Suriye Dosyası(II): HTŞ’nin öyküsü: El Kaide’den miras ‘özgürlük savaşçıları’nın arkasında kim var?-Yiğit Günay-
27 Kasım’da HTŞ önderliğinde Suriye’nin Türkiye sınırında yerleşik çetelerin başlattığı saldırı, on günde Esad yönetiminin devrilmesiyle sonuçlandı.
soL, “Suriye Dosyası” yazı dizisinde, bölgemizde çok önemli sonuçlar yaratacak olan bu tarihi süreci mercek altına alıyor.
Dün yayımladığımız “Esad yönetimi nasıl 10 günde devrildi?” başlıklı ilk yazımızda, 27 Kasım’da başlayan saldırı için aslında Ekim ayı ortasında yeşil ışık yakıldığını ve kamuoyu için sürpriz olsa da, hiçbir uluslararası aktör için sürpriz olmadığını anlatmıştık.
Bir okurumuzdan eleştiri aldık. Dünkü yazıda yer alan, Suriye, Türkiye, ABD, İngiltere, İsrail, Rusya, İran gibi tüm tarafların bildiği operasyonun kamuoyu için “tamamen sürpriz” olduğuna dair ifadeler hakkında okurumuz “Bu, soL okurlarına haksızlık. Tam da yazıda bahsedildiği gibi Ekim ayının ortasında soL, İdlib'deki cihatçıların saldırıya hazırlandığını ayrıntılı olarak yazmıştı” dedi.
Okurumuz haklı. 16 Ekim’de yayımladığımız “Suriye'deki cihatçılar İsrail saldırılarını fırsat bildi, silahlanıyor: Türkiye'nin tavrı ne olacak?” başlıklı haberimizde, 27 Kasım’daki “sürpriz” saldırının hazırlıklarının başladığını duyurmuştuk. soL okurlarının, “kamuoyu” genellememizi mazur görmelerini isteriz.
“HTŞ kimdir” sorusuna yanıt veren ikinci yazımız, Suriye’deki sürecin ve cihatçı örgütlerin tarihsel kökenine ışık tutuyor.
Olan biteni yakın zamanda takip etmeye başlayanlar, “nasıl” diye soruyor, “nasıl oluyor da, ABD’nin terör listesinde bulunan bir örgütün, başına 10 milyon dolar ödül koyduğu lideri, CNN’e röportaj verebiliyor?”
Ebu Muhammed el-Culani, veya, CNN ekranlarında kullandığı gerçek ismiyle, Ahmed Hüseyin el Şara. Heyet Tahrir’uş Şam’ın (HTŞ) lideri. 27 Kasım saldırısının “ekran yüzü”.
Oysa 2016 yılında örgüt, yine CNN ekranlarında boy göstermişti. O sırada örgütün adı El Nusra’ydı, Fetih el-Şam Cephesi diye değiştirmişlerdi. Değişikliği, örgütün liderlerinden Mustafa Muhammed, CNN’deki bir röportajla dünya kamuoyuna açıklamıştı.
2011’de çeşitli Arap ülkelerinde başlayan isyanlar kısa sürede emperyalizmin müdahalesiyle başka bir doğrultuda gelişmiş, Suriye’de Esad yönetimine karşı, başını Müslüman Kardeşler, yani İhvan’ın çektiği çok sayıda silahlı örgüt, ülkede terör estirmeye başlamıştı. El Nusra da bunlardan biriydi, El Kaide’nin Suriye koluydu. 2000’lerde Irak’ta ABD’ye karşı savaşmış El Kaide militanı Culani tarafından kurulmuştu.
2011’den itibaren Arap ülkelerinde ve Suriye’de olan bitenin “devrim” olduğu, bir “bahar havası” estiği öne sürülüyordu. soL, Suriye’deki grupların devrimci falan değil cihatçı olduğunu, üstelik ABD, Türkiye, Suudi Arabistan ve Katar gibi ülkeler tarafından desteklendiğini anlatmak için büyük bir mücadele verdi.
Ama, unutuluyor. Kim kimdir, nereden gelmiştir, akıllardan çıkıyor. Uluslararası medya her şeyin üzerini boyayıp yeni bir ürün gibi yeniden tedavüle sokmayı başarıyor.
Bunların unutulması normal. Panzehiri, ezberlemek değil. Arkasındaki mantığı kavramak. HTŞ’yi anlatmaya, bu mantıktan başlamamız lazım.
‘Yeni Yönelim’
Soğuk Savaş yıllarında ABD ve Batı’nın, Afganistan’da Sovyetler Birliği’ne karşı İslamcı militanları kullandığı, El Kaide’nin buradan çıktığı bilinir. Bu planı, Suudiler teklif etmiştir. Gidecek kadroları da, masrafları da kendilerinin karşılayacağını belirtmiş, sorumluluk üstlenmişlerdir.
Ama daha az bilinen, aşağı yukarı 2006 yılında, ABD’nin Ortadoğu politikasında çok büyük bir taktik değişikliğe gittiğidir.
ABD, 2001’de Afganistan’ın ardından 2003’te Irak’ı işgal ettiğinde, Saddam Hüseyin’e karşı sırtını yasladığı ve desteklerini aradığı en büyük kesim, Irak’ın Şiileriydi. Saddam devrildi ama Irak bir türlü dikensiz gül bahçesine çevrilemedi. Şiiler hükümetin başına geçmişti. Kürtler işgali başından itibaren desteklemişti. Ama Sünni nüfus arıza çıkarıyordu. ABD ordusu, bu unsurlarla boğuşuyordu.
Ancak bölgede ABD’nin diğer müttefiklerinin düşman sıralaması, tamamen farklıydı.
İsrail, Sünnilerin bir tarafa bırakılıp, asıl Şiilerle savaşılmasını istiyordu. 2006’da Lübnan’ı işgal etmeye kalkışmış, bir Şii örgütü olan Hizbullah’ın direnişi karşısında bozguna uğrayıp utanç içinde işgali bitirmek zorunda kalmıştı. Gazze’de iktidara gelen Hamas, İran ve Suriye’den destek görüyordu.
Suudi Arabistan, zaten ezelden beri esas düşman olarak Şii İran’ı bellemişti. Ahmedinecad’ın başkanlığında İran üst perdeden çıkışlar yapıyor, nükleer çalışmalarını hızlandırıyor, bölgedeki ağırlığını artırıyordu.
Lübnan’daki egemen sınıf da Hizbullah’ın yükselişi karşısında düzenlerinin bozulacağını düşünüyor, Şiilerin etkisinden kurtulmak istiyordu.
Herkes, ABD’nin kapısını çalıyordu. 2006 yılının son aylarında, ABD hükümetinin Ortadoğu’daki dış politikasında makas değiştirildi. The New Yorker dergisinde Seymour Hersh’in kaleme aldığı “Yeni Yönelim” başlıklı, sürece katılmış çok sayıda ismin ifadelerini aktaran—ve bugünlerde geriye dönülüp okunmasını tavsiye ettiğim—makale sayesinde, bu değişikliğin mantığını biliyoruz.
Ortadoğu’da savaş politikası, ülkeleri bölüp kontrol edilebilir ufak devletçikler kurma politikası baki kalacaktı, ama yeni düşman olarak Şii güçler, özellikle İran, Suriye ve Hizbullah belirlenecekti. Bunlara karşı, Sünni oluşumlarla güç birliğine gidilecekti.
Bu çizgi değişikliğini Ocak 2007’de Senato Dış İlişkiler Komisyonu karşısında açıklayan, Dışişleri Bakanı Condoleezza Rice oldu. Rice, Ortadoğu’da “yeni bir stratejik eklemlenmeye” gideceklerini, “ılımlılarla aşırılıkçılar” arasında ayrım yapacaklarını, Sünni devletlerin ılımlı merkezler sayılacağını, İran, Suriye ve Hizbullah’ın çizginin öbür tarafında kalacağını ilan etti.
Planın esas mimarları, Bush’un Başkan Yardımcısı Dick Cheney ve Suudi güvenlik danışmanı Prens Bender bin Sultan’dı. Bu nedenle plan, Cheney-Bender planı olarak da anılıyordu.
Dick Cheney ve Prens Sultan, 1 Aralık 1990.Kendilerine kurşun sıkanlarla el sıkışmak
Bu değişiklik, ortak düşman karşısında yeni bir “sıkı dostluk” yarattı: İsrail ve Suudi Arabistan.
Sahadaysa, yeni bir ortak belirlenmişti: El Kaide.
Irak’ta ABD’yle savaşmakta olan bu örgüt, esas olarak Suudilerden ve Katarlılardan destek buluyordu. Suudilerin yeni taktiği ABD’ye kabul ettirmesiyle birlikte, El Kaide de kendisine çizilen yeni sınırları anlamaya başladı.
ABD ve müttefiklerinin kafası çok netti. Bender bin Sultan ve Suudiler, Hersh’e konuşan bir ABD’li yetkilinin aktardığına göre, Beyaz Saray’a “Köktendincilerin üzerinden gözümüzü ayırmayız, bu hareketi biz yarattık, kontrol etmesini biliriz” mesajı vermişti: “Selefilerin sağa sola bomba atmasını istemiyor değiliz, mesele, bombaları kime attıkları—Hizbullah, Mukteda el Sadr, İran, ve bunlarla çalışmayı sürdürürse, Suriye.”
İsrail hemfikirdi. Hizbullah’a silah sağlayan Suriye’nin devrilmesi öncelikti. İsrail’in ABD Büyükelçisi Michael Oren, Beyaz Saray’a “El Kaide’yi Esad’a tercih edeceklerini” açıkça söylemişti. İsrail Savunma Bakanı Moşe Yalon da İran destekli cephenin El Kaide’den çok daha büyük bir tehdit olduğunu ilan etti.
El-Kaide ile kendisine bağlı bazı oluşumlar tarafından kullanılan Kara Sancak.Bu yeni stratejinin dört ayağı vardı. İsrail, kendi güvenliğinin önceliğini dayatıyor, İran’la savaşılmasını istiyordu, Washington ve Riyad buna riayet edecekti. İkincisi, Suudiler Hamas’ı İsrail’e karşı saldırganlığı azaltmaya ikna edecek, karşılığında Filistin Özerk Yönetimi’ni El Fetih’le paylaşmalarını sağlayacaktı. Üçüncüsü, Bush yönetimi, İran’ın yükselişine karşı bölgedeki diğer Sünni devletlerle doğrudan çalışacak, bunları ikna edip güçlendirecekti. Dördüncüsü, Suudi Arabistan, Washington’ın onayıyla, Suriye’de Beşar Esad yönetimini güçten düşürmek için Sünni dinci yapıları kullanacak, para ve lojistik sağlayacaktı.
Yani HTŞ’nin öyküsü, İdlib’de başlamadı. 2011’de, sözde “Arap Baharı”yla da başlamadı. 2006’da başladı.
AKP’nin yüzüne gülen şans
Bu noktada bir parantez açıp, aktardığımız çizgi değişikliğinin, Türkiye ve AKP açısından ne anlama geldiğine de dikkat çekmekte yarar var.
Erdoğan 2002 seçimlerini kazanmadan önce defalarca ABD’lilerle görüşmüş, güvence vermişti. 2003’te ABD, Erdoğan’dan Irak işgaline katılmasını istemiş, Erdoğan da olur demiş, ama tezkereyi Meclis’ten geçirememişti. Kendini affettirmek için Amerikan gazetelerinde “Irak’ta düşen Amerikan askerlerinin ruhu için dua edeceğini” söylediği mektuplar yayımlatmış, ama Bush yönetiminin ağzında yine de buruk bir tat bırakmıştı.
2 Mart 2003 tarihli gazeteler.Dikkat edilirse, AKP’nin bölgesel oyunlara dahil olma çabası, yeni-Osmanlıcılık politikasının ortaya atılması, 2007 sonrasıdır. ABD’nin yeni stratejisi, yalnızca Erdoğan’ın değil, Türkiye’nin istenen kıvama gelmesi yoluna taş döşeyen unsurların ayaklarının kaydırılmasının da önünü açmıştır. İçeride Ergenekon kumpaslarıyla AKP ve Gülenciler yeni ABD’ci yönelime dudak bükenleri tasfiyeye girişmiş, dışarıda Batı’nın “sevilen Sünni müttefikleri” olarak etki artırmaya çabalamıştır.
Nitekim, Erdoğan’ın 2000’lerin sonlarında Beşar Esad’la yakınlaşması, tam olarak bu dönemin ruhundan kaynaklanır. Suudiler sopayı hazırlarken, Erdoğan Esad’a İran’dan uzaklaşıp Batı’ya yakınlaşma kapısını aralamıştır. Beşar Esad’ın da bu seçeneği çok sıcak karşıladığı ve hep Batı’yla uzlaşma aradığı unutulmamalıdır—işin bu kısmını, dizimizin üçüncü yazısında ele alacağız.
Yani, Erdoğan’ın ve AKP Türkiyesi’nin yükselişi, başından itibaren Şii karşıtı bir ABD-İsrail-Suudi ittifakının ürünüdür. AKP’nin İsrail sevdasının sebebini, buralarda aramak gerekir.
Parantezi kapatabiliriz.
Yeni görev sahası
2011’de “Arap Baharı” süreci başlayıp Suriye’de Hama’da, Humus’ta halk sokağa çıktığında, çok haklı talepleri dile getiriyorlardı. Kitle eylemleri yapılıyor, kısmi sonuç da alınıyor, kimi valiler ve yetkililer görevden uzaklaştırılıyordu.
Ama 2006’da kararlaştırılan “yeni yönelim”den beri fırsat kollayan ABD ve müttefikleri, düğmeye bastı. Suudiler ve Katarlılar’ın silah ve para sağladığı İhvancı ve El Kaideci çeteler Türkiye sınırından Suriye’ye sızdı. Cisr el Şuğur’daki ilk katliamdan itibaren Esad yönetimine muhalefetin sesi kitle eylemlerinden, silahlı çetelere geçti.
Culani, işte bu aşamada görevlendirildi. Suudilerin “biz yarattık, kontrol etmesini biliriz” dediği El Kaide tarafından Suriye’ye gönderildi, El Nusra Cephesi’ni kurdu. Bombaları, istenilen hedefe, Suriye devletine atacaktı.
2011-2015 arası, soL ekibinin mesaisinin önemli bir kısmı, Türkiye’de bu çeteleri “devrimci” diye pazarlamaya çalışanlara karşı gerçekleri yazmakla geçti. Bugünden geriye bakılınca nasıl bir aymazlık olduğunu hissetmesi zor, ama AKP cenahı harıl harıl çeteleri eğitip donatırken, Ufuk Uras, Foti Benlisoy gibi karakterler, niye Esad’a karşı bu çetelerin desteklenmesi gerektiğini propaganda ediyordu. Bu yüzden soL’un arşivi, El Nusra’nın faaliyetlerine dair sayısız haber ve analizle doludur.
Örgüt savaşın ilk yıllarında Türkiye’de cirit atıyor, Reyhanlı’da suikast girişiminde bulunuyor, Reyhanlı katliamında rol oynuyor, Adana’da polise iki kilo sarin gazıyla yakalanıyordu. Girdikleri köylerde Alevileri katlediyor, sonra da ABD basınına “Alevileri cezalandıracağız” diye açık açık söylüyordu.
The Economist’in sorularını yanıtlayan bir El Nusra’lı, Suriye’de Şeriat devleti kurmak istediklerini ve bunu gerçekleştirdiklerinde Alevileri “cezalandıracaklarını” söyledi. “Ilımlı Sünnilerin” de şeriat kurallarına bağlı olacağını ifade eden militan, kadınların beyninin erkeklerin beyninden küçük olduğunu savundu.
Liste çok uzun. Ama Türkiye hükümeti, bu ilk yıllarda Nusra’yla ilişkisini açık etmemeye gayret ediyordu. Çünkü Esad’ın direnemeyeceğini, işi kısa sürede sessiz sedasız halledeceklerini düşünüyorlardı. 2014-2015 döneminde ağır savaşların ardından Suriye halkının bu emperyalizm destekli çetelere direncinin henüz kırılamadığı anlaşıldığında, “muhalefet” denilen çetelere ve bunlarla kurulan ilişkiye dair bir yeniden yapılanmaya gidildi.
El Kaide’nin Suriye’deki üç yapılanmasından biri, IŞİD, örgüt merkezinden bağımsızlığını ilan edip, Suriye ve Irak’ta hızla genişlemeye başlamıştı. Aslında IŞİD, en başta, Nusra’yla anlaştıklarını ve birlikte hareket edeceklerini duyurmuş ama Nusra bunu yalanlamıştı. 2013’te iki örgüt arasında başlayan çatışmalar, kısa süre sonra savaşa döndü. Nusra, El Kaide lideri Ayman el Zevahiri’ye biat etti, ABD, Türkiye ve diğer “müttefiklerin” desteklediği IŞİD karşıtı cepheye katıldı.
El Kaide ‘ılımlılığı’
Burada, El Kaide’nin yapısını ve o dönemki tartışmalarını biraz açmamız lazım. El Kaide’nin merkez yapılanması, veya liderliği, örgütün siyasi doğrultu ve stratejisini belirleyen ve para ve kaynak akışını elinde tutan, küresel cihadı yöneten bir çekirdek. Dünyanın çeşitli bölgelerinde, bu çekirdeğe bağlı yapılanmalar var. Teknik terimle, El Kaide, adem-i merkeziyetçi bir modele sahip.
Özellikle 2011’de Usame bin Ladin öldürülüp örgütün başına Zevahiri geçtikten sonra El Kaide, hem merkezle yerel yapılar arasındaki ilişkide hem de yerel yapıların stratejilerinde köklü sorunlarla karşılaştı.
İlk büyük fiyasko, 2011-2012’de Mali’de yaşandı. Mali, “İslami Mağrip El Kaidesi”ne (İMEK), örgütün Kuzey Afrika’daki şubesine bağlıydı. Mali’deki siyasi boşlukta 2011’de örgüt birdenbire çok güçlendi, fakat elde ettiği gücü konsolide edemedi. O dönem İMEK şefi Ebu Musab Abdül Vadud’un Mali’deki komutanlarına yolladığı mektuplar, “şeriatı aşırı hızlı uygulama” hatasına düştüklerini tespit ediyordu. Daha yumuşak bir geçiş tasarlanmalı, yerel halkın desteği kazanılmalıydı.
Aynı dönemde örgütün Yemen şubesi, Ensar el Şeria, bu “daha yumuşak” yaklaşımı denedi. Ama özellikle Yemenli Şiilere yönelik katliamcı yüz kendisini hızla gösterdiği için Yemen çıkışı da tutunamadı.
Bu deneyimlerin ardından Zevahiri, tüm şubelere, “Genel Cihat Kuralları” başlıklı bir bildiri iletti. Zevahiri, örgüte sivilleri, Müslümanları, kamuya açık alanları ve hatta “sapkın mezhepleri”, yani Şiileri hedef almaktan kaçınmasını ve ülkedeki tüm islamcı muhalefeti birleştirmesini tembihliyordu.
Amerika Birleşik Devletleri Afganistan'ın başkenti Kabil'de gerçekleştirdiği insansız hava aracı saldırısında, Usame bin Ladin'in 11 Eylül 2001'de ABD'ye yönelik saldırıları planlamasına yardım eden; sonrasında örgütün ayakta kalması ve yayılmasına destek sağlayan Eymen el Zevahiri öldürüldü. (31 Temmuz 2022)Suriye’deki üç şubeden IŞİD, bu yaklaşımı benimsemedi, yutamadığı diğer hiçbir güçle eklemlenme yoluna gitmedi ve El Kaide merkezinden koptu. Elbette bu kopuşta iktidarı, parayı ve kaynakları, kısacası gücü elinde tutma arzusu temel rol oynadı, ama tartışmalar, yukarıda aktardığımız zeminde yürüyordu.
Zevahiri’nin “ılımlı” çizgisini benimseyen, El Nusra oldu. Hemen şerh düşmeliyiz: Benimsenen, “sivillere zarar vermeme” öğüdü değildi—sonuçta örgüt El Kaide’ydi, hiçbir şube bunu ciddiye almıyordu. Zevahiri de bildirisinde bunu ilkesel tavır değil, pragmatist bir taktik olarak işlemiş, aksi durumlara kapıyı açık bırakmıştı. Nusra’nın esas benimsediği “ılımlılık”, Suriye’deki diğer İslamcı çetelerle yürütülen mesaideydi. Nusra bunlarla yeri geldiğinde ortak operasyon yapıyor, yerel yönetimde ufak tefek işbirliklerine girmekten çekinmiyordu.
Çünkü Culani önderliğindeki Nusra, Suriye’de sahadaki oyunun kurallarını anlamış, nasıl davranması gerektiğini çözmüştü. Askeri bakımdan tartışmasız en iyi örgüttü: 2011-2015 arasında Özgür Suriye Ordusu (ÖSO) dahil onlarca çete savaşıyordu, ama askeri önem taşıyan neredeyse her operasyonda Nusra’nın asli unsur olduğu tartışmasızdı. O dönem sayısı 7 ila 15 bin arasında değişen militanları, en deneyimli ve disiplinli savaşçılardı.
Ama işin bir de silah tedariği, eğitim ve lojistik kısmı vardı ki, burada Nusra dezavantajlıydı. Savaşın arkasındaki güçler, genel bir iş bölümü yapmıştı. ABD silah sağlıyor ve Türkiye’deki kamplarda çetecileri eğitiyordu, Katar ve Suudi Arabistan operasyonları finanse ediyordu, İsrail hava saldırıları ve istihbarat kısmına odaklanıyordu, Türkiye de lojistik destek veriyor ve tüm bunların eşgüdüm ve organizasyonunu hallediyordu. Burada özellikle CIA’nın BGM-71 TOW anti-tank güdümlü füze sistemi gibi sofistike silahları temin ettiği programın doğrudan alıcısı olmak önem taşıyordu. Nusra, El Kaide bağlantısının beraberinde getirdiği meşruiyet kaybından dolayı sahadaki başarısıyla orantılı kaynağa erişemiyordu. Suriye’yi yıkmaya çalışan ittifak el altından Nusra’ya da bir şeyler veriyordu, ama Nusra daha çok diğer gruplarla ilişkileri üzerinden bu kaynakları eline geçirebiliyordu. Zevahiri’nin “ılımlı” çizgisi, bu açıdan Nusra’nın can simidiydi.
Tüm bu ayrıntıların ne önemi var?
Sonuçta 2014-2015 arasında Suriye halkı beklenmedik bir direnç ortaya koyup cihatçı çetelere teslim olmayacağını gösterdiğinde ve IŞİD, Suriye karşıtı ittifakı kimi bakımlardan zor duruma soktuğunda, yeni bir yaklaşım geliştirildi.
ABD, YPG’yle askeri ittifakını üst düzeye çıkardı. İslamcı çeteler arasında askeri önemini herkesin gördüğü Nusra, IŞİD’le savaşarak bir miktar meşruiyet elde etmişti, ÖSO’nun beceriksizliği herkesin dilindeydi, Nusra’nın öne çıkarılmasına karar verildi.
Culani liderliği, bu noktada, geçmişin yükünün onları kısıtladığından tamamen emin oldu. 2016’da El Nusra ismini değiştirdi ve küresel cihattan ziyade Suriye topraklarına dair iddiayı yansıtan bir yaklaşımla Şam’ın Fethi Cephesi oluverdi. Dahası, “dış bağlantıları” keseceğini duyurdu. Dış bağlantılardan kasıt ABD veya Türkiye değil, El Kaide merkezi, yani Zevahiri liderliğiydi. Culani, Nusra’yı El Kaide’den koparıyordu.
Denilebilir ki, sonuçta hepsi kafa kesen cihatçılar, tüm bu ayrıntıların ne önemi var?
Ayrıntılar şu yüzden önemli: Öykü, hem bizzat Culani’nin hem de örgüt olarak El Nusra’nın, genel bir işbirliğinin ötesinde, ABD ve müttefikleri tarafından devşirildiğini ve yıllar süren çabalarda, bu ay geldiğimiz güne hazırlandığını ortaya koyuyor.
Örneğin, El Nusra ismini değiştirdikten ve El Kaide’yle bağları kopardıktan sonra mı AKP hükümeti örgütle kurduğu ilişkiyi daha açık hale getirdi, yoksa önce ABD’nin müttefikleri bu kararı aldı, sonra onların telkiniyle mi Culani ekibi bu yola tevessül etti?
İkincisi…
Kanıtı, devletin en yetkili isminin ağzından çıktı. Tayyip Erdoğan, örgütün isim değişikliğinden bir ay önce, Beştepe'de STK'ları ağırladığı iftar yemeği sonrasında katılımcılara pat diye “PYD DAEŞ'e karşı savaşıyorsa El Nusra da canla başla savaşıyor ona neden terör örgütü diyorsunuz?” deyiverdi!
Böylece Türkiye Cumhuriyeti Devleti, El Kaide’yi “terör örgütü” görmediğini cümle aleme ilan etti. Evet, devletin Nusra’yla ilişkisi biliniyordu. MİT Tırları skandalında yakalanan silahlar, Nusra’ya teslim edilmek üzere yoldaydı. İlişkiyi MİT dışında devlet adına İHH yürütüyordu. Ama durum pek de bilinsin istenmiyordu. Örneğin 2013’te İHH Rakka’ya yardım götürüp iftar yemeği verdiğini gururla duyuruyor, ama Anadolu Ajansı konuyu haberleştirirken Rakka Nusra’nın elinde olmasına rağmen yalan söyleyip “ÖSO’nun kontrolünde” diyordu.
Culani, El Kaide’den kopma kararını örgüte açıklarken, aslında Zevahiri’nin 2013 bildirisindeki eğilime yaslanmıştı: Suriye’deki islamcı çeteleri bir araya getirme çabaları, “El Kaide” etiketi nedeniyle sakat kalıyordu. Bu etiketten kurtulacaklar, hegemonyayı artıracaklar, ABD ve müttefiklerinin kaynaklarından daha fazla yararlanacaklardı.
Türkiye’yle ilişkilerin yarattığı hizip
Başta işler pek Culani’nin hesapladığı gibi gitmedi. Şam’ın Fethi Cephesi, yıllardır askeri işbirliği yaptıkları üç örgütle birleşme sürecine girdi. Süreç başarısızlığa uğradı. Culani, islamcı muhalefeti birleştirmek, hegemonyasını pekiştirmek istiyordu, ama müzakerelerde yol alınamıyordu.
Genel siyasi durum da iç açıcı değildi. Suriye karşıtı çetelere uluslararası ilgi azalmaya başlamıştı. ABD ve Rusya Suriye konusunda müzakere yürütüyor, Rusya, El Kaide’ye ısrarla karşı çıkıyordu. Daha cici çeteler müzakerelere taraf yapılıp taltif edilirken, Culani ekibi isim değiştirme hamlesine rağmen dışarıda bırakılıyordu.
Culani, taktik değiştirdi. Madem diplomasi işe yaramıyordu, daha iyi bildikleri zora başvuracaklardı. Ocak 2017’de Culani ekibi, irili ufaklı rakip çetelere saldırmaya başladı. Aralarında en önemlisi, Türkiye istihbaratının gözbebeklerinden Ahrar-uş Şam’dı—örgüt de Türkiye'ye karşı boş değildi, 2016'da kendi mollalarına, "Türkiye'yle birlikte savaşmak caizdir" diye fetva bile çıkarttırmışlardı. Culani’nin militanları tüm bu rakipleri bozguna uğrattı, dört grubu silah zoruyla kendine dahil olmak zorunda bıraktı.
Ve, yeniden isim değiştirdi. Heyet Tahrir-uş Şam adını aldı.
Heyet Tahrir-uş Şam yani Şam Kurtuluş Heyeti.Ama HTŞ’nin hamleleri, bu kadarla sınırlı değildi. Charles Lister’ın 2019’da Hudson Enstitüsü için hazırladığı rapordan aktaralım:
“Buradan itibaren HTŞ, benim ‘kontrollü pragmatizm’ adını verdiğim bir yolu benimsedi—sivil işleri yürütmek ve halka hizmet götürmek için teknokratik bir ‘Kurtuluş Hükümeti’ oluşturdu; yabancı hükümetlerle diyalog kurmak üzere bir siyasi büro kurdu; Türkiye ve Milli İstihbarat Teşkilatı’yla (MİT) yakın ilişkiye girdi ve uluslararası ateşkes anlaşmasına gevşekçe de olsa uymaya başladı.”
Yani HTŞ’nin kuruluşunun temelinde, devletimsi bir yapıya dönüşmenin yanı sıra, yabancı hükümetlerle, özel olarak da Türkiye ve MİT’le yakın ilişki geliştirmek vardı.
Culani’nin ‘koruyucu meleği’
Ne var ki, Culani’nin bu agresif hamleleri, örgüt içindeki geleneksel El Kaide kadroları arasında huzursuzluk yaratıyordu. 2017 başında, örgütün en üst yönetiminden bazı isimler, hizip örgütlemeye başladı. 2018 Şubat ayında HTŞ’den koptular, Tanzim Hurras el Din (THD) adında yeni bir örgüt kurdular.
Derhal HTŞ’ye karşı siyasi saldırı başlattılar. Saldırılarının odağında, HTŞ’nin yabancı hükümetlerle, özel olarak da Türkiye’yle kurduğu ilişki vardı. Bu yeni El Kaide şubesine örgütün küresel merkezinden destek veriliyor, tüm dünyadan THD’ye katılım çağrıları yapılıyordu. Culani ve HTŞ’nin karşısında, dişli bir rakip oluşuyordu.
2018 ve 2019’da bu yeni El Kaide şubesi, irili ufaklı 16 ayrı çeteyi birleştirdi ve ciddi bir güç haline geldi. HTŞ fırsat buldukça THD’ye saldırıyor, ama bu odağı dağıtmayı başaramıyordu.
Bir kez daha Lister’ın raporundan aktaralım:
“THD’yle HTŞ arasındaki en büyük gerilim kaynağı, Türkiye ve bu devletin kuzeybatı Suriye’deki silahlı grupların desteklenmesindeki rolüydü. Türkiye ve lideri Recep Tayyip Erdoğan için, kuzeybatı Suriye’deki durum ve bunun Türkiye’nin ulusal güvenliğine etkileri, çok önemli bir iç siyasi meseleydi… Sonuçta Erdoğan hükümeti ve özellikle MİT içerisinde HTŞ’yle kurulacak tehlikeli ve nazik ilişki, bir zorunluluk olarak görülüyordu.”
2019 başında El Kaideciler, tam da Culani ekibinin Türkiye’yle ilişkisini hedef almaya başladı. Özellikle Türkiye’nin doğrudan kontrolü altındaki Suriye Ulusal Ordusu’yla ortak hareket edilmesi topa tutuluyordu. Gerilim, TSK’ya bağlı birliklerin 9 Mart 2019’dan itibaren HTŞ’nin işbirliğiyle İdlib’de devriye gezmeye başlamasıyla iyice büyüdü.
El Kaideciler, Culani’nin militanlarını parça parça koparıyordu. Culani’nin imdadına, bir “görünmez el” yetişti.
Culani’nin operasyonu yönetirken servis edilen görüntüleri.30 Haziran 2019’da THD’nin altı lideri, ABD’nin bir hava saldırısıyla öldürüldü. ABD, iki yıldır kuzeybatı Suriye’de tek bir hava saldırısı yapmamıştı. İstisna, Culani’yi korumak içindi. İki ay sonra ABD, THD’nin müttefiki, Culani’nin rakibi Ensar el Tevhid’i vurdu. Aynı günlerde, El Kaide’nin deneyimli liderlerinden biri, İdlib’de aracına yerleştirilen patlayıcıyla öldürüldü.
ABD’nin bu iki ayda Culani’nin “koruyucu meleği” olarak yaptıkları, Culani ve HTŞ’nin devşirildiğinin açık kanıtıydı.
Bir başka gerçeğin daha kanıtıydı: Sahada elini kirletmek zorunda olan Türkiye’ydi, ama ipler büyük ağabeyin, ABD’nin elindeydi.
"Elini kirletmek" vurgusu önemli. Zira batılı kaynaklar, Türkiye'nin Suriye'deki çetelerle ilgili rolünü sıklıkla abartıyor. Bunun sebeplerinden biri, ABD, İngiltere, İsrail ve diğerlerinin rolünün üstünü örtmek. Nitekim taarruz sürerken, 2 Aralık'ta New York Times'a konuşan ABD'nin eski Şam Büyükelçisi Robert Ford da aynı vurguyu yapıyordu: "İdlib'deki Türk üsleri ve sınırın Türk tarafına yerleştirilen Türk topçu birlikleri, HTŞ'nin hakim olduğu topraklarla Suriye devleti birlikleri arasında bir tampon bölge sağlıyordu. İnsani yardım, gaz, silah, askeri üniformalar, hepsi İdlib'e Türkiye'den gidiyor."
Değirmenin suyu
2020’den itibaren HTŞ, Astana Süreci kapsamında Türkiye’nin etki alanına bırakılan İdlib’de semirmeye ve hazırlanmaya başladı. Devletimsi yapı giderek yayılıyordu.
Peki değirmenin suyu nereden geliyordu?
2016 yılı itibariyle, örgüt Nusra ismini henüz bırakıp El Kaide’den kopmuşken yazılan bir rapor, Şam’ın Fethi Cephesi’nin gelir kaynaklarını ayrıntılı olarak sıralıyordu.
Christiaan Triebert ve Rao Komar imzalı raporda şunlar listelenmişti: Kontrol edilen bölgede halktan alınan vergiler, Türkiye sınırından veya Suriye içinde Nusra kontrolündeki bölgeden geçen mallardan alınan gümrük, halka kesilen cezalar, savaş ganimetleri, fidye, uluslararası bağışlar, petrol satışı, “düşman” sayılan halkın mallarını yağma ve diğer çetelerin varlıklarına el koyma, kaçakçılık.
Dikkatle bakıldığında bu gelir kalemlerinin önemli bir kısmının sürekliliği yoktu. Örneğin fidye… 2013’te bir Ortodoks rahibeyi kaçırmışlar, 4 milyon dolar fidye almışlardı. 2014’te 45 Fijili BM çalışanını kaçırdılar, 20 ila 25 milyon dolar fidye aldılar. Bunlar güzel paralardı, ama düzenli gelirin yerini tutmuyordu.
2019 sonrasında Türkiye’nin açtığı alan, HTŞ’nin bu sorununu tamamen çözdü. Türkiye, İdlib üzerinden ticaret yapmayı sürdürüyor, HTŞ tüm bu ticaretten gümrük vergisi alıyordu. Hacim çok büyümüş, düzenli gelir sağlanmıştı. Ayrıca Türkiye kentin şebekesine elektrik veriyor, HTŞ elektrik satışından da büyük gelir elde ediyordu. Türkiye, HTŞ’yi besledi ve büyüttü.
Kurumsallaşmış cihatçılık
Bu arada büyük ağabey, ABD, müttefikleriyle birlikte HTŞ’yi bir sonraki savaşa hazırlamayı ihmal etmedi. Çete savaşları dönemiyle kıyaslanmayacak, profesyonel bir askeri eğitim hizmeti sunuldu. Çok çeşitli teçhizat temin edildi, ki, bunlar arasında 27 Kasım’da başlayan taarruzda büyük etki yaratan İHA’lar da vardı. İHA’ların kullanımı için ABD’nin müttefiklerinden uzmanların yardımı sağlandı.
Son taarruz, böyle hazırlandı. HTŞ, yıllar süren bir projenin ürünüydü.
Culani’nin taarruz günlerinde CNN’e verdiği röportaj dinlendiğinde, adeta bir Daron Acemoğlu hayranı gibi ikide bir “kurumlar” ve “kurumsallaşmak”tan bahsettiği görülüyor. Culani’nin daha bu yıl Nobel verilen bu pek popüler ve içi tamamen boş dili kullanışı, yıllar süren projenin basitçe askeri bir hazırlık değil, siyasi bir yetiştirme olduğuna işaret ediyor.
Şimdi Türkiye’de ve dünyada Amerikancılar, Culani ve HTŞ’yi parlatmakla meşgul.
Ha, İsrail de haydut bir devlet olarak Suriye’nin bütün altyapısını yok edip ülkeyi karadan işgal etmekle meşgul, ama “müttefiklerin” gıkı çıkmıyor. Kendisini büyük dünya gücü olarak pazarlarken bir de "Filistinlilerin koruyucusu" diye cilalayan AKP hükümeti, anca İsrail ordusu Şam'a 20 kilometre mesafeye geldiğinde bir yazılı kınama yayımlayabildi.
Tüm bu öykü nedeniyle, HTŞ için basitçe “cihatçı örgüt”, “El Kaide’nin devamcısı” deyip geçmek, propaganda açısından etkili olsa dahi, siyasi açıdan yetersiz.
HTŞ, 2006’da belirlenen ABD-İsrail-Suudi Arabistan ortak stratejisinin, sonradan buraya eklenen Türkiye’nin de katkısıyla yaratılan bir ürünü.
Mesele, cihatçı demekte değil. Cihatçılığın siyasi bağlamını izah etmekte.
BİR SONRAKİ YAZIDA:
- Suriye birdenbire mi çöktü?
- Yenilgi esas olarak askeri miydi?
- Esad’ın hiç mi hatası yoktu?
- Esad, ilericiler için sahiplenilecek bir karakter miydi?
- Suriye’deki sınıf ilişkileri açısından Esad nereye oturuyordu?
Abdi, "Savaşçılarımızın Menbiç kentindeki direnişi, Fırat'ın batısından gelen saldırıların yayılmasını durdurmaya devam ederken, biz de sivillerin can ve mal güvenliğini korumak amacıyla Menbiç'te Amerika'nın arabuluculuğuyla ateşkes anlaşmasına vardık. 27 Kasım'dan bu yana saldırılara direnen Menbiç Askeri Meclisi savaşçıları, en kısa sürede bölgeden uzaklaştırılacak. Amacımız Suriye topraklarının tamamında ateşin kesilmesi ve ülkenin geleceğine yönelik siyasi bir sürece girilmesidir" ifadelerini kullandı.
Diğer cihatçı gruplar Şam yönetimini devirirken Türkiye denetimindeki Suriye Milli Ordusu (SMO), SDG kontrolündeki Tel Rıfat ve Menbiç'i ele geçirmişti.
Beyaz Saray Ulusal Güvenlik İletişim Danışmanı John Kirby, dünkü basın toplantısında SDG'ye desteklerinin süreceğini yinelemişti.
İsrail Dışişleri Bakanı Gideon Saar da önceki gün yaptığı açıklamada, SMO'nun Menbiç'e düzenlediği operasyondan rahatsızlığını dile getirmişti. Kürt güçleriyle temas halinde olduklarını belirten Saar, "Kürtlere yönelik saldırı durdurulmalı! Uluslararası toplum, IŞİD'e karşı cesurca savaşan Kürtleri korumaya kendini adamalı. Bu konuyu ABD yönetimi ve diğer ülkelerle görüştük" demişti.
'Tarihi bir fırsat' demişti
Heyet Tahrir el Şam (HTŞ) öncülüğündeki grupların Suriye Ordusu'na karşı 27 Kasım'da başlattıkları saldırıların ardından Suriye yönetiminin düşmesi üzerine SDG Komutanı Abdi, "tarihi anlar yaşandığını" söylemiş, gelişmeleri "fırsat" olarak nitelendirmişti.
Abdi "Şam'daki otoriter rejimin çöküşüne tanık olduğumuz Suriye'de tarihi anları yaşıyoruz" ifadelerini kullanmış ve şöyle demişti:
“Bu değişiklik, tüm Suriyelilerin haklarını garanti altına alan, demokrasi ve adalete dayalı yeni bir Suriye'nin inşası için bir fırsattır.”
***
Cihatçı dostu 'centilmen' emperyalizm: İngiltere ve MI6 -Ogün Eratalay-
Suriye’deki cihatçı zaferinin arkasındakileri biliyoruz. ABD liderliğindeki emperyalizm, NATO ve İsrail. Ancak ismi çok duyulmasa da İngiltere ve istihbarat servisi MI6 oyunda belirleyici role sahip.
MI6 İngilizce Askeri İstihbarat anlamına gelen Military Intelligence kelimelerinin kısaltması. Sondaki rakam ise 1. Dünya Savaşı döneminde farklı görevlerle kurulan bölümlerden kalma bir sıralamayı belirtiyor. Birleşik Krallık sınırları içinde çalışan MI5’in aksine MI6 dış istihbarat servisi olarak çalışıyor. 1994 yılına kadar varlığı resmi olarak kabul edilmeyen kurum İngiltere’nin çıkarları adına yurt dışında istihbarat toplamak, düşman olarak görülen öznelerin silahlanmasını önlemek, terörizm karşıtı faaliyetlerde bulunmak gibi sınırları tam belirli olmayan bir görev tanımıyla işliyor. Kurumun istihbarat camiasında bilinen adıyla Five Eyes (Beş Göz) programı çerçevesinde ABD-Avustralya-Kanada-Yeni Zelanda ile doğrudan işbirliği sistematiği bulunuyor.Yaklaşık 15 yıl önce Orta Doğu’da patlak veren ve “Arap Baharı” adı verilen emperyalist müdahalenin istenen sonuca tam olarak ulaşamadığı Suriye’nin, bildiğimiz anlamıyla devlet olarak var olmadığı ilk günlerden geçiyoruz. Şam’daki Esad rejiminin düşmesine öncülük eden Heyet Tahrir-uş Şam (HTŞ) liderliğindeki cihatçı çeteler emperyalizmin bütünlüklü bir desteğiyle adım adım güçlendirilip son saldırıya hazırlandı. Burada İngiltere ve MI6 önemli bir yer tutuyor.
İnsani yardım kisvesinde cihatçılara destek
Suriye’de yaşanan iç savaşın iki tarafın da yenişemediği ilk ateşkes döneminde İngiltere, cihatçıların egemenliği altındaki bölgelere insani yardım toplamaya başladığını ilan etti. Demokrasinin ülkede inşa edilmesi gibi kulağa hoş gelen söylemlerle yardım aktaran ilk kurum Conflict, Stability and Security Fund (CSSF) idi (Çatışma, İstikrar ve Güvenlik Fonu). 2015 yılında başlatılan program sayesinde Suriyeli cihatçı muhaliflere en az 215 milyon sterlin yardım yapıldı.1 Bu raporlarda geçen terminoloji insanı çok rahatlatıyor: barışın korunması (peacekeeping), filancanın güçlendirilmesi (strengthening), falancanın desteklenmesi (supporting). Ancak gerçekler hiç de öyle değil.
Britanya hükümeti kamuoyu baskısı nedeniyle cihatçı örgütleri terör listesine dahil ettiği için yapılan yardımların yoksullukla savaş, idari mekanizmaların güçlendirilmesi gibi kılıflara sokulması gerekiyor. Sahada gerçekleşen ise çok başka. El-Kaide bağlantılı El-Nusra Cephesi’nden ayrılan çeşitli gruplar tarafından kurulan HTŞ’nin denetimi ele geçirdiği bölgelerde hayat hiç de “centilmen” İngilizlerin aktardığı şekilde akmıyordu. Selefi esaslara göre idare edilen bölgelerde muhalif siyasi görüş bildirmek, bunu örgütlemeye çalışmak ölümle eşanlamlıydı. Ancak buna rağmen cihatçı örgütleri Esad iktidarına karşı besleyip büyüten İngilizler bu grupların “ılımlı” muhalif olduklarını, ne Irak-Şam İslam Devleti (IŞİD) ne de El-Kaide gibi olmadıklarını savunuyordu.
İngiltere’nin cihatçıların elindeki bölgelere yardım yaptığı program bununla sınırlı değil. Access to Justice and Community Support (AJACS - Adalete Erişim ve Toplumsal Destek) programının doğrudan cihatçılara kaynak aktardığı BBC Panorama programıyla ifşa edilince program 2017 yılında askıya alındı.2 Bu döneme kadar muhaliflerin denetimi altındaki bölgelerdeki polis kuvvetleri yardım adı altında cihatçılara silah, mühimmat ve askeri eğitim desteği verildiği bilinmektedir.
Askeri destekte NATO etkisi
Suriye’de iç savaşın ilk patlak verdiği dönemde ülkemizdekiler de dahil olmak üzere NATO üslerine getirilen cihatçıların MI6 uzmanlarından askeri eğitim aldığı biliniyor.3 Burada İngiltere özellikle Türkiye üzerinden Libya’daki cephanelerin Suriye’deki muhaliflere iletilmesinde belirleyici rol oynuyor.4 Öte yandan Suudi Arabistan, Katar ve Ürdün de kapılarını İngiliz istihbaratçılara ve eğitilecek cihatçılara açıyor.5
Muhalif medya ayağı örülüyor
İngiltere’nin ve ona bağlı MI6 kurumunun cihatçılara verdiği destek sadece mali ve askeri alanlarla sınırlı değil. Yine ABD ve Kanada ile eşgüdümlü olarak kurulan medya altyapısında muhalifler lehine olacak şekilde bir medyacılığın kurulduğu anlaşılıyor. İstanbul başta olmak üzere bölgeye yakın önemli kentlerde ofis açan bu teşkilat yurtdışındaki Suriyeli muhalifleri maaşa bağlayarak Suriye içinde bilgi kaynakları yaratmış. Suriye’de yerleşik ve kendilerinin bir haber kaynağı olarak yansıtıldığını bilmeyen çok sayıda kişi özellikle Batılı medya kuruluşlarına gazeteci şekilde tanıtılıyor ve yanlı haberlere kaynak olarak gösteriliyor. Bu kişilerden alınan bilgiler “Özgür Suriye” üst başlığında toplanarak ve sözümona radikal unsurlardan arındırılarak Esad karşıtı, ılımlı Suriye muhalefetini destekleyici şekilde sunuluyor. Öte yandan bu program kapsamında “gazeteci” olarak yetiştirilmek üzere işe alınan kişilerden istihbarat sağlamalarının beklendiğini de ekleyelim. Sonrasında elde edilen “haberler”in Sky News Arabia, BBC Arapça, El Cezire, El Arabiya gibi emperyalizmle uyumlu yayın yapan kurumlara servis edildiğini ekleyelim.6
İngiltere’de düzen içi olsalar da muhalif kimlikleriyle bilinen Guardian veya Observer gibi gazeteler de dahil olmak üzere belli başlı yayın organlarının ağız birliği yapmışcasına İngiliz istihbaratının Suriyeli cihatçı muhaliflere verdiği desteği görmezden gelmesi de dikkat çekici bir not.7
MI6 son dönemlerdeki kanlı geçmişi…
-Yugoslavya’nın parçalanması sonrasında ortaya çıkan iç savaş döneminde MI6 ajanları bölgeye giderek ellerindeki sınırsız mali kaynaklarla içlerinde yerel idareciler, polis şefleri, mafya bulunan ağlar inşa etmiş, bu sayede iç siyasete müdahale etmiş, çeşitli siyasi suikastleri, adam kaçırmaları gerçekleştirmiştir.-Libya İç Savaşında da MI6 doğrudan Kaddafi muhalifleriyle görüşmüş, ayaklanması sağlanan gruplara para ve silah desteği sağlanmıştır.
- 1.https://www.gov.uk/government/publications/conflict-stabilisation-and-s…
- 2.https://www.imdb.com/title/tt7689478/ “Jihadis you pay for” adlı belgeselin IMDB sayfası
- 3.https://www.theamericanconservative.com/nato-vs-syria/
- 4.https://www.middleeasteye.net/opinion/how-britain-engaged-covert-operat…
- 5.https://www.telegraph.co.uk/news/worldnews/middleeast/saudiarabia/11753…
- 6.https://www.middleeasteye.net/news/revealed-british-government-covert-p…
- 7.https://www.dailymaverick.co.za/article/2020-03-09-how-the-uk-press-is-…
27 Kasım’da 10 islamcı örgütün, Heyet Tahrir-uş Şam (HTŞ) öncülüğünde İdlib’den Halep’e doğru başlattığı saldırı, 10 gün sonra Esad yönetiminin yıkılmasıyla sonuçlandı.
Böyle beklenmedik ve her an gelişen olaylar, gazeteciler için büyük sınavlardır. Zamanın ruhu hızı ödüllendirse de, esas övünç kaynağı hata yapmadan, paylaştığı hiçbir bilgiyi geri çekmek zorunda kalmadan, olaya dair kamuoyunu yeterince bilgilendirmektir.
soL, 10 gün boyunca bunu yapmaya çalıştı. Esad yönetimi yıkıldıktan sonraysa, bu tarihi olayın iç yüzünü olabildiğince derin ve kapsamlı bir şekilde açığa çıkarmaya odaklandı.
Dün, Suriye Dosyası’nı açtık. İlk yazımızda, kamuoyunun “sürpriz” olarak nitelediği saldırının hazırlıklarının uzun süredir devam ettiğini ve aslında Türkiye, Suriye, ABD, Rusya, İran gibi tarafların tümünün saldırıdan haberdar olduğunu yazdık.
Yazımız çok ilgi çekti. Aslında soL’da 16 Ekim tarihinde böyle bir saldırıya hazırlanıldığını biz de Arap basınından hareketle yazmıştık, kamuoyunun dikkatini çekmemişti.
Asıl ilginç olansa, Türkiye Gazetesinin 11 Ekim’de saldırıyı duyurmuş olması.
“Namlular Halep'e çevrildi! Hükümet yeni yol haritasını belirliyor” başlıklı haber, “başkent kaynakları”ndan aldığı bilgilerle, İdlib’deki grupların Halep’e saldırıya hazırlandığını yazmıştı.
Haber, çok ayrıntılıydı. Haberde imzası olan gazeteci Yılmaz Bilgen şöyle yazmıştı:
“Başkent kaynakları, Türkiye’nin ABD’nin 2016 yılında Fırat’ın doğusunda PKK-PYD kalmayacak teminatı ve Rusya’nın Menbiç, Ayn İsa, Tel Rıfat ve hatta Halep’le ilgili vaatlerinde durmaması sebebiyle sabrın sonuna geldiği yorumunda bulunuyor. PKK’yı İsrail işgal planının öncü unsuru olarak gören Türkiye, güneyde büyüyen İsrail tehlikesine dönük orta ve uzak dönem hazırlıkları yanında yakın tehdit olarak gördüğü terör örgütüne karşı etkin ve kuşatıcı bir harekât planı yapıyor.”
HTŞ içinden görüştüğü kişilerden aldığı bilgileri de aktaran Bilgen, haberde “Ankara, kuzeyde ABD’nin diğer bölgelerde Rusya, İran ve Şam yönetiminin oyalama taktiği sadece İsrail’e alan açtığı görüşünde ve bu durumun sona ermesi adına yeni bir yol haritası belirliyor” diyerek yalnızca operasyonu değil, Ankara’nın kararının arkasındaki siyasi mantığı da detaylı bir şekilde yazmıştı.
Nereden baksanız, büyük gazetecilik başarısı. Ama Türkiye Gazetesi, halen Suriye’de bulunan ve sahadan bildiren muhabirinin bu büyük başarısını hiç hatırlatmıyor.
Fakat haber dikkatle okunduğunda, kimi tuhaflıklar da dikkat çekiyor. Haberde “Ankara kaynakları”na atıfla, bürokratik veya diplomatik dile uymayacak kadar iddialı, hatta fütursuz ifadeler geçiyor. Daha tuhafı, HTŞ’nin Suriye Devleti’ne karşı yürüteceği bir operasyona dair bütün cümlelerin bir şekilde İsrail’e bağlanması. Kullanılan argümanlar, AKP hükümetinin veya devletin argümanlarıyla örtüşmüyor.
Dahası, Ankara kaynaklarının niye gizli bir operasyonu, böyle üst perdeden ABD’ye, Rusya’ya, Suriye’ye ve her cümlesinde İsrail’e kafa tutacak bir dille basına sızdırdığı da akıllarda soru işareti yaratıyor.
Haberde imzası olan Yılmaz Bilgen, uzun yıllardır gazetecilik yapıyor. Haksöz Haber’de bir dönem köşe yazarlığı yapan Bilgen, 2014’te IŞİD’in askeri başarılarını kutlamış olmasıyla, örgüte sempati beslediğini ortaya koyan paylaşımlar yapmasıyla hatırlanıyor.
(soL)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder