” diye haykıranların sesini duyurmak isteyen kim varsa suçlu sayılacak.

Gerçeğe aykırı bilgiyi alenen yaymak dedikleri, bizim onayımızdan geçmeyen hiçbir bilgiyi paylaşamazsın anlamına geliyor.

Bir “sus” emri bu aynı zamanda.

Gördüklerini, duyduklarını dillendirme emri…

Halkı infiale getirmenin bu olmadığı ortada.

Ve asıl infiale yol açanlara kimsenin dokunmadığı da…

* * *

Haftanın kitabı: “Dünyaya Yeni Gelen Okurlar İçin”

Barış Bıçakçı, Türkiye’nin önemli yazarlarından biri. İlk kitaplarından bu yana “sıkı takipçi” olan okur sayısı çok fazla. Okurlarının uzun süredir merakla bekledikleri romanı, “Dünyaya Yeni Gelen Okurlar İçin”, İletişim Yayınları’ndan bir süre önce çıktı.

Romanda şahsi bir ansiklopedinin, o ansiklopedinin oluşturulmasının hikayesini anlatıyor Bıçakçı… Elbette her zamanki gibi kapalı bıraktığı, ayrıntıya odaklanan, dar alanda paslaşan cümleleriyle…

“Barış Bıçakçı’dan ömür kadar kısa bir roman” diye tanıtılması boşuna değil romanın. Bıçakçı’nın diğer romanları için de aynı ifade zaten kullanılabilir. Son romanında ise yavaş yavaş yaşam bulan, başkalarından öğrenilmiş bilgilerle yazılan ansiklopedinin içerdiği kısa öykülere bir de aşk öyküsü arkadaşlık ediyor. Sosyal medyada zaten üzerine konuşuluyor kitabın ancak özellikle Bıçakçı’yı tanıyanlar için ansiklopediyi okumamak eksiklik olur. Arka kapak yazısındaki cümleyle söylemek gerekirse, “İnsanın kendi hayatının, avuntularının, esasen de bilmezliklerinin ansiklopedisi…” 

                                                           /././

Nobel Barış Ödülü sahibi Nadia Murad: BM IŞİD'i adalet önüne çıkarmakta başarısız oldu

Iraklı Ezidi Nadia Murad, IŞİD'in fiziksel ve cinsel şiddetini yaşadı.
                                    Iraklı Ezidi Nadia Murad, IŞİD'in fiziksel ve cinsel şiddetini yaşadı.

Stephanie Hegarty - BBC 100 Kadın

Münih’te bir mahkeme salonunda Nora, kendisini köle olarak satın alan, taciz eden ve beş yaşındaki kızını öldüren kişinin karşısında oturuyordu.

2015'te Nora ve Reda Irak’ta cihatçı IŞİD tarafından rehine olarak alıkonuluyordu.

IŞİD bir yıl önce, Ezidi azınlığına yönelik BM’nin “soykırım kampanyası” olarak nitelediği saldırılara başlamıştı.

Felluce’ye Almanya’dan giden IŞİD militanı Taha al-Cumaili ve karısı Jennifer Wenisch tarafından köle olarak “satın alınmışlardı.”

Temmuz’un sonuna doğru, beş yaşındaki Reda hastalandı ve yatağı ıslattı.

Ceza olarak Al-Cumaili küçük kızı dışarı çıkardı ve 50 derece sıcakta pencereye zincirledi.

Al-Cuamili ile karısı küçük kızı susuzluktan ölmek üzere terk ederken, içeride kilitli tuttukları annesinin elinden yalnızca izlemek geldi.

2021 yılında Wenisch savaş suçlarından yargılanan ve hüküm giyen ilk IŞİD üyelerinden biri oldu. Bir ay sonra Al-Cumaili de soykırımdan hükmü giydi.

İkisinin cezalandırılmasında da Nora’nın ifadesi etkili oldu.

“Bu mümkün, daha önce yapıldı” diyen Nobel Barış Ödülü sahibi Ezidi aktivist Nadia Murad, Nora’nın köyünden ve geçen 10 yıldır bu alanda adalet için mücadele ediyor.

Murad, “İnsanların [IŞİD] ve benzer ideolojiye sahip gruplar hakkında bilmedikleri, öldürülmenin onların umurunda olmadığı. Ama mahkemede kadınlar ve kız çocuklarıyla ile yüzleşmekten çok korkuyorlar” diyor.

“Ve onları bütün dünyanın önünde sorumlu tutmazsak, her zaman başka bir isimle geri gelecekler.”

2014 yılında IŞİD, Irak’ın kuzeyinin büyük bir kısmına el koydu ve dini ve etnik azınlıklara saldırdı.

Ancak inançlarından nefret ettikleri Ezidiler’e özel bir zulüm uyguladılar. Binlerce Ezidi erkeği, 12 yaşından büyük erkek çocukları ve ileri yaştaki kadınları öldürdüler. Binlerce genç kadın ile kız çocuğu seks kölesi olarak esir aldılar ve çocuk asker olmaları için erkek çocukların beyinlerini yıkadılar.

Onbinlerce IŞİD üyesinden 20’den azı, Almanya, Portekiz ve Hollanda'daki mahkemelerde savaş suçundan hüküm giydi. Irak’ta IŞİD üyeleri savaş suçlarından değil, terör suçlarından ceza aldılar.

Avrupa’da IŞİD üyelerinin mahkum edilmesinde, Unitad tarafından yürütülen yedi yıllık bir soruşturmanın yardımı oldu. Birleşmiş Milletler’in soruşturma birimi Unitad da, Nadia Murad’ın yardımıyla kuruldu ve milyonlarca delil topladı.

Ancak Eylül ayında Irak’ın BM ile ortaklığını sürdürmeyi reddetmesinin ardından soruşturma da sonlandı. Delillerin tamamı şimdi, New York’taki bir binadaki bir sunucuda bekliyor. Murad daha fazla kişinin mahkum edilmesi için neden siyasi bir irade olmadığını anlayamıyor.

Irak’ta kaç IŞİD mensubunun hüküm giydiği net değil, birçoğu terör suçlamalarıyla alıkonuluyor, ancak süreç şeffaf şekilde ilerlemiyor.

Ülkenin adaleti bakanı geçen sene, ortalama 20,000 kişinin terör suçlamalarıyla hapis cezasına çarptırıldığını, 8,000 kişinin de idam edildiğini söyledi ancak bunların kaçının IŞİD üyesi olduğunu açıklamadı.

Murad “Bu mağdurları kahrediyor” diyor.

Yezidiler 2024'te IŞİD'ın soykırımını andı.Yezidiler 2024'te IŞİD'ın soykırımını andı.

Murad’ın ailesinin çoğu da öldürüldü. Nora gibi o da esir tutuldu ve bir üyeden diğerine satıldı, tekrar tekrar tecavüze ve toplu tecavüze uğradı.

Kimse onu kurtarmaya kimse gelmedi, onu esir alan kişi kapıyı kilitlemeyi unutunca kaçabildi. Saatlerce yürüdükten sonra kapısını çaldığı onun IŞİD bölgesinden kaçmasına yardım etti.

“Yeğenlerim, arkadaşlarım ve komşularım hala oradayken ben hayatta kaldığım için suçlu hissediyordum” diyor Murad.

“Hayatta kalışımı hikayemi anlatma sorumluluğu olarak gördüm, insanlar [IŞİD] kontrolü altında gerçekten neler olup bittiğini bilsin diye.”

Açıkça konuşan Murad, Irak’ta cinsel şiddetle bağdaştırılan utancı reddetti. Tanıdığı birçok kadın lekelenmekten korumak için sessiz kalmaya çalışmış. Ancak Murad akrabalarını ve arkadaşlarını Unitad’a delil sunmaları için ikna etmiş.

Çalışmalarının çoğunluğu cinsel şiddet mağdurlarının haklarını korumayı hedefliyor. Geliştirdiği “Murad Kodu” isimli kılavuz mağdurların, soruşturmacılarla ya da gazetecilerle konuşurken neleri paylaşacaklarını kontrol etmelerine yardımcı oluyor.

“Cinsel şiddet ve tecavüz savaş bittikten çok uzun süre sonra sizinle kalan birşey. Sonsuza kadar kalıyor ve vücüdunuzda, zihninizde ve kemiklerinizde varoluyor,” diyor Murad.

Murad Irak devletinin soykırım mağdurlarını BM’nin yardımı olmadan nasıl ele alacağı konusunda kaygılı. Yakınlarının toplu mezarlardan çıkarılma yöntemi de endişesini artırdı.

IŞİD tarafından öldürülenlerin gömüldüğü yaklaşık 200 toplu mezar var. BM misyonunun yardımıyla açılan 68 mezardan 15’i Murad'ın köyündeydi.

Bu süreç artık Irak yetkililerinin elinde ve binlerce cansız bedenin yalnızca 150'sinin kimliği tespit edildi. Murad’ın sekiz erkek kardeşinden altısı IŞİD tarafından öldürüldü ama yalnızca ikisi için düzgün bir cenaze töreni yapıldı.

“Annem, yeğenlerim, diğer dört erkek kardeşim, kuzenlerim hepsi Bağdat’ta bir binada duruyorlar,” diyor Murad. “[Süreç] bir tür kapanış arayan birçoğumuz için acı verici derecede yavaş ilerliyor.”

Yakın geçmişte kimliği belirlenen bazı kurbanların akrabalarına Irak yetkilileri ulaşmayınca ailelerin Facebook üzerinden haberi olmuş.

Unitad’ın eski yöneticisi Christian Ritscher, BBC'ye bedenlerin kimliğinin tespit edilmesinin uzun ve zor bir süreç olduğunusöyledi. Ritscher, Unitad çok şey başarmış olsa da, soruşturmanın fazla erken sonlandığını düşünüyor.

Nadia Murad, BM ve diğer uluslararası kuruluşların en savunmasız olanları koruyamadığını söylüyor

Ezidi soykırımının onuncu yıldönümünde Murad’ın bu tür suçları önlemeyi hedefleyen, BM gibi kuruluşlara da sert birkaç sözü var.

“Bu uluslararası kuruluşlar insanları sürekli hayalkırıklığına uğratıyor. Savaşı önlemeyi başardıkları bir tek örnek verin, Irak olsun, Suriye olsun, Gazze ve İsrail, Kongo, Ukrayna olsun.”

“En savunmasız olanları korumaları gerekiyordu,” diyor Murad. “Kendi partileri ve siyasetleri için neyin daha iyi olacağı onları daha çok ilgilendiriyor.”

Murad, Gazze ve Lübnan’daki savaşların yayılmasından ve IŞİD kalıntısı grupların Ortadoğu’daki kaostan bir kez daha faydalanmasından korkuyor.

“[IŞİD] gibi bir ideolojiyi yalnızca silahlarla yenemezsiniz,” diyor Murad. “Birçoğunun hala serbest olduğunu ve cezasızlıkla kurtulduklarını biliyoruz.”

“Sessiz kalmayarak, suçu ve lekeyi üstlenmeyerek bir şekilde ifademi verdiğimi, adaleti bulduğumu hissediyorum."

"Ama hikayesini anlatmayan kız kardeşlerim, yeğenlerim, arkadaşlarım ve mağdur kardeşlerim için acı çok gerçek. Ve bu travmayı da yalnızca adalet iyileştirebilir.”

                                                       /././

Kadına hakkını verip canını alan erkek dünya -Mine Söğüt-

Kadına bu dünyada yer arıyoruz ve sadece testosteron enerjisiyle biçimlenen kadim tarihin zehrini yeni nesillerin zihnine eski verilerle aktarmaya devam ediyoruz. Çünkü; bizim için kadınların seçme ve seçilme hakkını kazanmalarının haber değeri var ama yüzyıllar boyunca bu hakka sahip olmamalarının haber değeri yok.

Fransa ve İtalya’dan on bir, Romanya’dan on iki, Bulgaristan’dan on üç, Belçika’dan on dört, İsviçre’den otuz altı ve Suudi Arabistan’dan da tam seksen bir yıl önce 1934 yılında bu topraklarda kadınlara seçme ve seçilme hakkı verildi.

Peki bu hakkı onlara kim verdi?

Erkekler.

Hem de sayıları her dönem nüfusun ortalama yarısını oluşturduğu halde, uygarlık tarihini tek başına yazan ve tüm hakları binlerce yıl tekelinde tutan erkekler…

Halkın mecliste oy verme ve fikrini söyleme hakkı ilk kez bundan 26 yüzyıl önce Atina’da kazanıldı. O hakkı da zengin ve erkek muktedirler yeni yeni şekillenen demokrasi kavramı çerçevesinde sadece kendileri gibi zengin ve soylu diğer erkeklere bahşederek iktidar üzerinde onların da kısmen söz hakkı olmasına izin verdiler.

30 Ekim 1930'da Türkiye'de kadınlar ilk kez belediye seçimlerinde oy kullandı

Bu yüzyıllarca böyle devam etti. Zamanla oy kullanan soylu ve zengin erkeklere sıradan ve fakir erkekler de katıldılar ama zengin ya da fakir hiçbir kadın seçme ve seçilme hakkının yanına tam 25 yüzyıl boyunca yaklaşamadı.

Bu süreçte her alanda başarılı ya da başarısız erkeğin arkasında, yanında ya da ayağının altında durdular.

Erkeklerin tasarladığı dünyaya onların öngördüğü anlayışlara göre yetiştirilen kızlar ve erkekler doğurdular.

Aralarından çeşitli vesilelerle tek tük sıyrılan ve erkek işine soyunan kadınlar çıktıysa da emsal teşkil etmediler, dünyayı değiştirmediler.

Kadınların seçme ve seçilme hakkından ve daha birçok hakları olduğundan ancak 19’uncu yüzyılın sonlarına doğru konuşulmaya başlandı. Ve nihayetinde erkekler kadınlara da seçme ve seçilme hakkı vermeye ikna oldular.

25 yüzyıl boyunca iktidar sistemlerine hukuken yaklaştırılmayan, annelik ve eşlik dışında başka hiçbir alanda güç sahibi olmalarına izin verilmeyen kadınlar, erkek aklıyla inşa edilmiş binlerce yıllık bir dünyada sadece son yüz, yüz elli yıldır seslerini çıkarabiliyorlar.

Ve çıkardıkları sesin bile aslında tamamen kendilerine değil daha çok bu erkek dünyaya ait olduğunu çoğu zaman fark etmiyorlar.

Sadece seçme ve seçilme hakkı değil neredeyse tüm haklar uygarlığın en başından beri erkeklerin elindeydi.

İçinde yaşadığımız bu dünyayı en başından beri her şeyiyle tek başına erkek aklı ve erkek erki dizayn etti.

Gelmiş geçmiş dinlerin hemen hemen her türlüsünde, hele hele tek tanrılılarında sadece erkek zihninin imzası var.  

Mevcut politika külliyen erkek enerjisinin marifeti.

Felsefe, sosyoloji ve psikoloji baştan sona erkek zihninde şekillendi.

Edebiyat, şiir, sinema, tiyatro, mimari hep erkek işi.

Sanat tarihi külliyen erkek marifetleriyle yazıldı.

Ekonominin, endüstrinin, bilimin, teknolojinin tüm mimarları erkekler.  

Ne yiyeceğimizden ne giyeceğimize, nasıl yaşayacağımızdan nasıl sevişeceğimize, nasıl savaşacağımızdan nasıl barışacağımıza, nasıl konuşacağımızdan nasıl düşüneceğimize, nasıl doğacağımızdan nasıl öleceğimize kadar her şey en başından beri dünya nüfusunun yarısının aklıyla sistemleştiriliyor.

Üremede erkeğin de payı olduğu fark edildikten sonra sadece erkek soyunu sürdürmekle mühürlenen kadının, ne zaman hangi koşullarda nasıl bir özgürlüğe sahip olacağına da haliyle binlerce yıldır kadınlar dahil herkes külliyen erkek aklıyla inşa edilmiş bir düşünce sistemi içinde akıl yürütüyor.

Çeşitli alanlarda başarılı olan kadınların artık parmakla gösterilmeyeceği ve cinsiyetlerin altının çizilmeyeceği bir dünya yaratmanın peşinde değiliz.

Hâlâ kadına bu dünyada yer arıyoruz ve sadece testosteron enerjisiyle biçimlenen kadim tarihin zehrini yeni nesillerin zihnine eski verilerle aktarmaya devam ediyoruz.

Çünkü;

Bizim için kadınların seçme ve seçilme hakkını kazanmalarının haber değeri var ama yüzyıllar boyunca bu hakka sahip olmamalarının haber değeri yok.

Kadınlara çeşitli yasal hakların ne zaman ve nasıl tanındığını önemsiyoruz ama onca zaman neden ve nasıl tanınmadığını tartışmıyoruz.

Tanrıların erkek olduğuna külliyen iknayız.

Nüfusun sadece yarısının aklıyla şekillenen bir dünyada mevcut düzeni kökünden söküp, yerine gerçekten eril ve dişil aklın ortaklığıyla yenisi kurmak için bir heves taşımıyoruz.

Kadın haklarını erkek aklıyla korumaya çalışıyoruz.

Bu yüzden de kadının hikayesini yüz yıldır hala “verilen haklar ve alınan canlar” kısır döngüsünden çıkartamıyoruz.

* * *

Seçme ve seçilme hakkı olan ama “olduğu gibi” özgürce yaşama hakkı olmayan kadınlarla anca bu kadar döner bu dünya.

                                                                /././

Güney Kore’den bir darbe hikâyesi: Öldürdü, iktidarı aldı ama sonu hiç iyi olmadı -Eray Özer-

Darbecilerin, diktatörlerin hikâyeleri dünyanın hiçbir yerinde iyi bitmiyor. Dün sıkıyönetim ilanıyla bir tür darbeye girişen Güney Kore devlet başkanı da aynı şekilde şimdi köşeye sıkışmış durumda, istifası isteniyor.

Güney Kore Devlet Başkanı Yoon Suk-yeol, dün, konuşmasında muhalefetin saldırılarına atıfta bulunarak "kaos yaratan devlet karşıtı güçleri ezmek için" sıkıyönetim ilan ettiğini söyledi

Güney Kore’de Devlet Başkanı Yoon Suk-yeol’ün “bir tür darbe” intibası bırakan sıkıyönetim ilan etme ve muhalifleri zindana atma girişimi üzerine çok yakın zamanda izlediğim Kore filminden ve sonrasında yaşananlardan bahsetmek istedim size.

Filmler insana çok şey öğretiyor. Hele bir de devamında duramayıp filmin açtığı yolda okuma yapmaya devam ediyorsanız…

Filmimizin ismi “12:12 The Day.” Onikinci ayın onikinci gününe referans veren ve bundan 45 yıl önce o gün yaşanan gerçek olayları anlatan bir film.

Dolayısıyla gelin biz de “gerçeğin” izinden olayların akışına bir bakalım:

Yıllardan 1979…

Kendi de bir diktatör olan önceki devlet başkanı Park Chung Yee yaklaşık bir buçuk ay önce suikasta kurban gitmiş. Üstelik katili de Güney Kore İstihbarat Teşkilatı’nın en tepesindeki isim.

Devlet yönetiminin birbirini infaz ettiği bu olağan dışı durumdan kendine çıkar sağlamak ordunun içinde bir hizibin başını çeken Tümgeneral Chun Doo-hwan’ın aklına geliyor.

Chun’un liderliğini yaptığı Hanahoe adındaki gizli örgüt, bir türlü istediklerini yaptıramadıkları genelkurmay başkanı Jeong Seung-hwa’yı devre dışı bırakmak için bu suikastı kullanmaya karar veriyor.

1. Piyade Tümeni’nin başındaki Chun Doo-hwan, Hanahoe’nin diğer üyelerini ikna ederek bir darbe planı yapıyor.

Plana göre genelkurmay başkanı suikastla ilişkilendirilecek, ifade alınmak üzere tutuklanması için o sırada devletin başına geçen Choi Kyu-hah’tan resmi izin alınacak ve sonrasında genelkurmay başkanı ve ekibi derdest edilerek Kore ordusunun tüm üst düzey yönetimine Chun Doo-hwan ve arkadaşları getirilecek.

Fakat bir aksilik yaşanıyor: Devlet başkanı tutuklama kararına imza atmaya yanaşmıyor ve ayrıca daha tutuklama kararı imzalanmadan genelkurmay başkanı gözaltına alınmaya çalışıldığı için ordunun diğer birimleri darbeye karşı teyakkuza geçiyor.

Buradan sonrası tam bir aksiyon filmi (nitekim film de olmuş); başkent Seul’e önce darbeci mekanize birlikler mi ulaşacak, yoksa darbeyi engellemeye çalışanlar mı?

Sabaha kadar devam eden çatışmalarda kazanan darbeciler oluyor ve Chun Doo-hwan ve ekibi ordunun yönetimini ele geçiriyor.

Güney Kore tarihine bu olay “12 Aralık Darbesi” olarak geçiyor. Filmimiz de tam olarak o gecenin hikâyesini anlatıyor.

Tabii bu “başarı” Chun’u ve arkadaşlarını “kesmiyor.” Gözleri daha yükseklerde… Tüm ülkenin yönetimini ele geçirmekte…

Sıkıyönetim altındaki ülkede ikinci ve nihai bir darbeyi daha hayata geçirmeleri beş ay bile sürmüyor.

17 Mayıs 1980’de bu kez ordunun sıkıyönetim uygulamasının tüm ülke geneline yayma isteğine meclisin ayak diremesi üzerine ikinci darbe geliyor.

Büyük gözaltılar başlıyor. Özellikle üniversitelerden öğrenciler ve akademisyenler olmak üzere binlerce insan tutuklanıyor.

Darbeden bir gün sonra, 18 Mayıs’ta Güney Kore kentlerinden Gwangju’da bir ayaklanma patlak veriyor. Şehirdeki üniversite öğrencileri darbecilere karşı sokaklara dökülüyor.

Gwangju Ayaklanması olarak tarihe geçen ve ülkenin farklı bölgelerine yayılarak 27 Mayıs’a kadar süren gösterilerde binlerce kişi yine gözaltına alınıyor. Fakat şiddetin boyutu bu defa bununla sınırlı kalmıyor: Bazı kaynaklarda infaz edilen göstericilerin sayısının binlere ulaştığı (2300) söyleniyor. Yüzlerce, binlerce faili meçhul gösterici katlediliyor.

Buna karşın sivil direniş darbeyi engellemeye yetmiyor ve 1980’in Eylül ayında Chun Doo-hwan Güney Kore’nin devlet başkanlığına getiriliyor.

Yani bir cunta liderinin suikastından sadece 10 ay sonra Güney Kore başka bir cuntanın yönetimine geçiyor.

Chun Doo-hwan yaklaşık 7,5 yıl iktidarda kalıyor. Sonrasında birkaç yıl da kendi vekillerini başkan yaptırmayı deniyor ama Güney Kore’deki değişim o kadar güçlü bir dalga yaratıyor ki, 1988’de başkanlığı bırakmasından beş yıl sonra Chun yolsuzluk ve yaptığı katliamlar nedeniyle (başta Gwangju olmak üzere) yargılanmaya başlıyor.

Sonu çoğu diktatör gibi iyi olmuyor.

Hakkında idam cezası veriliyor. Madalyaları sökülüyor. Ülkede nefret edilen bir figüre dönüşüyor. Milletinden çaldığı paraları iade etmesi isteniyor. (Dörtte üçünü etmiyor.)

Kendini bir ara bir manastıra kapatıyor; güya kefaret ödeyecek ama ölene kadar yaptıkları için özür dilemiyor.

Cezası önce hapse çevriliyor, bir süre içeride kaldıktan sonra affediliyor.

Çok yakın bir tarihte, 2019’da bir kez daha yargılanmaya başlıyor.

Güvenlik güçlerinin arasında iki büklüm, nefes almakta zorlandığı, itilip kakıldığı halleri Kore basınına yansıyor.

Yine ceza alıyor ama cezası sağlık nedenleriyle erteleniyor ve bir yıl sonra da arkasında binlerce ailenin bedduasını bırakarak ölüp gidiyor.

Darbecilerin, diktatörlerin hikâyeleri dünyanın hiçbir yerinde iyi bitmiyor.

Dün sıkıyönetim ilanıyla bir tür darbeye girişen Güney Kore devlet başkanı da aynı şekilde şimdi köşeye sıkışmış durumda, istifası isteniyor.

Tüm bu örneklere rağmen darbecilerin darbe hevesi bir türlü bitmek bilmiyor.

                                                            /././

Kasım enflasyonunda gıda etkisi -Binhan Elif Yılmaz-

Gıda ve barınmada sorun devam ediyorken, piyasa ve merkez bankası enflasyonun düştüğüne önce kendilerini sonra herkesi ikna turunda.

TÜİK verilerine göre Kasım ayı TÜFE aylık yüzde 2,24 artarken yıllık yüzde 47,09 oldu. Kasımda aylık ÜFE ise yüzde 0,66 artış gösterirken, yıllık yüzde 29,47 olarak gerçekleşti.  

Hem aylık fiyat artışları devam ediyor hem de mevsim etkisinden arındırılmış TÜFE yüzde 2,93’e yükseldi. Bu veri temmuz ayından bu yana en yüksek veri. Ekim ayında mevsim etkisinden arındırılmış TÜFE verisi yüzde 2,53 artış göstermişti. Öte yandan çekirdek enflasyon daha dirençli kalmaya devam ediyor. Hizmet grubunun lokanta/otel, ulaştırma, haberleşme gibi bazı alt kalemlerinde iyileşme belirtisi olmakla beraber, hâlâ çok pahalı.

Enflasyonda son görünüm TCMB’nin yeni revize ettiği yıl sonu tahmininden uzakta. TCMB bir ay önce (8 Kasım) 2024 yıl sonu enflasyon tahmin aralığını yüzde 34 – 42 seviyesinden yüzde 42-46 düzeyine yükseltmişti. Yükletmeseydi ulaşması imkansızdı, yükseltti yine de imkansız.

TÜİK’in açıkladığı enflasyon oranı bu yeni tahmine yakınsamaya çalışıyor ama aralık enflasyonu en iyi olasılıkla yüzde 1,5-2 aralığında gelse dahi, bu yılı yüzde 45-46 aralığında tamamlayacak. Peki aralık ayında neden yüzde 1,5-2’den aşağıda olmaz?

Nedeninin anlaşılması için TÜFE harcama gruplarına bakalım: Harcama gruplarında her ayın bir fenomeni oluyor. Kasım ayının fenomeni de gıda oldu. Yüzde 14,3 ile geçen ayın zam rekortmeni olan giyim ve ayakkabı grubu kasım ayında negatif bölgeye geçti. Eylül ayı enflasyonuna da aylık yüzde 14,2’lik fiyat artışı ile damga vuran eğitim enflasyonu ise beklendiği gibi sönümlense de ailelerin bütçelerinde çok büyük izler bıraktı, bırakmaya devam ediyor. Çünkü yıllık eğitim enflasyonu yüzde 92,5.    

Gıda fiyatları aylık artışı yüzde 5,1 ve yıllıkta yüzde 48,6 olarak gerçekleşti. İki gün önce açıklanan yüzde 3,1’lik İTO verisinde gıda kaynaklı artış manşet enflasyona yansıyordu. Ancak Türk-İş’in açıkladığı mutfak enflasyonu (yüzde 0,6) bu verilerle hiç bağdaşmadı.

Ekim ayında yıllık gıda enflasyonu yüzde 45,28’ti ve çekirdek enflasyonun (C) 2,5 puan altındaydı. Kasım ayına geldiğimizde yıllık gıda enflasyonu yüzde 48,57’ye ulaşırken çekirdek enflasyon yüzde 47,13 oldu. Yani gıda enflasyonu çekirdekten yarım puan daha yüksek.

Kasım ayında başta taze sebzelere gelen yüzde 29,6’lık ve yumurtaya gelen yüzde 14,1’lik artış, enflasyonu yukarı taşıdı. Daha da taşıyacak, mevsimsellikten arındırılmış veriye de bakınca, gıda enflasyonu gizlenecek gibi değil.

Oysa TCMB’nin bir ay önceki III. çeyrek Enflasyon Raporundaki gıda enflasyonuna ilişkin varsayımı, 2024 yılı sonunda yüzde 35,5’tu. Hatta 2025’te de yüzde 15 olacağını varsayıyordu. O noktadan giderek uzaklaşıyoruz.

DİSKAR’ın araştırması, ekonominin mevcut dinamizminin bozulan sosyal görünümle beraber geldiğine dair güçlü bir kanıt. Orta gelirli üçüncü yüzde 20’lik gelir grubunun gıda enflasyonu yüzde 54,2 olurken, düşük gelirli ikinci yüzde 20’lik grubun gıda enflasyonu yüzde 67,8 oldu. En yoksul yüzde 20’lik gelir grubunun gıda enflasyonu ise yüzde 86,2 olarak gerçekleşti.

Anlaşılan nu araştırmaya göre düşük gelirlinin, yoksulun gıda enflasyonu TÜİK’in açıkladığı yüzde 47,09 oranındaki manşet enflasyon değil, yüzde 90’a yaklaşıyor. Çünkü düşük gelir grubundakiler gelirlerinin hemen hemen tamamını gıdaya harcamak durumunda kalıyor. Açıklanan ile hissedilen enflasyon farkını belirleyen, hangi gelir grubunda olduğumuz.   

Gıda, barınma ve sağlık en başta giderilmesi gereken ihtiyaçlar. Aylık bazda ekim ayına oranla konut (yüzde 2,9’dan 2,5’e) ve sağlık (yüzde 2,9’dan 2,7’ye) enflasyonunda çok az gerileme ortaya çıktı. Ancak yıllık bazda konutta yüzde 74,5, sağlıkta ise yüzde 52,8’lik artışlar var.

TCMB, sıklıkla kira enflasyonundaki yüksek ataleti değerlendiriyor. Kira sözleşmelerinin zamana bağlı fiyatlandırma yapısı ve geçmiş enflasyona endeksleme eğiliminin yaygınlığı, kiralarda yüksek atalete yol açtığı görüşünde. Başka ne beklenebilirdi? Yüzde 25’lik kira artış sınırı iki yıl boyunca uygulatıldıktan sonra dengelerin yeniden yerine gelmesi güç.

Hizmet ve temel mal enflasyonunda aşağı yönlü bir hareket olsa da, TCMB’nin her faiz kararı sonrası yayımladıkları PPK metninde görmeyi umdukları gibi olmuyor. Bu da normal aslında. Nedenleri biraz geride aramakta fayda var. Ekonomi yönetimi iki yılı aşkın süre (2021 eylül-2023 haziran) boyunca enflasyonun yükselişine hiç müdahale etmedi. Ayrıca sıklıkla yapılan siyasi açıklamalar, enflasyonu daha da arttıracak faiz indirimi vb adımların atılmasına yol açtı. Süreç uzadıkça fiyatlamalar gerçeği yansıtmaktan uzaklaştı, değer yargıları yıprandı, kısa vadeli karar alanlar çoğaldı, bulaşıcılık etkisi büyük oldu.

Enflasyon bir miktar hızlanınca dünyada birkaç ülke dışındaki ülkelerin merkez bankalarının hızlı ve kararlı bir şekilde enflasyonla mücadeleye başlamasının nedenine bu yönden bakmakta fayda var.  

Gıda ve barınmada sorun devam ediyorken, piyasa ve merkez bankası enflasyonun düştüğüne önce kendilerini sonra herkesi ikna turunda. Citi ekonomistlerine göre kasım ayında yüksek gelen gıda enflasyonun işlenmemiş gıdalardan kaynaklı olduğunu, önümüzdeki aylarda normale döneceğini, gıda enflasyonunun TCMB’nin aralık ayında faiz indirimini gerçekleştirmesinin önünde bir engel olmadığını ifade ediyorlar. Barclays’dan gelen açıklama ise kasım ayında beklentilerin üzerinde gelen enflasyonun para politikasının yönünü değiştirmeyeceği, 26 Aralık’taki para politikası toplantısında 250 baz puan indirim bekledikleri yönünde.

Ancak hâlâ ücretlinin, emeklinin enflasyonun hasarından nasıl kurtulacakları belli değil. Tam kurtulmaya başlıyorum derken fiyat artışlarıyla karşılaşmak da olası. Yıllardır görmeye alışık olduğumuz gibi, nasıl bir tesadüfse, asgari ücrete yapılan zammın 4. ayında asgari ücret açlık sınırının altında kalıyor. O nedenle 2025’in ilk çeyreğine kadar fiyat davranışlarındaki bozulmayla karşılaşmak sürpriz olmaz. Merkez Bankasının piyasayı şaşırtması, piyasanın merkezi değil, merkezin piyasayı yönlendirmesi gerekir. Yeni yılın ilk aylarını beklemekte fayda var. Ayrıca gevşeme adımlarında faiz indirimi dışında makro ihtiyati politikalarla yönlendirme de tercih edilebilir.

Politika faizi ve TÜİK’in açıkladığı enflasyon arasındaki minimum fark dikkate alınarak faiz indirimine kapı aralanmaya çalışılsa da sembolik bir indirimin kredi maliyetlerini ucuzlatması ve/veya varlık fiyatlarını etkileme kapasitesi minimumda kalacaktır.

                                                               /././

CHP’de muhaliflerin olağanüstü kurultay çabası menziline varabilecek mi?-Candan Yıldız-

CHP’de muhaliflerin işi zor ama “değişim” iddiasının altını dolduramayan yönetimin de işi zor.

Murat Sabuncu T24’teki  “Bir CHP Dört Portre” yazısında ana muhalefet partisinin parçalı halini anlatmıştı.

“Değişim” kongresinden bu yana, son bir yılda o parçalı yapı bütünleşemedi.

Parti içindeki kimi isimlerin olağanüstü kurultay çıkışları bunun kanıtı…

İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu’nun “Kurultay dedikoduları partisi olmayacağız” sözü partideki gelişmeleri daha da netleştirdi.

Zira CHP 7. Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nun parti içindeki gücünü arkasına alarak olağanüstü kurultay için yeterli imzayı bulması çabası içinde olduğu konuşuluyordu.

Nitekim iller bazında toplantılar yapıldığını biliyorum. Kılıçdaroğlu da geçtiğimiz hafta sonu İstanbul’da eski belediye başkanlarıyla bir araya geldi Bakırköy’de bir otelde… Ancak İmamoğlu’nun son açıklamasıyla Kılıçdaroğlu’nun arayışı menziline varamayacak gibi…

CHP’yi takip edenler bilir, bir dönem İmamoğlu ve Kılıçdaroğlu’nun ortak hareket edebileceği yönünde bir beklenti vardı.

Ancak İmamoğlu’nun son çıkışıyla, Özgür Özel’in “Kurultay tartışmasını bitiriyorum” çıkışı uyumlu.

Parti içindeki ağırlığı geçen yıl yapılan kurultayda açığa çıkan İmamoğlu’nun Özgür Özel’le hareket edeceği anlaşılıyor.

CHP’den bazı isimlerle konuştum. Kılıçdaroğlu’nun 400-450 delege gücüne sahip olduğunu ifade ettiler.

Ancak seçimli olağanüstü kurultay için toplanacak imzanın salt çoğunluğa sahip olması gerekiyor.

O da kurultay üye sayısının bir fazlası olan 684…

CHP içerisindeki güç rekabeti, Cumhurbaşkanlığı seçimi için de önemli.

Soldan sağa; Mansur Yavaş, Özgür Özel ve Ekrem İmamoğlu

İmamoğlu’nun Cumhurbaşkanlığı adaylığı için parti için rakipleri Mansur Yavaş ve 14 Mayıs seçimlerine giden süreçte gördüğümüz gibi Kılıçdaroğlu modeli ile Özgür Özel de olabilir.

Mansur Yavaş’ın parti içindeki şansı azaldı, son kayyım tartışmaları sonrası.

Ama bu Yavaş’ın aday olamayacağı anlamına gelmiyor. 100 bin imzayı bulan bir isim Cumhurbaşkanı adayı olabiliyor.

Bu da ‘seçimlerin yenilenmesi’ formülüyle üçüncü kez aday olmaya hazırlanan Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın isteyebileceği bir tablo…

Kurultay “haktır, delegenin özgür iradesidir” diyenler için 15 Ocak kritik bir takvim. Zira hedeflenen imza toplanırsa Mart 2025’e kadar olağanüstü kurultay toplanabilir. Zira Marttan sonra olağan kurultay (ilçe) süreci başlayacak.

Peki CHP içindeki kurultay tartışması sadece güç rekabetine, siyasi alan kavgasına indirgenebilir mi?

Bence hayır…

Zira eleştiriler ortaklaşıyor.

“Normalleşme” siyasetinin kontrollü muhalefete dönüştüğü, kimi açıklamaların (Avukatlık, TİP’in küçünsenmesi gibi) sonradan düzeltilmesi, kimi siyasi çıkışların arkasının gelmemesi, MİT’le görüşme sonrasında CHP’nin yurtdışı temsilciliklerinin zan altında bırakılması vs…

CHP’de muhaliflerin işi zor ama “değişim” iddiasının altını dolduramayan yönetimin de işi zor.

                                                            /././

Diyarbakır notları(II): “Beni ömür boyu hapse atsınlar yeter ki barış olsun”-Candan Yıldız-

“Geçen 8 ayı sürekli kayyım atanacak iddiaları ile geçirdik. Her an kayyım atanacağını fısıldayan trol personel var”

Bir yanda “Öcalan gelsin TBMM’de DEM Parti grubunda konuşsun” çıkışı, diğer yanda Kürt ve Türk seçmeninin seçtiği belediyelere kayyım atanması…

MHP lideri Devlet Bahçeli’nin başlattığı ama Cumhur İttifakı’nın ve devlet bürokrasisinin eş güdümlü çalıştığı yeni sürecin parametreleri belirdi.

Eşit vatandaşlık talebinin ön koşulu olan demokratikleşme ‘out’, kayyım, gözaltı ve tutuklamalar ‘reloading’…

Belirsizliklerin yeni normalimizin olduğu yeni dünya düzensizliğinde, huzur, barış ve demokrasi mumla aranan imkânlar… Bakınız Suriye’deki gelişmeler… 

Ama yine de kırıntı halinde bile olsa barış ihtimaline sarılmak isteyenler yok değil.

Diyarbakır’daki hava bu…

Kentin kalbi Sur’da tarihi Ulu Camii önünde taburelerde oturan Diyarbakırlılarla konuştum. Kimi Bahçeli’den çok Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın konuşmasını istiyor, kimi de “Beni ömür boyu hapse atsınlar yeter ki barış olsun, çocuklarımız bizim yaşadıklarımızı yaşamasın” diyor. Aralarında süreci “oyun” olarak görenler de yok değil.

Konuştuğum bir inşaat işçisi “Yoksulluktan bahsederken Kürdüz, hep eziliyoruz, annemizin verdiği süt haram oldu” sözleriyle duygusunu dile getiriyor.

İki milyonluk şehirde yoksulluk yüzünüze çarpıyor gerçekten…

Sur içinde yaşlı yaşlı kadınlar yanınıza yaklaşıp “Yasin duası ister misin” diye soruyor, karşılığında da ne kadar para verirsen…

Diğer yanda ise inşaat ekonomisiyle zenginleşen bir kesim…

Ulu Camii önündeki Diyarbakırlılarla konu 2016’dan beri uygulanan kayyım siyasetine geliyor.

“Benim irademi saymayanı ben de tanımam” diyen bir Diyarbakırlı kentin ortak ruh halini yansıtıyor. Nitekim üst orta sınıftan bir genç de, “demokrasi bu değil” diye tepkisini dile getiriyor.

Köyden kent merkezine alışveriş için gelen, AKP’ye oy verdiğini söyleyen bir kadın oy verdiği partiden soğuduğunu ifade ediyor.

Esenyurt, Halfeti, Mardin, Batman ve Bahçesaray'a atanan kayyım Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi’ne de atanacak mı? Bu soru sokakta da soruluyor.

Haklarında soruşturma olmamasına rağmen yeni açılan bir soruşturmayla belediye başkanlarının yerine kayyım atanacağını biliyor Diyarbakırlılar. 

Diyarbakır Büyükşehir Belediye Eş Başkanı Serra Bucak da “Geçen 8 ayı sürekli kayyım atanacak iddiaları ile geçirdik. Her an kayyım atanacağını fısıldayan trol personel var” diyerek ‘arafta’ ruh halinin nasıl beslendiğine dikkat çekti.

Yereldeki bazı gazeteciler de “Valilik hazırlığını yapmış, hangi daireye kimin atanacağının listeleri hazırmış” iddialarını dile getiriyor.

DEM Parti Milletvekili, hukukçu Mehmet Rüştü Tiryaki de kayyım uygulamalarının yarattığı ruh halinden söz etti:

“Kayyımlar nedeniyle seçmenimiz bize parlamentodan çekilin, belediye başkanlıklarını bırakın diyor. Bu daha önce yaşadığımız bir şey değildi. 5 Haziran 2015’te Diyarbakır’da yaptığımız mitinge bombalı saldırı olmuştu. 7 Haziran’da seçim yapıldı ve yaralılar sedyeyle gelip oy kullandı. Oy kullanmaya bu kadar değer veren bir kültürden geliyoruz. Ama şimdi sokaktaki herkes siyasi iktidarın Kürdün oyunu iradesini yok saydığını söylüyor. Duygusal kırılmayla kastettiğimiz bu, emin olun bu ruh hali her geçen gün yaygınlaşıyor.”

Türkiye Büyük Millet Meclisi'nde yer alan 14 partiden 10'u "kayyım uygulamasının" sonlandırılması için ortak kanun teklifi sundu. Tabii yasa tekliflerinin görüşülmesi Meclis Başkanlığı’nın inisiyatifinde… İsterse bekletebilir.

Belediye eş başkanları paylaştı. Diyarbakırlılar diyormuş ki “Kayyım gelmeden suyumuzu getirin, yolumuzu yapın.”

Ne acı bir cümle…

Dün yazmıştım kayyımın ‘imtiyazlandırma’ politikalarını.

Bu imtiyazdan nasibini almayan büyük bir nüfus “kayyım gelmeden” demesin de ne desin…

                                                                /././

12 Eylül karanlığını yaşayan insan hakları savunucusu Nimet Tanrıkulu 44 yıl sonra yine tutuklu -Candan Yıldız-

Eren Keskin: Nimet Tanrıkulu 12 yıl önce de benzer iddialarla suçlanmış, ‘kovuşturmaya yer olmadığı’ kararı verilmişti.

Bazı hayatlar vardır, ‘geçmiş’ denen şeyin bugün de yaşadığını hatırlatır.

İnsan hakları, kadın hakları savunucu, Cumartesi Anneleri’nin yol arkadaşı, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın “acı ve zulümlere’ konu olduğunu söylediği Diyarbakır Cezaevi hakikati için çalışan Nimet Tanrıkulu’nun hayatı geçmişin geçmediğini gösteren bir hayat…

İktidarın da lanetlediği 12 Eylül’ün karanlık günlerinde gözaltına alındı, işkence gördü. 44 yıl sonra yine gözaltına alındı ve tutuklandı.

Bu coğrafyada bazılarının biyolojik saati gözaltılara ayarlıdır. Çünkü hep sabaha karşı yapılır gözaltılar.

Nimet Tanrıkulu da 26 Kasım’da sabah 05.00 gibi İstanbul’daki evi basılarak gözaltına alındı. İstanbul’dan soruşturmanın başlatıldığı Ankara’ya götürüldü. Dört günlük gözaltıdan sonra tutuklanarak Sincan Cezaevi’ne götürüldü.

Avukatı Eren Keskin Tanrıkulu’nun demans hastası olan annesi ile bakıma muhtaç babasının sağlık raporlarını sunacaklarını ve tutukluluğa itiraz edeceklerini söyledi.

Nimet Tanrıkulu her yerdeydi. Cumartesi Anneleri’nin, Arjantinli Plaza del Mayo Anneleri’nin yanında, barış süreçlerinde, Diyarbakır Cezaevi Gerçeğini Araştırma Komisyonu’nda, TBMM’deki görüşmelerde, 78’liler Girişimi’nde, 12 Eylül’ü yargılama süreçlerinde ve kadın hakları mücadelesinde…

Ama öyle bir dönemden geçiyoruz ki, insan haklarının ihlal sahası Kürt meselesine dair her söz yargılanıyor.

İnsan Hakları Derneği İstanbul şubesinde sürece ilişkin bilgi veren Eren Keskin Tanrıkulu’nun tutuklanmasına gerekçe olan iddialara ilişkin şu bilgileri verdi:

“Savcı kısa aldı ifadelerini, hatta biz ümitlendik. Çünkü dosyada hiçbir şey yok. Herkes her an örgüt üyeliğinden tutuklanabilir. Böyle bir dosya… Kerem isimli bir itirafçının asılsız suçlamaları temel alındı. Nimet Tanrıkulu, 2012, 2013, 2014 yıllarında Erbil ve Süleymaniye’ye gitmiş. Açık kimliği ve pasaportuyla… Birinde hepimizin çok sevdiği Kürt iş kadını Ferda Cemiloğlu’nun davet üzerine gitmiş kalabalık bir grupla… Bir kaç kez de, yakın zamanda kaybettiğimiz gazeteci Celal Başlangıç’la Süleymaniye’ye gitmişler bir yayınevi kurma çabası nedeniyle. O da ekonomik nedenlerle olmamış.  O dönem barış süreci… Her şey normal zaten…. Erbil’e, Süleymaniye’ye gitmenin suç olarak değerlendirilmesi akıl almaz bir şey. Ellerinde bir kaç itirafçı var. Kerem isimli itirafçı Kobane davasında da kullanılmış. Nimet’i ne görmüş ne bir fotoğraf var. Nimet için demiş ki Nurettin Demirtaş’la görüştü. Nimet ise asla görüşmediğini söylese de mahkeme bunu ciddiye almadı."

Keskin, Tanrıkulu hakkında benzer iddialarla ilgili Diyarbakır Cumhuriyet Başsavcılığı’nın yürüttüğü soruşturmada kovuşturmaya yer olmadığı kararı verildiğini hatırlatarak “Yine Diyarbakır Ağır Ceza Mahkemesi’nde benzer bir konuyla ilgili açılan 2018’e 470 esas sayılı dosya ile görülen davada da mahkeme söz konusu soruşturmaya yer olmadığı kararını esas alarak mahkemenin durmasına karar vermiştir” dedi.

Tanrıkulu’nun eşi, 78’liler Girişimi’nin kurucularından Celalettin Can da polis baskının olduğunu geceye ilişkin “Paldır küldür ayakkabılarıyla girdiler eve. Benim bilgisayarım olmasına rağmen Nimet’in bilgisayarı diye el koydular. Karakolda bunu kayda geçirdik. Ankara’da gözaltındayken Nimet’in sorduğu ilk şey anne ve babası oldu” bilgisini paylaştı.

Can, Devlet Bahçeli’nin başlattığı sürece paralel olarak gözaltı ve tutuklamalarla ilgili “Bir çözüm süreci tartışması yapılıyor. Toplum içerisinde tanınan insanlar üzerinde tutuklayarak rehin politikası izleniyor. Orta Doğu’daki alan temizliğinin bize yansıması budur işte. İnsanları almak, teröre bulaştırmak, ceza vermek, o insanların etkilerini azaltmak” yorumunu yaptı.

İHD’deki basın açıklamasında Tankırulu ile yolu kesişen birçok aktivist Tanrıkulu’nun serbest bırakılması çağrısında bulundu.

                                                                /././

SMO ilerlemesi yavaşladı, Suriye’de Şam güçlerinden sınırlı karşı koyma: ABD güçleri Deyrizor’da alan genişletmek için İranlı gruplara yeni operasyon hazırlığında -Namık Durukan-

SMO, Münbiç köylerini bombalıyor.

Halep’te kontrolü tamamen ele geçiren cihatçı örgüt Heyet Tahrir Şam (HTŞ) ve denetimindeki silahlı gruplar, Suriye hükümetinin denetimindeki Hama ve çevresinde saldırılarını arttırırken birçok askeri merkezde kontrolü sağladı. Hama’ya girişte Suriye ordusunun direnişi ile karşılaşan HTŞ grupları, kent merkezini kuşatmaya çalışıyor. Halep’in alınması sonrası kent merkezinde inceleme yapan HTŞ lideri Muhammed el-Cevlani, Halep kalesinde zafer görüntüsü Verdi.

Halep’i kontrol altına alan HTŞ ile Suriye Milli Ordusu (SMO) arasında “yağma ve hırsızlık” suçlamasıyla gerginlik yaşanıyor. SMO’nun, tutuklanan üyelerinin serbest bırakılması ve kontrol edilen bölgelerin kendilerine devredilmesi konusunda HTŞ’ye ihtar çektiği ileri sürüldü.

Münbiç’i almak için Fırat’ın batısına büyük askeri sevkiyat yapan Suriye Milli Ordusu (SMO) güçleri, bölgedeki köyleri yoğun obüs topları ve füzelerle bombalıyor. Saldırılar beş köy çevresinde yoğunlaşırken, bölgede yer yer çatışmalar yaşanıyor. İran milis grupları destekli Suriye ordusunun kontrolünde bulunan Irak sınır hattına uzanan Deyrizor bölgesinde ise ABD destekli PYD/DSG grupları, bölgede alan genişletmek için kapsamlı operasyon hazırlığı yapıyor.

Hama’ya kuşatma sürüyor

Hama kenti eteklerinde muhalif gruplarla Suriye ordu güçleri arasında çatışmalar sürüyor. HTŞ güçleri, ordu güçleri ile yaşanan çatışmalar sonrası Hama'nın kuzeyindeki Nasıriye Tepesi'ni kontrol altına aldı. HTŞ’li silahlı gruplar, Hama’ya bağlı Hattab, Rahbat el-Talaha, Maarashhur, Taybat el-İmam ve Halfaya gibi birçok stratejik kasaba ve köyü kontrol altına aldı. Harekat kapsamında Hama şehrinin eteklerinde bulunan Suriye ordusunun 87. Tugayı ile Cebel Kafraa' beldesi de HTŞ’nin kontrolüne geçti. Ele Geçirilen askeri tesisler arasında Askeri Harekât Dairesi, rejim güçlerinin Özel Kuvvetler Komutanı Süheyl el Hasan'ın kuzey Hama kırsalındaki El Meczarat okulu ve özel ofisi, ağır silahlar ve zırhlı araçlar da bulunuyor.

Suriye ordusundan karşı saldırı

Hama kent merkezinin kapılarına dayandığı açıklanan HTŞ’nin karşısında tutunamayarak bölgeden çekilmesi beklenen Suriye ordusu, dün karşı saldırı başlattı. Suriye topraklarının orta kesiminde stratejik bir konumda bulunan, aynı zamanda Suriye’nin başkenti Şam’ı korumada önemli bir konuma sahip Hama’da karşı saldırı sonrası sahada şiddetli çatışmalar başladı.

Hama niçin önemli?

1980'lerde Beşşar Esad’ın babası Hafız Esad iktidarında Hama, Suriye’de yasaklı örgüt olan Müslüman Kardeşler'e bağlılıkla suçlanan insanları hedef alan bir katliama sahne olmuştu. Hama 2011'de başlayan iç savaşın başlarında en büyük protestoların gerçekleştiği bölge olması nedeniyle rejim muhalifi gruplar tarafından önemseniyor.

Suriye İnsan Hakları Gözlemevi'ne (SOHR), HTŞ ve bağlantılı silahlı güçler dün Hama’nın girişine kadar ulaştı. Silahlı grupların kent merkezine grime ihtimali üzerine kent merkezi ve çevresinde büyük göç hareketi başladı.

SHOR’un iddiası: HTŞ 10 kilometre geri çekildi

İngiltere merkezli Gözlemevi'ne göre, Suriye ordusu güçleri bugün Hama’da Heyet Tahrir eş-Şam (HTŞ) ve müttefik gruplara hava desteğiyle bir karşı saldırı başlattı. Bu kapsamda kaybedilen Zeynelabidin Dağı Suriye ordusunun kontrolüne geçti. Gözlemevinin bölgedeki kaynaklara dayanarak verdiği bilgiye göre ordu güçleri, HTŞ'yi Hama il merkezinden yaklaşık 10 kilometre uzaklaştırdı ve şehrin yakınındaki bir alanı ele geçirdi. HTŞ’nin başarısız saldırı girişimi sonrası bölgede yoğun çatışmalar başladığı bildirildi.

Suriye resmi haber ajansı SANA ise Hama’nın kuzeyinde "terör örgütlerine" karşı operasyonlar yürüttüğünü bildirdi. SANA günün erken saatlerinde ordunun silahlı gruplara “karşı saldırı” başlattığını ve Hama kentinden yaklaşık 20 kilometre uzağa püskürttüğünü ileri sürdü. Çatışmalar Hama’nın batısında da sürdüğü ve HTŞ gruplarının Askeri Hama Havalimanına 3 kilometre mesafeye ulaştığı bildirildi.

HTŞ haber kaynakları ise, kuşatma altına alınan Hama’daki Rus askeri birliklerinin bölgeden çekilmeye başladığını ileri sürdü. HTŞ kaynakları tarafından çekilen görüntülerde, Hama karayolunda konvoy halinde bölgeden çekilen Rus askeri araçları görülüyor. İdlib bölgesini bombalayan Suriye ordusu tarafından kullanılan askeri Hama Havaalanı’nın saldırılar kapsamında kullanılamaz duruma geldiği ileri sürüldü.

Humus’ta HTŞ hücreleri harekete geçti

Hama’nın alınmasından sonra Suriye hükümetinin kontrolünde bulunan Humus’a ilerlemesi beklenen HTŞ gruplarının bu bölgedeki silahlı hücreleri, ordu güçlerine yönelik saldırılara başladı. HTŞ gruplarının bölgeye gelmesini bekleyen silahlı gruplar Humus kırsalına bağlı Rusten kasabası girişinde bulunan askeri kontrol noktasını ateşe Verdi.

Cevlani Halep’te

HTŞ lideri Muhammed el-Cevlani, Suriye ordusunun çekilmesinden sonra HTŞ’nin kontrolüne giren Halep kent merkezinde görüntü Verdi. Kent merkezinde alınan merkezi noktalarda inceleme yapan Cevlani, Halep kalesine çıkarak zafer görüntüsü verdi.

Münbiç’e saldırı sürüyor

Münbiç’e SMO gruplarının saldırıları bugün de sürdü. PYD/DSG’nin kontrolündeki kent merkezi ile çevresindeki köyler ve cephe hatlarına yönelik obüs topları, tank, füze atışları yoğunlaşırken bazı noktalardan cephe hatlarına sızma girişimleri yapıldı. Sızan gruplarla PYD/DSG gruplara arasında birçok noktada çatışmalar yaşanırken çatışmalar 5 köy çevresinde yoğunlaştı. SMO gruplarının Münbiç’e yönelik ağır silah destekli sevkiyatı bugün de sürdü. SMO güçlerinin bölgeyi kuşatmaya çalıştığı ve kapsamlı saldırı için hazırlıkların sürdüğü bildirildi.

Erbil merkezli Rudaw TV’nin haberine göre ise, Suriye’de İdlib’in tamamı ile Halep’in kontrolünü ele geçiren El Kaide destekli Heyet Tahrir el-Şam (HTŞ) ve Türkiye destekli Suriye Milli Ordusu (SMO) grupları arasında gerilim yaşanıyor. HTŞ, kontrol edilen bölgelerde “yağma ve hırsızlık” yapıldığı suçlamasıyla SMO’ya bağlı gruplardan bazı komutanları tutukladı. SMO’luların tutuklandığını gösteren görüntüler sosyal medyada da geniş yankı uyandırdı.

Açıklamada, “Operasyon odamızın özgürleştirdiği alanların kontrol altına alınmasını da kınıyoruz. Suriye Milli Ordusu ve Özgürlük Şafağı Operasyonlar Odası gruplarına yönelik saldırılarını derhal durdurun” denildi.

Bu arada HTŞ, SMO’yu, Suriye hükümetine karşı “yeterince saldırgan olmamakla” ve saldırılarında “YPG’ye odaklanmakla” suçluyor.

SMO’dan sert ihtar

Yaşananların ardından SMO’ya bağlı “Özgürlük Şafağı Operasyonlar Odası” (Fecir el-Huriye), yazılı bir açıklama yayınlayarak HTŞ’yi sert dille kınadı. HTŞ’nin “küçük ihlallere bahaneler” ürettiğine ve SMO’yu “Suriye’nin kurtuluş mücadelesinin gidişatını bozmakla” suçladığına vurgu yapılan açıklamada, HTŞ’nin kendilerine bağlı gruplara karşı saldırgan davranışlar uyguladığı belirtildi.

Otobüsler bekletiliyor

PYD/DSG gruplarının Tel Rıfat’tan çekilmesi sonrası Afrin’in de içinde yer aldığı Şehba bölgesinden Fırat’ın doğusuna geçmek isteyen sivillerin göçü devam ediyor. Rakka ve Tabka kentlerine  göç hareketi artarak sürerken bölgeden çıkmaya çalışan sivilleri almak için Afrin bölgesine giden ve sayıları 50 olarak açıklanan otobüsün, SMO grupları tarafından bekletildiği ileri sürüldü.

ABD’den dikkat çeken açıklama

ABD Merkez Komutanlığı (CENTCOM) ise, Suriye'nin doğusundaki Deyrizor bölgesinde İran destekli Suriye ordusu silah sistemlerini hedef alan kararlı bir askeri saldırı gerçekleştirileceğini duyurdu. Merkez Komutanlığı’nın açıklamasında, Suriye'nin doğusunda "Fırat" olarak bilinen askeri destek sahasının yakınındaki Amerikan kuvvetlerine ve uluslararası koalisyon güçlerine doğrudan tehdit oluşturan silah sistemlerinin hedef alındığı belirtildi. Açıklamada, saldırılarda havan mermilerinin yanı sıra kamyonlara monteli üç çoklu roketatarın, bir T-64 tankının ve bir zırhlı personel taşıyıcının imha edildiği, bu silahlardan bazılarının Amerikan kuvvetlerini hedef almak için kullanıldığı ifade edildi.

Açıklamada ayrıca, saldırının "meşru müdafaa" çerçevesinde gerçekleştiği, Suriye Demokratik Güçleri (SDG) gibi yerel ortaklarına verdiği sürekli destek de dahil olmak üzere Suriye'deki mevcut operasyonların, ülkenin kuzeybatısındaki son olaylarla bağlantılı olmadığına dikkat çekildi.

                                                     /././

Eğitim vizesi krizi sürüyor: İtalya’ya öğrenci vizesi başvuruları durduruldu.

Türkiye’de İtalya vizesi için yetkili tek kurum olan iData, ülkede üniversite okumak isteyen öğrencilerin vize başvurusunun kabul edilmeyeceğini duyurdu. Kurumdan yapılan açıkalamaya göre, üç yıllık lisans, yüksek lisans, Erasmus programları, tek derslik üniversite dersleriyle sanat ve müzik alanındaki programlar için ‘hiçbir koşulda’ vize başvurusu kabul edilmeyecek. iData, sadece 1 yıl süreli üniversite yüksek lisans programlarına, çok yıllı doktora programlarına, dil kurslarına, foundation (hazırlık) programlarına ve bir yıldan kısa süren Erasmus programlarına başvurunun kabul edileceğini duyurdu.

Açıklama şu şekilde:

"2 Aralık Pazartesi itibariyle ofislerimizden Üç yıllık lisans ve master (yüksek lisans), yıllık Erasmus programları, tek derslik üniversite dersleri ve Afam (sanat ve müzik alanındaki üniversite programları) için hiçbir koşulda vize başvurusu kabul edilmeyecektir.Sadece 1 yıl süreli üniversite yüksek lisans programlarına, çok yıllı doktora programlarına, dil kurslarına, foundation (hazırlık) programlarına ve bir yıldan kısa süren Erasmus programlarına başvurusu kabul edilecektir."

                                                          ***

(T24)




Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Öne Çıkan Yayın

"Gündem" -21 Haziran 2025-

Ankara'da lityum fabrikasında gaz sızıntısı: 2 işçi öldü, 3 işçi yaralandı!-Birgün- Ankara'nın Polatlı ilçesinde bir fabrikada boru ...