Beşiktaş’ı Sergen mi kurtaracak?-Asena Özkan-
Kimse Beşiktaş’tan radikal değişim beklemesin zira büyük hayal kırıklığı yaşar. Yıllardır sistematik olarak yapılan hataları ne gelecek yönetim ne de teknik direktör çözemez
Sergen Yalçın
Güldürmeyin lütfen insanı iki başkan adayı Hüseyin Yücel ve Serdal Adalı Beyler… Gelen önemli hatalara imza atacak, giden yanlış üzerine yanlış yapacak Sergen Yalçın da Beşiktaş’ı mı kurtaracak, hadi canım oradan… Sergen Yalçın’ın elinde sihirli değnek olsa önce rulet masasında topun duracağı rakamı bilir sonra da 6’lı ganyanı! Beşiktaş’ta Rafa Silva dışında kadroda tutulması gereken sadece iki isim var; kaleci Mert Günok ile Jonas Svensson, gerisini bir kalemde siliniz. Fikret Orman, Ahmet Nur Çebi ve Hasan Arat yönetimleri nasıl bu kadar yanlış ve gereksiz oyuncu seçer, akıl sır ermiyor. Amerikan futbolu olsa anlarım da söz konusu, bünyesinde onca futbol efsanesi barındıran 1903 yılında kurulmuş Beşiktaş… Böylesine yanlış transferleri yapmak için ya ‘kara cahil’ olmak gerekli ya ‘aptal’ ya da bizlerin bilemediği başka bir şey!
Sevgili Serdar Topraktepe, seni anlıyorum. Takımdaki ‘ecnebi’ oyuncularla diyalogun sınırlı, genç ve yerli oyuncularla çok daha iyi anlaşıyorsun ama bu sana olmadık anlarda onlara ‘şans’ tanıma lüksünü sağlamamalı. Can Keleş kim, kariyeri boyunca ne yapmış? Salih Uçan ne işe yarar? Özenle altını çizmeli; hesapta olmayan Adana Demirspor yenilgisinin sorumlusu sadece sensin ‘hatalı’ oyuncu seçimlerin nedeniyle. Ümraniye’de genç ve yerli futbolcularla ‘kelle-paça’ partisi yapmak başka bir şey, onların hepsini aynı anda sahaya sürmek ise çok başka.
Serdar Topraktepe’yi bir yana koyup günün gerçeğine dönelim. Tayyip Tala Sonuç kim? Emirhan Topçu kim? Onur Bulut kim? Bunları kim transfer etti Beşiktaş’a? Deneyimliler arasında oynadıklarında yetersizlikleri ve hataları doğal olarak sırıtmıyor ancak sakatlıklar ve cezalılar nedeniyle ‘abileri’ olmayıp yük omuzlarına binince beceri noksanlıkları gün yüzüne çıkıyor. Salih Uçan, Beşiktaş’ta oynayabilecek düzeyde beceriye mi sahip? Mustafa Hekimoğlu şimdilik forvet alternatifi mi olur? Serdar Topraktepe sadece Adana Demirspor yenilgisinin sorumlusu, hatalı transferlerin ve yanlış kadro yapılanmasının değil elbette…
Say say bitmez; Joao Mario, Cher Ndour, Ernest Muçi, Jean Onana, Milot Rashica niye transfer edildi. Hasan Arat yönetimini hiç kimse mi uyarmadı; “Kanat oyuncumuz yok, savunma güven vermiyor, elimizde deneyimli tek forvet elemanı mevcut” diyerek? Beşiktaş’ın bu sezon kendine gelip tribündeki taraftarına ‘iyi’ futbol izletme olanağı yok üstelik yönetime kim gelirse gelsin…
Tekrar Sergen Yalçın’a dönelim. Diyelim ki Sergen Yalçın çok üstün yetiye sahip bir teknik direktör, peki kadroda ‘işi yaramaz’ onca futbolcu ‘çöpe’ atılamayacağına göre ne olacak? Olmayan parayla kim gönderilip kim alınacak? Sergen Yalçın’ın elinde, sınırlı beceriye sahip futbolcuları oynatacak gizli formül mü mevcut? Kimse Beşiktaş’tan radikal değişim beklemesin zira büyük hayal kırıklığı yaşar. Yıllardır sistematik olarak yapılan hataları ne gelecek yönetim ne de teknik direktör çözemez.
Beşiktaş’ı 2-1 yenip bu sezon ligde ilk galibiyetini alan Adana Demirspor’dan övgüyle söz etmezsek edepsizlik yapmış oluruz. Murat Sancak’ın Adana ekibini ‘enkaz’ olarak bırakması er ya da geç beklenen gelişmeydi. 20 kusur yıllık süreçte gözlemledik ve gördük ki iktidara yakın isimlerin çalışma sistemleri böyle. Zor süreçten geçiyorlar, işleri oldukça zor ancak tüm olumsuzluklara karşın Beşiktaş’ı yenmeyi becerdiler. Tabii ki karşılaşmanın kaderini belirleyen isim yaptığı ‘müthiş’ kurtarışlarla 16 yaşındaki Adana Demirspor kalecisi Deniz Dönmezer oldu.
Sevgili Deniz Dönmezer, Beşiktaş karşısında kariyerinin maçını oynadın böyle devam edersen ülkenin en başarılı kalecisi olursun ama… Belli ki minikken Volkan Demirel’i çok izlemişsin. Her pozisyonda ‘Sakatlandım’ numarası yaparsan inan bir hiç olursun. Spor her şeyden önce dürüst olmayı gerektirir.
Eksi puandaki Adana Demirspor’a yenilen Beşiktaş için söyleyecek bir şey mevcut değil; doktor ‘Ne yerse yesin’ demiş misali…
/././
Mal varlığını açıklayamayan ünlü Savcı Bato’ya verilen hapis cezası ve İstanbul Emniyeti’ndeki tayinler -Tolga Şardan-
Savcı Okan Bato, eski mal bildirimleri ile HSK müfettişine sunduğu mal bildirimi kapsamında yasal geliri ile örtüşmeyen 8.1 milyon lirayı izah edemedi.
Yargıtay 7. Ceza Dairesi’nin geçen 10 Ekim’de verdiği 2 numaralı karar metni var, elimde.
Dairenin başkan vekili ile dört üyesinin imzasını taşıyan dokuz sayfalık kararın konusu, yakın tarihin adı en çok duyulan yargı mensuplarından Savcı Okan Bato.
Savcı Okan Bato
İzmir Adliyesi’nde önce Cumhuriyet savcısı, sonrasında ise terör suçlarını soruşturmakla yetkili İzmir Cumhuriyet Başsavcı Vekili sıfatıyla görev yaptı.
Görev yaptığı dönemde FETÖ’ye yönelik epeyce dosyaya imza attı. Hatta FETÖ adıyla henüz terör örgütü olarak tanımlanmadığı günlerde Fetullah Gülen grubunun, 15 Temmuz’u gerçekleştirmesinin iki ana gerekçesinden birisinin Bato’nun İzmir’de yürüttüğü Türk Silahlı Kuvvetleri bünyesindeki Gülenci komutanlarının isimlerinin belirlenmesi hakkındaki soruşturma olduğu bilinir.
Böylesi önemli dosyaları hazırlayan Bato’nun ismi, İzmir’de varlığı iddia edilen FETÖ borsası konularında yer aldı uzunca bir dönem.
Haklarında “FETÖ üyesi oldukları ifade edilen kişi ya da kişilerin, para veya maddi değeri yüksek hediyeler karşılığına adli soruşturmalardan kurtuldukları / kurtarıldıkları” uygulamasına verilen isim olarak tanımlandı FETÖ borsası.
Sonrasında, parlayan yıldızı bir anda sönüverdi. Önce İzmir’de 2019’da hakkında Hakimler ve Savcılar Kurulu’nca (HSK) soruşturma başlatıldı.
Soruşturma konusu, FETÖ borsası merkezinde haksız mal edindiği, diğer deyişle görevi sırasında rüşvet aldığı iddialarıydı.
İzmir’deki başsavcılık görevinden alındı, tenzil – i rütbe ile Antalya Bölge Adliye Mahkemesi’ne savcı olarak gönderildi. Kendisine yönelik adli yargılama devam ederken, Antalya’dan Erzincan’a savcı olarak tayin edildi. Bu göreve başlamayan Bato, emekli olmayı tercih etti.
Bir dönemin kudretli savcılarından Bato hakkında İzmir’de başlayan adli süreç, 2024’te geçen ekimde Yargıtay’da tamamlandı.
Bato’yla ilgili geçen yıl eylül ve ekimde üç ayrı Büyüteç’i kaleme aldım. 5 Eylül’de, 6 Eylül’de ve 20 Ekim’deki Büyüteç’lere bu linklerden ulaşmak mümkün.
Ve Yargıtay 7. Ceza Dairesi heyeti, 10 Ekim’deki toplantısında Bato’yu haksız mal edindiği iddialarının kanıtlanması gerekçesiyle 3,5 yıl hapis ile 40 bin lira adli para cezasına çarptırdı. Ancak aynı heyet; söz konusu cezayı, “cezanın sanığın geleceği üzerindeki olası olumsuz lehine takdiri indirim nedeni” kabul etti.
Sonuç olarak, Bato’ya haksız mal edindiği gerekçesiyle 2 yıl 11 ay hapis cezası ve 33 bin 333 lira adli para cezasına çarptırdı.
Heyet, verilen ceza çerçevesinde hükmün açıklanmasının geri bırakılmasına, cezanın ertelenmesine, başkaca indirim ve artırım yapılmasına yer olmadığına karar verdi. Ayrıca, yurttaşlık haklarından yoksun bırakılmasının yanı sıra yargılama sırasında Yargıtay 7. Ceza Dairesi’nce üzerine şerh konulan ve Bato’ya ait İzmir Karşıyaka ile Çeşme’de birer ev ve İzmir Bayraklı’da bir ofis için zoralım kararı verildi.
Verilen tüm kararlara yönelik Bato’nun Yargıtay Genel Kurulu’nda itiraz hakkı var, elbette.
Savcı Bey’in izah edemediği mal varlığı
Peki Yargıtay 7. Ceza Dairesi’nin kararı nasıl oluştu?
Dosya içinde HSK’dan gelen mal varlığı araştırma raporu mevcut. Özetle, eski mal bildirimleri ile HSK müfettişine sunduğu mal bildirimi kapsamında yasal geliri ile örtüşmeyen 8.1 milyon lirayı izah edemedi.
Kararda; şöyle denildi:
“(…) Bato ile ailesinin mal varlıklarının, mal bildirimle ilgili mevzuata uygun hareket edilmediği, sanığın mal varlığında gerçekleşen tasarruf edilebilir miktarın yaklaşık 10 katı tutarındaki artışın miras yoluyla intikal ettiğinin, kıymetli maden varsa bunların miktar ve değerinin, veraseten intikal eden başka bir taşınır varsa aynı bu şekilde taşınırların değerinin ortaya konulması gerektiği halde, sanık tarafından herhangi bir somut veri sunulmadığı, bu nedenle sanığın yaptığı harcamalardaki artışların sosyal yaşantısı bakımından geliriyle uygun olmadığı ve atılı suçun sübuta erdil gözetilerek, sanığın eylemine uyan 3628 sayılı Mal Bildiriminde Bulunulması Rüşvet ve Yolsuzluklarla Mücadele Kanunu’na aykırılık suçundan dolayı aynı kanunun 13. maddesi uyarınca suç tarihlerinde tespit edilen mal varlığındaki artışın, tasarruf edilebilir rakamın 10 katından fazla oluşu, suçun işlendiği yer ve zaman, sanığın güttüğü amaç ve saik ile kastının yoğunluğu gibi hususlar dikkate alınarak takdiren ve teşdiden (şiddetlendirme, kuvvetlendirme, miktarını, gücünü artırma, Y.N.) alt sınırdan uzaklaşılmak suretiyle sanığın mahkumiyeti cihetine gidilmiştir. (…)”
Bato’nun savunmasındaki ilginç bilgi
Bu arada, Yargıtay’da Eylül 2023’teki duruşmaya katılan kendisini savunurken şöyle demişti:
“(…) Disiplin soruşturması sırasında dosyada mevcut tanık beyanlarını incelediğinizde de göreceğiniz üzere; bir Allah’ın kulu ‘Okan Bato benden rüşvet istedi’, ‘Okan Bato benden maddi menfaat temin etti’ diyemez iken maalesef şu anda olmayan bir şeyin olmadığını savunma durumunda bırakıldım. Hakkımdaki iddialar tamamen kurgu olup, özellikle her aşaması ama altını özellikle çiziyorum, her aşaması başta Sayın Bekir Bozdağ’a, Sayın Kenan İpek, Sayın Halil Koç ve Sayın Mehmet Yılmaz’a bilgi verilerek alınan Bayram Bozkurt ifadesi sonrası birilerinin şahsi kin ve intikam duygularının tatmini amacıyla cezalandırılmamın istenmesinin hangi terör örgütünün ekmeğine yağ süreceğini de takdirlerinize bırakıyorum. Ben kesinlikle herhangi bir suç işlemedim. Onurumla, şerefimle, namusumla bana tevdi edilen görevi tüm üst amirleri ile istişare ederek yetkimin alındığı güne kadar yerine getirdim. Bu bakımdan müsterihim. (…)”
Bato’nun söz konusu ifadesiyle ilgili iki ekleme yapmak gerekli zannımca.
İlki, savunmada adı geçen Bayram Bozkurt. Bozkurt, Erzincan’da İliç savcısıyken, dönemin Erzincan Cumhuriyet Başsavcısı İlhan Cihaner’e yönelik yürütülen Ergenekon soruşturması sırasında Efe kod adıyla gizli tanıklık yaptı. FETÖ’cü olduğu anlaşılan Bozkurt, 15 Temmuz’dan kısa süre sonra İzmir’de yakalandı ve Savcı Bato tarafından sorgulandı.
İkincisi ise; ilk maddeyle bağlantılı olarak, Bozkurt’un alınan ifadesi anlık olarak adı geçen isimlere neden bildirilmiş? Bozkurt’un verdiği bilgilerden kim/kimler rahatsız oldu da Bato, kendisi hakkında soruşturmalar başlatıldığını ima ediyor?
* * *
İstanbul Emniyeti’ndeki tayinler
Emniyet teşkilatının yakından takip ettiği süreç sonrasında İstanbul Emniyet Müdürü atanan Selami Yıldız, Eyüp Sultan’daki sabah namazı ve duasının ardından görevine başladı.
Kolları sıvayan Yıldız, yıllarca çalışmasının yanı sıra gerek personelden sorumlu Emniyet Genel Müdür Yardımcısı, gerekse Emniyet İstihbaratı’nın en tepesindeki isim olmasının verdiği bilgi birikimiyle başladığı yeni görevinde kentteki polis birimleri üzerinde ilk kadro operasyonuna imza attı, geçen hafta.
Yıldız’ın talebi ve İstanbul Valisi Davut Gül’ün onayıyla epeyce üst düzey polis müdürü görevlerinden alındı, farklı görevlere getirildi.
Yayımlanan atama listesine bakıldığında ortaya çıkan tabloyu, “Yıldız’ın selefi Zafer Aktaş’ın kadrosunun üzerinden silindirle geçti” şeklinde yorumlamak yanlış olmaz.
Özetlemek gerekirse, Aktaş döneminde birinci sınıf emniyet müdürü rütbesine terfi eden ancak mevcut görevlerine devam eden isimler, aktif görevden ayrılıp terfilerini aldı. Yıldız, çalışmak istemediği bu isimlerle yollarını ilk günden ayırdı.
Mesela Aktaş’ın beraberinde Adana’dan getirdiği Asayiş Şube Müdürü Şinasi Yüzbaşıoğlu, görevden alınan isimlerden. Adana’da çalıştığı dönemde Yıldız’la arası pek iyi olmadığı bilinen Yüzbaşıoğlu’nun yolu Yıldız’la, bu kez de İstanbul’da kesişti.
Yıldız’ın “silindirle geçti” yorumlarına neden olan atamaları çerçevesinde, asayiş, kaçakçılık suçlarıyla mücadele, terörle mücadele, organize suçlarla mücadele, mali suçlarla mücadele, tanık koruma, İstanbul Havalimanı, Sabiha Gökçen Havalimanı, Boğaziçi Köprüleri koruma gibi merkez birimlerinden sorumlu müdürler değiştirildi.
Yanı sıra Beyoğlu, Başakşehir, Bahçelievler, Başakşehir, Bakırköy, Beşiktaş, Şişli, Fatih, Kadıköy, Maltepe, Pendik, Kağıthane gibi sürekli göz önünde bulunan ve günlük yaşamın çok hareketli olduğu bölgelerin polis müdürleri de başka göreve atandı.
Kentteki 39 ilçeden 20’sinin, merkezdeki 54 şubeden 21’nin bir numaralı isimlerini değiştirdi.
İstanbul’da işler yolunda gitmemiş mi?
Şimdi bu tabloya bakınca, ki yeni atamalarda çok kritik görevler var; Yıldız’dan önceki Zafer Aktaş döneminde istenilen kamu güvenliği tablosunun sağlanmadığını söylemek mümkün.
Diğer deyişle, Yıldız’ın “kan değişikliği”ne aldığı isimleri ve birimleri görünce, ülkenin en büyük kentinde istenilen performansın elde edilemediği anlaşıyor, maalesef.
Yıldız, daha ilk haftasında geniş kadro değişikliğine gittiğine göre, durum o kadar vahim demek ki!
Aktaş döneminde kritik yerlerde görev alan polis müdürlerinin, göreceli biçimde daha etkisiz birimlere atanması dikkat çekici.
Ayrıca, Yıldız’ın İstanbul dışından getirdiği beş polis müdürünü trafik, istihbarat, terörle mücadele, bomba imha, narkotik suçlarla mücadele, siber suçlarla mücadele, kaçakçılık suçlarıyla mücadele, mali suçlarla mücadele birimlerinden sorumlu yapması durumu daha net ortaya koyuyor.
En az bu birimler kadar önemli olan ve adli soruşturmalarda “gizli tanık” süreçlerini takip eden tanık koruma biriminin de hem şube müdürü hem de sorumlu il emniyet müdür yardımcısı değiştirildi.
Şaşırtan görevden alma: Hanefi Zengin
Listede dikkat çeken bir atama ise, Aktaş’ın Terörle Mücadele Şube Müdürü iken görevden alıp Çekmeköy İlçe Emniyet Müdürü yaptığı, Yıldız gibi Emniyet İstihbaratı’nda görev yapmış Abdurrahman Soğuksu’nun Beyoğlu ilçe müdürü yapılması oldu.
İstanbul’daki atamalarda, daha önce sivil toplum örgütlerinin eylemlerinde, göstericilere yönelik sert müdahaleleriyle tepki çeken ve sonrasında Güvenlik Şube Müdürü iken Başakşehir İlçe Emniyet Müdürü yapılan Hanefi Zengin, Yıldız’ın atamalarında bu görevinden alınarak personel emrine çekildi. Zengin, aktif polisliği personel emrinden çıkıncaya kadar geçici olarak askıya alındı.
Zengin gibi personel emrine alınanlar arasında Avcılar, Kadıköy ve Zeytinburnu İlçe Emniyet Müdürlerinin yer alması dikkati çekti.
Madalyonun diğer tarafında ise; her ne kadar İstanbul Valisi Davut Gül, yaklaşık 18 ay birlikte çalıştığı Zafer Aktaş’ın görevi devretmesinden sonra, yönettiği kenti “dünyanın en güvenilir kentlerinden olduğunu” açıklasa da Yıldız’ın getirdiği atanma listesine onay vererek kamu güvenliğindeki başarısız tabloyu zımni biçimde kabul etmiş oldu.
Depo yangınlarını unutmamak lazım!
Son olarak İstanbul Emniyet Müdürü Yıldız’a küçük bir not iletip yazıyı bitireyim. Yakın çevresinde akçeli işlerle ilgisi bulunmadığı iddia edilen Yıldız, Nisan 2021 ve Haziran 2022’de, Kaçakçılık Suçlarıyla Mücadele Şubesi’ne ait Kumkapı’daki yeddi emin deposunda çıkan yangını incelemeye alsın bakalım.
Bildiğim kadarıyla her iki yangından sorumlu olanlar, basit bir soruşturma sonucunda küçük idari cezalarla vaziyeti kurtardı.
Ama, aslında söz konusu yangın neden çıkmış? Aslında neler olmuş? Depodaki tütün ve tütün mamülleri gerçekten yanmış mı? Yoksa nereye uçmuş? Bu soruların yanıtlarını, emniyet camiasında hemen herkes biliyor.
Akçeli işlerle bağı olmadığı iddia edilen istihbaratçı polis müdürü Yıldız, gidebilirse bu işin üzerine gitsin. Bakalım sonuçta neler gün ışığına çıkacak?
/././
Bir ‘devrimcinin’ bir cevlâni olarak portresi -Akdoğan Özkan-
HTŞ lideri Cevlâni’nin ailesinin Cevlân Yaylalarının İsrail tarafından işgali akabindeki zorunlu göçünde Filistin mücadelesine destek ile başlayan yolculuklarında altmış yıla yakın bir zaman sonunda geldikleri noktanın, Filistinli gruplara silah bıraktırıp kamplarını kapattırmak olması hayli manidar
HTŞ lideri Ahmed el Şara, ya da kod adıyla Ebu Muhammed el Cevlâni’nin bilinen kökleri aslında Filistin-Suriye-Lübnan sınırı yakınlarındaki topraklara dayanıyor. Dedesi gibi babası da günümüz Türkiye’sinde “Golan Tepeleri” olarak bilinen bölgede doğmuş. Filistinlilerin “Hadbetü'l-Cevlân" (هَضْبَةُ الْجَوْلَانِ) ya da “Murtefiatu'l Cevlân" (مُرْتَفَعَاتُ الْجَوْلَانِ)dedikleri, yani Cevlân/Cevelân Yaylaları veya Tepeleri olarak isimlendirilmiş bir bölge burası ve Ahmed el Şara da Cevelânlı/Cevlânlı anlamına gelen Cevlâni kod adını buradan alıyor. Cevlân/Cevelân ise, Arapça’da olduğu gibi Osmanlı Türkçesinde de “dönüp dolaşma, gidip gelme, deveran etme” manasında. Yani ortada bir tür “teferrüçgâh,” mesire yeri, gezilip dolaşılacak bölge var. Neresi orası? Golan Tepeleri tabii…
Cevlâni’nin 1946 doğumlu babası ile dedesi Cemal Abdünnâsır hayranı, sıkı bir Arap milliyetçisi. Dolayısıyla, Suriye ile Mısır arasında 1 Şubat 1958'de ilan edilen ve her iki ülkedeki referandumlarla onaylanarak yürürlüğe giren siyasi birleşme sonucu kurulan “Birleşik Arap Cumhuriyeti” bölgedeki bütün Arapları olduğu gibi Cevlâni ailesini de heyecanlandırıyor.
Eğer, II. Dünya Savaşı sonrasında o topraklarda kalıcı bir barış hâkim olsaydı, Cevelânlı Ebu Muhammed el Cevlâni’nin ailesi muhtemelen oraları bırakıp göçmek zorunda kalmayacak, bu sulak ve bereketli toprakların keyfini çıkarmayı sürdürecekti. Biz de belki o toprakları eskiden nasıl biliyorsak öyle bilmeyi sürdürecektik. 16. yüzyıldan 20. yüzyıla kadar Osmanlı toprakları içindeki Suriye vilayetine bağlı olarak kalmış bu bölgedeki nahiyelere biz Osmanlı kayıtlarında “Cevlân-ı Garbi” ya “Cevlân-ı Şarki” demişiz. Bağ bir kere koptuktan ve 1948’de kurulan İsrail’in 1967 yılında bu bölgeyi işgalinden sonra ise Batı/Doğu Golan Tepeleri!
Aslında, bölgenin yerlisi olan Arapların “Cevlân” olarak adlandırdığı bölgeye kolonizasyon döneminde gelen Grekler, Gaulanitis (Γαυλανῖτι) demiş, daha sonra Romalılar da bu şekilde benimsemiş, bu arada bölgeyle tarihsel bağları bulunduğunu savunan Yahudiler de buraya Eski Ahit'teki (Yasa'nın Tekrarı 4: 43) ifadelerden hareketle, yani Musa'nın Şeria Irmağı'nın doğusundaki üç kentten bahsederken kullandığı “Başan'daki Golan” tanımlamasından yola çıkarak, Ramat HaGolan (רמת הגולן) ya da düz olarak Golan demişler. Bir diğer deyişle, biz “Cevlân” ile tarihsel bağlarımızı, yerel halkla ve dilleriyle olan paydaşlığımızı ve kayıtlardaki isimlendirmemizi unutup, orayı 1967'den bu yana işgal altında tutan gücün söylediği şekliyle anmayı tercih etmişiz ve ediyoruz.
Velhasıl İsrail’in yerleşimci kolonyalizminin 1948 sonrasında yol açtığı ve büyüttüğü sorunlar, bölgenin gördüğü savaşlar, zulüm, göçler ve yıkımlar başka bir çare bırakmamış Cevlâni ailesine ve göçmüşler. Aile, Cevlân’dan (yani Golan Tepeleri’ndeki memleketlerinden) ayrılınca ilk olarak kuzeye, 60 km mesafedeki başkent Şam'a göç etmiş. Birleşik Arap Cumhuriyeti, Suriye'deki 1961 askeri darbesini müteakip son bulduysa da Mısır bu adı 2 Eylül 1971'e değin koruduğu için, Baba Cevlâni Şam’da yaşadığı yıllar boyunca birleşik Arap cumhuriyetinin geleceğine yönelik ümidini muhafaza etmiş.
“Arap birliği” pratikte bir daha hiç gerçekleşmemiş bile olsa geniş bir coğrafyada ses getirmeyi uzun yıllar sürdürdü, biliyorsunuz. Bu arada, 1961'de Şam’da askeri darbe sırasında öğrenci olan Baba Cevlâni, katıldığı protesto gösterileri nedeniyle hayatında ilk olarak cezaeviyle tanışıyor. Serbest kalınca Ürdün'e geçiyor, bu kez de orada içeri alınıyor. Derken bir gün cezaevinden alınıp Irak hududuna bırakılarak sınır dışı ediliyor.
Baba Cevlâni, Irak başkenti Bağdat'ta iktisat ve siyaset eğitimi alırken 1967 yılında “Altı Gün Savaşı” olarak da adlandırılan Arap -İsrail Savaşı gerçekleşiyor. Golan Tepeleri’nin işgalinin ardından bu kez Irak'tan Ürdün'e geçen baba Cevlâni orada Filistinli fedailerin (gerillalarla) saflarına katılarak ilk silahlı eğitimlerini alıyor. Artık Filistin meselesi asıl davasıdır baba Cevlâni’nin. Daha sonra Bağdat'a dönerek eğitimini tamamlayan baba 1971'de yeniden Şam'a döndüğünde üçüncü kez cezaevine giriyor. İçerden çıktıktan sonra siyasete atılıp meclis seçimlerine katılsa da kazanamayınca Suudi Arabistan’a göçüyor. Petrol uzmanlık alanı olduğu için bu ülkede 10 yıl süreyle Petrol Bakanlığı'nda çalışıyor.
Cevlâni ve İntifada
Ahmed el Şara, 1982’de o babanın oğlu olarak Suudi Arabistan’ın Riyad kentinde dünyaya geliyor. Cevlâni okul çağına gelince, yani 7 yaşındayken, aile yeniden Suriye'ye dönüyor. Geleceğin Suriye el Kaide'si liderinin çocukluğu ve gençliği Şam'ın batısındaki El Mezze bölgesinde geçiyor. Civarda sessiz, sakin, biraz içine kapanık ama mutlu bir çocuk olarak tanınıyor Ahmed el Şara. Babsıa burada bir bakkal dükkânı ile emlak ofisi açıyor. Mezze, İsrail işgalleri ile vatanlarından kovulan Filistinlilerin 1957'de Suriye'ye geçip ilkin mülteci çadırları kondurarak yerleştirdikleri, o zamanlar iki kilometrekareden ibaret olan Yarmük Kampı’na sadece 10 km mesafede. Dolayısıyla, Cevlâni Filistinlilerin dramına yakından tanıklık ederek ve bundan etkilenerek büyüyor. [Filistinlilerin “Muhayyim el Yarmük” Yarmük Kampı) olarak adlandırdığı o bölgede bugün artık o mülteci çadırları ya da bir çadır-kamp falan yok. Yarmük, günümüzde daracık sokakları dip dibe evleriyle yoğun Filistinli mülteci yerleşimine maruz kalmış bir meskûn mahal. Dolayısıyla, Arap coğrafyasının birçok yerinde olduğu gibi, Filistinli mülteciler Şam ve çevresinde de toplumsal yaşamın önemli bir bileşeni olmayı sürdürüyor.]
Her ne kadar Cevlâni babası gibi Nasır'ı kırsal kesimdeki yoksulların feodalizme isyan bayrağı açışlarının bir sembolü olarak görse de, onu en çok etkileyen tarihi olayların başında, kendi ifadesiyle, Filistinlilerin İsrail işgaline karşı Aralık 1987'de başlattıkları ayaklanma (İntifada) geliyor.
Filistinlilerin 1993 Oslo Anlaşması'na kadar sürdürdükleri 1. İntifada (Ayaklanma) ve o anlaşmanın sonuçlarının yarattığı hayal kırıklığı ile giriştikleri 2. İntifada (2000-2005) dönemleri birçok Arap gencini olduğu gibi Cevlâni'yi de “ne yapmalı” sorusu üzerinde düşünmeye ve yeni arayışlara itiyor. Bu süre zarfında aradığı cevapları İslam dininde bulan Cevlâni beş vakit namaz kılmaya da başlıyor. İntifada onun militan siyasette aktif rol alma almasına da sebep oluyor. Yani “Filistin Davası” Cevlani’nin fikir ve eylem dünyasının ilk “cenk alanı.”
2003 Irak işgali
ABD'nin 2003 işgali sırasında 21 yaşında olan Cevlâni Irak’a geçerek ABD işgaline karşı savaşmak üzere “el Kaide” örgütü saflarına katılıyor. Sovyetler Birliği’nin Afganistan müdahalesi (1979) sonrasında 1988’de iktidarı güç ve şiddet yoluyla devirmek için Peşaver’de kurulmuş bu örgütün temelleri “Mektep el Hidamet el Mücahidini el Arab” ya da daha çok bilinen kısa adıyla “Mektebiyye el Hidamet” (Hizmet Mektepleri) isimli -Afgan Hizmet Bürosu olarak da bahsedilen- bir Afgan yardım derneğine dayanıyor.
Afganistan’daki Sovyet varlığına karşı olan bu grup Afganistan, Pakistan ve Amerika Birleşik Devletleri de dahil olmak üzere dünyanın çeşitli yerlerinde yardım toplamak üzere ofisler açmış bir yapı. Sovyet varlığına karşı olan Amerikan vatandaşlarını bu “Hizmet” bürolarında işe alan yapının hedefi, mesajlarının Batı dünyasına iletilmesinin ve yaygınlaştırılmasının sağlanması ve böylece fon toplanması. Bunun için de bu yolda gerekli olan tüm harcamaları, seyahat, temsil ve ağırlama masraflarını, tutulan misafirhane giderlerini, Sovyet varlığına karşı savaşmak üzere yetiştirilecek mücahitlerin” (cihatçı) eğitim kamplarını vd. finanse etmek için yardım topluyor. Meselenin dünyanın dört bir yanından fon toplama kısmı bir kez otomatiğe bağlandığında askeri yönü öne çıkmış olmalı ki, bir zaman sonra Hizmet Mektepleri’ni değil “el Kaide el Askeriyye” ismini duyuyoruz sadece. Panislamci bir anlayışla oluşturulmuş bu militer yapının kurucuları şöyle: Filistinli Abdullah Azem, Mısırlı Ayman el Zevahiri, Medineli Vael el Hamza Culaydan ve Riyadlı Usama bin Ladin.
Bu arada bir parantez açarak şu hususu da ifade edelim, Afganistan savaşı sona erdiğinde Azem ile Zevahiri arasında örgütün geleceğiyle ilgili derin bir görüş ayrılığı ortaya çıkıyor. Azem, örgütün uhdesindeki servetin savaş sonrasındaki Afganistan’da İslami bir hükümet kurulması ve onun vizyonuna teslim edilmesini istemekte, Zevahiri ise bu servet ve ağın İslami olmayan ülkelerin devrilmesi amacına teksif edilerek küresel bir cihat yolunda seferber edilmesinden yanadır. Azem iki oğluyla birlikte 1989 Kasım’ında yolları üzerindeki bir mayının patlaması üzerine hayatını kaybedince Hizmet Mektepleri’nin başına Zevahiri’nin fikirlerinden daha fazla etkilenmiş Usama bin Ladin geçiyor. Örgütün en önemli fon toplayıcısı olan bin Ladin ile birlikte Hizmet Mektepleri el Kaide’nin parçası haline gelecektir. (11 Eylül 2001’den sonra düğmeye basılacak ve, Hizmet Mektepleri, BM Güvenlik Konseyi’nin 1333 (2000) sayılı kararın 8(c) paragrafı uyarınca 6 Ekim 2001 tarihinde El-Kaide, Usame bin Ladin veya Taliban ile ilişkili olarak listelenecektir.)
1990 yılına geldiğimizde, artık bu askeri yapı, Afganistan, Pakistan ve Sudan gibi çeşitli coğrafyalarda, kendisine bağlı örgütler ile İslami Cihad’ın da aralarında olduğu çeşitli savaşçı grupların askeri ve istihbarat eğitimlerini sağlayabilen bir konuma ulaştığını görüyoruz. Hizmet’ten Kaide’ye geçişte Amerikalıların rolünü tam olarak bilemesek de, daha sonra örgütün ABD kontrolü dışına taştığını, başlıca hedeflerinden birinin, Amerikan askerlerini Suudi Arabistan'dan ve Somali'den zor yoluyla çıkarmak haline geldiğini, El Kaide ileri gelenlerinin bu tür saldırıların hem uygun hem de gerekli olduğunu belirten fetvalar verdiklerini biliyoruz. (Ancak, ABD Ulusal Güvenlik Danışmanı Jake Sullivan’ın 2012’de dönemin Dışişleri Bakanı Hillary Clinton’a attığı “el Kaide Suriye’de bizim safımızda” mesajını içeren elektronik postasından örgütün Libya işgali sonrasında Orta Doğu’da farklı sayılabilecek bir rol oynadığı da aşikâr.)
Cevlânilere konuyu toparlayarak dönecek olursak… İsrail yayılmacılığına karşı Nasır yanlısı bir Arap milliyetçiliği ile yola koyulan, daha sonra Filistin davasına kendini adayan Cevlâni ailesinin radikalleşme süreci, genç Ahmed el Şara’nın ABD’nin Irak işgali akabinde katıldığı el Kaide örgütüne girişle birlikte hızlanıyor. Irak işgali akabinde bu ülkede devlet yönetiminden kopartılan Sünni toplulukların çoğunda yaşandığı gibi. Bu radikalleşmede en büyük rolü oynayan tarihi dönemeçlerden birinin Amerikan askerlerinin Felluce kentinde bölge halkına uyguladığı büyük zulüm olduğunu da not düşelim. Fallujah: Shocking and Awful" ya da "Caught in the Crossfire" gibi yapımlarda da aktarıldığı üzere, bu zulüm Irak'ın “Camiler Kenti” olarak bilinen Felluce'de ABD ordusunun Kasım 2004 tarihli hava saldırıları ve topçu ateşi ile sınırlı değil. Neredeyse her köşesi kana bulanan bu Irak kenti, o tarihlerde Tevhid ve Cihad örgütünün lideri olarak ortaya çıkmış Ürdünlü Ebu Musab el Zerkavi’nin liderliğinde işgale karşı büyük büyük bir direnişe sahne oluyor. Irak el Kaide'sinin kurucusu olarak bilinen Zerkavi, savaşı bütün dehşetiyle şehrin içine taşıyor, direniş sokak sokak, ev ev yaşanmaya başlıyor. Nüfusunun büyük çoğunluğu Sünni Müslüman olan Felluce'de Amerikan askerlerini kanlı bir savaşa çeken Zerkavi, yerel halkın ABD nefretini derinleştirmede çok zorlanmıyor. ABD'nin 2004'te Irak'ta öldürdüğü her dört kişiden en az birinin Felluce'de yaşamını yitirmiş olması bu açıdan çok şaşırtıcı sayılmaz. Dolayısıyla, IŞİD'in bağımsız İslam Devleti'ni Körfez Savaşı'nda en büyük Amerikan şiddetine maruz kalmış ve Irak'ın acılarının sembolü olmuş Felluce'de (3 Ocak 2014'te) ilan etmesi bir tesadüf olarak görülmemeli.
Aslında ABD önderliğindeki Koalisyon güçleri Felluce kentindeki sertliği devirdikleri Irak lideri Saddam Hüseyin’ın son nüfuz kalıntılarını da silebilmek üzere gerçekleştirmişlerdi. Ancak uyguladıkları orantısız şiddet ve bombardımanlarla galiba en çok da hasımlarının yüreklerindeki son insani duygu kırıntılarını yok ettiler.
Yeniden Cevlâni’ye dönersek… 2004 sonlarında örgütünü Usame Bin Ladin'in El Kaide'siyle birleştiren Zerkavi’nin 2006 yılında bir Amerikan hava saldırısında hayatını kaybetmesi akabinde Cevlâni, Irak'tan ayrılıp Lübnan’a geçer. Burada bir başka Sünni cihatçı örgüt olan -1991'de Ürdün'de kurulup 1999'da Afganistan’a geçmiş- Cundu'l Şam örgütü ile bağlantı kurar ve onlara destek verir.
Bucca Kampı yılları
Cevlâni, Lübnan’dan yeniden Irak’a geçtiğinde bu kez Amerikan askerlerince yakalanır ve ABD’nin bu ülkedeki en büyük cezaevi olan Basra vilayetinin Um Kasr kasabasında kurulmuş “meşhur” Bucca Kampı’ndaki esaret yılları başlar.Onun kaderini değiştiren süreçteki en önemli kilometre taşlarından biri belki de burası olacaktır. “Kitle imha silahları” yalanı üzerine kurulmuş bir savaş ve işgale karşı savaşmış on binlerce insanla Bucca’da aynı esareti paylaşır Cevlâni. Batılıların Irak işgali ve ABD'nin Felluce'deki kirli savaşını es geçerek “terörün doğduğu cezaevi” olarak nitelendirdiği bu kamp, ABD'ye karşı mücadelelerinde yenilgiye uğramış, önemli bir kısmı Baas aygıtı içinde yer alan Iraklı direniş kadrosunun Sünni unsurlarının Selefi ideoloji temelinde iyice radikalleştiği bir yer haline gelecektir.
Cevlâni Amerikalılar tarafından Bucca’dan 2008’de serbest bırakılır. Dışarıya çıktıktan sonra da Irak-Şam İslam Devleti (IŞİD) örgütünün kurucu lideri Ebu Bekir el Bağdadi ile birlikte hareket eder. Bir süre sonra IŞİD’in Ninova Vilayeti (Musul) Emirliği görevine getirilen Cevlâni, Suriye’de 2011'de patlak veren hükümet karşıtı protesto gösterilerinin ardından bu kez buraya, eski memleketine geçer. Cevlâni, 2012 yılında Suriye’de Batılı siyasi gözlemcilerin “El Kaide içindeki yenilikçi akım” olarak da değerlendirdiği El Nusra’yı, yani tam adı “Şam Halkını Korumak için Nusret [Yardım] Cephesi” olan örgütü kurar. IŞİD'in Suriye kolu gibi örgütlenen ve ilk zamanlar Katar tarafından desteklenen bu örgüt 2012 yılı Aralık ayında ABD Dışişleri Bakanlığı tarafından “terörist örgütler” listesine alınır.
İdlib'e geçiş
Bir süre sonra Nusra'yı destekleyenler ile IŞİD'i (ve Bağdadi'yi) destekleyenler arasında ihtilaflar doruğa çıkar… Bağdadi'nin El Nusra Cephesi'ni lağvedip IŞİD'e katılmaya çağırdığı örgüt lideri Cevlâni bu çağrıyı reddeder. Sonrasında örgütte çatlaklar ve bölünmeler başlar ve dünün mücahit kardeşleri düşman saflarda birbirleriyle de çatışır. El Nusra'nın bu çatışmalarda zaman içinde bazı üslerini, silah depolarını ve maddi kaynaklarını yitirmesi akabinde karargâhını Deyrizor'dan İdlib'e taşır... Bundan sonra el Nusra “küresel cihat” yerine Suriye’deki yerel mücadeleye odaklandığını ilan edecek, İdlib'in yanı sıra Hama'nın kuzeyinde, Halep'in batısında ve Doğu Guta gibi bölgelerde yerel bağlarını kuvvetlendirerek büyüyecektir.
2016 yılında örgüt adını “Şam'ın Fethi Cephesi” olarak değiştirip El Kaide'ye biatı sonlandırdığını ilan eder. 2017'de ise adını bir kez daha ve bu kez “Heyet Tahriru'ş Şam” olarak değiştirir. İdlib’deki mahalli idareyi de siyasi kanadı olan “Selamet Hükümeti” ile birlikte yürüten örgüt bölgedeki askeri hakimiyetini TSK'nın Barış Pınarı ve Bahar Kalkanı harekatlarıyla birlikte 2019'dan sonra Ankara ile paylaşmak zorunda kalacaktır. Her ne kadar HTŞ, “Suriye El-Kaide'si” olarak da bilinse de, örgüt Batı ile ilişkilerde kendisine yük olduğunu gördüğü o gömleği çıkarmış, hatta saflarında el Kaide’ye biatı bırakmayan isimleri de tasfiye etmiştir. HTŞ’den epey bir zaman önce kopmuş isimlerin oluşturduğu Hurraseddin ve Ensar'ül Tevhid isimli örgütlerle çatışır duruma gelmiştir.
Bu arada, Cevlâni örgüt içinde kendisine rakip/alternatif olabileceğinden ya da Ankara'nın dümen suyuna giderek kendisine karşı komplo düzenleyebileceğinden şüphelendiği üst düzey komutanları planladığı suikast girişimleri ile birer birer ortadan kaldırmaya başlar. Bu, aslında paralel bir faaliyettir. HTŞ her ne kadar Washington tarafından 2018 yılında terör örgütü olarak görülüp liderinin başına 10 milyon dolar ödül konsa da, "isyancı güçlerin en agresif ve en başarılı kolu" olarak tanımlanan örgütün önü alttan alta Amerikalılar tarafından açılmakta, temizlenmektedir. Amerikalılar Cevlâni'yi değil ona alternatif olan ya da olabilecek yapıları ve bu yapıları liderleri ile askeri kaynaklarını yok etmek üzere çok sayıda bombalama ve suikast eylemleri gerçekleştirirler. Amerikalılar, İdlib’in hükümet kontrolü dışındaki bölgelerinde karaborsa ticareti yönetme ve gelir üretmede HTŞ ile rekabet eden yapıları, özellikle de HTŞ’den epey bir zaman önce kopmuş isimlerin oluşturduğu Hurraseddin gibi, Ensar'ül Tevhid gibi örgütlerin liderlerini, hedef almaktadır. (El Kaide türevlerinin Suriye’de ABD çıkarlarına aykırı bir şekilde gelişip serpilmesinin engellenmesini de konu edinen 2020 tarihli yazımı “Paris’e Misilleme Asi Nehri’nin Kıyısında Geldi” başlığı altında T24’den okuyabilirsiniz. Yine T24’te 2019’da kaleme aldığım “HTŞ: Bir ümmet projesi mi, bir devrim projesi mi?” başlıklı yazımda da Amerikalıların “küresel cihat fikrinden uzaklaşıyorlar, Suriye devrimine odaklanıyorlar" diyerek parlatmaya çalıştığı HTŞ’de kazanın muhaliflerce nasıl kaynatılmaya çalışıldığını okuyabilirsiniz.)
Bölgesel ve küresel aktörlerin HTŞ’yi siyasi ve askeri hedefleri doğrultusunda şekillendirme gayretleri sürerken, örgütün de özellikle 2020’deki ateşkes sonrasında mücadelesini el-Kaide’ye biatı sürdürüp küresel cihadı savunan yapılara karşı teksif ettiği görüldü. Hatta Cevlâni'nin bölgedeki kendisine rakip ve daha radikal Selefi yapılanmaların liderlerinin ortadan kaldırılması için Amerikalılar ile istihbarat paylaşımı yaptığı iddiaları da ortalıkta konuşuluyordu. ABD ve müttefiklerinin nezdinde meşruiyet ve makbuliyet arayışlarını yoğunlaştıran ve Batı tarafından kabul görmesini sağlamaya dönük halkla ilişkiler temelli çabalarını artıran HTŞ, günü geldiğinde “biz ABD için kesinlikle tehdit değiliz, küresel cihat gibi bir hedefimiz yok” mesajı da verecektir.
Nihayet 2021 yılı başlarında Amerikalı bir yayın kuruluşunun (PBS) Emmy ödüllü gazeteci ve belgesel yapımcısı Martin Smith’e bir röportaj vermek üzere kameraların karşısına geçen Cevlâni, kamuflaj giysilerini çıkarıp lacivert blazer ceket giyer ve Amerikalılara “el Kaide'ye biatını ve ulusaşırı diğer cihatçı örgütlerle siyasi angajmanlarını 2016 yılında arkasında bıraktığını” açıklar. Bu arada, Batı’da HTŞ'nin ABD tarafından artık farklı bir şekilde algılanması ve "kullanılması" gerektiğine yönelik kamuoyu oluşturma çalışmalarının yoğunlaştığı görülür. Brüksel merkezli düşünce kuruluşu “Uluslararası Kriz Grubu” (International Crisis Group) tarafından 3 Şubat 2021’de "In Syria's Idlib, Washington's Chance to Reimagine Counter-terrorism" başlığıyla yayınlanan analiz/rapor bu yöndeki çabaların en önemlilerinden biridir. Rapor, Joe Biden Yönetimi’nin HTŞ'ye “terörist” yaftasından sıyrılmasını sağlayacak fırsatlar vermesi gerektiğini de dile getirmektedir.
Ancak HTŞ’ye fırsatların en büyüğü ve “büyük ödül,” hepimizin bildiği gibi, 2024 yılı Aralık ayında yakılan Halep yeşil sinyali ile verilecektir.
60 yıllık cevelânın sonu
Gelişmelerin bundan sonraki seyri tazeliği dolayısıyla gayet iyi biliniyor. Cevlâni, 8 Aralık 2024 günü kontrolü ele ele geçirdikleri Şam’da akşam saatlerinde Emevi Camii'nde ortaya çıkacak ve zafer konuşması yapacaktır. 1967 savaşının sonunda memleketleri olan Cevlan Yaylalarından (yani Golan Tepeleri’nden) tamamen kopmak zorunda kalan Cevlânibaşkentte coşkuyla zaferlerini kutlarken, tek kurşun sıkmadıkları İsrail birlikleri Golan Tepeleri’nin tamamını işgal etmekte ve bir dönem ailesinin yaşadığı Şam’ın 25 km dibine kadar olan toprakları ele geçirmektedir. HTŞ örgütünün sözcüsü Ubeyde Arnavut’a İsrail’in işgalleri ve Suriye’de 300’den fazla noktaya düzenlediği saldırılar sorulduğunda, bu saldırıları kınamayıp “önceliğimiz güvenliği ve hizmetleri yeniden sağlamak, sivil hayatı canlandırmaktır,” diyecektir. Bir zamanlar adı "Şam Halkını Korumak için Nusret [Yardım] Cephesi" olan HTŞ’nin, İsrail’in Filistin ve Lübnan’dan sonra başta Şam olmak üzere Suriye altyapısını çökerttiği saldırılara karşı -atacak kurşunu bırakın- söyleyecek tek bir sözü bile yoktur.
Aksine, HTŞ sözcüleri Yermük Kampına gidip Filistin Halk Kurtuluş Cephesi, Filistin Demokratik Halk Kurtuluş Cephesi, İslami Cihad, el Saika gibi Filistinli gruplarla 13 Aralık günü toplantı yaparak, onlardan silahlarını bırakmaları, kampları kapatmaları ve askeri kanatlarını feshetmeleri çağrısında bulunurlar.
Nereden nereye! Cevlâni ailesinin Cevlan Yaylalarının İsrail tarafından işgaliyle başlayan zorunlu göçünde Filistin direniş mücadelesine destek ile başlayan (silahlı) siyasi yolculuklarında altmış yıla yaklaşan bir zaman sonunda geldikleri nokta, Suriye’deki 500 hedefe sadece birkaç saat içinde 1,800 bomba atabilen ve Cevlân bölgesinin tamamı ile bölgenin en yüksek noktasını (Cebel el Şeyh /Hermon Dağı) ele geçirerek artık İran’ı doğrudan vurabilecekleri bir hava yoluna kavuşan İsrail’e ses etmemek ama Filistinli gruplara silah bıraktırmak, kamplarını kapatmak ve “hadi feshedin kendinizi” tavsiyesi vermek oluyor.
Özetle, Cevlâni ailesinin 60 yıla yaklaşan uzunluktaki cevelânları sonunda, deverân ederek Şam’da geldikleri nokta bu! Buna bazıları devrim, Cevlâni’ye ise devrimci diyor. Filistinliler ne diyor, onu yakında duyarız. Ancak HTŞ’nin aşk ile devrâni olmadığını gördük. Bakalım bundan sonra neler göreceğiz. Suriye için karanlık günler bitti, şimdi kapıda daha karanlık günler var. Irak ve İran için ise en hafif tabiriyle daha zor günlerin kapıda olduğu bir gerçek. Şimdilik, gün olur devran döner, kimmiş asıl cevelânger görürüz, demekle yetinelim.
/././
Ödenekler biterken 2024 bütçesinin son görünümü -Binhan Elif Yılmaz-
Enflasyonla mücadelede sıkı para politikasının borç faizlerine etkisi, ihraç edilen tahvillerin cinsi ve vadesine göre uzun süre daha devam edebilir. Sonuç ne olursa olsun iç ve dış borçların söz konusu faiz ödemeleri sözleşmeden doğan zorunluluk nedeniyle ödenmek durumunda.
Kasım ayı merkezi yönetim bütçe gerçekleşmeleri açıklandı. Yılın 11 aylık zaman diliminde bütçe giderleri 9 trilyon TL, bütçe gelirleri 7,8 trilyon TL olarak gerçekleşirken bütçe açığı da 1,277 milyar TL’ye ulaştı. Ancak 2024 yılı için öngörülen bütçe açığı 2,652 milyar TL idi. Dolayısıyla hükümetin yılın kalan son ayında 1,375 milyar TL daha bütçe gideri gerçekleştirme alanı var. Büyük olasılıkla geçen yıl olduğu gibi yılın son ayında kamu kurumlarına deprem ödeneği cari transferler ve sermaye transferleri olarak gerçekleştirilecek.
Bir yandan 2025 bütçe hazırlık sürecinin sonuna gelinirken bir yandan da 2024 bütçesi tükeniyor. 2024 bütçesinde ödenekler biterken genel görünüme bakalım:
Bazı bütçe giderlerinde ödenek bitti, bazılarında da önümüzdeki ay yetmeyeceği belli oldu. Örneğin personel giderleri için kalan ödenek sadece 60 milyar TL, ancak son üç aylık personel giderleri ortalaması 243 milyar TL. Dolayısıyla bu yıl personel giderleri için ayrılan ödeneğin yeterli olmadığı açık.
2023 yılı ile kısa bir karşılaştırma yaparsak; 2023 yılı bütçesinde ek bütçeyle yüzde 25 oranında artış olmuştu. Ancak ek bütçede personel giderleri için ödenek artışı istenmemişti. 2023’te personel giderleri başlangıç ödeneği yüzde 39 aşılmıştı. Bu yıl da yüzde 8’e yakın aşılacak gibi duruyor.
Mal ve hizmet alımlarında da başlangıç ödeneği aşılmış durumda. Haberleşme, taşıma giderleri ve çeşitli kiralara yapılan harcamalar 11 ayda 242,3 milyar TL’ye ulaştı, oysa başlangıç ödeneği 239,4 milyar TL’ydi.
2024 bütçesinden yolluklar için 13,9 milyar TL ödenek ayrılmış, ancak 11 aylık bütçe gerçekleşmesine göre 19 milyar TL harcanmış. Hatta bu kalemde ödeneğin biteceği eylül ayı bütçesinde görünüyordu. 2023’te de ilk 11 ayda ayrılan ödenek mal ve hizmet alımlarında yüzde 8, yolluklarda yüzde 12 oranında aşılmıştı.
Temsil ve tanıtma için ise 1,9 milyar TL ödenek ayrılmış, ancak 11 ayda 2,2 milyar TL harcanmış. Bu arada başlangıç ödeneği beş ay önceden aşılmıştı.
Temsil ve tanıtma giderlerinin yürürlükteki Tasarruf Genelgesi'nde yer aldığını hatırlayalım. Aslında kamuda tasarruf için daha az harcanması gerekiyordu. 2023 yılı bütçesinde temsil ve tanıtma giderlerinin başlangıç ödeneği yüzde 100 oranında aşılmıştı, seçim ekonomisi en önemli nedendi.
Yine Tasarruf Genelgesi'ne göre kamunun tasarruf yapması gereken kamu taşıtları, lojman ve sosyal tesislere ait bakım ve onarım giderlerine 8,4 milyar TL ödenek ayrılmış ve burada da ödenek yetmemiş durumda. Oysa 2023 bütçesinin ilk 11 ayında hizmet alımı ve bakım onarımı için ayrılan ödenek aşılmamıştı. Anlaşılan geçen yıl bütçe tahmini daha isabetliydi.
Desen: Tan Oral
Bütçe giderlerinin bu yıl yüzde 13,2’sini oluşturan borç faiz giderleri için ayrılan ödenek 1,254 milyar TL olmakla beraber, kalan ödenek 60 milyar TL. Oysa son üç ayın borç faiz gideri ortalaması 144 milyar TL’dir. Burada da ödenek aşılacak. Hazine tahmininin üstünde faiz yüküne katlanacak. Enflasyonla mücadelede sıkı para politikasının borç faizlerine etkisi, ihraç edilen tahvillerin cinsi ve vadesine göre uzun süre daha devam edebilir. Sonuç ne olursa olsun iç ve dış borçların söz konusu faiz ödemeleri sözleşmeden doğan zorunluluk nedeniyle ödenmek durumunda.
Girişte de bahsettiğim gibi yılın son ayında eğer 1,375 milyar TL daha bütçe gideri alanı kullanılacaksa, çok önemli bir kısmı sermaye transferleri olarak yapılacak. Çünkü başlangıç ödeneği 721 milyar TL, ancak henüz 72 milyar TL harcama yapılmış.
Cari transferler ise bütçenin yaklaşık yüzde 40’ını kaplayan en büyük kalemi. Bu yıl henüz başlangıç ödeneğinden sapma yok. Ama olmayacağı anlamına gelmez. Çünkü geçen yılki cari transferler ödeneği ek bütçeye rağmen yüzde 24 aşılmıştı. Bu yıl ise son ayda deprem nedeniyle kurumlara transfer yapılması ve buradaki ödeneğin aşılması olası.
/././
2024 Ocak-Kasım bütçe karnesi: Gelir vergisinin yüzde 93’ü stopajdan alındı…-Murat Batı-
Petrolden ve doğalgazdan alınan ÖTV yüzde 140,43 ve dahilde alınan KDV ise yüzde 97,9 oranında artmıştır. ÖTV genel toplamı ise geçen yıl aynı döneme göre yüzde 57,5 oranında artmış. Gelir vergisi yüzde 119,8; BSMV yüzde 168,56; harçlar yüzde 57,1; damga vergisi ise yüzde 79,5 oranında artmıştır.
Hazine ve Maliye Bakanlığı kendi internet sitesinde 2024 yılı Ocak-Kasım dönemi bütçe gerçekleşmelerini yayımladı. Aşağıda detaylı şekilde göreceğiniz üzere vergi gelirlerinin yüzde 51,35’i KDV ve ÖTV tahsilatı oluşturmaktadır.
Dolaylı vergilerin payı Ocak-Kasım döneminde yüzde 65,35; dolaysız vergilerin payı ise yüzde 34,65 gerçekleşti. Ayrıca KDV’den elde edilen 2 trilyon 109 milyar 532 milyon lira, toplam vergi gelirlerinin yüzde 31,97’ini oluşturmaktadır.
İlaveten gelir vergisi tahsilat tutarının yüzde 93’ü stopaj yoluyla alınmış ki bunun büyük bir kısmı ücretlilerinden alınmaktadır.
Merkezi yönetim bütçesi 2024 yılı Ocak-Kasım döneminde 1 trilyon 260 milyar 289 milyon TL açık verdi.
Diğer kalemlerin akıbetini ise aşağıda izah etmeye çalışayım.
2024 Kasım ayı bütçe gerçekleşmeleri
2024 yılı Kasım ayında merkezi yönetim bütçe giderleri 956,1 milyar TL, bütçe gelirleri 939,5 milyar TL ve bütçe açığı 16,6 milyar TL olarak gerçekleşmiştir. Ayrıca, faiz dışı bütçe giderleri 809,8 milyar TL ve faiz dışı fazla ise 129,7 milyar TL olarak gerçekleşmiştir.
Genel görünüm aşağıdaki tabloda bulunmaktadır.
Merkezi yönetim bütçesi 2023 yılı Kasım ayında 75 milyar 627 milyon TL fazla vermiş iken 2024 yılı Kasım ayında 16 milyar 646 milyon TL açık vermiştir. 2023 yılı Kasım ayında 170 milyar 235 milyon TL faiz dışı fazla verilmiş iken 2024 yılı Kasım ayında 129 milyar 652 milyon TL faiz dışı fazla verilmiştir.
2024 Ocak-Kasım dönemi bütçe giderleri
2024 yılı Ocak-Kasım döneminde merkezi yönetim bütçe giderleri 9 trilyon 70,2 milyar TL, bütçe gelirleri 7 trilyon 793,38 milyar TL ve bütçe açığı 1 trilyon 276,9 milyar TL olarak gerçekleşmiştir. Ayrıca, faiz dışı bütçe giderleri 7 trilyon 875 milyar TL ve faiz dışı açık ise 81,7 milyar TL olarak gerçekleşmiştir.
Merkezi yönetim bütçesi 2023 yılı Ocak-Kasım döneminde 532 milyar 436 milyon TL açık vermiş iken 2024 yılı Ocak-Kasım döneminde 1 trilyon 276 milyar 935 milyon TL açık vermiştir. 2023 yılı Ocak-Kasım döneminde 99 milyar 846 milyon TL faiz dışı fazla verilmiş iken 2024 yılı Ocak-Kasım döneminde 81 milyar 733 milyon TL faiz dışı açık verilmiştir.
2024 yılı Ocak-Kasım döneminde merkezi yönetim bütçe giderleri geçen yılın aynı dönemine göre yüzde 74,7 oranında artarak 9 trilyon 70 milyar 221 milyon TL olarak gerçekleşmiştir. Faiz hariç bütçe giderleri geçen yılın aynı dönemine göre yüzde 72,7 oranında artarak 7 trilyon 875 milyar 18 milyon TL olarak gerçekleşmiştir.
2024 Ocak-Kasım dönemi bütçe gelir gerçekleşmeleri
Merkezi yönetim bütçe gelirleri Ocak-Kasım dönemi itibarıyla 7 trilyon 793 milyar 286 milyon TL olarak gerçekleşmiştir. Vergi gelirleri 6 trilyon 597 milyar 109 milyon TL, genel bütçe vergi dışı gelirleri ise 997 milyar 578 milyon TL olmuştur.
Aşağıdaki tabloda 2024 Ocak-Kasım dönemi vergi gelirleri ve bu vergilerin toplam vergi gelirleri içindeki payları gösterilmiştir.
Yukarıdaki tabloda da görüldüğü üzere 2024 Ocak-Kasım döneminde KDV ve ÖTV’nin toplam vergi gelirleri içindeki payı yüzde 51,35; dolaylı vergilerin payı yüzde 65,35 ve dolaysız vergilerin payı ise yüzde 34,65 olarak gerçekleşti.
Ocak-Kasım 2024 ile geçen yıl aynı dönem vergi tahsilatı karşılaştırılması
2023 yılı Ocak-Kasım döneminde bütçe gelirleri 4 trilyon 660 milyar 543 milyon TL iken 2024 yılının aynı döneminde yüzde 67,2 oranında artarak 7 trilyon 793 milyar 286 milyon TL olarak gerçekleşmiştir. 2024 yılı Ocak-Kasım dönemi vergi gelirleri tahsilatı geçen yılın aynı dönemine göre yüzde 62,5 oranında artarak 6 trilyon 597 milyar 109 milyon TL olmuştur.
Aşağıdaki tabloda vergi kalemleri bazında Ocak-Kasım 2024 tahsilat tutarları ile geçen yılın aynı dönemdeki tahsilat tutarları ve değişim oranları bulunmaktadır.
Yukarıdaki tabloya göre 2024 Ocak-Kasım döneminde geçen yıl aynı döneme nazaran tahsilat oranı en fazla olan gelir kalemi petrol ve doğalgazdan alınan ÖTV, tütünden alınan ÖTV, BSMV, dahilde alınan KDV, dijital hizmet vergisi ile stopaj yoluyla alınan gelir vergisidir.
Petrolden ve doğalgazdan alınan ÖTV yüzde 140,43 ve dahilde alınan KDV ise yüzde 97,9 oranında artmıştır. Diğerlerinin artış oranları yukarıdaki tabloda görülmektedir.
ÖTV genel toplamı ise geçen yıl aynı döneme göre yüzde 57,5 oranında artmış.
Gelir vergisi yüzde 119,8; BSMV yüzde 168,56; harçlar yüzde 57,1; damga vergisi ise yüzde 79,5 oranında artmıştır.
/././
Suriye’nin işgalinin asıl kazananı kim ya da kimler (III): Suriye’nin belirsiz geleceği -Mustafa Durmuş-
Yaygın kanı Esad iktidarının devrilmesinde en büyük kazananın Erdoğan olacağı yönünde olsa da, Türkiye uzun vadede en büyük kaybeden de olabilir. Daha fazla mültecinin akınına uğrayabilir
2011 ayaklanmasının arifesinde bin 500 dolar kişi başına gelire sahip Suriye ekonomisi, aynı yıl başlayan iç savaşın ekonomiye ağır bir darbe vurmasının ardından yüzde 70’e yakın oranda azaldı.
Son 13 yılda işsizlik ve yoksulluk giderek derinleşirken, Beşar Esad rejimi askeri olarak Rusya ve İran sayesinde ve başta muhalifler olmak üzere halkın üzerinde kurduğu ağır baskılarla, tıka basa dolu hapishanelerle bu yılın Kasım ayına kadar dayanabildi.
Otoriter baskıcı rejimler yıkılmaya mahkum!
Bir başka anlatımla, 53 yıllık Esad Hanedanlığı (yaklaşık 25 yılı Beşar Esad yönetiminde olmak üzere) her zaman yıkılmaya mahkumdu. Çünkü çürümeye yüz tutmuş baskıcı rejimler -özellikle de yolsuzluğa batmışlarsa, halklarına yeterli hizmet sunamıyorlarsa, onları yoksulluğa sürüklemişlerse ve politik sistemlerini değişen iç ve dış koşullara adapte edemiyorlarsa- genellikle de halk ayaklanmalarıyla eninde sonunda çökerler.
Nitekim içten içe çürüyen bu rejim, ABD ve Türkiye’nin desteklediği silahlı selefi cihatçı gruplar (Suriye Milli Ordusu/SMO gibi) ve Heyet Tahrir el-Şam Örgütünün (HTŞ) iki hafta önce başlattıkları saldırılarla kısa süre içinde devrildi.
Esad herhangi bir açıklama yapmadan Suriye’yi terk etti. Şam'daki eski hükümet yetkilileri, bazı üst düzey liderlerin de Şam düşmeden önce onunla birlikte ayrıldığını gittiğini söylüyor.
Halkını düşünmeyenleri halk da düşünmüyor, onun için savaşmıyor!
Esad’ın, halkına herhangi bir cesaret verici söz söylemeden hazinesini de yanına alıp ülkeden kaçması devletin kendilerini HTŞ gibi grupların saldırılarından koruyacağına temelden inanan pek çok Suriyeliyi şaşkına çevirdi.
Rejime bağlı Cumhuriyet Muhafızları’nın şehri savunmaya çalışmaması ise aslında rejimin halktan nasıl koptuğunun bir göstergesi oldu. Bu da ancak halklarının refahını ve güvenliği korumak için çaba gösteren ve kendi halklarından destek alan iktidarların direnebileceğini ve kazanabileceğini bir kez daha gösterdi.
Defolu iki yaklaşım!
Bazı yorumcular (bunlara bir kısım sol ve sosyalist çevreler de dahil), saldırıların ABD ve İsrail tarafından düzenlendiğinden ve HTŞ ve SMO’nun siyasal İslamcı karakterinden yola çıkarak Esad rejimine destek anlamına gelen açıklamalar yapıyorlar.
Diğer bazıları ise bu selefi cihatçı güçlerin, 2011'de Esad rejimini neredeyse devirecek olan halk devrimini yeniden canlandırdığı gerekçesiyle her hangi bir eleştiriye tabi tutmadan romantikleştiriyor.
Her iki yaklaşımın da bugün Suriye'de ortaya çıkan karmaşık dinamikleri tam olarak yansıtmadığı için defolu olduğunu vurgulamakla başlayalım..
Bölgede yıllarca sürebilecek bir kaos ve belirsizlik dönemi
Öncelikle, her şey bitmedi, hatta yeni başladı denilebilir. Hatta bundan sonra Suriye’nin parçalanması söz konusu dahi olabilir. Çünkü dış ve iç aktörler, ortadaki kadavranın her birinin yapabildiği kadar çok parçasını ele geçirmeye ve/veya kontrol etmeye çalışacaklar. Bölgede yıllarca sürecek olan bir kaos ve çekişme dönemi de bunu izleyecek.
Suriye şu anda Rusya, İran, Türkiye, ABD, Körfez ülkeleri ve İsrail’den çeşitli derecelerde destek alan farklı silahlı gruplar tarafından kontrol edilen bölgelere bölünmüş durumda. Bu silahlı grupların her biri, bölgesel çıkarlarının korunmasını sağlamak için yarışan bu büyük uluslararası güçler tarafından desteklenmeye devam edecektir.
Bölgede çok farklı dinamikler söz konusu
Bölgedeki birbirinden çok farklı ve birbiriyle çatışmaya hazır dinamikleri ihmal etmemek gerekiyor. Örneğin Suriye’de şimdilik en büyük kazananlardan biri olarak nitelendirilen İsrail, gerçekleştirdiği işgal ile birlikte selefi cihatçılarla sınır komşusu oldu. Şu anda çatışmıyorlar ama mevcut çatışmasızlığın uzun süre devam etmesi beklenmemeli.
Suriye'deki rejimin hızla çökmesi, Rusya ve İran'ın nüfuzuna aşağılayıcı bir son verirken, Türkiye'nin nüfuzunu arttırmasına kapı açsa da iktidarı ele geçiren selefi cihatçılar henüz tam niyetlerini ortaya koymuş değiller.
2017’de bir dizi silahlı grubu bir araya getiren ve Suriye'nin kuzeybatısındaki bazı bölgeleri kontrol altına alan Türkiye destekli Suriye Milli Ordusu (SMO), bütünlüklü ya da merkezi bir yapıya sahip değil ve bünyesindeki çeşitli gruplar sık sık birbirleriyle çatışıyor. Buna rağmen Suriye'de önemli bir oyuncu olmaya devam ediyor ve Kürt silahlı gruplarının Türkiye için bir tehdit oluşturmasını önlemek için Türkiye sınırı yakınlarında bir tampon bölge oluşturmayı hedefliyor. (1)
ABD, HTŞ, SMO ve SDG
HTŞ'nin Türkiye'nin kontrolü altında olan Suriye'nin İdlib vilayetindeki sicili oldukça karışık. HTŞ, IŞİD deneyiminden ders alarak, çok sert davranmaktan uzak durmaya çalışıyor gibi görünse de, hala demir yumrukla yönetiliyor. HTŞ’liler Esad'ın hapishanelerini özgürleştirirken bile, kendi hapishanelerindeki muhaliflere çok kötü muamele etmeyi sürdürdüler.
Suriye'nin düşmesi, ABD’nin Suriye’nin kontrolünü ele geçirmesiyle birlikte Türkiye için bir sorun haline geliyor. Çünkü Washington bundan böyle HTŞ'yi kendi çıkarları için kullanmaya çalışacaktır ki bu da Türkiye'nin yapmak istedikleriyle pek uyumlu olmayabilir. YPG’nin vurucu gücünü oluşturduğu Suriye Demokratik Güçleri (SDG), ülkenin doğusundaki büyük petrol, gaz ve buğday tarlalarının kontrolünü elinde tutuyor. Şam’da hükümet olmak isteyen herkesin devleti finanse edebilmek için bu kaynaklara erişmesi gerekecek. (2)
Ekonomik maliyetler doğabilir
Aynı zamanda, Türkiye’deki Suriyeli sığınmacı sorununun daha da ağırlaşması hayli muhtemel. Türkiye şu anda (resmi verilere göre) 3 milyondan fazla Suriyeliye ev sahipliği yapıyor (gerçek sayının bunun birkaç katı olduğu iddia ediliyor).
Suriye’ye geri dönüşler hedeflendiğinden çok daha yavaş sürerken, özellikle de yandaş medya düşük ücretli sığınmacı işgücü kaybının üretim maliyetlerini artırmak (böylece ihracatı düşürmek) ve enflasyonu körüklemek gibi ekonomiye ciddi zarar vereceği endişesini dile getiriyor.
Türkiye uzun vadede “en büyük kaybeden” de olabilir!
Yaygın kanı Esad iktidarının devrilmesinde en büyük kazananın Erdoğan olacağı yönünde olsa da, Türkiye uzun vadede en büyük kaybeden de olabilir. Daha fazla mültecinin akınına uğrayabilir. Suriyeli aşırılık yanlıları Esad'ı devirme hedefinde artık birleşmedikleri ve ülkeyi yönetmek gibi zor bir görevle karşı karşıya kaldıkları için, kendi aralarında Türkiye’yi bir grubu desteklemeye ve böylece yeni düşmanlar edinmeye zorlayacak uzun süreli güç mücadeleleri söz konusu olabilir. Savaşın Türkiye’ye sıçraması ve 2010’ların ortalarında ülkenin başına bela olan terör saldırılarına geri dönülmesi -muhtemel olmasa da- tamamen mümkün. Ayrıca Türkiye'nin İsrail'e devam eden örtülü desteği nedeniyle içeride de bir gerginlik söz konusu ve Suriye meselesi bu gerginliği bir süreliğine örtbas edebilirse de, bu gerginliğin ortadan kalkması pek mümkün görünmüyor. (3)
Büyük inşaat şirketleri için kậrlı işler kapıda olabilir
Bu “zaferin” Türkiye için ne gibi ekonomik faydaları olacağı ise belirsiz. Financial Times'a göre, “zaten yüksek enflasyon ve resesyonla mücadele eden Türkiye, 900 km’lik Suriye-Türkiye sınırı boyunca iş ve ticaret ilişkilerini yeniden başlatmaktan fayda sağlayacaktır. Erdoğan'la yakın bağları olan inşaat sektörü, yüz milyarlarca dolara ulaşması beklenen yeniden inşa faturasından para kazanabilir.”(4)
Ancak burada yapılacak kậrlı inşaat, alt yapı ve üst yapı işlerinin Türkiye (ve Suriye) halklarına her hangi bir ekonomik bir fayda sağlayacağı da son derece tartışılır.
Türkiye tuzağa mı düşürülüyor?
Ayrıca, Türkiye mucizevi bir şekilde barış ve güvenliğe kavuşmadıkça bunun nasıl gerçekleşeceğini görmek de zor. Tüm bunların Türkiye’nin elinde patlaması çok daha muhtemel. Çünkü Amerikan’ın konumu Türkiye’den çok farklı. En önemli farklardan birisi, ABD’nin ortalığı karıştırıp iki okyanus arasındaki evine çekilebilmesi. Oysa Türkiye’nin Suriye ile sınırı var ve ABD Esad'ı devirmek için Türkiye liderliğindeki operasyona verdiği destekle sadece Suriye'yi değil Türkiye'yi de istikrarsızlığa sürüklüyor olabilir. Öyle ki Ankara Esad, Rusya, İran ve Hizbullah'ı ve onların sağladığı istikrarı ilerde özleyebilir. (5)
HTŞ ve SMO’nun ve gerici, faşizan doğaları ve sahip oldukları siyasi projeler bölge halklarını endişeye sevk ediyor. SMO, çoğunlukla İslami muhafazakar politikalara sahip silahlı gruplardan oluşan bir koalisyon. Çok kötü bir üne sahip ve özellikle kontrolü altındaki bölgelerde Kürt nüfusa karşı çok sayıda insan hakları ihlalleriyle suçlanıyor. Özellikle 2018'de Afrin'de çoğunluğu Kürt olan yaklaşık 150 bin sivilin zorla yerinden edilmesine yol açtığı biliniyor.
Arap Alevileri, Kürtler, Süryaniler, Rum-Ortodoks, Rum-Katolikler ve diğer halklar endişeli
HTŞ lideri Ebu Muhammed Colani’nin geçmişte yaptığı ve Suriye’de Nusayri, Hıristiyan ve diğer azınlıklara yer olmadığını açıkça belirttiği açıklamalar, bölgede yaşayan tüm halklar ve inançlar için derin bir kaygı ve endişe yaratmıştı. Bu on binlerce insanın evlerini terk etmesine neden olmuştu.
Özellikle Nusayriler, Kürtler, Süryaniler, Rum-Ortodoks, Rum-Katolikler ve diğer halklar kendilerini çok ciddi bir tehdit altında hissediyorlar. HTŞ’nin yanı sıra Suriye Milli Ordusu’nun (SMO) ülkede yaşayan Alevilere zulmettiklerine dair haberler kamuoyuna yansıyor. Bu da on binlerce Aleviyi, yeniden göç yollarına düşürüyor.
Ülke ise yeni hükümet konusunda kutuplaşmış durumda. Savaş ve yaptırımlar nedeniyle yaşam tarzlarının bozulduğunu gören bazı halk kesimleri gelişmeleri memnuniyetle karşıladı ve yeni durumu kutlamak için sokaklara döküldü. İsrail'in eylemlerine bağlı olarak bu durum değişebilecek olsa da, Orta Doğu'nun daha geniş bağlamı onları doğrudan ilgilendirmiyor. Önemli bir kesim, Sünni olmayan Müslümanlara karşı “Nusayriyye” (Esad ailesinin topluluğu olan Aleviler için) ve “Rawafid” (Suriye'deki büyük Şii nüfus gibi) gibi aşağılayıcı terimler kullanan İslamcıların davranışlarından endişe duyuyor. Sünni olmayan Müslümanları “ehl-i batıl” ya da "yitikler" olarak adlandırmak ve dinden dönme ve bunun cezası hakkında güçlü bir Selefi dil kullanmak, saldırıların hedefi olabilecek kişiler arasında korku yaratıyor. Yeni hükümetin bu mezhepçi ideoloji tarafından motive edilen güçlerini kontrol edip edemeyeceği ise belirsiz. (6)
Ayrıca Suriye'deki isyancı grupların birlik ve istikrar içinde bir geçiş hükümeti kuramamaları halinde, Rusya ve İran diğer aktörlerin boşluğu doldurmak için hızla harekete geçeceği de beklenmelidir.
İlerici güçlerin şansı?
“HTŞ’nin iktidar olması ülkedeki ilerici güçlere devrimci mücadeleyi yenilemeleri ve hem rejime hem de İslami köktenciliğe bir alternatif sunmaları için alan ya da alanlar açacak mı”, sorusu yanıtı aranması gereken asıl sorudur.
Keza Esad rejiminin kovulduğu bölgelerde aşağıdan mücadele ve özörgütlenme mümkün olacak mıdır? Gramsici anlamda sivil toplum örgütleri (devlet dışı halk oluşumları) ve demokratik ve ilerici politikalara sahip alternatif siyasi yapılar kendilerini kurabilecek, örgütlenebilecek ve HTŞ ve SMO’ya karşı siyasi ve toplumsal bir alternatif oluşturabilecekler mi? HTŞ ve SMO güçlerinin geriletilmesi yerelde örgütlenmeye alan açacak mı ve yereldeki yeni ekonomik ve siyasal örgütlenmeler eskinin tekrarı olmaktan öteye geçebilecek mi?
Bunlar net cevapları olmayan kilit sorular. Ancak net olan bir şey var: HTŞ ve SMO’nun geçmişteki politikalarına bakıldığında, demokratik bir alanın gelişmesini teşvik etmediklerini, tam tersine otoriter davrandıkları çok açık.
Tarih bize otoriter-faşizan güçlere güvenilmemesi ve sadece demokratik ve ilerici talepler için mücadele eden halk sınıflarının özörgütlenmesinin ve öz savunmasının bu alanı yaratabileceğini ve gerçek kurtuluşa giden yolu açabileceğini defalarca gösterdi.
Örneğin, “Rojava Kuzey ve Doğu Suriye Özerk Yönetimi, Suriye iç savaşının siyasi bir boşluk yaratmasından bu yana özyönetim kurallarını yeniden yazan Kürtlerin liderliğindeki bir bölge. IŞİD, SMO ve Suriye rejiminin kuşatması altındaki Rojava halkı, doğrudan demokrasi, toplumsal cinsiyet eşitliği ve çevresel sürdürülebilirlik temelinde özerk bir bölge oluşturdu. Rojava halkının inşa ettiği şey hayatta kalmanın çok ötesinde. Bu, tiranlığa direnmek ve daha iyi bir şey yaratmak için tasarlanmış, toplumun tamamen yeniden tasarlanmasıdır. Bunu kararlılıkla ve otoriter rejimlerin değil, toplulukların kendi geleceklerine karar vermesi gerektiğine olan inançlarıyla inşa ettiler”.(7)
Bu örneklere bir yenisini daha ekleyebilmek, savaş yorgunluğundan baskıya, yoksulluğa ve toplumsal yerinden edilmeye kadar pek çok engelin aşılabilmesine bağlı olacak.
Sonuç yerine
Suriye rejimine ve selefi cihatçı köktendinci güçlere açıkça karşı çıkabilecek ve örgütlenebilecek bağımsız, demokratik ve ilerici bir cephenin henüz yokluğu gibi acı bir gerçek söz konusu.
Böyle bir cephenin inşası zaman alacak. Böyle bir cephenin otokrasiye, sömürüye ve her türlü baskıya karşı mücadeleleri birleştirmesi gerekecek. Ülkenin sömürülen ve ezilenleri arasında dayanışma inşa etmek için demokrasi, barış, eşitlik, ulusların kendi kaderini tayin hakkı ve kadınların özgürlüğü taleplerini yükseltmesi gerekecek. (8)
Türkiye tarafında ise, ülkedeki iktidar blokunun etnik-milliyetçi neo-Osmanlıcı yükselen kanadı, Kürtlerin zorla da olsa kontrol altına alınması kadar askeri sanayi karması sektörün hızla büyütülmesini de istiyor. ABD'nin Türk savunma sanayisine uyguladığı yaptırımlar, Suriye'nin doğusundaki varlığı ve Kürtleri desteklemesi gibi nedenlerle, Kürt meselesi ile askeri sanayi karması sektör ve savunma sanayinin büyütülmesi iç içe geçmiş durumda.
Aslında Suriye’deki gelişmelerin açıkça ortaya koyduğu şey; Türkiye'nin alt emperyalist hırslarının ABD’ninkilerle çok da uyumsuz olmadığıdır. Yeter ki bundan sonra Türkiye, ABD-İsrail ortak hedeflerine de uyacak şekilde davranabilsin.
Suriyeliler zengin etnik ve dini çeşitlilikleriyle her zaman gurur duydular. Tüm Suriyelilerin eşit yurttaşlık haklarını da garanti altına alan kapsayıcı ve demokratik bir hükümet, ülkenin bir bütün olarak ayakta kalmasını ve mezhepsel bir kaosa sürüklenmemesini sağlamak için elzem.
Otoriter bir yönetimin yerini bir başkasının alması ya da ülkenin silahlı gruplara bölünmesi felaket demek olacaktır. Her ne kadar belirsizlikler devam etse ve önümüzde büyük zorluklar olsa da Suriyelilerin acil ihtiyaçlarına öncelik vermek mantıklı bir ilk adım olacaktır. Ve her şeyden önemlisi, Suriye halkının olağanüstü direncini, cesaretini, umutlarını ve hayallerini yansıtan barışçıl, savaş sonrası bir Suriye'nin kaderine yön verenler olması sağlanmalıdır. Suriyelilerin- hem geri dönenlerin hem de hiç gitmeyenlerin- yeni Suriye devletini kendi şartlarına göre yeniden inşa etmeleri kritik önem taşıyacaktır. (9)
Suriye’nin işgalinin asıl kazananı kim ya da kimler? (1)
Suriye’nin işgalinin asıl kazananı kim ya da kimler (2): Silah satışları
Dip notlar:
https://theconversation.com/what-syrias-rebel-takeover-means-for-the-regions-major-players-turkey-iran-and-russia (9 December 2024).
https://www.moonofalabama.org/syria-winner-and-losers-or-both (9 December 2024).
https://www.nakedcapitalism.com/2024/12/did-turkiye-win-the-battle-but-lose-the-war (11 December 2024).
https://www.theleftchapter.com/post/the-fall-of-the-assad-government-in-syria (12 December 2024).
https://antiauthoritarianplaybook.substack.com/p/communalism-in-rojava (20 November 2024).
https://www.counterpunch.org/understanding-the-rebellion-in-syria (10 December 2024).
https://www.counterpunch.org/syria-at-the-crossroads (13 December 2024).
/././
Suriye sarmalında kırk yıllık kani olur mu yani?-Hasan Göğüş-
Türkiye’nin işi o kadar kolay değil. Suriye’nin Afganistanlaşması, Güneyimizin Peşavirleşmesine yol açabilir. HTŞ’nin içerisinde çok sayıda cihatçı gruplar yer alıyor. Bu grupların HTŞ’ye egemen olması halinde YPG/PYD’nin terör koridorunu önleyelim derken güney sınırlarımızda HTŞ’nin oluşturacağı bir terör koridoru ile karşılaşmamız pekâlâ mümkün
ABD’nin seçilen başkanı Trump, 20 Ocak’ta yönetimi devralmaya hazırlanıyor. Kendisi gibi adli sicil dosyası kabarık isimleri de dahil ettiği kabinesini hemen hemen tamamladı gibi.
Bir taraftan da 5 Kasım’dan bu yana dünya sahnesinde önemli gelişmeler yaşanıyor. Rusya Ukrayna’ya yönelik saldırılarını artırdı. Nükleer başlık taşıyabilen hiper sonik balistik füzeler fırlatmaya başladı. İsrail, Gazze yetmezmiş gibi gözünü Filistin dışında başka ülkelere çevirdi. Geçen haftada muhalifler 13 yıllık mücadeleden sonra 27 Kasım’da başlattıkları taarruz harekatıyla Esad’ı devirerek Şam’a girdi. Sanki herkeste, “Bu Trump’ın sağı solu belli olmaz, elimizi çabuk tutalım, o gelmeden işimizi bitirelim” havası var.
Orta Doğu’da devrilen diktatörler
Bizim nesiller, Orta Doğu’da dört diktatörün çöküşüne şahit oldular. Önce 1979 yılında bir asırlık Pehlevi hanedanlığına son veren Humeyni Devrimi’ni gördük. Son Şah Muhammed Rıza Pehlevi çareyi Sedat’ın davetiyle Mısıra sığınmakta buldu. Irak’ta yüzbinlerin ölümüne sebep olan Saddam Hüseyin 2003 yılında Irak’ı işgal eden Amerikalılar tarafından önce devrildi, sonra da 2006 yılında idam edildi. Libya’da Muammer Kaddafi diğer diktatör meslektaşları kadar şanslı değildi. 2011 yılında patlak veren iç savaş sırasında linç edilerek öldürüldü. 8 Aralık’ta da Heyet-i Tahrir el Şam (HTŞ) öncülüğündeki muhalefet Suriye’de 61 yıllık Baas rejimine son verdi. 10 milyonun üzerinde insanını sığınmacı konumuna düşüren Esad ve ailesi sonunda kendisi Rusya’da sığınmacı oldu.
Eli sopalı stratejistler
Ne zaman bir askerî harekât olsa sopayı kapan soluğu televizyonlarda alıyor. Sopaya ne kadar meraklı bir bir milletmişiz. Herhalde çocukken çelik çomak oynayarak büyümüş olmamızdan kaynaklanıyor. Sabah hava durumu raporunu sunan spikerin elinde sopa, akşam spor yorumcularının elinde sopa, gece tartışma programına katılanların elinde sopa. Sopayla kalkıp sopayla yatıyoruz. Bir de yeni türeyen meslekler var. Televizyonlara konuk olan eli sopalıların isimlerinin altında, “stratejist”, dış politika analisti”, “güvenlik ve dış politika uzmanı” gibi yeni yeni duymaya başladığımız unvanlar yazılıyor. Benim bildiğim dış politika uzmanına “diplomat” denir. Herhalde diplomatlar artık pek rağbet görmedikleri için televizyonlarda uzmanlar tercih ediliyor. Ama uzmanların hiçbiri Rusya’nın Esad’ı satacağını, Şam’ın bu kadar kısa sürede düşeceğini tahmin edemedi.
Orta Doğu’nun en kısa süren savaşı
27 Kasım’da HTŞ’nin başlattığı harekât 12 gün sürdü. 1967 yılındaki altı günlük Arap-İsrail savaşını hariç tutacak olursak, benim hatırladığım Orta-Doğu’daki en kısa süreli savaşa tanık olduk. Aslında yaşananlara pek savaş demek de doğru değil. Muhalifler adeta Kuzey-Marmara oto yolunda gider gibi hiçbir direnişle karşılaşmadan yaklaşık bir haftada Halep’ten Şam’a ulaştılar. Sanki meslektaşım son Şam Büyükelçisi Ömer Önhon’un Yetkin Report’ta yazdığı gibi Türkiye, Rusya, Amerika, HTŞ, YPG ve rejim arasında bir uzlaşıya varılmış.
Suriye’de açılan yeni perde
13 yıllık Suriye trajedisinde artık yeni bir perde açılıyor. Bu perdenin bilinmeyeni ve riskleri daha da fazla. Suriye’de yaşanan son gelişmelerde Türkiye’nin payı olduğuna inanan uluslararası kamuoyu aynı zamanda yeni Suriye’nin şekillendirilmesinde Türkiye’nin başat bir rol oynayacağı görüşünde birleşiyor. Ancak önümüzdeki dönemde Türkiye’yi daha büyük meydan okumalar bekliyor. Şimdi “bak ben demiştim” diye ortaya çıkanlar evlerinde şükür namazı kılarken, Emevi Camii’ndeki akşam namazını HTŞ lideri Colani’nin kıldığı unutulmamalı.
HTŞ sütten çıkmış ak kaşık değil. İçerisinde farklı grupları barındıran tescilli bir terör örgütü. HTŞ’nin öncülüğünde Şam’a yürüyenlerin 30’a yakın ayrı gruptan oluştuğu söyleniyor. Şam’a ilk girenler de güneydeki Dera’dan gelenler olmuş. Bu Amerikalılar hem saf hem kurnaz insanlar. “Terörü bıraktık” diyenlere Taliban, YPG örneklerinde olduğu gibi hemen inandıkları için pek saflar, sonradan kılıf bulmakta da çok kurnazlar. Kırk yıllık YPG/PYD’nin adını bir günde “Suriye Demokratik Güçleri” yapıverdiler. 2020 yılında Taliban’la imzaladıkları Doha Anlaşması’nda Taliban’ı muhatap alırken buldukları formül, “Taliban olarak bilinen, fakat ABD’nin devlet olarak tanımadığı Afganistan İslam Emirliği” oldu. Şimdi de başına 10 milyon dolar ödül koydukları Colani ile masaya oturmak için mutlaka bir çözüm geliştirirler.
Türkiye’nin işi o kadar kolay değil. Suriye’nin Afganistanlaşması, Güneyimizin Peşavirleşmesine yol açabilir. HTŞ’nin içerisinde çok sayıda cihatçı gruplar yer alıyor. Bu grupların HTŞ’ye egemen olması halinde YPG/PYD’nin terör koridorunu önleyelim derken güney sınırlarımızda HTŞ’nin oluşturacağı bir terör koridoru ile karşılaşmamız pekâlâ mümkün.
Dışişleri Bakanı Hakan Fidan, 8 Aralık’tan bu yana doğru mesajlar veriyor. Her vesileyle Suriye’nin birliğine ve toprak bütünlüğüne vurgu yapması, iş başına gelecek yeni yönetimin ayrım yapmadan tüm dini ve etnik grupları kapsaması gerektiğinin altını çizmesi önemli. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın ve Hakan Fidan’ın Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri ile yaptıkları görüşmeler Türkiye’nin süreci tek başına değil, BM ile birlikte yönetmek arzusuna işaret ediyor. Türkiye yeniden kıymete bindi. Kolay kolay Türkiye’ye gelmek istemeyen ABD Dışişleri Bakanı Blinken belki de kariyerindeki son ziyaretini dün Türkiye’ye yaptı. Önümüzdeki hafta içerisinde de ortalıklarda görünmeyen Avrupa Birliği’nin Komisyon Başkanı Von Der Leyen Ankara’ya gelecek. Ziyaretlerin amaçları belli. Blinken Fırat’ın doğusuna geçmeyin diye baskı yapmaya, Van Der Leyen de sığınmacıları ülkelerine geri gönderebilmek için yardım istemeye geliyorlar.
Suriye’deki son gelişmeler karşısında ne zil takıp oynamalı ne de feryat figan ağlamalı.
/././
Gıdada etiketler değişiyor: “Köy”, “ev”, “çiftlik”, “geleneksel” gibi ifadeler yasak!
Gıda ve Kontrol Genel Müdürlüğü tarafından gıdada haksız rekabetin önüne geçmek için 27 Kasım’da yeni bir yönetmelik yayımlandı. Buna göre süt ve süt ürünlerinde “köy”, “ev”, “geleneksel”, “çiftlik”, “%100” gibi tüketiciyi yanıltacak ifadelerin kullanımı yasaklandı. Etiketlerin daha güvenilir, şeffaf ve anlaşılır olması hedefleniyor.
Bu değişikliklere uymayan ürünler, 31 Aralık 2026’ya kadar piyasadan çekilecek.
Dünya gazetesinden Mehmet Hanifi Gülel’in haberine göre, firma ve markaların, ürünlerinin gerçek içeriğiyle uyuşmayan, tüketiciyi yanıltıcı ibareler kullanarak "köy" veya "çiftlik" algısı yaratması engelleniyor. Ayrıca, bitkisel kaynaklardan üretilen içeceklerde, "süt" ifadesi kullanılamayacak. Örneğin, soya, badem veya yulaf gibi bitkisel ürünlerden yapılan içecekler "süt" olarak etiketlenemeyecek; bunun yerine "içecek" ifadesi kullanılacak. Türk Gıda Kodeksi'ne göre, "süt" yalnızca inek, koyun, keçi ve manda sütü için geçerli bir tanım olarak kabul ediliyor.
Tüketicinin bilgilendirilmesi ve kolay seçim yapması hedefleniyor
Karma Grup Regülasyon ve Operasyon Direktörü Didem Altuntaş, bu değişikliklerin temel amacının tüketicilerin daha doğru ve kolay bilgiye ulaşabilmesi olduğunu belirtti. Yeni düzenlemeyle, ürün içerikleri hakkında yanıltıcı görsel veya ifadelerin kullanımına son verilerek, tüketicilerin daha bilinçli kararlar alması sağlanacak. Örneğin, ışınlanmış gıdalarda "ışınlanmış" ibaresi zorunlu hale gelecek, ikame bileşenler ise ürün adında belirgin bir şekilde belirtilecek. Bu sayede, tüketiciler, ürünü ilk gördüklerinde, çikolata yerine kokolin ya da tereyağı yerine margarin almayacak.
Gıda katkı maddeleri ve etiket değişiklikleri
Yeni yönetmelikte, "koruyucu içermez" veya "doğal renklendirici içerir" gibi ifadelerin de kullanımı sınırlanacak. Firmalar, bu tür ifadeleri etiketlerinde kullanabilmek için henüz yayımlanmamış olan "gıda katkı maddeleri kılavuzunu" beklemek zorunda kalacaklar.
Geçiş sürecinde, firmaların eski ambalajlarını değiştirebilmesi için 2026’ya kadar süre verildi.
***
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder