Suriye Dosyası(V)/Suriye'de emperyalizmin 'sınırların kaderini belirleme hakkı'-Ogün Eratalay-
27 Kasım’da HTŞ önderliğinde Suriye’nin Türkiye sınırında yerleşik çetelerin başlattığı saldırı, on günde Esad yönetiminin devrilmesiyle sonuçlandı.soL, “Suriye Dosyası” yazı dizisinde, bölgemizde çok önemli sonuçlar yaratacak olan bu tarihi süreci mercek altına alıyor.Beşinci yazımızda, emperyalizmin, sınırları değiştirerek kendisi açısından daha kontrol edilebilir devletler yaratma arayışına göz atıyoruz.
----------------------------------------------------------------
Ulusların kendi kaderini tayin etme hakkı yerini emperyalizmin sınırların kaderini tayin etme hakkına ve doğal sonucu olarak da emperyalizme göbekten bağlı mikro devletlere bırakıyor.
Suriye'nin 13 yıl süren bir emperyalist müdahalenin sonunda yıkılması, bir kez daha sınırlar tartışmasını gündem getirdi. İsrail, Suriye'deki Dürzilerin "kaderlerini tayin hakkı"na yaslanarak güneydeki Süveyda ili civarını ilhak etmeye çalışıyor. Türkiye'de hem medya hem hükümet yanlıları, sınırların genişlemesini ve Suriye'nin bir kısmının ilhak edilmesi seçeneğini sürekli gündemde tutuyor. Suriye'nin kuzeybatısındaki Kürtler, Rojava'nın kaderinin ne olacağına dair başta ABD, Türkiye, HTŞ, İsrail ve Rojava'daki Arap aşiretlerinin dahil olduğu, çok aktörlü bir denklemde yanıt bulmaya çalışıyor. Lazkiye-Tartus sahil hattındaki Suriye Alevileri için soru işaretleri var.
Suriye yıkıldı ve sınırlar bir kez daha tartışmaya açıldı. Heyet Tahrir'uş Şam (HTŞ) öncülüğündeki yeni yönetim tüm kesimleri rahatlatmaya çalışsa da, Esad yönetiminin devrilmesi, ülkenin bir barut fıçısının tepesinde oturduğu gerçeğini değiştirmedi.
ABD, İsrail ve müttefiklerinin akbabalar gibi üzerine çöktüğü komşu ülkenin yağmalanmasında şimdiden kullanıma sokulmuş olan "kendi kaderini tayin hakkı" nereden geliyor?
Lenin aslında ne diyordu?
Bolşevik Devrimi'nin önderi Vladimir İlyiç Lenin, 1914 yılında kaleme aldığı "Ulusların Kendi Kaderini Tayin Etme Hakkı" adlı kapsamlı eserinde ihtilalci, devrimi arayan bir örgütün ulusal soruna dair yapması gereken katkıyı formüle ediyor, dönemin diğer devrimci önderlerinin ve hareketlerinin ortaya koyduğu tutumu eleştiriyordu.
Eserin 4. Bölümü olan Ulusal Sorunda “Pratiklik” adlı bölümden uzunca bir alıntı yaparak başlayacağım. Birbirinden tamamen farklı onlarca ulusun hapishanesi olarak anılan Çarlık Rusyası'nda devrimi arayan Lenin, Rusya’da yükseltmeye çalıştığı işçi sınıfı mücadelesinin, adeta sömürge gibi idare edilen farklı coğrafyalarındaki bağımsızlık mücadelesinden proletarya devrimi için enerji çıkarmaya çalışıyordu. Ancak karnı bazı söylemlere toktu.
Alman devrimci Rosa Luxemburg'un, Bolşeviklere yönelttiği "programın 9. maddesinin 'pratik' hiçbir şey içermediği" eleştirisini ele alan Lenin, bu "pratiklik" talebinin üç şeyden birini ifade ettiğini söylüyordu:Tüm ulusal özlemlere destek; herhangi bir ulusun ayrılmaya dair talebine 'evet' veya 'hayır' cevabı; veya ulusal taleplerin genel olarak derhal 'pratik' olması.
Lenin şöyle devam ediyor: "'Pratiklik' talebinin üç olası anlamını da inceleyelim. Her ulusal hareketin başlangıcında doğal olarak liderliği üstlenen burjuvazi, tüm ulusal özlemlere destek vermenin pratik olduğunu söyler. Ancak, proletaryanın ulusal sorundaki politikası (diğerlerinde olduğu gibi) burjuvaziyi yalnızca belirli bir yönde destekler, ancak burjuvazinin genel siyasi hattıyla asla örtüşmez. İşçi sınıfı, burjuvaziyi yalnızca ulusal barışı güvence altına almak için (burjuvazinin tam olarak sağlayamayacağı ve yalnızca tam demokrasiyle elde edilebilecek olan), eşit hakları güvence altına almak ve sınıf mücadelesi için en iyi koşulları yaratmak için destekler. Bu nedenle, proleterler ulusal sorunda ilkelerini ileri sürdükleri burjuvazinin pratikliğine karşıdır; burjuvaziye her zaman yalnızca koşullu destek verirler. Burjuvazinin ulusal sorunda peşinde olduğu şey, ya kendi ulusu için ayrıcalıklar ya da onun için istisnai avantajlardır; buna 'pratik' olmak denir. Proletarya tüm ayrıcalıklara, tüm dışlayıcılığa karşıdır. 'Pratik' olmasını talep etmek, burjuvazinin öncülüğünü takip etmek, oportünizme düşmek anlamına gelir.
"Her ulus için ayrılma meselesine 'evet' veya 'hayır' cevabı verilmesi talebi çok 'pratik' görünebilir. Gerçekte saçmadır; teoride metafiziktir, pratikte ise proletaryayı burjuvazinin politikasına tabi kılmaya yol açar."
Lenin'in kafası netti: Kendi kaderini tayin hakkı "kategorik", yani tüm koşullardan bağımsız, her zaman geçerli gibi sunulmak istense de, önemli olan işçi sınıfının çıkarlarıydı, hakkın kendisi değil: "Burjuvazi her zaman ulusal taleplerini ön plana koyar ve bunu kategorik bir biçimde yapar. Ancak proletarya için bu talepler sınıf mücadelesinin çıkarlarına tabidir. Teorik olarak, burjuva-demokratik devrimin belirli bir ulusun başka bir ulustan ayrılmasıyla mı, yoksa ikincisiyle eşitliğiyle mi sonuçlanacağını önceden söyleyemezsiniz; her iki durumda da proletarya için önemli olan, sınıfının gelişimini sağlamaktır. Burjuvazi için önemli olan, 'kendi' ulusunun amaçlarını proletaryanın amaçlarından önde tutarak bu gelişimi engellemektir. İşte bu yüzden proletarya, tabiri caizse, kendi kaderini tayin hakkının tanınması için olumsuz bir taleple yetinir, hiçbir ulusa garanti vermez ve başka bir ulusun pahasına hiçbir şey vermeyi taahhüt etmez.
Bolşevik lidere göre burjuvazi, talebin "uygulanabilirliği" ile ilgilenir, bu nedenle, proletaryanın zararına, diğer ulusların burjuvazisiyle uzlaşma politikası değişmez. Ancak proletarya için önemli olan, sınıfını burjuvaziye karşı güçlendirmek ve kitleleri tutarlı demokrasi ve sosyalizm ruhuyla eğitmektir. Lenin'e göre bu yaklaşım "oportünistler açısından 'pratik' olmayabilir, ancak feodal toprak ağalarına ve milliyetçi burjuvaziye rağmen, daha büyük ulusal eşitlik ve barışın tek gerçek garantisidir."
Alıntı uzun, ama Lenin'in meseleye bir çeşit "kutsal hak" çerçevesinden değil, işçi sınıfının çıkarları açısından baktığını kavramak için öğretici:
"Proleterlerin ulusal sorundaki tüm görevi, her ulusun milliyetçi burjuvazisinin bakış açısından 'pratik değildir' çünkü proleterler, her tür milliyetçiliğe karşı oldukları için, 'soyut' eşitlik talep ederler; ilke olarak, ne kadar küçük olursa olsun, hiçbir ayrıcalık olmamasını talep ederler. Bunu kavrayamayan Rosa Luxemburg, pratikliğe yönelik yanlış yönlendirilmiş övgüsüyle, oportünistlere ve özellikle Büyük Rus milliyetçiliğine yönelik oportünist tavizlere kapıyı ardına kadar açmıştır.
Neden Büyük Rus? Çünkü Rusya'daki Büyük Ruslar ezen ulustur ve ulusal sorundaki oportünizm elbette ezilen uluslar arasında ezen uluslardan farklı bir şekilde ifade bulacaktır. Taleplerinin 'pratik' olduğu bahanesiyle, ezilen ulusların burjuvazisi proletaryayı özlemlerini koşulsuz olarak desteklemeye çağıracaktır. En pratik prosedür, tüm ulusların ayrılma hakkına sahip olmasından ziyade belirli bir ulusun ayrılması lehine açık bir 'evet' demektir!
Proletarya bu tür pratikliğe karşıdır. Eşitliği ve ulusal bir devlete eşit hakları tanırken, her şeyden önce tüm ulusların proleterlerinin ittifakını değerli görür ve en önde tutar ve herhangi bir ulusal talebi, herhangi bir ulusal ayrılığı işçilerin sınıf mücadelesi açısından değerlendirir. Bu pratiklik çağrısı aslında burjuva özlemlerinin eleştirel olmayan bir şekilde kabul edilmesi çağrısıdır.
Ayrılma hakkını destekleyerek, bize söylendiğine göre, ezilen ulusların burjuva milliyetçiliğini destekliyorsunuz. Rosa Luxemburg'un söylediği budur ve bu konuda tasfiyeci fikirlerin tek temsilcisi olan fırsatçı Semkovsky tarafından da, tasfiyeci gazetede yankılanmaktadır!
Bizim buna cevabımız şudur: Hayır, bu sorunun 'pratik' bir çözümü burjuvazi için önemlidir. İşçiler için önemli olan şey, iki eğilimin ilkelerini ayırt etmektir. Ezilen ulusun burjuvazisi ezenle savaştığı sürece, biz her zaman, her durumda ve herkesten daha güçlü bir şekilde yanındayız, çünkü biz baskının en sadık ve en tutarlı düşmanlarıyız. Ancak ezilen ulusun burjuvazisi kendi burjuva milliyetçiliğini savunduğu sürece, biz ona karşıyız. Ezen ulusun ayrıcalıklarına ve şiddetine karşı savaşırız ve ezilen ulusun ayrıcalıklar için çabalamasını hiçbir şekilde onaylamayız."1
Sol literatürde daha ilk başta UKKTH olarak kısaltılarak anlamından uzaklaştırılan yaklaşıma dair bu kadar uzun bir alıntı yapmamızın nedeni kolaycılığa ve “pratikliğe” karşı olmamızdır. Lenin ve Bolşeviklerin ulusal hareketlere karşı tutumu çok açıktır, eğer işçi sınıfı devrimi için ilerleticiyse desteklenir, değilse desteklenmez. Ezberler, kısa cevaplar, dar bakışlar, “bas geç”çilik yoktur.
Kısa bir tarihçe
Ulusal hareketler genel anlamda 19. yüzyılda yaygınlaşmış, 1. Dünya Savaşı sırasında ve sonrasında önce Lenin, sonrasında da ABD Başkanı Woodrow Wilson tarafından gündemde tutulmuştu.
Çarlık Rusyası'nın sömürge siyasetine karşı oluşan ulusal muhalefeti, Rusya'daki işçi sınıfı hareketiyle birleştiren Bolşevikler, başarılı Ekim Devrimi'nin ardından sözlerini tutmuş, pek çok örnekte ulusların bağımsızlık hakkını tanımıştır (bunlar arasında Ermenistan, Finlandiya, Estonya, Litvanya, Ukrayna, Gürcistan ve Polonya sayılabilir).
9 Kasım 1917 tarihinde açıklanan Barış Kararnamesi'yle Rusya'nın savaştan derhal çekildiği ilan edilmiştir. Savaşan tüm taraflara ateşkes çağrısı yapan açıklamayla barış görüşmelerine halkların temsilcilerinin katılması gereği bildirilir. Hükümetleri ve burjuvazi için yıllardır ölmekte olan işçi ve köylülerin barış sürecini örgütlemesi salık verilir. İtilaf Devletleri'yle yapılan gizli açıklamaları da ifşa eden Bolşevikler emperyalist çevreleri adım atmak zorunda bırakır. Bunun üzerine Wilson, 1918 yılında açıkladığı 14 maddelik "Wilson İlkeleri"yle kapitalizm koşullarında asla yerine getirilemeyecek talepler sıralar. Avrupalı emperyalist güçlerin sömürgeleri vardır, ABD'nin yoktur. ABD'nin ihtiyacı, "serbest piyasa"nın hakim olması ve sömürge devletlerin de ABD'nin ticaretine ve etkisine açılmasıdır.
Kapitalist yağma ekseninde savaşa devam eden Müttefik Devletler bu talepleri görmezden gelmeyi tercih edecek, ülkesindeki seçim arifesinde, daha kendi partisinin başkan adayının belirleneceği konferansta elenen Wilson ise kimse tarafından benimsenmeyen sözlerinin takipçisi olamayacaktır. 2. Dünya Savaşı'nın ardından kurulan Birleşmiş Milletler'in anlaşma metnine giren bu hak muğlak ifadeler içerecek şekilde geçiştirilmiş, neresinden tutulursa oraya çekilebilecek bir ifade olarak yer almıştır. Sosyalizmin faşizme karşı zafer kazanmasının ardından sosyalizmin küresel ölçekte prestijinin artmasıyla, emperyalist ülkelerin sömürge sahibi olmaları sorgulanmış, bu ülkelerdeki bağımsızlık mücadeleleri sosyalizan formlara bürünmüştür.
Suriye hep hedefteydi
Konumuz olan Suriye’ye dair yapılan emperyalist planlar Sykes-Picot Antlaşması'yla başlatılabilir. Çökmekte olan Osmanlı İmparatorluğu'nun yenilgisinin ardından Ortadoğu'daki hakimiyet bölgelerinin emperyalist ülkeler arasında paylaşılma planı, eşyanın doğasına uygundur. Uygun olmayan şey, emperyalistlerden emekçi halklar lehine bir çözüm beklemektir.
Mart-Temmuz 1920 arasında varlık süren Suriye Arap Krallığı.Yukarıdaki harita sadece dört ay hüküm süren Suriye Arap Krallığı'na ait. Osmanlı İmparatorluğu'nun Irak ve Filistin Cepheleri'nde İngilizlere yenilmesiyle beraber ayaklanan Arap aşiret liderleri kendilerine vaat edilen bağımsızlık hakkını kimseden olur beklemeden kullanmak istemiş, sonrasında Irak kralı olacak Haşimi Faysal’ı kral ilan etmişlerdir. Ancak emperyalistler arasında yapılmış anlaşmalarla uyumlu olmayan bu devlet 24 Temmuz 1920 günü dört saat süren Meyselun Muharebesi sonrasında Fransızlar tarafından ortadan kaldırılmıştır.
Soğuk Savaş sonrası dönem ve Perle
Sovyetler Birliği ve reel sosyalizmin çözülmesiyle beraber Soğuk Savaş ikliminde hayatta kalabilen kapitalist ancak sosyalizan rejimler yeni döneme ayak uydurmak durumunda kaldı. Artık bir orta yol mümkün olmadığı için bu rejimler emperyalizmle uyumlu olma yönüne doğru dümen kırdı. Bu tür ülkeler ekonomilerini piyasaya, uluslararası tekellere açsalar da ömürlerini doldurmuşlardı ve tasfiye edilmeleri gerekiyordu. Yugoslavya ile başlayan süreç Afganistan ve Irak ile devam etti. Sonrasında "Arap Baharı" sürecinde kapsamlı bir emperyalist saldırı başlatıldı.
Ancak Arap Baharı'ndan önce günümüzde Erdoğan ve Netanyahu önderliğinde uygulanan planın öncülü ABD çevrelerinde konuşuluyordu. 1941 doğumlu Richard Perle, devletli kariyerine Senato Silahlı Kuvvetler Komitesinde başlayan bir siyasetçi. Ronald Reagan başkanlığı sırasında Savunma Bakanlığı'na bağlı Küresel Stratejik Olaylar sorumlusu. Sonrasında ise oğul Bush döneminde Savunma Bakanı Donald Rumsfeld’in danışmanı. Saddam Hüseyin’in kitle imha silahlarına sahip olduğu yalanını ortaya atan, Irak Savaşı’nın baş sorumlularından.
Richard Perle (2009)Perle, 1996 yılında İsrail Başbakanı Benjamin Netanyahu’ya sunulmak üzere “Clean Break” (Tam Kopuş) adlı bir rapor hazırlıyor. Raporda İsrail’in güvenlik sorunlarının çözülmesi için saldırgan adımlar atılması salık veriliyor. Çok kapsamlı olan rapor, şu şekilde özetlenebilir:
- İsrail, tüm Arap coğrafyasıyla kalıcı barış yerine Ürdün ve Türkiye ile beraber, barışın önünde engel olan unsurları durdurmak, iç düzenlerini bozmak ve tasfiye etmek yönünde adım atmalıdır.
- Filistin ile ilişkilerin doğası değiştirilmeli, sınır ötesi harekât seçeneği hiç bırakılmamalı, Arafat yönetimine alternatifler aranmalıdır.
- ABD ile ilişkiler kendi kendine yetebilirlik ve stratejik işbirliği çerçevesinde güncellenmelidir.
- Kuzey sınırındaki Lübnan içindeki tehditlerle yüzleşilmeli, Hizbullah, Suriye ve İran ile hesaplaşılmalı. Özellikle Suriye’nin Lübnan’daki saldırılarına Suriye’ye yönelik saldırılarla cevap verilmelidir.
- Suriye rejiminin ipliği uluslararası kamuoyunda pazara çıkarılmalı, kitle imha silahlarına sahip olduğu belirtilip Golan Tepeleri işgalinin asla pazarlık konusu olmadığı vurgulanmalıdır.
- Ürdün ve Türkiye’nin desteğiyle Suriye’deki rejim zayıflatılmalı, geriletilmeli ve olabiliyorsa tasfiye edilmelidir. Benzer bir odak noktası da Saddam Hüseyin’dir. İsrail’in stratejik hedeflerinden birisi Irak’ta Saddam’ın iktidardan düşürülmesi olmalıdır.
- İsrail’in bu yenilenen bakış açısının olmazsa olmazı engelleyici (preemptive) bakış açısıdır. Böylece etkiye tepki veren, stratejik olarak geri çekilen bakış açısı terk edilir ve düşman saldırmadan adım atılır.
Ne kadar tanıdık değil mi? Arap Baharı adlı emperyalist müdahale ile atılan adımların emperyalist merkezlerde yapılan önceki planlardan beslendiği açıkça görülüyor.
Emperyalizmin abecesi
Soğuk Savaş’ın ardından önce Yugoslavya, Libya, Irak gibi ülkelerde yürütülen siyasi atomizasyon sürecini gördük. Bu süreç bugün Suriye’de yürürlüğe konuluyor. Sürecin her coğrafyaya özgün dokunuşlara açık olmakla birlikte ana eksenlerini bugün ortaya koyabiliyoruz:
- İktidardaki rejim ile emperyalist merkezler arasında diplomatik ilişkilerin başlatıldığına yönelik kamuoyu/halkla ilişkiler çalışmalarının başlatılması. Miloseviç-Saddam Hüseyin-Kaddafi ile görüşmeler hatırlanacaktır.
- Bu rejimleri kamuoyu önünde halk düşmanı ilan etmek. İç siyasetteki muhalefetle emperyalist bağlantılar. İktidarı kendi halkına karşı silah kullanmakla, kitle imha silahları kullanmakla, hatta Suriye örneğinde kimyasal silah kullanmakla itham etmek.
- Asla tek bir ülke silahlı kuvvetleriyle saldırmamak. Olabiliyorsa bir milis kuvveti, bu yeterli olmuyorsa birden çok devlet silahlı kuvvetinin dahil olduğu veya NATO gibi örgütler eliyle silahlı müdahale.
- Rejimi devirince iktidarı alabilecek, olabiliyorsa kesintisiz bir rejim garantisi veren siyasi aktörlerle anlaşarak rejim değişikliği. Yugoslavya örneğinde bu kişi Vojislav Kostunica olmuş, başa geçen rejim Miloseviç’i emperyalistlerin mahkemesine teslim etmiştir.
- “Özgürleştirilen” ülkede her türlü ulusal, etnik ayrımın körüklenmesi, milliyetçi örgütlere silah desteği verilerek ayrılıkçılığın desteklenmesi. Bu sayede bölgeye “barış gücü” çerçevesinde farklı uluslardan silahlı kuvvetlerin yerleşmesi ve asla terk edilmeyecek üsler kurulması. Bu uygulamanın ifrada vardırıldığı yer Kosova’dır. Doğrudan ABD askeri üssü korumasında kurularak Sırbistan koparılan bu Arnavut milliyetçisi devlet, bölgede emperyalizmin planlarının işlemesi için elde tutulan bir kozdur. Her türlü kuralsızlığın hüküm sürdüğü ülke gerektiğinde emperyalist müdahale için hazır tutulur. Kosova’daki ABD’ye ait Bondsteel Üssü.
Suriye planlarının tamamı bölünme içeriyor
Bugün Suriye’ye dair yapılan binbir plan Suriye halkını bir bütün olarak görmemekte, onu emperyalist planlara göre çoktan bölmelere ayırmış durumdadır. Kürtler, Araplar, Nusayriler, Sünniler vb. Belki de bu planların en gayretkeşi İsrail Ordu sözcüsü Arye Şaruz Şalikar tarafından sosyal medya hesabından açıklandı.
Şalikar haritası.Buna göre cihatçı muhaliflerin hakimiyetinde bir merkezi devlet. Kıyı bölgelerinde kurulacak bir Alevi devleti ve İsrail ile sınır komşusu olacak şekilde toprakları artırılacak olan Kürt devleti.
Almanya doğumlu bir Yahudi olan Şalikar görmezden gelinebilir elbette. Ancak Irak’ta yaşanan süreçler hatırlandığında İsrail’in en çok işine gelecek olan çözümlerden birisinin bu olduğu kolaylıkla ileri sürülebilir. Hizbullah’ın Lübnan’da ateşkes halinde olması, son gelişmelerin ardından Hamas’ın Gazze’de ateşkesi görüşebileceklerine ve İsrail’in Gazze’de kalıcı askeri üsler tesis edebileceğine yönelik açıklamaları hatırlansın. Bunun üzerine bir daha bir tehlike olamayacak derecede sakatlanmış, bölünerek parçalara ayrılmış bir Suriye en çok emperyalizmin ve siyonizmin işine yarayacaktır.
**
Suriye’de emperyalistler şimdilik kazanmış durumda. İşlerine geldiği zaman kullandıkları "kaderini tayin etme hakkı" sayesinde yeni sınırlar çizmeye hazır gözüküyorlar. Ancak tarih bize bunun dışında bir şey söylüyor. Emperyalizmi ve kapitalizmi karşılarına alan farklı uluslardan, farklı etnik kökenden, farklı inançlardan proletarya devrim için bir araya geldiğinde tüm bu planlar çöpe atılır. Holdinglerin ve tarikatların cumhuriyetini ülkemizde kurmaya çalışan sermaye sınıfına karşı Türkiye işçi sınıfı kazanım elde ettikçe, ülkemizde estirilen yeni-Osmanlıcı dalga geriletilecek, bu sarsıntının bölgemizde de olumlu etkileri görülecektir. Er ya da geç…
SON YAZIDA: Suriye'de yaşananların Türkiye'ye yansıması ne oldu?
/././
Hakan Fidan'dan HTŞ'ye 'nasihat': 'İsrail'e bir şey yapmayın'
Bakan Fidan, HTŞ'yle bir süredir temasta olduklarını ancak Şam'a yönelen saldırılara sonradan dahil olduklarını öne sürdü. Suriye'nin yeni yönetimine de "tavsiyeler" verdi.
Dışişleri Bakanı Hakan Fidan, Suudi Arabistan merkezli El Hadat televizyonuna konuştu.
MİT Başkanı'nın "uluslararası kamuoyunun" fikirlerini aktarmak için Şam'a gittiğini söyleyen Fidan, Suriye'de yönetimi ele geçiren Heyet Tahrir'uş Şam'la (HTŞ) uzun süredir "koordinasyon içerisinde" olduklarını aktardı.
İran'a yönelik mesajlar paylaşan Fidan, cihatçı gruplara İsrail'e saldırmamalarını tavsiye etti.
'Harekatın öncesinde değil, sonrasında parçası olduk'
"Aslında uluslararası bağlamda bir masada oturuldu ve Esad'ın gitmesi konusunda uzlaşıldı ve ardından aslında şu an Şam’ın düşmesine kadar varan süreç böylelikle işletilmiş oldu ve HTŞ’nin ilerlemesi için önü açıldı diye bir söz var, bir söylenti var. Siz ne diyorsunuz?" sorusuna Bakan Fidan, Türkiye'nin böyle bir sürecin parçası olmadığı yanıtını vererek, şöyle devam etti:
"Harekat başladıktan sonra, HTŞ ve diğer muhalifler tarafından harekat başladıktan sonra, bunun en kansız, en problemsiz, en maliyetsiz şekilde nasıl olması için yoğun bir çaba gösterdik ama onun öncesinde hiçbir ülkeyle veya hiçbir grupla bir araya gelip böyle bir planlama ve çalışma içerisinde olmadık."
Fidan "hiçbir grupla planlama yapmadık" dese de 27 Kasım'da başlayan saldırının ana unsurlarından biri Türkiye'nin denetimindeki Suriye Milli Ordusu'ydu (SMO).
HTŞ ve SMO'nun da içerisinde olduğu "Suriye muhalefeti"ni uzun süredir dünyaya pazarlayan gazeteci ve araştırmacılarsa saldırıların ilk günlerinden itibaren operasyonda Ankara'nın da dahli olduğunu iddia ediyordu. Buna göre, MİT görevlileri, 10 örgütü kapsayan koalisyonla iki kez İdlib’de, birkaç kez de Türkiye’de bir araya gelmiş ve operasyon planının ertelenmesini sağlamıştı.
İbrahim Kalın 'uluslararası toplumun görüşlerini' iletmiş
Milli İstihbarat Teşkilatı (MİT) Başkanı İbrahim Kalın'ın Şam ziyaretini hem bölge ülkeleriyle hem Batılı ülkelerle "geniş istişare" içerisinde yaptığını belirterek, şunları kaydetti:
"İbrahim Bey uluslararası toplumun, bölgenin ve bizim tabii ki görüşlerimizi karşı tarafa iletti, karşı tarafın da verilerini aldı" değerlendirmesinde bulundu."
'HTŞ'ye nasihatlarımızı iletiyorduk'
Türkiye'nin Şam'ı ele geçiren HTŞ'yle bir süredir temasta olduğunu belirten Fidan şöyle devam etti:
"Özellikle Suriye Milli Ordusu, Ulusal Kurtuluş Cephesi, bunlar Türkiye'nin birebir çalıştığı yerlerdi. İdlib'de, Heyet Tahrir Şam’ın kontrolü altında 4 milyon Suriyeli vatandaş yaşıyordu. Bunların belli bir kriz esnasında Türkiye'ye gelmesi mümkündü. Bu krizlerin çıkmaması, oradaki varlığın istikrarlı devam etmesi için bizler tabii ki belli bir koordinasyon içerisinde hep olduk ve o süreç içerisinde de heyeti tanıma imkanımız oldu.
Onlara özellikle modern yönetim algısı nasıl olur, modern yönetim sistemleri nasıl olur, onlar konusunda tavsiyelerimizi, nasihatlarımızı hep ilettik. Bizim gördüğümüz şu anda heyetin ve diğer bileşenlerin bir numaralı önceliği Beşşar Esad'ın yaptığı hataları tekrar yapmamak ve halkı kucaklayarak hak ettikleri refahı ve istikrarı götürmek. Bunu yapmada bizim yardımcı olmamız lazım, onların da hata yapmaması lazım."
Fidan, daha önce HTŞ lideriyle tanışıp tanışmadığı yönündeki soruya, daha önce 13 yıl MİT Başkanlığı yaptığını hatırlatarak yanıt verdi.
Suriye krizi başladığı günden itibaren mesaisinin 13 yılını Suriye krizinin aldığını hatırlatan Fidan, bakan olarak da belli aktörlerle her zaman temasının olduğunu kaydetti.
'HTŞ'nin yaptıklarını gizleyemezsiniz'
Bakan Fidan "Türkiye, HTŞ ve HTŞ’ye bağlı grupları Amerika’ya ve Batı’ya olumlu bir şekilde tanıtacaktır, Amerika’nın da bu bağlamda bir bakış açısı var HTŞ’ye karşı. Sizin rolünüz bu konuda ne olacak?" sorusunu şöyle yanıtladı:
"Biz kendi izlenimlerimizi anlatabiliriz ve onlarla ilgili belki şu ana kadarki olan süreç içerisinde belki belli platformları oluşturmada yardımcı olabiliriz, bir araya gelmede. Ama her şeyden önemlisi ben neyi anlatırsam anlatayım karşı tarafa, Heyet Tahrir el-Şam'ın ve Şam'daki yeni yönetimin yaptıklarını gizleyemezsiniz, söyleyemezsiniz. Eğer ben yanlış bir reklam yapıyorsam yalancı çıkan ben olurum. Bizim hep beraber bölge ülkeleri olarak yeni yönetime yardımcı olmamız lazım ki milyonlarca insan, 10 milyondan fazla Suriyeli tekrar evlerine dönsünler, bir ekonomi canlansın."
Paralı askerlerini unuttu, İran'a akıl verdi
"İran'ın da ders çıkartacağını düşünüyorum" diyen Fidan yeni döneme dair mesajlarını şöyle özetledi:
"Dominasyon fikri, emperyal fikirlerin rafa kaldırılması lazım. Birilerinin proxy(vekil) kullanarak bölgede başka ülkeleri yönetmeye çalışması, birilerinin geri planda para vererek başka bir şey yapmaya çalışması, menfaatini korumaya çalışması... Bunlar bir aksiyon karşı reaksiyon üretiyor, reaksiyon başka bir aksiyon üretiyor derken bir kısır döngü içerisine giriyoruz. Bölge, artık bu kısır döngüden çıkacak kadar ders almış durumda."
Bir ülkenin başka bir ülkede vekil savaşçılar kullanmamasını nasihat eden Fidan, demecinde Suriye Milli Ordusu (SMO) örneğinden bahsetmedi.
SMO bünyesindeki cihatçı militanlar Türkiye'den maaş ve silah yardımı alıyor. Ayrıca Türkiye, SMO kontrolündeki Suriye topraklarında okullar ve hastaneler inşa ediyor, PTT şubeleri açıyor.
Suriye-İsrail savaşı 'şaka'ymış
Sunucunun, "Suriye konusunda, baktığımızda en zararlı ülke İran, sonra da Rusya. Şimdi özellikle de Hamas'la İsrail arasındaki çekişme ve gelişmeler birçok dengeyi de değiştirdi bölgede. Aslında direniş bağlamında da Esad’ın kaçması İsrail’e karşı direnişin bir ayağını da yıkmış oldu. Peki bu konuyu nasıl değerlendiriyorsunuz? Esad’ın da kaçışı süreci nasıl etkileyecek? Netanyahu, Esad için ateşle oynuyor diye bir şey söylemişti hatırlarsanız daha önce bazı reaksiyonlarından dolayı...." ifadelerine Fidan, şu yanıtı verdi:
"Benim bu konuda farklı fikirlerim var. 13 yıl İstihbarat Başkanlığı yaparken, bölgede İranlı arkadaşlarımızla da çok konuştuk. Sizin özellikle Suriye'de Beşar Esad'ın İsrail'e karşı bir direniş cephesinin bir unsuru olması meselesi bir şaka. Beşar Esad İranlılara yer veriyordu, Lübnan ve Hizbullah ile İran arasındaki ilişki açısından"
İsrail'in Suriye saldırılarını tercüme etti: 'Suriye'yle ilgili bir problem yok'
Fidan, Suriye'den İsrail'e herhangi bir askeri harekat görülmediğini, İsrail'den yapılan bütün askeri harekatların İranlı milislere yönelik olduğunu belirterek, Suriye ile ilgili bir problem olmadığını iddia etti.
Bakan Fidan, İsrail'in tutumuna dair şu bilgileri paylaştı:
"Suriye muhalefeti bundan 6-7 sene önce Şam'da şimdiki yaptıklarını yaptığı sırada, o zaman (ABD Başkanı Joe) Biden Başkan Yardımcısıydı, Türkiye'ye geldi, Cumhurbaşkanımızla görüştü ve 'biz Beşar'ın gitmesini istemiyoruz' dedi. Biz biliyoruz aslında, bu onun değil İsrail'in bir görüşüydü. İsrail hiçbir zaman için Beşar'ın gitmesini istemedi. Beşar'ın İranlılara verdiği ortamdan mutsuzdu İsrail ama Beşar'ın genel manada kendisi için faydalı bir aktör olduğunu biliyordu. Son güne kadar, Amerikalıların bize söylediği harekat başladıktan sonra da İsrail, Beşar'ın gitmesini istemiyor."
Yeni yönetimine tavsiye: 'İsrail'e yönelik bir şey yapmayın'
Fidan, yeni Şam yönetiminin İsrail ile bir çatışma arayacağını düşünmediğini, herkesin kendi sınırları içerisinde yoluna bakması gerektiğini vurguladı.
"İsrail'in Suriye topraklarını işgal etmemesi, ondan vazgeçmesi gerekiyor" diyen Fidan, Suriye'nin de İsrail'e yönelik bir şey yapmaması gerektiğini dile getirdi.
'Otantik halkların otantik toprakları'
"YPG'nin Arap topraklarından çekilmesi" gerektiğini söyleyen Fidan şunları kaydetti:
"Bölgenin otantik halklarının bulduğu otantik topraklar… Kürtler, Araplar, Türkmenler, Yezidiler, Aleviler kendi yerlerinde yaşamalı, kimse yerinden edilmemeli. Kürtlerin ait olduğu yerler var, Arapların, Türkmenlerin ama başkasının gidip toprağını işgal edip, dışarıdan aldığınız destekle, bu devam edemez ve etmemeli de etmeyecek de inşallah."
'Esad'la 3 defa görüşmek istedim'
"Suriye’de Ali Memlük, Hüsam Luka gibi mevkidaşlarınız vardı, bu insanlar daha sonra ülkeden çıkış için yardım bağlamında sizinle bir temasa geçtiler mi?", sorusuna da Fidan, "Temasa geçmediler" yanıtını verdi.
Fidan, son 3 yıl içerisinde Esad ile bir araya gelip gelmediğine ilişkin soru üzerine, "Yok gelmedim, yok. Bir araya gelmek için teşebbüsümüz oldu, istedik ama kabul etmediler. Ben istedim. Hatta bölgedeki ülkeleri aracı yaptık Irak başta olmak üzere, başka ülkelerin adını da söylemeyeyim. Hepsine hayır dedi" ifadesini kullandı.
Türkiye'nin bazı mercilerle işbirliği yaparak Esad'ın Suriye'den çıkmasına olanak tanıdığı yönündeki iddialara yanıt veren Fidan, "Ruslar kendileri ilan ettiler kendileri bu işi organize edip götürdüklerini. Bu konuda bizim bir rolümüz yok" ifadesini kullandı.
***
Memlekete baktığımızda katlanılamaz yoksulluk, çaresiz bırakan işsizlik, okullarda açlıkla geçen çocukluk yüzümüze sertçe çarpıyor. Bir yanda asgari ücret sayısal ve teknik bir meseleymiş gibi ve zenginlerden ayrı konuşulabilirmiş gibi tartışılıyor. Diğer yanda bütçe görüşmelerinde emeğin bütçe hakkı, yani barınma, sağlık ve eğitim hakkı yok sayılıyor. Suriye ve Ortadoğu’da yaşanan emperyalist müdahaleler ise ülkenin geleceğine dair endişe verici bir çok soru işareti yaratıyor.
Tüm bu gelişmelerin ortasında ülke siyasal alanda eyleme iradesi zayıflamış, toplumsal alanda etnik, dini ve mezhepsel kalıplarla parçalanmış bir görünüm sergiliyor. Ve tüm bunların orta yerinde işçi sınıfının grev ve direnişleri de çoban ateşleri gibi yanıyor. Parçalanmışlığı, yorgunluğu ve iradesizliği dağıtacak bir mücadeleyi bugün yalnızca sosyalist sol yükseltebilir. Bu topraklarda ortak bir hayatı üretme ve paylaşma gücünü, inadını ve heyecanını ancak sosyalist sol örebilir. Bu ortak inadı ve heyecanı var edecek olan ise sosyalist ve devrimci geleneğin mirası olarak yurtseverliktir. Bugün yurtseverlik demenin zamanıdır o halde.
Yurtseverlik son yıllarda sola enjekte edilen liberalizmle birlikte “milliyetçilik” olarak adlandırılarak sosyalist soldan dışlandı. Milliyetçilikle eşitlenerek ve bu iki kavram birbirinin yerine kullanılarak silinmek istendi. Yurtseverliğin sosyalist soldaki anlamı bir ülke emekçilerinin hayatı hep birlikte üretme, üretilen değerleri kendi topraklarında tutma ve hep birlikte paylaşma iradesi iken bunu milliyetçilik saymak ve yerine kimlikleri, kültürleri, etnisiteleri, mezhepleri heyecanla sahiplenmek ortak bir ülke kurma heyecanını yok etmekti aslında. Liberal söylemin hegemonyası altında yurtseverlikle mesafelenen sol, son yıllarda bu topraklarda kendini “marjinal” kıldı. Bu toprakların çocukları olmaktan uzaklaştı. Başkalarının gözleriyle kendine ve halkına bakan yabancılar haline geldi. Oysa ki hem yaşadığı toprakların çocukları olup hem de insanlığın ortak değerlerini savunanlar solcular ve devrimcilerdir.
Yurtseverlik milliyetçiliğe atıf yapmaz, “yurt” denilen, var olan ve var olması istenilen topraklara ve emekçi halkın dayanışmacı tarihsel damarına atıfta bulunur. Ve tarihsel olarak burjuvazinin milliyetçiliğine karşı emekçilerin iradesidir. Enternasyonalizme açıktır ama ayaklarını kendi topraklarına basar. Tarihsel deneyimler gösterir ki yurtseverlik, kurtuluş ve öz savunmayla da ilgilidir. Paris Komünü’nün emekçilerin “yurtlarını savunma” iradesiyle başlaması gibi… Sovyetler Birliği’nin Nazi istilasına karşı “anavatan savunması”nda görüldüğü gibi… Küba’nın “patria o muerte” (anavatan ya da ölüm) sloganında olduğu gibi…
Yurtseverlik bugün Cumhuriyetin değerlerini sahiplenen ve onu aşan bir siyasal hattı inşa imkanı taşıyor. Yurtsever olmak 60’lı ve 70’li yıllarda devrimcilerin mücadelesinde büyümüştür. Memleketin devrimci ve sol tarihi emekçilerin elleriyle laik, tam bağımsız, özgür ve eşit bir Türkiye kurma hedefine doğru bir yürüyüştür. Bu yolda yürümek, emekçi halkın örgütlü hareketi ile memleketi değiştirebileceği fikrini, yeni bir yaşamı inşa etme yetisini, heyecanını ve coşkusunu barındırır.
Yurtsever olmak, ülkenin kurtuluşunu ve yeniden kuruluşunu bu topraklarda ve bu toprakların insanlarıyla birlikte görmektir. Gücünü bu topraklarda üreten emekçilerden alır. Memleket genelinde gelir ve gelecek eşitsizliğinden yakınanlar, gericiliğe karşı olanlar, Anadolu aydınlanmacılığının kazanımlarının yitirilmesine tepki duyanlar, çocukların eğitimi, gençlerin yarınları ve kadınların hakları konularında kaygıları artanların ortaklaşmasıdır. Aynı topraklarda aynı hikayeyi anlatıp, aynı hikayeyi dinleyen ve aynı hikâyeye ağlayan insanların birlikteliğinde büyür. Ülke emekçilerindir. Ve onlar ülkelerini sahiplenirler.
Yurtseverlik anti-kapitalist ve anti-emperyalisttir. Emperyalizmle köklü bir hesaplaşmadır. Emperyalist-kapitalist sistem, dünya halklarının egemen siyasal toplumlar olarak kuruluşunu, her türlü yol ve yöntemle engellemeye çalışıyor. ABD ve NATO, Orta Doğu’da ve ülkemizde sorunların çözümü değil kaynağıdır. Günümüzde siyasal İslam’ın ellerinde istismar edilen anti-emperyalizmi gerçek sahiplerine, sola teslim etmenin yoludur yurtseverlik.
Laiklik sıradan insanların kendi kaderlerini ellerine alma iradesi olarak yurtseverliğin varlık nedenidir. Halk egemenliği ve bağımsızlığı, kendi kaderini kendi ellerine almış bir toplumu ifade eder. Bu da toplumdaki egemenliğin kaynağının ilahi değil dünyevi olduğunu söyleyen, ülke topraklarının bir hanedanın değil tüm halkın olduğunu savunan laikliği kazanmaktır.
Bugün gençlerin hem kendilerinin hem de ülkenin geleceği için heyecan duymalarıdır yurtseverlik. Bu ülkeyi ve halkı sevmenin, bu ülkeyi ve halkı savunmanın, geleceği bu topraklarda kurmanın heyecanı ve iradesidir. Gençlerin bugünü yıkıp yarını kurma iddiası köklerini yurtseverlikte bulabilir. Geleceği ve yarını kurma gençliğin hayalperestliğiyle, neşesiyle, inadıyla, hesapsızlığıyla ve coşkuyla da yol alır.
Yurtseverliğin bu topraklarda tekrar yeşermesi yurtsever aydınlara da ihtiyaç duyuyor. Suat Derviş, Nâzım Hikmet, Orhan Kemal gibi ülkesinin insanlarını cesaretiyle, korkaklığıyla, kahramanlığıyla, cahilliğiyle, neşesiyle, öfkesiyle tanıyan, kabul eden ve ortak bir gelecek için onlarla yan yana olmaktan başka yolun olmadığını bilenlerdir bu aydınlar.
Bu topraklarda iradesizliği ve parçalanmışlığı dağıtacak, halk egemenliğine dayalı bir sosyal cumhuriyeti yeniden kuracak en önemli damarlardan biri yurtseverliktir. Yurtseverlik mutlaka anti-emperyalist, muhakkak emekten yana ve her daim laiktir. Dün de böyleydi, bugün de böyle, yarın da böyle olacak.
/././
Önce Çocuklar ve Kadınlar Derneği 2024 raporunu yayımladı: 'Yasayı uygulamayan yeni yasa yapamaz'-İrem Yıldırım-
Önce Çocuklar ve Kadınlar Derneği, 2024 Kadın Mücadelesi Raporu'nu bir araya geldiği gazetecilere anlattı. Raporda laiklik ve kadınların yoksullaştırılmasına ilişkin önemli saptamalar var.Önce Çocuklar ve Kadınlar Derneği, bugün Kadıköy Nâzım Hikmet Kültür Merkezi’nde düzenlediği basın toplantısında gazetecilerle bir araya geldi.
Dernek başkanı Avukat Müjde Tozbey, derneğin yönetim kurulu üyeleri Av. Hande Gündoğdu, Av. Arzu Sena Topuz ve Av. Bilge Çarpıcı’nın katılımıyla gerçekleşen toplantıda çok sayıda medya kuruluşundan gazeteciler de yer aldı.
Aynı zamanda toplantıya, Kadın Dayanışma Komiteleri (KDK) sorumlusu ve Türkiye Komünist Partisi (TKP) Merkez Komite üyesi Senem Doruk İnam da katıldı.
Dernek tarafından hazırlanan “2024 Yılında Kadın Mücadelesi Raporu”nu gazetecilerle paylaşıldı.
400’den fazla kadın cinayeti ve cinsel istismar davasını üstlenen dernek, kurulduğu 7 Aralık 2018'den beri mücadelenin içinde.
Derneğin kuruluşuna giden yol...
Dernek Başkanı Avukat Müjde Tozbey, dernek fikrinin hangi ihtiyaç doğrultusunda ve nasıl ortaya çıktığını paylaştı.
Yıllarca özellikle Doğu Anadolu'da istismar, cinsel saldırı ve kadın cinayetleri davalarına gönüllü avukatlık yaptığını söyleyen Tozbey, Van’da aldığı bir dosyayı örnek vererek anlattı hikâyeyi.
Van’da bir baba, üç kızına da cinsel istismarda bulunuyor yıllarca. İstismara uğrayan kardeşlerden biri Tozbey’e ulaşıyor ve süreç böyle başlıyor. Tehditlerle karşı karşıya kalınan, idari kurumların görevlerini yerine getirmediği bir yargılama sürecinin sonunda baba ceza alıyor ve tutuklanıyor.
O gün karar duruşmasının ardından müvekkille ayrıldığı an onun için belirleyici olmuş; “Otobüs durağına bıraktım ama ne oldu, ne yaptı bilmiyorum. Bu kadın ve çocuklar ne yapıyor? Akıbetleri nedir?” sorusunu soruyor. Kolların sıvanmasında önemli bir adım oluyor bu soru. Davalarda yalnızca hukuki süreç yürütmenin yetersiz olduğunu söylüyor bu sebeple de.
Dernek; daha fazla sayıda hukuk ve sağlık profesyoneline ihtiyaç duyduğunu belirtiyor, dayanışmanın parçası olmak isteyen avukatlar, hekimler, psikologlar, sosyal hizmet uzmanları ve katkı sunmak isteyenleri davet ediyor.
Toplantıdan bir kare. Karşıda sıralı oturanlar: Önce Çocuklar ve Kadınlar Derneği Yönetim Kurulu (YK) üyesi Av. Bilge Çarpıcı, Dernek Başkanı Av. Müjde Tozbey, YK üyesi Av. Hande Gündoğdu, YK Üyesi Av. Arzu Sena Topuz.2024 Yılında Kadın Mücadelesi Raporu ne anlatıyor?
Hazılanan raporda dikkat çekilen önemli başlıklar var. Örneğin “kadın cinayetlerinde ve hukuk mücadelesinde ekonomik sorunlar ve yoksulluk”. Raporda, “Kadınlar, ekonomik bağımsızlıklarını kazanamamalarının, iş güvencesizliği ve yoksulluğun etkisiyle şiddet döngüsünden kurtulmakta zorlanmaktadır” deniliyor ve bu durumun cinayetlerin artışına neden olduğu ve hukuk mücadelesini de olumsuz etkilediği vurgulanıyor.
Bir diğer önemli başlık “ekonomik yoksulluk ve kadın cinayetleri arasındaki ilişki”. Kadın cinayetlerinin ve kadına yönelik şiddetin en sık yaşandığı bölgelerin yoksul mahalleler olduğu saptamasını yapan rapor, barınma, sağlık ve eğitim gibi temel ihtiyaçlara erişimin sınırlı olduğu bölgelerde kadınların daha çok risk altında olduğuna da dikkat çekiyor. Sığınma evlerinin yetersizliği, kreş ve çocuk bakım sorunları yine kadınların yoksulluğa saplanmasına ve şiddetten kaçışının engellenmesinin önünde engel.
Dernek sıkıntıları tespit etmekle kalmayıp hem katkılarını hem çözüm önerilerini de somutlaştırmış.
'38 kuruşu alın başınıza çalın'
Ücretsiz hukuki desteğin yanı sıra; gönüllü bağışlar ve dayanışma etkinlikleri ile şiddet mağduru kadınlara maddi yardım da sağlanıyor. Kadın yoksulluğunun şiddetle bağlantısı konusunda kamuoyu farkındalığı yaratmak da önem verdikleri bir başlık. Aile ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı’nın “Kadının Güçlendirilmesi” için ayrılan bütçesi toplam bütçenin yüzde 0,3’üne denk. Yani Türkiye’de bir kadına yıllık yaklaşık 139,3 lira bütçe düşüyor; günlük bütçe ise 38 kuruş. Toplantıda bu başlığa da değinen Tozbey, “38 kuruşu alın başınıza çalın” diyerek koydu tepkisini.
Kadınları yalnızca “aile kutsallığı” penceresine sıkıştıran iktidarın istihdam, sığınma evi gibi konularda verdiği hiçbir sözü tutmadığını söyleyen Tozbey, “İktidar, kadınların sadaka kültürüne alıştırılmasına yönelik bir politika yürütüyor. Bu politikalar gericidir. O yüzden de diyoruz ki 38 kuruşu alın başınıza çalın” dedi.
Raporda söz konusu sorunların çözümü için 4 madde sıralanıyor: Kadın istihdamının artırılması, sığınma evlerinin artırılması, devlet destekli hukuki yardım ve çocuk bakım hizmetleri. Tüm bu önerilerin gerçekleştirilmesi için derneklerin çalışmalarının “önemli ve umut verici” olduğunu vurgulasalar da, çabaların “devletin kadın odaklı sosyal ve ekonomik politikalar geliştirmesiyle desteklenmesi” gerektiğinin de altını çiziyorlar.
Ne yaptıklarını anlattıkları, üstlendikleri davaları sıraladıkları, nasıl katkı konulabilir sorusuna yanıt verdikleri bir internet siteleri de var:www.once.org.trEn büyük vurgu: Kadın mücadelesi ve laiklik
Derneğin önemsediği başlıklardan biri “laiklik”. Raporda da, “Kadın cinayetlerinin önlenmesinde laiklik, toplumsal cinsiyet eşitliğinin sağlanması ve kadın haklarının korunması açısından temel bir öneme sahip” ifadesi yer alıyor. İşlenen cinayetlerin, istismarın ve şiddetin yalnızca bireysel suçlar olmadığını savunan dernek, “devletin laiklik karşıtı politikalarının bir sonucu olduğunu” söylüyor.
Laikliğin zayıfladığı bir ortamda, dini referanslı politikalarla kadınların toplumsal konumunun ve yaşam haklarının tehdit edildiğine dikkat çekilirken, “kadının ikincil bir birey olarak görülmesine, aile içindeki şiddetin normalleştirilmesine ve hatta meşrulaştırılmasına yol açmaktadır” denildi. Laikliğin zayıflatılmasının medeni haklara zarar vermesi, yani kadınların nafaka, boşanma ve velayet haklarının tartışmaya açılmasına neden olduğu da dikkat çekilen bir başka nokta.
Raporda, dini söylemlerin kullanımı, kurumların etkisizliği ve laikliğin zayıflamasının kadın cinayetlerinde etkili olduğu kaydediliyor. Dernek, kadın haklarının savunulmasının ve kadın cinayetlerinin önlenmesinin, laik bir hukuk düzenine dayanacağını savunuyor. Bu sebeple de, “Kadın cinayetleri bir sonuçtur; bu sonucu yaratan ise gerici, kadın düşmanı politikaların yaygınlaşmasıdır” deniliyor. Dernek, eğitimde laiklikten uzaklaşmanın, toplumsal cinsiyet eşitliği karşıtı tutumların yaygınlaşmasına zemin hazırladığını vurguluyor.
Bu konuyla ilgili çözüm önerileri şöyle:
- Laik eğitimin sağlanması için toplumsal cinsiyet eşitliği derslerinin yaygınlaştırılması ve dini referanslı ayrımcı söylerin önüne geçilmesi.
- Medeni hukukun laik temellere dayalı olarak güçlendirilmesi. Nafaka, boşanma ve velayet haklarının güvence altına alınması.
- Laikliğin devletin her alanında savunulması. Laiklik, kadınların yaşam haklarını ve toplumsal cinsiyet eşitliğini savunmanın temel dayanağıdır.Müjde Tozbey'in yaptığı konuşmayla başlayan toplantıda derneğin hazırladığı raporun detayları paylaşıldı. Gazetecilerin sorularını yanıtlayan dernek yöneticileri, kendi deneyimlerini paylaştıkları konuşmalar da yaptılar.
'Çözüm cezaları artırmak değil, yasayı uygulamayan yeni yasa yapamaz'
Rapordaki başlıkların ötesinde dernek yöneticileriyle yapılan toplantıda pek çok soru da soruldu. soL’un yönelttiği soru, yeni Anayasa ve ceza infaz sisteminde yapılacak değişikliklere ilişkindi.
Adalet Bakanı’ndan Cumhurbaşkanı’na herkesin cezaların artırılacağı söylemlerinin tüm bu cinayet, cinsel saldırı sarmalına bir etkisinin olup olmayacağı merak ediliyor. Aynı zamanda yeni Anayasa gündemi pek çok kaygının taşındığı bir başka gündem.
Yönetim kurulu üyelerinden Av. Hande Gündoğdu yanıtlamaya başladı soruyu, ilk elden “cezalar suçu azaltır mı” sorusuna “hayır” dedi. Gündoğdu şöyle devam etti:
“Sadece Türkiye’de değil, demokrasinin beşiği olarak bilinen ülkelerde de kadına şiddet ve çocuğa yönelik suçlarda bir artış var. Genelleme yapıp; sömürünün olduğu yerde şiddet olur da diyebiliriz. Yarına dönük bir inanç problemi var. Ortaya çıkan tablo da toplumsal çürümenin doğal sonucu.
Türkiye en büyük adliyelerine, en büyük cezaevlerine sahip ve bununla övünüyor. Ancak adliyeler bu kadar büyük değilken kadın cinayetleri daha azdı. Dolayısıyla siz suçu önlemeye yönelik siyasal, toplumsal ve ekonomik düzenlemeler gerçekleştirmeden sadece ceza sistemine yönelik reformlar yaparsanız, değil suçun önlenmesi, polis teşkilatının güçlendiği, yaşam ve siyaset alanının daraldığı bir faşist uygulama çıkar ortaya ve bundan ibaret olur.
Yapılan şey oldukça göstermelik. Adalet inancının pekişmesi, birlikte yaşam kültürünün yeniden oluşmasına yönelik önemli adımlar atılmadığı müddetçe bir şeyler değişmez.”
Tozbey “Zaten cezalarımız çok ağır” dedi ve şunları söyledi:
“İyi yasalara sahibiz. Ağır cezalara sahibiz sadece idari kurumlar bu yasaları uygulamıyor. Yasayı uygulamayan yeni yasa yapamaz, yasayı uygulamayan Anayasayı değiştiremez.
Bu ülke bu haldeyken hiçbir Anayasa değişikliğini onaylamayacağız.”
/././
Çin düşmanlığı: New York Times, Çernişevski’nin ‘Nasıl Yapmalı’ romanını neredeyse suç aleti ilan etti -Tülay Yazar-
Şi Jinping’in Rus klasiğini anarak barış mesajı vermesi, “Batı’nın kurumlarının altını oyup yok etme” niyetinin kanıtı ilan edildi.ABD basınının “amiral gemisi” The New York Times, ilginç bir gazete. Kimi zaman yüksek standartlarda, nitelikli makalelere yer veren yayın, konu ideolojik kavga olunca her türlü standardı ayaklar altına almaktan hiç çekinmiyor.
Son örnek, dün gazetenin “Görüş” sayfasında yer verilen bir makale oldu. Makale, önce, “Bu okunamaz Rus romanı Şi Jinping’in manevi kılavuzu” başlığıyla çıktı. Gelen tepkilerden sonra NYT editörleri başlığa “çok büyük” bir müdahalede bulunarak şu ifadeyi tercih etti: “Şi’nin Amerika’ya karşı mücadelesine yön veren okunamaz kitap”.
Söz konusu kitap, 19’uncu asrın Rus devrimcilerinden Nikolay Çernişevski’nin “Nasıl Yapmalı” romanıydı. Çin lideri, Ekim ayında Rusya’nın Kazan kentinde düzenlenen BRICS zirvesinde yaptığı konuşmada kitaba atıfta bulunmuştu:
“Dünyanın düzensizlik ve karmaşa uçurumuna yuvarlanmasına izin mi vereceğiz, yoksa bir kez daha barış ve kalkınma yoluna girmesi için mi uğraşacağız? Bu, bana Çernişevski’nin ‘Nasıl Yapmalı’ kitabını anımsatıyor. Romandaki kahramanın sarsılmaz kararlılığı ve tutkulu mücadele azmi, tam bugün ihtiyaç duyduğumuz iradenin örneği.”
NYT’deki makalede, Şi’nin konuşması şu sözlerle yorumlandı: “Bay Şi, Rusya’nın tarihsel ve edebi geleneğini sık sık Batı’nın fikir ve kurumlarının altını oymak ve nihayet ortadan kaldırmak mesajını iletmek için kullanıyor.”
Amerikan gazetesinin Şi’nin sözlerinden veya Rus romanından bu sonuca varması, tam bir çarpıtma örneği.
Rus Çarlığı’na karşı mücadele eden Çernişevski, söz konusu romanı 1862-63 yıllarında hapishanedeyken yazdı. Bir aşk üçgenini konu alan roman, özellikle devrimci iradeyi sembolize eden Rahmetov karakteri nedeniyle akıllara kazınmış bir klasik. Lenin’in “Ne Yapmalı” kitabının başlığına ilham veren roman, bu kitapla karışmaması için, Türkçe’ye “Nasıl Yapmalı” olarak çevrildi ve ülkemizde de çok sattı.
/././
Voleybol oynayan kız öğrencilere 'iffetsiz' diyen müdüre CHP sahip çıktı -Özkan Öztaş-
Cinsiyetçi söylemleri ve öğretmenlere mobbing uygulamasıyla tanınan Patnos Fen Lisesi Müdürü'e destek gerici kurumlardan geldi. "Dayanışma" listesinde CHP'nin olması şaşırttı.
Ağrı'da Patnos Fen Lisesi Müdürü Mehmet Akif Dadaş sendikal faaliyetlere karşı açıklamaları, hamile bir öğretmene “Nasıl hamile kalırsın?” diyerek kullandığı cinsiyetçi ifadeleri ve voleybol oynayan kız öğrencileri “iffetsiz" ilan etmesiyle gündem olmuştu.
Eğitim-İş ve Eğitim-Sen sendikaları, müdür Mehmet Akif Dadaş'ın görevden alınması için açıklamalarda ve taleplerde bulundu.
Yaşananların ardından Mehmet Akif Dadaş basın açıklamalarıyla görev başında olduğunu ve hukuki olarak "mücadele edeceğini" ifade etti. Açıklamasına Patnos'taki birçok kurum ve kuruluştan da destek geldi. Destek verenlerin önemli bir çoğunluğunun laiklik karşıtı kurumlar olduğu fark edilirken, listeye CHP'nin de girmesi dikkat çekti.
CHP o öğretmene sahip çıktı
Patnos Fen Lisesi Müdürü Mehmet Akif Dadaş'ı gündeme getiren, okuldaki hamile bir öğretmen ve voleybol oynayan kız öğrenciler hakkındaki ifadeleri olmuştu. Dadaş, hamile bir öğretmene “Nasıl hamile kalırsın?” demiş, cinsiyetçi ifadeler sarf etmiş ve voleybol oynayan kız öğrencileri “iffetsizlik"le suçlamıştı.
Eğitim-Sen konuya dair derhal soruşturma açılmasını talep etmiş ve müdürün görevden alınması gerektiğini belirtmişti. Eğitim-İş Genel Başkanı Kadem Özbay da "Çocuklarımızın geleceği için liyakatsizliği, hukuksuzluğu okullarımızdan def edeceğiz” demişti.
Lise müdürünün görevden alınması istenirken bazı kurumlarsa öğretmene destek verdi.
İktidara yakınlığıyla bilinen Eğitim Bir-Sen ve Patnos İmam Hatip Derneği'nin de destek verdiği okul müdürü Mehmet Akif Dadaş'a CHP Ağrı İl Örgütü'nün de sahip çıkması dikkat ve tepki çekti.
Sosyal medyada CHP Ağrı İl Başkanlığı adına yapılan açıklamada cinsiyetçi söylemler ve mobbingle anılan müdür Mehmet Akif Dadaş için destek çağrısı yapıldı.
soL'un ulaştığı bilgilere göre açıklamayı CHP değil, bizzat Patnos Fen Lisesi Müdürü Mehmet Akif Dadaş hazırladı ve paylaşılması için CHP İl Başkanlığı'na iletti.
Yine soL'un ulaştığı bilgilere göre yapılan açıklama CHP Genel Merkezi'nin uyarısı ve talimatıyla sosyal medyadan kaldırıldı.
CHP Ağrı İl Başkanlığı'nın yaptığı açıklamanın CHP Genel Merkezi'nden habersiz paylaşıldığı ve gelen uyarılar neticesinde kaldırıldığı ifade ediliyor.'Belgesi, tanığı, şahidi var' Patnos Fen Lisesi Müdürü Mehmet Akif Dadaş
Patnos Fen Lisesi Müdürü Mehmet Akif Dadaş'a birçok kurum ve yerel dernekten de destek geliyor. Bu durum Dadaş'ın yereldeki gücünü ve nüfuzunu kullanması, özellikle de kimi tarikatlarla olan bağlantısı üzerinden yorumlanıyor.
Konuya dair soL'a konuşan bir yurttaş, "Dadaş'a dair birçok belge var. Soruşturmalar ya da iddalar kamuoyuna açık şekilde ilerledi. Bunlar kolayca ulaşılabilir belgeler. Gerekirse tanıklar da konuşur. Adliyelerden ve müfettişlerden dosyalar talep edilebilir. Bu okul müdürü birçok sorunla anılıyor ve iktidarla kurduğu ilişkiden dolayı korunuyor. Ama bence iktidarın kendini adını kirletmemesi için Dadaş'ı görevden alması gerekiyor" dedi.
Dadaş’ın, çok sayıda öğretmene mobbing yaptığı ve kötü muamelede bulunduğu da iddialar arasında. Öğretmenlerin baskılar nedeniyle Patnos Kaymakamı Yusuf Cankatar’ı ziyaret ederek yardım istediği belirtiliyor.
Öte yandan, Kaymakam Yusuf Cankatar’ın daha önce Mehmet Akif Dadaş hakkında "idarecilik yapamayacağı" ve "derhal görevden alınması gerektiği" yönünde Milli Eğitim Bakanlığı’na yazı yazdığı ifade ediliyor.
Bu gelişmeler, eğitim kurumlarındaki yönetim anlayışına dair ciddi soru işaretleri doğururken, Dadaş’ın tutumu hem öğretmenler hem de öğrenciler üzerinde büyük bir baskı yaratıyor. Kamuoyu, yetkililerin bu skandalları görmezden gelmemesi ve sorumlular hakkında gereken adımları atması gerektiğini vurguluyor.
/././
Grev ertelemesi ve Anayasa tanımazlık -Burak Özdemir*-
"Erdoğanın grev erteleme kararı fiili bir grev yasaklaması olup, açıkça hukuk tanımazlıktır. Grev erteleme kararı Anayasayı yok saymış, sendika hakkını sermaye adına çiğnemiştir."
Birleşik Metal-İş Sendikası'nın beş işletmede, toplu iş sözleşmesinin anlaşmazlıkla sonuçlanması nedeniyle uygulamaya geçirdiği grev kararları, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'ın aldığı ve 14 Aralık tarihli Resmi Gazete'de yayımlanan kararla 60 gün süreyle ertelendi.Grevin ertelenmesinin gerekçesi, alışılagelen ve bildik türdendi. "Milli güvenliği" bozucu nitelikte olması, ertelemenin gerekçesi oldu yine.
Peki, hukuka ve sendika özgürlüğü hakkına uygun mu anılan erteleme kararı?
Öncelikle, ertelemenin gerekçesi olarak sunulan milli güvenlik kavramından başlayalım. Milli güvenlik kavramının tanımına ve sınırlarına ilişkin bir hüküm, Anayasada ya da Sendikalar ve Toplu İş Sözleşmesi Kanununda bulunmamaktadır. Danıştay Dava Daireleri Genel Kurulu, 19.09.1969 tarihli ve 1967/711 Esas 1969/652 Karar sayılı kararında milli güvenliği, "yurt ölçüsünde beliren iç ve dış tehlikelere karşı Devlet tüzel kişiliğinin savunma ve güvenlik altına alınması" olarak tanımlamıştır. Bu tanım daha sonra yargı organları tarafından da benimsenmiştir.
Nitekim Danıştay 10. Dairesi, 19.04.2006 tarihli ve 2003/6134 Esas 2006/2551 Karar sayılı kararında, "yasal bir grevin yasada öngörülen anlamda milli güvenliği bozucu nitelikte görülebilmesi için, ülke ve devletin özel savunma ve güvenlik altına alınmasını zorunlu kılacak ciddi tehlikelerin ortaya çıkması gerekmektedir" diyerek milli güvenlik kavramını tanımlamıştır.
Grev hakkı, sendika özgürlüğü hakkının asli bir unsurudur. Bu nedenle grev hakkı Anayasal yönden sendika özgürlüğü hakkı kapsamında değerlendirilmektedir. Bilindiği üzere temel hakların sınırlanması ancak, Anayasa madde 13 hükmünün öngördüğü koşullar çerçevesinde mümkün olabilmektedir. Anayasa madde 13, "Temel hak ve özgürlükler, özlerine dokunulmaksızın yalnızca Anayasanın ilgili maddelerinde belirtilen sebeplere bağlı olarak ve ancak kanunla sınırlanabilir. Bu sınırlamalar, Anayasanın sözüne ve ruhuna, demokratik toplum düzeninin ve laik Cumhuriyetin gereklerine ve ölçülülük ilkesine aykırı olamaz" hükmünü taşımaktadır. Böylece, bir temel hakkın sınırlanabilmesi için Anayasa madde 13 hükmü uyarınca yasal dayanağın varlığı zorunludur. Erteleme kararının yasal dayanağının 6356 Sayılı Sendikalar ve Toplu İş Sözleşmesi Kanununun 63. maddesi olduğu açıktır. Grevin ertelenmesinde meşru amaç olarak ileri sürülen sebep de milli güvenliğin korunmasıdır. Son olarak, anayasal nitelikteki temel bir hakkın sınırlanabilmesi için, demokratik toplum düzeni açısından gereklilik, başka deyişle zorunlu bir toplumsal ihtiyacın varlığı aranmaktadır.
Daha önce, milli güvenlik gerekçesiyle ertelenen benzer nitelikli grev erteleme kararları karşısında, Anayasa Mahkemesinin bireysel başvuru kararları bulunmaktadır. Birleşik Metal İşçileri Sendikasının 2015/14862 bireysel başvuru numaralı ve 09.05.2018 tarihli kararı çarpıcı ve aydınlatıcıdır.
Anayasa Mahkemesinin kararında, ismi geçen sendika tarafından alınan grev kararının milli güvenlik gerekçesiyle Bakanlar Kurulu kararıyla ertelenmesi sendika hakkının ihlali olarak nitelenmiştir. Anayasa Mahkemesinin kararında, milli güvenlik kavramının uygulayıcıların kişisel görüş ve anlayışlarına göre genişleyebilecek, öznel yorumlara elverişli, bu nedenle de keyfiliğe dek varabilir çeşitli ve farklı uygulamalara yol açacak genel ve soyut bir kavram olduğu ifade edilmiştir. Öte yandan Anayasa Mahkemesinin kararında, grev erteleme kararının sebebi olarak gösterilen milli güvenliğin nasıl ve ne şekilde bozulacağının ilgili ve yeterli bir gerekçeyle gösterilmediği belirtilmiştir. Dahası, yalnız başına grevin milli güvenlik sebebiyle ertelenmesine karar verildiğinin söylenmesinin grev erteleme kararının zorlayıcı bir toplumsal ihtiyaca dayandığının ve demokratik toplumda gerekli olduğunun gösterildiği şeklinde değerlendirilemeyeceği vurgulanmıştır.
Temel hakların sınırlanmasının Anayasanın sözüne aykırı olamayacağı açıkken, Anayasanın sözünü ifade eden Anayasa Mahkemesi kararının Erdoğan tarafından hiçe sayılması düpedüz Anayasa tanımazlıktır. Anayasa Mahkemesi kararlarının tanınmaması ya da uygulanmaması iktidar tarafından bir alışkanlığa dönüştürülmüştür. Erdoğan'ın son grev erteleme kararı bunu tekrar göstermiştir.
Esasen, daha önceki grev erteleme kararlarında olduğu gibi milli güvenliğin nasıl ve ne şekilde bozulduğuna, milli güvenliği bozucu nitelikte hangi ciddi tehlikenin olduğuna ilişkin somut ve geçerli bir neden sunulamamaktadır. Bunun anlamı, milli güvenlik sözde gerekçesinin arkasında sermayenin güvenliğinin yattığıdır. Sermayenin çıkarları her zaman olduğu gibi tüm toplumun çıkarları gibi gösterilmeye çalışılmaktadır. Veya sermayenin çıkarları adına Anayasanın hiçe sayılması, işçilerin anayasal hak arayışının tehlikeli gösterilmesi olağan kabul edilmektedir.
Özetle, Erdoğan'ın grev erteleme kararı fiili bir grev yasaklaması olup, hukuka aykırı olmanın ötesinde açıkça hukuk tanımazlıktır. Anılan grev erteleme kararı Anayasayı yok saymış, sendika hakkını sermaye adına çiğnemiştir.
Sermaye sınıfına bu denli açık ve pervasızca hizmet eden Erdoğan'ın sermaye çevrelerince yıllardır iktidarda tutulması tesadüf değildir sanırım.
*Avukat
***
(soL)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder