soL "KÖŞEBAŞI" + "GÜNDEM" +Taytsız Cem'in öyküsü, kaldığı yerden..(IV) + Sahaflar Çarşısı(XXXVI) -15 Aralık 2024-

 Taytsız Cem'in öyküsü, kaldığı yerden...(IV)-Melis Gönenç-

Cem Görk, modern dansın liberal içeriğini kültürel ve ekonomik anlamda en iyi kavramış ve bunu önce CPM-İstanbul, ardından Duende Global adlı şirketleriyle yaşama geçirmiş Devlet Balesi dansçısıdır.

Taytsız Cem, İzmirli orta sınıf bir ailenin çocuğu. Konservatuarda bale eğitimini 12 Eylül/YÖK yıllarında alıyor. Bu dönem, ADK’nın Laik Cumhuriyet ile temellenen “yüksek sanat” kurum ve kültür algısının sorgulanmaya başladığı, neoliberal yıllara geçiş köprüsü olan dönemi. İhsan Doğramacı-Ersin Onay ikilisinin kurumu liberalleştirme kararlılığının 12 Eylül şiddetine yaslanarak görünürlük kazandığı karanlık zamanlar… Cebeci’deki tarihi binanın terki, konservatuarların üniversitelere bağlanma dangıllığı, sanatçılara akademik unvan dağıtma görgüsüzlüğü, nicelik tutkusunun yarı-zamanlı statüyü dayatması, okul-kurum ilişki dengesinin tamamen bozulup, piyasaya eleman arzının artışı vb. Kısaca, 1936 ortodoksluğunu aşındırma sürecinin hız kazanışı…

Küçük Taytsız okumayı hiç sevmiyor. Kitaplar onu çekmiyor. Uzun konuşmalar, anlatılar, kurgular canını sıkıyor. Hep bir şeyler yapmak, bir şeyleri yönetmek, kısa sürede başlayıp bitirilecek işlerin çekiciliğine tav olma eğilimi öne çıkıyor. Taklit yeteneği ise ilgi çekmesini sağlıyor. Hayta denemez; yalnızca entelektüel kumaşı yok.  Ama hesap eden, somuta oynayan bir kafası var. Tipik küçük burjuva kültür koordinatlarına sahip: Hesapsız riskten uzak durmak; kendini sağlama almak için merkezde, yönetsel alanda bulunmayı yeğlemek; ilişkilerde geniş yelpaze, somut kazanç ilkesini rehber edinmek; nostaljiden uzak, yükselen değerlere yatırım yapmak; trajik olanı geride bırakmakta ayağına çabuk olmak…

Son derece pragmatik bir yaşam felsefesi… Liberal kültür ve duyarlılığın hammaddesi…

Küçük yaşta bile gözlenebilen bu özellikleri, Taytsız’ın yaşamını klasik dansçı ekseninin çok ötesine taşıyacaktır.

Aile, bu durumda, memuriyet garantili ama “okuma” ve “büro rutini” gerektirmeyen bir alan arar. Bale idealdir. Özellikle erkek dansçılar için konservatuar sonrası DOB sanatçılığı çantada kekliktir. Bir kere oraya kapağı attıktan sonrası ise çocuk oyuncağı...

Ülkede erkek çocukları baleye göndermenin sakıncaları hakkındaki yerleşik sözlü literatür, işleri kolaylaştıran bir etmen; hani neredeyse koltuk değneğiyle yürümeyen her erkek çocuk konservatuvar bale bölümüne hoş gelecek durumda. 

Önce Dokuz Eylül Üniversitesi (DEÜ) Devlet Konservatuarı Bale Bölümü’ne gidiyor. İki yıl okuyor. Ancak bölümün teknik düzeyi epey düşük. Üçüncü sınıfta ADK’ya geçmesine karar veriliyor. Okulun yatılı olması, kararın daha kolay verilmesini sağlıyor.

ADK’daki ilk yılında, zayıf tekniğini hale yola koyabilmek için epey uğraşılıyor. İkinci yıl, Nugzar Magalaşvili (Nukri)’nin sınıfına katılıyor. Sınıf arkadaşlarından biri Cavlak Volkan olacaktır. Kişilikleri, dünyaya bakışları benzerdir. Aynı dönem, aynı torna, aynı ürün… Tek fark, Cavlak’ın sanatsal anlamda çok daha yetenekli oluşudur. Taytsız, ortalama dansçılığı hiçbir zaman aşamayacak, zaten bu yönde bir çabası da görülmeyecektir.

Modern dansın öğrettikleri

O yıllar Rocky/Rambo filmlerinin dünyayı sardığı, “işlenmiş beden”in tek başına “işlenmiş birey” olduğu anlayışının, dolayısıyla da her tür değer ve özgürlüğü hak ettiği liberal yaklaşımının güçlenmeye başladığı yıllardır. “Ben”, “Biz”i geride bırakmaya adaydır. Taytsız Cem baleyi sever ama sıkı ve dar kurallar sepetinin neden biraz daha gevşek dokunmamış olduğunu bir türlü anlamaz. Rahat olmak ister. Sepete çok daha değişik, ilgi çekici şeylerin konabilmesi gerektiğini düşünür. Görünür, renkli, içine alıcı, özgürlük esinleyen falan. Bedene yaslanan hesaplı bir marjinallik, kişiliğine de, ortalama yeteneğine de çok uygundur. Oysa klasik balenin ne ruhu, ne de fiziği buna elverişlidir.

Aradığını modern dansta bulacaktır. O kadar doğru bir adrestir ki… 

Modern dans, Kozmik Beyhan; Kozmik Beyhan da yaşam akışını bütünüyle değiştirecek kutsal Meryem Ana anlamına gelecektir.

Okulu bitirir bitirmez, Kozmik’in POST’unda sahneye çıkar. Aynı yıl DOB’a girer. MDT kurulalı henüz iki yıl olmuştur. O artık MDT ve Kozmik’in ayrılmaz bir parçasıdır.

Yaşamın başarı formülünü ondan öğrenir. Kozmik’in felsefesi oldukça yalındır: “Para sana gelmez, sen paraya gidersin.” Taytsız Cem için öğrenmesi ve yaşanması zor olmayacaktır. Hem de hiç…

Kozmik’in izinden giderek, Murphy’nin dört önemli ilkesinden gireceği sınavı başarıyla verecektir:

  1. Ortalama bir yeteneksen, sahne gerisinin getirisi, sahneninkini çift sayılarla çarpar. Dolayısıyla, sanatın işletmeciliği, kendisinden çok daha çekicidir.
  2. Sanatın yükseği, alçağı olmaz; çok kazandıranı, az kazandıranı olur.
  3. Para yönetsel alandadır. Yönetsel alan ise “merkez”de yer alır. Merkezin bileşenleri içinde inanç/din önemli bir meşruluk göstergesidir. Onsuz olmaz.
  4. Evliliğin her türü, getirisi götürüsüne denk ya da onun altında olmadığı sürece kârlı, yani kutsaldır.

MDT’de bir, iki yıl dans ettikten sonra, işi tamamıyla “yönetsel” alana kaydırır:

2000-2005: MDT Eser Prodüksiyon Sorumlusu, sahne amiri.

2000 ve 2002’de Kozmik’in düzenlediği Dans Platformu koordinatörü.

1. (2002), 2. , 3. ve 4. (2005) Uluslararası Bodrum Bale Festivali Dış İlişkiler ve Sahne Amiri. 5. ve 6.’nın ise Festival Başkan Yardımcısı.

2005-2008: İDOB Bale Bölümü Sahne Teknik Koordinatörü, Eser Prodüksiyon Sorumlusu, Turne Sorumlusu. Söz konusu dönemin, Kozmik’in İDOB’daki sorunlu başkoreograflık dönemini kapsadığına işaret edelim.

2009-2010: İDOB Bale Bölümü Turne Sorumlusu.

2010: İstanbul 2010 AKB Ajansı Sahne ve Gösteri Sanatları Bölümü Prodüksiyon Yönetmeni. Bu bölümün başında Kozmik Beyhan’ın bulunduğunu belirtmiştik. Yine aynı çerçevede, Kozmik’in düzenlediği Dans Platformu’nun Sahne ve Prodüksiyon yönetmeni.

Liste uzayıp gidiyor...

Dikkat çeken üç etkinlik ise Taytsız’ın politico-ticari ilişkilerine ayna tutması açısından anlamlı:

23. Universiade 2005-İzmir: Dünya Üniversitelerarası Yaz Spor Oyunları’nın 23.sü, 11-21 Ağustos 2005’te İzmir’de yapılır. Taytsız Cem, “Türkiye’de bugüne kadar yapılmış en büyük organizasyon” olarak tanıtılan bu etkinliğin açılış ve kapanış törenlerinin sahne amiridir. 

Ülkenin tanıtımını amaçlayan açılış töreni, 131 ülkeden 9934 sporcu ve teknik adamın katılımı dışında, dünyaya canlı olarak da yayımlanmıştır. “Güneşin Doğduğu Yer: Anadolu” adlı devasa gösteride, 200’ü profesyonel, 858 dansçı yer alır. İstanbul, Ankara, İzmir, Antalya balelerinden gelenlerin de dahil oldukları dansçılar değişik tarihsel dönem, figür ve kültürel simgeleri canlandırırlar: Urartular, Lidya, Roma, Bizans, Kibele, Troya, Kommangene, Nemrut, Göktürk, Uygur, Altınordu, Osmanlı, Hezarfen Ahmet Çelebi, Piri Reis, III. Selim, Topkapı Sarayı, Mehter takımı, Kırkpınar güreşleri, halk oyunları… Her şey vardır ama Laik Cumhuriyet ve Atatürk yoktur. Son durak, Osmanlı’dır. Geçmiş ile çağdaş Türkiye sentezinin göstergesi ise Mevlana. Genel Müzik Direktörü Mercan Dede’nin neyi ve müzikleri eşliğinde göğe yükselen bir semazen ve huşu âlemine davet eden 100 kişilik sema gösterisi… 

Neresi mi çağdaş? 

Herhalde Mercan Dede’nin punk saçları ve artık pop-sema mı, elektro-sema mı ya da tekno-sema mı dersiniz, dönüp duran üniversite öğrencileri.

23. Universiade 2005-İzmir. Bir semazen göğe yükselir, 100 semazen döner; “muasır medeniyet” yolu.

İyi de neden Laik Cumhuriyet ve Atatürk yok?

Başbakan Tayyip Erdoğan, bazı AKP’li bakanlar açılışa katılacaktır da…

Tabii, biraz cila gerekiyor: 

“İcra Komitesi Başkanı Taha Aksoy, bir soru üzerine, “milliyetçi öğeler taşıdığı” gerekçesiyle Atatürk’ü koymadıklarını söylemiş. Gösterileri düzenleyen sanat yönetmeninin eleştiriler karşısındaki yorumu da ilginç: “ Biz bunu dünyaya Türkiye’yi anlatan bir şov olarak seçtik. Cumhuriyet döneminin anlatılmamasına ilişkin eleştiriler olabilir. Şovda barışın öne çıktığı bir organizasyonda savaş unsurlarını kullanmak istemedik.” (D. Hasol, Yok Sayılan Cumhuriyet Dönemi, Cumhuriyet, 18 Ağustos 2005)

O genel sanat yönetmeninin kim olduğunu biliyor musunuz?

Organizasyonu üstlenen FYM Creative Group adlı şirketin sahibi Yavuz Özdel. 1974-2000 yılları arasında İDOB dansçısı olup, 1990’da bu şirketi kurarak, piyasa ile bale ilişkisini geleneksel bale dershanesi modelinin dışına taşıyan, ayrıca, 1988’den beri de Dans Akademi Bale dershanesinin sahibi olan tüccar dansçı.

İslamcılar, iktidara gelişleri sonrasında, Laik Cumhuriyet’e bu denli büyük ölçekte, ayrıca bir “yüksek sanat” üyesi tarafından organize edilmiş saldırıyı, doğal olarak, pek takdir ederler. Sözü edilen İcra Komitesi Başkanı Taha Aksoy’u 2007 genel seçimlerinde AKP İzmir milletvekili olarak Meclis’e sokarlar. Yavuz Özdel’in ise önünü iyice açarlar. Oprah Winfrey’in Çırağan’da verdiği en az bir buçuk milyon dolarlık parti türü büyük organizasyonlardan büyük paralar kazanır. İDOB dansçılarına giderek daha fazla “ekstra” sağlayarak, devlet balesinin piyasa ile organik hale gelişindeki kilit isimlerden biri olur.

İşin neoliberal estetiğini, yani, fusion’u da unutmamalı:

Gösteri koreograflarından biri olan Erdal Uğurlu“Şöyle keyif alıyorum burada; karmakarışığız biz burada, semazenler var, balerin arkadaşlar var, halk oyunlarından arkadaşlarımız var. Böyle bir karışım, miksaj belki de ilk kez  oluyor. En önemlisi de 200 tane profesyonel dansçı arkadaşımızın bir araya gelmesi enteresan bir olay.” (Suha Çalkıvik, Dünya, Güneşin Doğduğu Toprakları İzleyecek)

Ya Kozmik Beyhan? O bu işin neresinde?

Kırkpınar şovu var ya; Shaman dans topluluğu onun Pehlivan koreografisini canlandırdı. MDT’ci Yener Turan çalıştırdı.

Laik Cumhuriyet’e posta konacak, İslamcılar not verecek, Mercan Dede olacak, Mevlanacılar cirit atacak, her yeri fusion basacak ve Kozmik olmayacak… İşte buna hayal ötesi denir.

Yeri gelmişken; sizce, Kozmik, Cumhuriyet’e kültürel aidiyeti nasıl algılıyordur?:

[1923 Müzikali vesilesiyle]

Ayşe Arman: Sen bir Cumhuriyet çocuğu musun?

Beyhan Murphy: Türkiye Cumhuriyeti kimliği taşıyan herkes bir anlamda Cumhuriyet çocuğu.” (www.armanayse.com, t.y)

Sanırım, anlaşıldı.

Peki, Taytsız Cem?

İslamcılar nezdinde makbul sanatçı-tüccar listesine adını yazdırmış oldu. Gerisi gelecekti: 

İngiltere Kraliçesi II. Elisabeth’in, 13-16 Mayıs 2008’de gerçekleştirdiği Türkiye ziyareti sırasında verilen resepsiyonun etkinlik sorumlusu. 

Aynı yıl, Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün 3-8 Haziran tarihleri arasında Japonya’ya yaptığı resmi ziyaretin etkinlik sorumlusu.

Bu ilişkiler nasıl mı kuruldu?

Modern dans nelere kadir, bir bilseniz…

Taytsız’ın Kozmik’ten öğrendiği, başarıya götüren dört Murphy ilkesini unutmadınız, değil mi?

Meryem Ana, Meryem Hoca… Akıllı koca 

Taytsız Cem MDT’ye girer girmez Kozmik’in rahle-i tedrisinden geçmeye başlar. İlk ders, mistik dünya inancının inşasıdır. Taytsız’ın o taraklarda bezi olmadığından, hesaplı bir hayranlıkla dinler, etkilenir. Kozmik söylüyorsa, mutlaka bir işe yarayacak demektir. Şakra, enerji, reenkarnasyon, tasavvuf, vecd, Mevlana vb. Taytsız durumu hemen kavrar. Bir ara kafasına Mısır eşarbından sarık türü bir şeyler dolayacak kadar da… Neyse.

İkinci ders, okulda Sovyet kökenli eğitmenlerden öğrendiği kuralcı ve klasik yaklaşımı unutmak, her şeyin her şey ile yan yana gelebilirliğine, iç içe geçebilirliğine yönelik “özgürlükçü” tavrı benimsemektir.

Ve üçüncü ders: Karşı cins ile kurulacak ilişkiler, sınıf atlanmasını sağlayacak nitelikte olmalıdır.

Taytsız üçte üç yapacaktır.

                               Bahar Korçan-Cem Görk. Mutluluğun anahtarı yaş değil, paradır.

Siyasal açılımı olmadığı sürece özel yaşamlara girmiyoruz. Ama burada ciddi bir siyasal ağ var; zorundayız. 

1998 yılındaki Afife için Kozmik’in İstanbul’dan çağırdığı yakın arkadaşı, sosyete modacısı Bahar Korçan altı ay önce eşinden ayrılmış, ruhsal açıdan türbülansa girmiş durumdadır. Kendisinden 12 yaş küçük olup, o sırada 22 yaşındaki Taytsız’a abayı yakması zor olmaz:

“Kızımın babasından boşanalı 6 ay olmuştu. Mutsuz olduğum bir dönemdi. Tek başına bir anne olarak hayatta durabilmek ve bütün o duygusal pozisyonları atlatabilmek çabasında olduğum bir dönemdi. Cem'i o dönem tanıdım. Bir lütuf gibi, varlığına inanamadım… Gerçekten bir sürü mucize var hayatımızda… Cem de benim için bu mucizelerden biri… Yonca Evcimik, benim çok yakın arkadaşım… Bana çok destek oluyordu. 'Nasıl gitti Ankara?' diye sordu. Birini gördüm orada, adı Cem,' dedim. 'Çok tuhaf,' dedim. 'Ateş çıkıyordu gözlerimden,' diye anlattım Yonca'ya. Aşkımın ilk şahidi Yonca'dır.” (T. Tekelioğlu, sabah.com.tr, 11 Temmuz 2009)

Taytsız’ın, kolaylıkla öngörülebileceği üzere, Bahar Korçan’dan çok çabuk etkilenecek olmasının gerekçeleri ise firesizdir: Kozmik’in arkadaşı, zengin ve ünlü:

“Hayranlıkla beklediğimiz bir dizaynır geliyor. Ve o lütuf etti bizim için bir şey yapıyor. Etkilenmiştim.” (A.g.y.)

“Askerdeyken Bahar beni ziyarete geldi. Beyaz bir Mustang sabahın dokuzunda tugaya girdi. Siyah gözlüklü, siyah saçlı bir kadın arabadan aşağı indi. Bütün Tugay bakıyor; kim bu diye.”  (A.g.y)

Kozmik’in asla getirisi olmayan işlere tebelleş olmayacağının önemli bir kanıtı da, Taytsız’ın yolunu açan şu ünlü reenkarnasyon inancıdır:

“Cem, ilk günden itibaren hep bana, 'senin için geldim' der. Ben de O'na, 'Sana inandım,' derim. Reenkarnasyona inanıyoruz: Bu ilk beraber oluşumuz değil. Bundan evvelki yaşamda da beraberdik… Birbirimize çok açığız. Çünkü ben, reenkarnasyona inanıyorum, evrende farklı şeylerin döndüğüne inanıyorum. Bu anlamda baktığımız da bence, bu yaşamımızda biz, birbirimizi hak ettik. Beraber oluşturduğumuz bazı şeyler var. Bu bir hak ediş.” (A.g.y.)

Böyle başlayan yıldırım aşkı, Bahar Korçan’ın oturaklı bir magazin figürü oluşu ve aralarındaki ciddi yaş farkı nedeniyle, magazin dünyasına konu olur. Taytsız’ın umurunda mı? Kozmik’ten öğrendiği altın kuralı uygular: Bu ilişkinin getirisi çok yüksek. Üstelik yaş farkı, doğal olarak, getirinin maksimalize edilmesini sağlıyor:

“Bir sürü zorluk, Bahar'ın ünü, ikimizin birlikte olmaya başlaması, hep başkaları tarafından konu edildi. Hiçbirinden de çekinmedim.” (A.g.y.)

Baba Görk de gayet mutlu. Büyük bir dansçı olamayacağını anladığı oğlunun nihayet sınıf atlayacağına inancı tam:

“Problem şu. Aramızda yaş farkı var. Ben, Cem'den 12 yaş büyüğüm… toplum normlarında olmayacak bir şey. Boşanmışım ve bir kızım var. Cem benden küçük, hiç evlenmemiş. Cem'in babasının yaklaşımı olağanüstü idi. İlk öğrendiği günden itibaren, aynı bizim gibi davrandı. 'Sevmişsiniz birbirinizi önemli olan bu,' dedi ve yürüdü.” (A.g.y.)

Birlikte yaşamaya başlayan çift, 2015’te evlenir. Taytsız 29, Bahar Korçan 41 yaşındadır.

2005 yılı önemlidir; Kozmik’in İstanbul’a gelişi ardından, Taytsız da Ankara’yı terk edip, İstanbul’a, Kozmik’in başkoreograf olduğu İDOB’a gelir. Gelir gelmez de “yönetsel” alana yerleşir. Yukarıda ayrıntısını verdik. Zaten o şekilde anlaşmışlardır; Kozmik başkoreograf olacak, onu da yanına aldıracaktır. Evliliğin de aynı zamana denk düşürülmesi, olası bürokratik engelleri aşmaya yönelik olduğu kadar, şirketleşme hazırlıkları sürecindeki işlevselliği içindir de. 

Taytsız’ın İstanbul yılları, bu iki kadından öğrendiği, ''Para nasıl kazanılır?''ın uygulama yılları olacaktır.

Bahar Korçan’ın geniş çevresi içinde hemen her tür etkili insan vardır: İş dünyasından, popüler sanatçılardan, siyasetçilerden, medya patronlarından, magazincilerden, devlet çarklarına egemen olmaya başlamış İslamcı kremadan, tesettürlü eşlerinden… Korçan için paranın rengi yoktur. İdeolojinin de. Taytsız’ı bu çevreye sokar. İşadamlığı ve ticaretin ilk koşulu, etkili insanlar ile ilişkide olmaktır. II. Elizabeth’ten Abdullah Gül’e uzanan o yolda, Bahar Korçan’ın ve Kozmik üzerinden Mustafa İsen’in ve tabii, kıymetli evliyamız Hacı Ahmet Kayhan Hazretlerinin parmak izlerini saptamak zor olmayacaktır.

Universiade 2005-İzmir’in açılış ve kapanış törenlerindeki rolüne gelince; FYM Creative Group’un patronu Yavuz Özdel, Bahar Korçan ile iş yapmaktadır, onun çevresindendir. Defileler, değişik “event”ler… Nitekim İzmir 2005’te de Korçan ile çalışacaktır. Taytsız da eş kontenjanından projede yer alır. İlk kez bu derece büyük bir organizasyonda bulunmuş, orada adeta staj yapmıştır. Bu işin çok kârlı olduğunu yakından görecektir. 

Korçan ve Kozmik’in itimi ve desteğiyle, 2006’da, kendi şirketi CPM’yi kurar. Reklam, organizasyon, “event” vb. İDOB’daki “bale sanatçısı” kimliğine, işadamlığı da eklenmiş, modern dansın “fıtratı” kemale ermiştir.

Bu şirketin ne tür işler yaptığı ile ilgili birkaç kısa bilgi vermeden önce, Bahar Korçan-Taytsız aşkını tamamlayalım:

“Altıncı hislerim çok güçlüdür. İçten gelen hisle görür görmez Cem'e inandım. Bir an tereddütüm olmadı… Cem'e ilk günkü kadar aşığım, sonuna kadar beraberiz.” (A.g.y.)

Korçan’ın altıncı hissi bayağı yanılacaktır. 2015’te kansere yakalanır. Taytsız ile 6 Haziran 2018’de boşanırlar. 11 Kasım 2021’de yaşamdan ayrılır.

Neden mi boşanırlar?:

“2005 yazında evlenen ve hep örnek gösterilen çiftin mutluluğu, maalesef üç yıl önce Bahar Korçan'a yumurtalık kanseri teşhisi konulunca sekteye uğramış. Bu üç yıllık süreçte Cem Görk, hiç eşinin yanında olmamış ve evlilikleri bu yüzden bitmiş.

Onkoloji Derneği'nden bir arkadaşım; kansere yakalanan kadınların yüzde 65'inin ya boşadığını ya da yalnız bırakıldığını söyledi.

Üstelik bunu yapan erkeklerin yüzde 90'ı şehirli ve eğitimli erkeklermiş. Maalesef Bahar Hanım da, bu yüzde 65'lik dilime girmiş. En çok ihtiyacı olduğu dönemde eşini yanında göremeyen Bahar Hanım, vefasız eşinden boşanmış… Cem Görk'ü Allah'a havale ediyorum!” (B. Cankurt, sabah.com.tr, 12 Haziran 2018)

Bahar Korçan, “Hayatımızda birbirimizi bulmamızla başlayan mucizeler oldu” diyor. Onun cephesindeki mucizeleri bilemeyiz. Ancak, Taytsız’ı, Devlet Balesi’nin en zengin işadamlarından biri yapacak olan CPM ve izleyen Duende şirketleri “mucizesi” gözlerimizin önünde.

                                                     Cem Görk’ün CPM şirketi yüksek sanat soluyor.

Devlet Balesi’nde şirket kültürü

Taytsız, 2006’da kurduğu reklam, organizasyon, “event” şirketi CPM ile iş dünyasına işadamı sıfatıyla adım atar. “Memur sanatçı”lık, resmen “işadamı sanatçı”lığa dönüşmüştür. Yeni Türkiye’nin gerçeği budur. Üstelik eski Türkiye’deki gibi, “baleci ticareti bale dershanesinde yapar” anlayışını fersah fersah aşan bir liberal açgözlülükle.

Bilmeyenler için yazalım: Ticaret erbabı balecilerin en sevdikleri işlerin başında defileler gelir. Hem kolay iştir, hem de güzel para bırakır. Tabii, başka cins avantaları da var. 

CPM şirketi, Bahar Korçan’ın modacılığı ve ilişkilerine yaslanarak, onlarca defile düzenler. Sonrasında çember giderek genişleyecektir. Kuşbakışı örnekleyelim:

Adidas, l’Oréal, Estée Lauder, Jotun, MAC, Volvo, Porshe, Reebok, Swarovski, Swatch, Cacharel, Nuxe,  gibi büyük markalar için düzenlenen “lansman” etkinlikleri, dizi yapımcılığı, ödül törenleri, film galaları, dijital tasarım ve sosyal medya içerikleri… Uzatmayalım. Ama öyle işler yapıyor ki, insan hayretler içinde kalıyor: Çırağan-Kempinski Hotel’de ICBC’nin Tekstil Bank’ı satın alma lansmanı (25 Haziran 2015), bu bankanın Tekstil Bank’ı alarak Türkiye piyasasına girişinin birinci yıl kutlaması (18 Haziran 2016), Antalya Rixos Sun Gate Hotel’de Halkbank yöneticiler toplantıları (11 Nisan 2015, Nisan 2016) vb. Modern dans eşlikli birini izletelim: https://www.youtube.com/watch?v=CxvrYRGHq5M

Taytsız Cem’in CPM şirketi ile Cavlak Volkan arasında bir ticari ilişki var mı?

Bilmiyoruz. Ama CPM’nin sosyal medya hesaplarında, 22 Eylül 2022 tarihli şu paylaşım ilginç:

“Nohlab’ın sunduğu ve koreografisini Volkan Ersoy’un hazırladığı, 5 farklı sanatçının 5 farklı yöntem kullanarak insan bedeninin hareketlerini uzay ve zamanla ilişkilendirdiği 10 dakikalık görsel ve işitsel deneyim olan “5 Movements”, New York Hall Des Lumieres’de sanatseverlerle buluştu.”

Bizim Taytsız’ın işleri gayet gıcır. Siyasal, ticari ilişkilerinden kaynaklanan avantajları fevkalade akıllıca kullanıyor. Ara sıra İDOB’a uğrayıp, gerekli kâğıtlara adını yazdırmayı da ihmal etmiyor. Teşvik, maaş, her tür özlük hakkı… 
Hamd ü senalar olsun! İnsan başka ne ister ki?!

Yukarıda, 2019’da kurulan Duende Global adlı şirketten söz ederken, şöyle demiştik:

“Bu şirketin özelliği, bugün DOB’u İslamcı silahı ile rehin almış bale tayfasının Bermuda Liberal Üçgeni’ni oluşturan üç ismini yan yana getirmiş olması: Milli Tacir, Cavlak ve Cem Görk, nam-ı diğer, Taytsız Cem. Tabii, uzantılarıyla beraber DOB’u ahtapot gibi sarmayı planlıyorlar.”

İşte, bizim Taytsız bu şirketin kurucu ortaklarından.

Peki, ya Cavlak?

Kurucu ortak mı, gizli ortak mı, ya da ikisi de değil mi, rivayet muhtelif. Ancak şurası kesin: Cavlak ile Duende Global arasında sıkı bir ticari ilişki var. 2021 Kasım’ından başlayarak sahneye taşınan, Cavlak Volkan’ın Jazz for Kids’inin yapımcısı bu şirket. Bazı çocuk şarkıları caz formunda çalınıyor, dans ediliyor.

Neden mi caz?

Öncelikle “caz” değil, “jazz”. Sonrasında, “jazz, insana kendini tanımanın ve tanıtmanın yeni yollarını” gösteriyor da ondan.

??????????????

Neyse, belli ki kalın kafalısın. En iyisi şirketin açıklamasını oku:

“Çocuklara özel düzenlemelerle, oda orkestrası eşliğinde çocuklara jazz’ı tanıtan Jazz for Kids hem eğlenceli hem de eğitici bir dünyanın kapısını aralıyor. Her yaştan bireyler için kendini tanımanın ve tanıtmanın yeni yollarını oluşturan jazz, şimdi çocuklara yeni deneyimler sunmak için profesyonel ve keyifli anlar yaratıyor.” (duendeglobal instagram, 2 Nisan 2023)

Cavlak Volkan’ın ticari kumaşı sağlamdır, demedik mi? Her bale dershanesi sahibi gibi hedef kitlesi çocuklardır. Buna bir de cari ve zorunlu kültür normlarından cazı ekledin mi, elbette gösteriler kapalı gişe.

Yoksa Milli Tacir Tan Sağtürk de Duende Global’in ortaklarından mı? Bilmiyoruz. Ortada kârlı bir ticaret olunca, kimin eli kimin cebindedir, izini sürmek kolay olmaz. Milli Tacir’in Bale Masalları etkinliği de Duende Global ile ticari aşk yaşayanlardan. Tan Sağtürk Akademi’nin 52 çocuk sanatçısının performansı olup, özel görseller eşliğinde sunulan bu gösterinin senaryosu Cavlak Volkan’a ait. Hedef kitle yine çocuklar ve tabii, yine kapalı gişe. 

Yeni Türkiye’de yaşıyoruz. Genel Müdür ve yardımcısının ticari ortaklığı olup, piyasada iş yapmalarından daha doğal ne olabilir ki?

Bitmedi, Papagenolar, Wolfie Harikalar Operasında, Ludwig ve Arkadaşları adlı çocuk yapımları da Duende Global’in portföyünde bulunuyor. Her üçünde de Tan Sağtürk Akademi’nin çocukları dans ediyor. Bunların hepsinde Ergen Caner (Akın) belirleyici konumda. Onun Duende Global ile ticari ilişkisi ortaklık boyutunda mı, proje temelli mi? Hangisi olursa olsun, sonuçta, Tan Sağtürk genel müdür olunca, ticari iş ortağı Volkan Ersoy’u yardımcısı, bir diğer iş ortağı Caner Akın’ı da İDOB başrejisörlüğüne oturttu. Bu konuya, ileriki sayfalarda biraz daha yer açacağız.

Duende Global yazımızın konusu olmadığı için, şirketin etkinlik yelpazesi ve alanı ile ilgili diğer ayrıntılara girmiyoruz. Ancak “yüksek sanat”ın liberalleştirilme işlevinde özellikle Murat Cem Orhan ile kurulan ilişkinin çok dikkat çekici olduğunu belirtelim. Murat Cem Orhan’ın ticari kumaşı ve ilişkileri göz önüne alındığında şaşırtıcı olmayan bu birlikteliğin boyutları epey kapsamlı görünüyor. 

Nitekim şirket, Orhan’ın CRR Genel Sanat Yönetmeni olarak atanmasından yalnızca iki hafta sonra kuruluyor ve CRR’ye epey iş yaptığı gibi, Orhan ile CRR dışında da çalışıyor. Şirketin kurucu ortağı Begüm Başbuğ, bir süre öncesine kadar, İBB Kültür Dairesi Başkanlığı Koordinatörü, DOB kökenli Figen Ayhan (Karakelle) ile pek yakın. Figen Hanım, Liberal Orhan’ın CRR’nin başına getirilmesindeki etkin isim. Peki, Liberal Orhan bu şirketin gizli ya da açık ortaklarından mı, yoksa bildik kazan-kazan kepçesi mi?

Her ne ise; Duende Global’in sitesinde öyle bir Murat Cem Orhan tanıtımı var ki, insan gözleriyle görmeden asla inanmaz. Olduğu gibi, fotoğraflı filan verelim de, “Yok canım, sözü edilen mutlaka başka biridir!” kuşkusu doğmasın:

Nasıl ama? 

Büyüleyici neoliberal kuşağımızla gurur duymalıyız.

Ergen Caner, Rengim Gökmen, Tan Sağtürk portrelerini okumak da ayrı bir zevk; müthiş mizahi anlatımlar. Kahkaha garantili. 

Numunelere göz atın:

Caner Akın-Opera Direktörü: Olağanüstü yetenekleri hem sahneyi hem de yönetmen koltuğunu aydınlatan tenor ve opera yönetmeni… Vizyon sahibi bir opera yönetmeni olarak müzik, drama ve sanatsal ifadenin sinerjisiyle hayat bulan büyüleyici anlatıları yönetiyor… Caner Akın’ın sanatı, her adımında ve her aryasında opera dünyasının sınırlarını aşarak, sahnede onun büyüleyici varlığına tanık olacak kadar şanslı olanların kalplerinde silinmez bir iz bırakıyor.”

Rengim Gökmen-Kondüktör: Büyüleyici senfonileri ve sınırlara meydan okuyan besteleriyle geleneği yenilikle kusursuz bir şekilde harmanlayan vizyoner bir orkestra şefi, besteci ve çok boyutlu sanatçı… Müziği görsel sanatlar ve edebiyat alanına dönüştüren yaratıcı bir ruhla… dünya çapındaki izleyicileri büyüleyip…”

Tan Sağtürk-Bale, Koreograf: Türk aktör, balerin ve koreograf…”

Sıra, Türk Halk Edebiyatı antolojisine girmeye aday harika bir masalda.

Haftaya: Arzu Kız ile Koruk Naci'nin öyküsü

                                                                   /././

İlk kadın ressamımız Mihri Hanım -Fide Lale Durak- 

                          *Kapak resmi: Mihri Hanım, Otoportre, 1918-1921

''Mihri Hanım’ın sıra dışı hayatı daha fazla araştırmayı hak ediyor.''

Sanat tarihinde kadının yeri azdır ve bu durum sadece ülkemizle sınırlı olmayan bir sınıflı toplum sorunudur. Örneğin Avrupa modern sanatının, erkek ressamlar üzerinden anlatıldığı kolayca farkedilebilir. Bunun bir nedeni kadınların görmezden gelinmesiyken diğer bir nedeni de erkek sanatçı sayısının kadınlardan daha fazla olmasıdır. Genel olarak erkeklerin eğitim görme, iş hayatına atılma, evin dışında bir yaşama sahip olma gibi özgürlükleri daha fazla olduğu için herhangi bir mesleğe sahip erkek sayısı da otomatik olarak daha fazladır. İşte tüm bu zorluklar varken, erkeklerin egemen olduğu entelektüel alanda sıra dışı yaşamı, cesareti ve yeteneği ile öne çıkmış bir kadındır Mihri Hanım.

Mihri Hanım, 1886 yılında İstanbul Kadıköy’de, Rasim Paşa Konağı’nda dünyaya gelir. Anne ve babası Abhaz-Gürcü’dür. Babası Dr. Çerkez Ahmet Rasim Paşa, Askeri Tıbbiye’de Tıbbiye Nazırıdır. Aristokrat bir ailenin imkanlarına sahip bir çocuk olarak edebiyat, müzik ve resim dallarında eğitim alır ama en çok resme ilgi duyar. Bu yüzden eğitimine resim üzerinden devam eder.

Mihri Hanım’ın eğitimindeki kırılma noktalarından biri, II. Abdülhamit’e bir resmini hediye etmesi ile yaşanır. Bu sayede genç yaşta saray ressamı Zonaro’nun Beşiktaş’taki atölyesinde öğrenci olur. Böylece ilk kadın ressam olarak anılmasını sağlayacak üretimlerine başlar ve sanat çevrelerinde tanınır. 

Mihri Hanım, özgür ruhludur. Hayatına dair birbiriyle çelişen efsanevi bilgiler vardır. Bir kaynağa göre on yedi yaşında bir müzik dinletisinde tanıştığı İtalyan kökenli müzik şefine âşık olup peşinden sahte pasaportla Roma’ya kaçmıştır. İtalya’da bir süre kalmış sonra sanatın merkezi Paris’e geçmiştir. Sanatçıların ve devrimcilerin mekânı Montparnasse’da hem evi hem atölyesi olarak kullanacağı bir daire tutup, bir odasını öğrencilere kiraya vererek ve yaptığı resimleri satarak geçimini karşılamıştır. Kiracılarından biri, Sorbonne’da siyasi bilimler öğrencisi olan, âşık olup evleneceği Selami Müşfik Bey’dir. Böylece Mihri Hanım evlendiği kişinin adını da alarak, uzun süre öyle bilineceği Mihri Müşfik adıyla resimlerini imzalamaya başlamıştır. Bir süre sonra New York’a taşınmış ve bohem bir yaşantının içinde tek başına ölüp, kimsesizler mezarlığına gömülmüştür.1

Bir diğer kaynak ise şöyle anlatır: Mihri Hanım, Avrupa’ya Abdülmecid Efendi’nin desteğiyle kendi başına gitmiş, Paris’te Selami Müşfik ile evlenmiş, bir ara İstanbul’a gelmiş ve Birinci Dünya Savaşı’nın ardından tekrar Paris’e dönmüştür. Baltık ülkelerinden bir prens ile birkaç ay fırtınalı aşk yaşayıp, ayrılmalarının ardından ABD’ye gitmiştir. New York’ta genişçe bir apartman dairesini yine hem evi hem atölyesi olarak kullanmak üzere kiralamış ve tanınan bir ressam olmuştur. Eserlerinin satışından iyi para kazanmış ve hatta İkinci Dünya Savaşı sırasında “War Magazine” dergisinin kapak resimlerini yapmıştır. Söylenenlere göre, Beşinci Caddedeki büyük dairesinde “Muhteşem Gatsby” tarzında çılgın partiler vermiştir. İkinci Dünya Savaşı sıralarında Maine’de yaşayan varlıklı bir Amerikalı ile evlenmiş, Maine ve New York arasında yaşamaya başlamıştır. 1950’de vefat ettiğinde, kendi vasiyeti üzerine cenazesinde kimse bulunmamış, sade bir törenle Maine’e gömülmüş ve sonradan bir mektupla herkes bilgilendirilmiştir.2

Bu hikayelerden hangisi yaşanmıştır bilinmez ama her ikisinde de ortak ve Türkiye tarihi için önemli olan kısımların üzerinde durmakta yarar var. Bunlardan ilki, Mihri Hanım’ın 1913 yılında İstanbul Darülmuallimat’ta (Kız Öğretmen Okulunda) resim öğretmenliği yapması ve 1914’te İnas Sanayi-i Mektebi’nin açılmasında büyük rolünün olmasıdır. İnas Sanayi-i Mektebi’nde hem öğretmenlik hem de yöneticilik yapmıştır. Salih Zeki Bey ve Ömer Adil Bey’den sonra okulun müdürlüğüne atanarak, ilk kadın yönetici olmuştur. Öğrencilerin nü modelden çalışmalarını ve ilk kez toplu bir sergi açılmasını sağlamış, ayrıca Nazlı Ecevit, Aliye Berger, Fahrelnisa Zeid gibi önemli kadın ressamların yetiştirilmesinde katkısı olmuştur. 

                                            İnas Sanayi-i Nefise Mektebi öğrenciler nü modelle, 1920’ler

1918 yılında Şişli’de yaşamaktadır ve evinde on gün sürecek bir sergi açar. Serginin ardından yayımlanan bir yazıda sergiden şöyle bahsedilir: “… Yalnız dikkate şayan gördüğümüz bir noktaya işaret etmek istiyoruz. Sergiyi ziyaret eden herkes hemen umumiyetle bütün takdirlerden evvel hayretini söylüyor: Bizde bir kadın sanatkarın hususi ve sırf şahsi teşebbüsleriyle memleketimizin en fazla yabancı olduğu bu sahada bu kadar muvaffakiyeti bütün tasavvurların fevkinde harikuladelik gösteriyor.”3

Mihri Hanım’ın bir otoportresinde, figüratif resimdeki ustalığı hissedilir. 140x70 cm boyutlarındaki görece büyük sayılabilir portre, karton üzerine pastelle yapılmıştır. Mihri Hanım kendisini siyah bir tülün arkasında ancak tüm makyajı hissedebilecek şekilde, açık boynunda inci kolyesi ve bir ayağa önde cesur duruşuyla resmetmiştir. Yaşadığı dönemdeki kadın imgesi için oldukça yenilikçi ve öncü bir duruşu vardır.

             Mihri Hanım, 1908-12 arasında yaptığı tahmin ediliyor, Otoportre, İş Bankası Koleksiyonu

Mihri Hanım, erkeklerin sayıca üstün olduğu entelektüel alanda dikkat çeken bir kadındır. İttihat ve Terakki kadrolarıyla yakın ilişkileri vardır. Edebiyat-ı Cedideci şairlerden dostları da çoktur, yaptığı portrelerde bu yüzlere sıkça rastlanır. Özellikle Tevfik Fikret’le olan arkadaşlıkları Ruşen Eşref Ünaydın’ın anılarına yansır ve Tevfik Fikret’in Mihri Hanım’dan şöyle bahsettiği anlatılır: “yukarıda bir hanım var. Resimler yapıyor. Bilseniz Rübab’ı o kadar güzel yorumluyor ki, yazdıklarım bu kadar anlamlı mıymış şaşırıyorum.”4

Mihri Hanım, 1915 yılında Tevfik Fikret öldüğünde yüzünün ve sağ elinin kalıbını alır. Büyük ihtimalle bu geleneğe Avrupa’da şahit olmuştur ve dostunu ölümünden sonra sonsuz bir anıya dönüştürmek ister. Türkiye’de bu yöntemle yapılan ilk mask olduğu söylenir. Mask, şu anda Aşiyan Tevfik Fikret Müzesinde görülebilir.

                                                    Mihri Hanım, Tevfik Fikret Maskı

Mihri Hanım Mustafa Kemal’in de dostudur ve Cumhuriyetin ilanından sonra Atatürk’ün portresini yapan ilk Türk ressamdır. Mihri Hanım’ın yaptığı ve üç metre yüksekliğindeki bu portrede Mustafa Kemal mareşal üniformasıyla gösterilir. Bu resmin başından çokça macera geçecektir. Önce resim, Yugoslavya Kralı Alexandre’nin büyük bir portresini imzalayarak Atatürk’e göndermesine karşılık olarak Yugoslavya’ya gider. Sonra, II. Dünya Savaşı’nda Belgrad’ın tahrip olmasıyla kaybolur, ancak 1990’larda tekrar ortaya çıkar. Ancak resmin şu an nerede olduğu ile ilgili bir bilgiye ulaşmak mümkün görünmüyor.

                                                      Mihri Hanım, Atatürk Portresi

Mihri Hanım’ın sıra dışı hayatı daha fazla araştırmayı hak ediyor. Sadece dönemine göre aykırı bir kadın olması bile merak uyandırıcı olsa da bu araştırmayı asıl gerekli kılan, onun ülkemizin tarihine bıraktığı izlerin üzerine bir sis perdesi örtülmüş olması.  

                                                                 /././
Ev Karadır -Ayşe Süzük-
''Suriye düştü, Su-ri-ye’ye girdi emperyalizmin ve dâhi mahşerin dört atlısı… Getiriyor ölüm, kan, kıtlık, acı, salgın ve savaşı.''

İçime bir yitiklik çöreklendi bir türlü gitmiyor. İki hafta sonra yeni bir yıl gelecek ve ardımızda bıraktığımız yirmi dört, yirmi beşe akacak. Çeyreğini bitirmiş olacağız yirmi birinci yüzyılın. 

Zaman nedir?

Bendeki yitiklik duygusu zamanla ilgili değil, hayır. Bu ıssızlık, çaresizliğin beraberinde getirdiği bir şey olmalı. Bir nevi yas içindeyim, evet. Suriye’de olup bitenler beni düşündüğümden daha çok etkiledi.  Füruğ Ferruhzad’ın söylediği “Beni buraya kader getirdi, kalbim acıdan çatlıyor.” dizelerindeki kuyu gibi. Kuyu öyle derin ki sesimi duyuramıyorum, bir yankı odasındayım da sözlerim yeniden bana geliyor sanki. Kocaman bir yalan içinde nefes alamıyorum. Gorgo sürüleri karanlıktan parlayan yağlı ve kalın derileri, Toyota kamyonetleri, motosikletleri, silahları, siyah sakalları ve çatal dilleri ile ava çıkmışlar. Karanlığın kapıları açılmış, Pandora’nın kutusu açılalı çok oldu. Tekinsizlik, tedirginlik, korku, huzursuzluk, endişe ile çepeçevre sarılmış kötü bir alacakaranlık filminden gözlerimi bir türlü alamıyorum. 

Dilim tutuldu. Giderek pelteleşen bir pıhtı atmasıyla akıyor düşüncelerim düzensiz ama bir o kadar öfkeli. İsyanım durmuyor, giderek kekeme oluyorum, çok hızlı düşünüyor ama söze dökerken kelimeler kifayetsiz kalıyor. Konuşamıyorum, sayıklamalar içinde ocağımıza incir ağacı dikenleri, umudu elimizde alanları, şıvgalarım kıranları…

Culani’nin başına ödüller konmuştu, hani? 

PR lazım, yani public relation yani halkla ilişkiler, buyrunuz, elbette şirket yönetir gibi yönetmelisiniz zaten koca Suriye’yi sahibinin sesi olarak ama arada duyurmalısınız gür sesini mezhepçiliğin, din adına aldatmalısınız, din ile aldatmalısınız. 

Culani’nin başına ödüller konmuştu, hani? 

Yine mi demokrasi götürmek istediniz yine mi? 

Ey, emperyalizmin kara çeteleri, kudretli gorgoları, kara kralları? Kararınız bu mudur?

Yine mi kamaştı dişleriniz?

Hani sizin:

Kırmızı mı dersiniz kıpkırmızı mı bültenlerinizde boy boy aramalarınız olmuştu, iri laflarınız, yalanlarınız ile bezeli, hepimizi aptal yerine koyan sözleriniz, sivri dişlerinizden kan sızarken dudağınızın kenarından bir çocuğun koparırken başını sonra bir Gazzeli çocuğun yıkıntılar arasından kurtarılmış kan sızan alnından gün ışığına çıktığında kucağında toz içinde griye dönmüş titreyen bir kediyi görünce ağlamak gelmişti ve idrak etmiştir belki ötekiler demiştim, Ölenler Gazze’de, bebekler, çocuklar, kadınlar, bizim insanlarımız onlar orada emperyalizmin azgın saldırıları karşısında yapayalnız olurken biz burada, Türkiye’de nasıl rahat edelim derken sonra Suriye düştü. 

Ne olacak şimdi Suriye’de? 

Demokrasi geldi, rahat mı edelim?

Çocuklar gülecek diye sevinelim mi bundan böyle?

Yoksa ölecek mi anneleri çocukların? 

Suriye düştü.

Sınırlarımız, sınırlarınız, sınırları… 

Mezarlıkta ıslık çalmada baykuşlar.

Suriye düştü, Su-ri-ye’ye girdi emperyalizmin ve dâhi mahşerin dört atlısı… Getiriyor ölüm, kan, kıtlık, acı, salgın ve savaşı. Çırpınıyor burada bir dost, diyor yağma var, ülkem diyor gitti elden, ağlıyor, ağlıyor, uyuyamıyor geceler boyu, sesini duyuramıyor, eli ermiyor gücü yetmiyor, ülkem benim güzel ülkem, musluk demirlerini bile, su saatlerini bile yağmalamadalar, laik bilimcileri öldürmedeler, köle pazarları mı açılmış yeniden, ah kadınlarım, ah çocuklarım. Liberal ekonomiye geçerken özgür yeni dünya, kaçınca diktatör dedikleri Esed, sanki ondan bin kat fazla yıkım getirmiyorlarmış gibi demokrasi havarileri, işte onlar hesaplar, kitaplar, masa başı düşünmeleri, emperyalist paylaşımlar Ortadoğu’nun şafağı gelmeden kapkara yoksullukla sersemlemiş halklar, cüzzamla yoğrulmuş evlere giren taşeronun taşeronu din bezirgânları, işte dediler liberal ekonomi ile özelleştireceğiz patronlar para istiyor, neden demokrasi götürülür ki zaten Ortadoğu’ya, dert yeşil dolarcıklar olmasa?

Neden demokrasi götürülür ki zaten Ortadoğu’ya?

Söyleyin bakalım, en fazla kim tam puan alacak bu soruya?

Ilımlılık perileri bir yere kadar. Culani’nin karşısında örtmeli kadınlar başını ve hâkimler ve savcılar asla kadın olmamalı en baştan. Dur hele gelir sırası diğerlerinin Taliban’ı da beğenmiştiniz bir vakitler hani yetiştirmiştiniz ya onu. Bunların bin Ladinleri olur, Usameleri, Vahhabileri, yeşil kuşaklıktan kara kuşaklığa yükselişleri olur sıvazladıkça başlarını Coniler…

Bugün peki? 

Demokrasi götürerekten, sekerekten tek tek: Afganistan İslam Cumhuriyeti'nin 2021 Taliban saldırısı sırasında fiilen çöküşünün ardından, Taliban ülkeyi İslam Emirliği olarak ilan eder bir kız çocuğunun düşer iki damla gözyaşı çağıldamadan önce. Kadınlar kara burkanın ardında mahkûmken yaşamaya orada burada nerede sahi o anlı şanlı demokrasi götürmeleriniz mesela Suudi Arabistan’a neden olmaz da…  Kankalık başkadır hâliyle dolarlar milyar dolarlık balyalarda istiflenirken Gazzeli kedili oğlan çocuğunu düşünecek değilsiniz ya a efendiler, kız çocuklarını, hayatlarını çaldığınız bal gözlü bebeleri, laf mı şimdi benim ettiğim.  

Deli gömleği bize düşen mi, sesime ses veren mi? 

Yok mu? Susmuş mu?

Sözler, ah! O sözler yok mu? Hiçbir şey söylemeyen ya da insanı can evinden vuran o sözleri duydukça susayım diye diye, dört maymunu oynamada herkes, itler salınmış taşlar bağlanmış, peki, karanlıkmış, peki…

“Allah’ım güvercinin ruhunu vahşi hayvanlara emanet ettiniz!”

Ve sustuk bağrışa bağrışa

“Güvercinler gibi bağrışıyoruz adalet için ama kimse duymuyor bizi…”

Orada mısın? 

Çok karanlık…

Bu karanlıkta yalnız yürünmez.

Geldiysen ıslık çal.                              /././

Sahaflar Çarşısı(XXXVI)-Yasemin Kokusu romanı ve Ortadoğu'da bir geleceği yeniden düşlemek -Özkan Öztaş-

Sahaflar Çarşısı'nda bu hafta Yusuf Şaylan ile birlikte Gilbert Sinoué’nin Yasemin Kokusu ve aynı kitabın ikinci cildi olarak yayınlanan Taşların Çığlığı kitabını konuşuyoruz.

Halep, tarih boyunca kızıl saçlı bir kadına benzetilirmiş. Savaş öncesinde görebilenler ne şanslı, diyor gidip gelenler. Ancak bugün o kızıl saçlı tarihi şehir ve hemen cenubunda yer alan Şam tarihinin en zor zamanlarından birini yaşıyor. 

Levant kelimesi Latince'de "doğmak" fiilinden geliyor ve "doğu" anlamında kullanılıyor. Fransızcada Lövan diye okunuyor. Akdeniz’in doğusunda Arap halkları yüz yıllardır bir tarihin en zorlu anlarına tanık oluyor. Geçtiğimiz hafta bugün Şam’da İslamcı çetelerin iktidarı alması bu zor anlara bir çentik daha atmış oldu. 

Yusuf Şaylan ile birlikte bu hafta Ortadoğu’dan bir kitap üzerine konuşmayı düşündük. Gilbert Sinoué’nin Yasemin Kokusu ve aynı kitabın ikinci cildi olarak yayınlanan Taşların Çığlığı kitabını konuşmak için buluşuyoruz. Şaylan, omzunda taşıdığı bez çantasında konuyla alakalı kitapları almış. Söyleşimize başlamadan önce notlarını ve kitapları masaya diziyor. Çaylarımız geliyor ve “Haydi başlayalım” diyor. 

Başlıyoruz. 

Yasemin kokulu sabahlar

Gilbert Sinoué Mısırlı bir yazar. Fransa’da yaşayan yazar anlattığı öykülerle Ortadoğu tarihinin yüz yıllık kesitini yansıtıyor. 1900’lü yılların başında başlayan ve beş ayrı aile üzerinden anlatılan öykü 2005 yılına kadar geliyor. Kitabın “Yasemin Kokusu” adını taşıyan ilk cildi öyküyü 1950’li yıllara kadar getiriyor. 

Kitabın adı da kıymetli bir tercihten belirleniyor. Yasemin kokusu esasında Ortadoğu’da en çok bilinen kokuların başında geliyor. Akdeniz’in doğusunda, içine Kıbrıs adasını da alan bölgede yasemin kokusu en çok öne çıkan imge. Sadece edebiyatta ya da sanatta değil gündelik hayatta da öyle. Yasemin, çayı demlenen, odalara ve kumaşlara kokusunu veren bir bitki. Bu durum haliyle de kültüre yansıyor. 

“Yasemin kokulu sabahlar”. Arapça bir günaydın deme biçimi olarak kullanılıyor. Sabah el fol, ya da massa el fol olarak kullanılan ifade sokaktan geçen birine “Yasemin kokulu günaydınlar” olarak kullanılıyor. Romanımız aslında bu kokunun yerine barutun, beyaz kumaşlara bulanan kanın öyküsünü anlatıyor. Ve fakat sadece acıyı ve kederi değil aynı zamanda direnişi ve mücadeleyi de anlatıyor.

Yasemin Kokusu ve ikinci cildi olan Taşların Çığlığı kitaplarına ek olarak Yusuf Şaylan İhtiyara Suikast kitabını da öneriyor.

Kaybeden bir ülke ve kaybedilen bir halk

Roman Iraklı, Suriyeli, Filistinli, Mısırlı ve İsrailli ailelerin gözünden bir Ortadoğu tarihi anlatıyor. Yusuf Şaylan söz bu ülkelere ve aileleri üzerinden ülkelerin kaybettiği şeylere gelince Rıza Kabbani’nin bir şiirini okuyor. 

“Sus ey Şehrazat.  

Sus ey Şehrazat.  

Sen bir vadidesin...  

Hüzünlerim başka bir vadide  

Biri aşk macerası peşinde  

Diğeri vatanını arıyor küller altında...  

Sen... ey kadınım,  

Çok şey kaybetmedin,  

Ben bir tarih kaybettim  

Bir halk...  

Ve bir ülke…”

Şiirde geçen ifadeler ve duygular Suriye’de yaklaşık 14 yıldır yaşananları anımsatıyor. Sadece Suriye mi? Irak’ta, Filistin’de, Lübnan’da yaşananlar daha mı farklı?

Şaylan söze giriyor konu buraya gelince:

Mutluluk, çoğu zaman, beyaz kağıt üzerine beyaz mürekkep ile yazılır diyor romanda acılardan bahsederken. Ama kitaba eşlik eden bir direniş ruhu hep yer almış. Üstelik hep ‘işte bitti buraya kadar’ denilen yerlerde yeşeren bir direnişten bahsediliyor. Hatta bu hüzün ve keder o kadar çok yer etmiş ki Arap halklarında kitapta bu durum ‘Hüzün olmayan yerde bülbüller geğirmeye başlar.’ diye ifade ediliyor. Ne garip değil mi bu ifadeler? Yani acı ve keder evet hep var bu topraklarda. Ama buna eşlik eden bir mücadele ve direniş öyküsü de var. Rıza Kabbani Beyrut için ‘Ben bir tarih kaybettim, Bir halk… Ve bir ülke…’ derken aslında hem kendisinden önce yazılmış hem de kendisinden sonra yazılacak acılara tercüman olmuş oluyor.

Tarih kitaplarındaki cinayet takvimi

Kitabın bir bölümünde Oscar Wilde’ın bir sözü tekrar ediliyor. “Tarih Kitabı altında, çocuklarımıza dünyanın cinayet takvimini öğretiyoruz” diyor romanın kahramanlarından biri. 

Bu cinayet takviminden etkilenmeyen yok. Araplar, Yahudiler, Türkler, Kürtler, Ermeniler ve daha nicesi. Ortadoğu’da emekçilerin yaşadığı trajedilere gelince söz Falih Rıfkı Atay’ın Zeytin Dağı kitabındaki Ahmed bölümünü hatırlatıyor Yusuf Şaylan. 

“Bak bu kitabın şu bölümünde ilginç bir hikaye var” diyor ve kitaptan sayfaları karıştırıyor. Falih Rıfkı’nın Ahmed’in öyküsünü anlattığı bölüme gelince parmağını hikayenin olduğu yere getiriyor ve gözlüklerini yeniden yerleştiriyor burnunun ucuna. 

Ahmed Birinci Dünya Savaşı’nda gidiyor güney cephelerine. Osmanlı askeri.  Ama geri dönmüyor tabii. Annesi tren garında gelen askerlere soruyor Ahmed’i. 'Ahmed’imi gördünüz mü?' diye soruyor annesi. Bak yazar şu ifadelerle anlatıyor bu yaşananları” diyor Şaylan ve kitaptan bir pasaj okuyor:  

İstasyonda bir kadın dur­muş, gelene geçene: - Benim Ahmed'i gördünüz mü? diyor. 

Hangi Ahmed'i? Yüz bin Ahmed'in hangisini? Yırtık basmasının altından kolunu çıkararak, trenin gi­deceği yolun. İstanbul yolunun aksini gösteriyor: - Bu tarafa gitmişti, diyor.

O tarafa? Aden'e mi, Medine'ye mi, Kanal'a mı, Sarı­kamış'a mı, Bağdad'a mı? Ahmed'ini buz mu, kum mu, su mu, skorpit yarası mı, tifüs biti mi yedi? Eğer hepsinden kurtulmuşsa, Ahmed'ini görsen, ona da soracaksın: - Ahmed'imi gördün mü? Hayır... Hiçbirimiz Ahmed 'ini görmedik. Fakat Ah­med'in her şeyi gördü. Allah'ın Muhammed'e bile anlata­madığı cehennemi gördü.”

Susuyor ve “Allah'ın Muhammed'e bile anlata­madığı cehennem” cümlesini tekrar ediyor kitabı masaya yeniden bırakırken. 

“Ortadoğu’da bu hikayeler dönüyor dolaşıyor ve yeniden tekrar ediyor sanırım” diyorum Şaylan’a. “Evet" diyor. "Ama yalnızca trajedi değil. Mücadele de öyle” diye yanıtlıyor. 

‘Güneş alan her varlık değişir, dağlar bile…’

"Dünyayı kötüler değil, hiçbir şey yapmadan onları seyredenler felakete sürükleyecek" diyor Albert Einstein. Yazar da kitabın bir yerinde bu alıntıyı yapıyor. Ama kötü dediğin de ilelebet kalacak değil, diye de vurguluyor. 

“Evet zor zamanlardan geçiyor insanlık. Özellikle de Ortadoğu halkları. Ama bak yazar ne güzel anlatmış” diyor Şaylan ve Yasemin Kokusu romanından bir bölüm açıyor:

“Güneş alan her varlık değişir, dağlar bile. İmparatorlukların ömrü insan ömründen kuşkusuz daha uzundur, ama kaderleri aynıdır. Onlar da ölümlüdür diye’ anlatıyor İbn-i Haldun. Yazar da bunu kaynak gösteriyor. Evet kötüler de ölümlü. Bunu akıldan çıkarmamak gerekiyor. Yaşayan ve yaşatan tek şey kötülere karşı direniş. İnsanlık belki bir şeyler daha kaybetti. Ama esas yenilgi mücadele duygusunu kaybedince oluyor” diyor Şaylan.

“Hiç karamsarlığa kapılmıyor musun?” diye soruyorum Şaylan’a: “Geçen pazar günü ne hissettin?”

Önce düşünüyor. Çayından bir yudum daha alan Yusuf Şaylan azıcık düşünüp şöyle başlıyor söze. 

“Dünya daha kötü ya da benzer dönemlerden geçerken hiç kimsenin ummadığı bir yerde, Sovyetler’de bir devrim gerçekleşti. Lenin de biraz bu umulmayan yeri gerekçelendiriyor, izah etmeye çalışıyordu. O kimsenin ummadığı coğrafyada yaşananlar dünyaya ve insanlığa umut oldu. 

Kim bilir. Belki de bizler de Ortadoğu’nun umulmayan ülkesiyizdir. Çok çalışıyoruz. Elbet bir karşılığı olacaktır bunca mücadelenin” diye yanıtlıyor soruyu gülümseyerek. 

Notlarını katlıyor ve gözlüğünü çıkarıyor. Bu hafta Yasemin Kokusu ve Taşların Çığlığı ile Ortadoğu tarihine bakmaya çalıştık. Haftaya başka bir konuda buluşmak üzere vedalaşıyoruz. 

                                                              /././

Suriye düştü, ama kime düştü?-Serdal Bahçe-

''Türkiye’yi emperyalist senaryolara ortak eden her türden adım hem toplumsal bütünlüğüne hem de güvenliğine zarar veriyor.''

Topu topu 10-12 gün içinde saldırıya geçti HTŞ ve Orta Doğu’daki son Baas rejimini çökertti. Suriye son noktaydı, bugün Orta Doğu’da İsrail ile sınırı olan ve onu rahatsız edecek hiçbir siyasi unsur kalmadı. Kuşkusuz kısa vadede İsrail ve Amerikan emperyalizmi için bir zafer bu. Ancak tarih yenilgiler ve zaferler arasındaki gerilimli bir sarkaçla ilerler, daha bitmedi. 

Baasçılık anti-emperyalist, anti-monarşist ve seküler bir ideoloji olarak doğdu, Orta Doğu şartlarına uyum sağlamış ilerici bir burjuva ideolojisiydi. Ancak burjuvazinin her ideolojisi gibi geri dönüş ve çürüme dinamiklerini içinde barındırıyordu. Nitekim iktidara geldiği Irak ve Suriye’de ve etkili olduğu başka Arap ülkelerinde hem İslamcı, monarşist ve emperyalizmle uyumlu siyasi akımlarla çatıştı, hem de kendi solunu budadı. Suriye ve Iraklı komünistler Baasçı iktidarlar döneminde sürekli ezildiler (ve uluslararası mülahazalar dolaysıyla Sovyetler de bu konuda sessiz kaldı). Baasçı yönetimler zaman içinde yozlaştılar, siyasi ikbal ile ekonomik birikim arasındaki bağı kurar hale geldiler. Ama neticede radikal Arap ideolojisi olarak Baasçılık ilerici bir öze sahipti. 

Suriye son duraktı. Bu plan önce Irak’ta uygulandı. Irak’ın Kuveyt’i işgaliyle ilgili istihbarat belgeleri şimdi ortalara dökülüyor. Emperyalist merkezler Irak’a açıkça “sen git al, sesimizi çıkartmayacağız” demişler. Oysa Irak’ın çözülme süreci tam da o işgalle başladı. Sesimizi çıkartmayacağız diyen emperyalistler ve bölgedeki her gerici rejim, Türkiye de dahil, Irak’ın üstüne çullandılar. Sonra Clinton dönemi ambargosu geldi. En temel tüketim maddelerine ve ilaca bile ulaşamayan, uluslararası piyasalarda petrolünü satamayan Irak uzun ambargoda iyice çökertildi. 2003 yılında başlayan işgale direnecek gücü kalmadı. Türkiye tüm bu hikayenin her bir adımında kolaylaştırıcı olarak yer aldı. Hatta uzun vadeli sonuçları itibariyle kendisini çok kötü etkileyeceğini bile bile yer aldı (emperyalizmin ipine takılmak böyle bir şey işte). Sonunda Irak yağmalandı. Müzeleri yağmalandı, petrolü yağmalandı, hafızası yağmalandı, kurumları yağmalandı ve ülke olmaktan çıktı. Şii ve Sünni Araplar ve Kürtlerin arasında şeklen kurulan istikrarsız ve şiddet yüklü, her ana parçalanmaya hazır bir gevşek federasyona dönüştü. Şimdi Irak’ta herkes var ama bir devlet yok. Şiiler var, gerici İran’a yakınlar. Sünniler var, her türden gerici ideolojinin kucağında, İŞİD ve El Kaide gibi örgütlerin mayalanacağı bir toplum yarattılar. Kürtler var, uzunca bir süredir Amerikan emperyalizminin ve İsrail’in yanındalar. Herkes ve her şey var, ama Irak yok. 

Libya bugün kabileler ve farklı yönetim unsurları arasında bölünmüş bir kaotik yapıdır. Amerikan emperyalizmi orada, Fransız emperyalizmi orada, İtalyanlar orada, Almanlar orada,  genç Rus emperyalizmi orada, AKP’nin yeni Osmanlıcılık hayalleriyle donanmış Türkiye orada; herkes orada ama Libya yok. Barrack ve Hillary Libya yok edilirken canlı seyretmiştiler. Şimdi ortaya çıkan kaosun suçunu birbirlerine atıyorlar. 

Tunus’ta Burgiba’nın ilerici ideolojisinden ve yönetiminden geriye ne kaldı? Hiçbir şey. Mısır son büyük Arap Cemal Abdül Nasır ile mükemmel bir momentum yakalamıştı. Mısırlı radikal tarihçiler yeni bir Kavalalı Mehmet Ali geldi diyorlardı. Şimdi yerinden kıpırdayamayacak bir ülke, radikal İslamcıların fink attıkları bir mezbele. Yemen baştan aşağı istikrarsız ve her an emperyalistlerin, İsrail’in ve Suud gericiliğinin istilasına uğrayacak bir hedeften başka bir şey değil. Gazze İsrail faşizmi tarafından neredeyse yok edildi. Batı Şeria bu gidişle bütünüyle işgal edilecek ve oradaki Filistinliler de Gazze’dekilerin kaderine uğrayacaklar. Yerlerinden edilecekler, kırılacaklar kitleler halinde, ve sürgüne gidecekler. 

Adı Muhammad El Culani değilmiş, o sadece savaşta kullandığı takma admış. Şimdi AKP yanlısı medyada ve körfezin gerici emirliklerinin finanse ettiği görsel basında bir tür “özgürlük kahramanı” gibi lanse ediliyor. Gerçek adı Ahmet El Şara imiş. Geçmişte Suriye’de patlak veren bir gerici isyandan sonra Suudların toprağına kaçan bir aileden geliyor. Tahminen Suudların toprağında iyice endoktirinze olmuştur. Suriye’ye geri dönmüş. Sonra da gitmiş ve İkiz Kuleleri patlatarak bir sürü insanı öldüren El Kaide’ye girmiş. El Kaide Amerikan askeri desteği ve Suud finansmanıyla yaratılmış cihatçı bir örgüttür. 

Bir ara not. Tüm bu İslamcı cihatçıların kökeni Afganistan’daki Sovyet askeri varlığına karşı mücadele dönemine kadar gider. Daha açık konuşalım; cihatçı terörünü Amerikan emperyalizmi bile isteye kendisi yarattı. Sovyetler çözülüp gittikten sonra da organik bağını kopartmadı. İkiz Kuleleri vuranların ağababaları CIA, Pakistan istihbarat servisi tarafından ve (malum Çin-Sovyet yarılması nedeniyle) Çinlilerin finansmanı ile eğitilmiş, Sovyetlere kaşı savaşmış kişilerdi. Kısacası bu canavarı Amerikan emperyalizmi kendisi yarattı. İkiz Kuleler ve masumlara yönelik vahşi saldırılar bile Amerikan emperyalizminin radikal İslamcı örgütlerle ilişkisini bozmadı. 

ABD, İngiltere gibi emperyalist merkezler Ahmet El Şara’nın liderliğinde olduğu HTŞ’yi terörist ilan ettiler. Türkiye nizamı bozacak değil ya, o da aynısını yaptı. Son bir yıldır HTŞ’nin ciddi miktarda Amerikan desteği aldığı ve İsrail ile flört ettiği konuşuluyordu. Dahası ciddi anlamda bir silah yığınağı yapıyordu. Rusya Ukrayna dolayısıyla yıpranmıştı. Hizbullah İsrail saldırılarıyla cebelleşiyordu ve İran çoklu baskı altındaydı. Suriye ordusu yorulmuş ve bürokrasi de çökmüş vaziyetteydi. Kısacası mucize diye anılan, AKPli basının devrim dediği şey Amerikan emperyalizminin, İsrail’in doğrudan ve Türkiye’nin dolaylı katkılarıyla gerçekleşmiş bir plandı. 

HTŞ terörist ilan edildi ama ne emperyalist merkezler ne de Türkiye görüşmekten imtina etmiyorlar. Emperyalizm esnek bir politikalar demetidir, ilke falan hak getire. Şimdi batılı emperyalist medya kuruluşları Ahmet El Şara’nın El Kaideci geçmişinden kurtulduğunu kanıtlamak için birbirleriyle yarış ediyorlar. Türkiye’de AKPli basın ise bu konudan dem vurmuyor bile. El Şara geçenlerde İdlib’de kitap fuarına bile gitmiş. İsrail basını da bunun fotoğraflarını servis etti, El Şara aslında ne kadar modern bir adammış meğer, kitap da okuyormuş. 

İsrail şimdi tarihindeki en uzun hallelujah dönemini, balayını yaşıyor. Bahsedildi, çevresinde ona direnecek devlet mahiyetinde hiçbir şey kalmadı. Türkiye ile İsrail arasındaki tarihsel ilişkiler mi? Türkiye İsrail kurulalıberi İsrail’in yollarını açık tutmak için tasarlanmış bir politikayı sürekli olarak hayata geçirdi. Bakmayın siz o afra tafraya, Türkiye, Amerikan emperyalizmiyle birlikte bölgedeki radikal Arap rejimlerini güçsüzleştirdikçe İsrail büyüdü. 

Şimdi Emevi Cami’nde namaz kılmak isteyenler İsrail silahlarının gölgesinde namaz kılıyorlar. İsrail vakit kaybetmedi. 1967’den beri işgali altında tuttuğu Golan tepelerini 1981’de resmen ilhak etmişti. Şimdi hızla silahlandırıyor. Hermon Dağı’nın tepesine yığınak yaptı. İsrail ordusu Şam’ın çok yakınına kadar ilerledi. Rejimden bakiye kalan askeri üsleri ve silahları hava saldırısıyla yok etti. Böylece Suriye’yi bir tehdit olmaktan bütünüyle çıkardı. İsrail bu gidişle Suriye’den daha büyük bir toprak parçası koparacak gibi görünüyor. Kuzeye, Kürt bölgesine doğru açılacak bir koridor Türkiye’yi İsrail ile komşu yapacaktır. AKP’li basın hala devrim diyor mu? 

Dahası ABD hariciyesi ve Savunma Bakanlığı, ve İsrailli yetkililer Türkiye’yi sürekli olarak PYD’ye ve Suriye Demokratik Güçleri’ne dokunmaması, onların topraklarına karışmaması için uyarıyorlar. Üstelik bu defa sadece Amerikan emperyalizminin değil aynı zamanda İsrail’in doğrudan hamiliğinde bir Kürt bölgesi sınırda doğdu. Türkiye emperyalizmin ipinde ilerlemektedir, çaresi yok. 

Suriye mi? Yok hükmündedir artık, tıpkı Irak ve Libya gibi. Artık parçalanmış bir görüntü çizecektir. Etnik, mezhepsel ve dinsel bölünmeler daha şiddetli çatışmalara neden olacaktır. Baas gitsin diye uğraştılar, ikinci bir parçalanmış Irak yarattılar. İŞİD bu ortamda mayalandı ve yaratıldı. Suriye’de daha da çoğu ortaya çıkacaktır. Tüm dünyadan cihatçıları Suriye’de topladılar. Suriye toprakları küresel cihatçı üssü oldu. 

Daha ilginç bir gelişmeyle karşı karşıyayız. Culani, yani El Şara açıklama yaptı, kimseyle bir derdimiz yok, kimseye saldırmayacağız diye. En büyük düşmanımız İran ve Hizbullah dedi. İsrail basını bunu iyi anladı, meali “İsrail’e zinhar saldırmayacağız” demektir. İsrail-Arap çatışmaları tarihinde bir ilkle karşı karşıyayız; İsrail yandaşı paravan bir Arap rejimi doğuyor. 

Hüzünlü bir perde olduğu açık. Baasçılık Suriye’de doğdu, Suriye’de öldü. Hristiyan Arap Mişel Eflak ve Sünni Arap Selahaddin El Bitar 1920’lerde Sorbonne’da öğrenciyken köklerini attılar hareketin. Önce komünisttiler, sonra radikal ve sosyalizmle yıkanmış bir Arap milliyetçiliğine kaydılar. Eflaq 1950’de Baas Partisi için şunları demişti: “Biz, özgürlüğü, sosyalizmi ve birliği temsil ediyoruz. Bu, Arap milletinin menfaatidir.” Bugün Suriye’de, Arap ellerinde özgürlük, sosyalizm ve birlik yoktur. Bunda suçlu biraz da Baasçı burjuva ideolojisidir. Basit bir nedeni var; Orta Doğu halkları ya herkesin ihtiyacı kadar alacağı ortakçı bir sofra kuracaklar, ya da başkalarının sofralarında yem olacaklar. Baasçılık bunu göremedi, göremezdi.

Şimdi bu son durumdan çıkarılacak dersler de var bizim için:

1- Tüm kuramsal zaaflarına rağmen Marksist klasik emperyalizm kuramı tarihin hükmünden bir kere daha başarıyla çıktı. İnanmayan Libya’nın Suriye’nin günümüz haritalarına baksın. Lenin doğru çıktı bir kere daha, Kautsky yanıldı. ,

2- Sovyet Sosyalizminin çökertilmesinin tüm insanlık için maliyeti çok yüksek oldu. Çökerten hainlerin unutulmaması gerekiyor. 

3- İsrail faşist bir ileri karakoldur. İleri karakolların çevrelerinin açık ve güvenli tutulması gerekir. Emperyalizm bu dersi iyi anlamıştır. 

4- Arap dünyasında ve Orta Doğu’da Baasçı/Nasırcı ideolojinin gerilemesi her türden gericiliğin at oynatacağı bir boşluk yaratmıştır. Arap Baharı denilen süreç, aslında Arap Kışı’dır. İlginç bir şekilde ilerici burjuva ideolojilerinin kaderinin de sosyalizme bağlı olduğunu anladık. Sosyalizmin güç kaybettiği ortamda onlar da hızla dejenere olup yok oluyorlar. 

5- İçinden geçtiğimiz dönem II. Sykes-Picot dönemidir. Saldırganlık, vahşet, arsızlık ve nobranlıkla süslenmektedir. 

6- Türkiye’yi emperyalist senaryolara ortak eden her türden adım hem toplumsal bütünlüğüne hem de güvenliğine zarar veriyor. 

Lafın sonu, bu kere emperyalizm galip, Orta Doğu halkları mağlup. Karanlık bir dönemdeyiz, tarihte daha önce de karanlık dönemler oldu. Karanlık var ise aydınlık da vardır. Düştük, kalkarız. İndik, çıkarız; yeter ki umutlu olalım. Tarihin rakkası şimdilik onlara doğru kayıyor. Ama insanı bilebildiğimiz evren içinde en muhteşem canlı kılan şey çöktü dediğinizde ayağa kalkmasıdır, yıkıldı dediğinizde başı dik bir şekilde doğrulmasıdır, çürüdü dediğinizde yeniden doğmasıdır, umudu kestiğinizde umut dolu bir atılım yaratabilmesidir.

                                                                /././

Suriye’de Newton yasaları -Asaf Güven Aksel-

Kimlikçiliğin güç arayışıdır, işgalci karanlığı besleyen. Emperyalizmin, gericiliğin safına düşürten, sermayenin yayılmacılığına el çırptıran. Halkların acılarından zafer paydaşlığı umdurtan.

Özelde Kültür Devrimi süreci üzerinden bugünlere çengel atarak Çin’e, genelde de bütün sosyalist iktidarlara, “uzaylılar gelse de Dünya’yı işgal edip bizi ‘özgür’leştirse” dedirtecek kadar mezalim atfeden “Üç Cisim Problemi” adlı popüler diziyi değerlendirirken, Kepler ve Newton gibi isimler de, “komünistlerin fizik bilimine düşmanlıkları” nedeniyle gündeme gelmişti. Kepler, gezegenlerin hareket yasalarını gözlemle tanımlamış, Newton bu yasaların temelindeki nedenselliği formüle etmeye, test edilebilirliğini ve öngörülebilirliğini sağlamaya girişmişti. 

Newton’u getirip getirip, ağacın altında uyuklarken kafasına elma düşünce yerçekimini bulan bir adam karikatürüne indirmiş olsak da, “eylemsizlik”, “itme”, “etki-tepki” gibi, evrensel kütleçekim yasasını kuşatan çalışmaları, günümüzün inşasında başat rol oynayanlardandır.

Aklım hiç ermez, bir tırtıklama gafı yapmadan, ben Isaac Amca’yı  yine alayım bir ağacın altına oturtayım, kafasına da elma düşürteyim. (Öyle bir karikatür vardı, elma düşünce “yerçekimini buldum” diyen Newton’u, hamamdan elinde tasla fırlamış. “Evreka, aha da suyun kaldırma kuvveti” diyen Arşimed’i, her yanı lamlar, imbikler, karatahtada formülasyonlarla dolu laboratuvarın penceresinden, asitle delik deşik tüten önlükleri, dağınık saçları ve arkada kavuşmuş elleriyle izleyen araştırmacılar, “pis ballılar” diyordu.)

Arif Damar’da şairane dalgınlık ve yaşla da gelen bir sarsaklık, bende ergenlerin yeni boyutlanan ele kola hâkim olamayışlı ve sabırsızca tüyme telaşlı sakarlığı, habire raftan ya kitap ya oyuncak deviriyorduk.  Her seferinde de Arif Ağabey, aynı şakayı yapıyordu sektirmeden. 

“Şu Newton’a öyle bir kızıyorum ki! Ne halt etmeye bulursun yerçekimini!” 

Biz artık gülmez olmuştuk da, bazen yanımızda birileri olurdu ve seyrek de olsa içlerinden bir andavallı çıkar, “ya adam yerçekimini icat etmedi ki, zaten hep var olan şeyi açıkladı” derdi. Arif Damar, içini çeker, sesli nefes verirdi o zaman. Bir gün, şakanın arkası da geldi. Daha çok gençtim, yaşlanmaya başladığımda, Newton’u değil ama, yerçekimini düşman görecektim. İnsanın hareket kısıtına eşyaların, nesnelerin aldırmazlığı ve fiziğin sözünden çıkmazlığı, katılığı, “düşmeyeyim, dökülmeyeyim, ayağını kaldırayım, arkadan ittireyim” demezliği, karşılıklı düşmanlık mecazına evrilecekti. Bunları söylediğinde, sanırım şimdiki benden epeyce gençti. Yıllar var, sık sık bu şakayla anıyorum Arif Ağabey’i. Yaşla, pıhtıyla, “ne halt ettin be Newton!” diyorum.

Diyebilirsiniz ki, sıcak gündemde Suriye’nin leş kargalarınca didiklenmesi varken, Newton nereden çıktı şimdi. Biraz bize benzettim, Suriye’ye bakarken, ondan herhalde.

Dünyanın sınıf ekseninde bölünmüşlüğünden bahis açtıkça ve sınıf eksenli mücadelenin dışında her yolun, kanın, yağmanın ve sömürünün katlanarak devamına varacağı söylendikçe, Arif Damar’ın Newton’a ilenmesi benzeri tepki kaplıyor ortalığı.  Arif Damar’ınki espriydi elbet, ama fiziğin katı kuralları, şakalaşmıyor, yaşlandık diye yumuşayıp Newton’u yanıltmıyordu. Şimdi Suriye’yi el ovuşturarak izleyenlerin sosyalistlere öfkesi ise gerçek ve sıfatları tatsız, çünkü ya fizik katılığına çalım atmaya yelteniyor, ya maskeli.

Newton, bir gerçeği, nesnel yasayı dile getiriyordu. O gerçeğe kafa tutamayınca, açıklayana çatıyorduk şakacıktan. Sınıf kavgası gerçeğine tahammülü olmayanlar da, bunu dile getirenlere çatıyor öfkeyle.  Sadece Suriye mi, her seçim döneminde bile, yaşanıyor bu.

Uzun yıllardır, benzeri saldırılara uğrayarak dağılan bir coğrafyada, Suriye özelinde Türkiye’nin Yeni Osmanlı heveslisi hayalperestlerinin de başat rol oynadığı bir paylaşım, bir yeniden haritalandırma savaşı sürüyor. Hâkim sistem sahiplerinin, emperyalistlerin ve maşalıklarını üstlenmiş dinci, şeriatçı yapılanmaların kesici dişlerinde kan izi görmemiz, işin doğası gereğidir. 

“Silahlara siyaset kumanda eder” derler. Siyasete de sınıf. 

Bölge yeniden şekillendirmeleri, işgaller, ülkeler arası, uluslar arası , dinler, mezhepler arası cereyan ediyor görünse de, gelir sınıfa dayanır. Yeraltını, yerüstünü yağmadır, emeği talandır amaç.  

Bu kapitalizmin doğasıdır, emperyalizmin tanım içeriğidir.

Bana Newton’u düşündürten, bunlardan çok, o kanı yalayıp şükretmeye taliplerin, diş kirasına razı olanların hâlâ “sol” kabulleri. 

Daha dün, Filistin için, Gazze için, Lübnan için “insanlar ölürken nutuk söyleyen”ler, İsrail’e karşı sinelerini ateşe açanlar, şimdi nasıl oluyor da, Suriye’yi topa tutan İsrail’e alkış tutuyor? Üstelik, belli ki, İsrail’in bölgede güç kazanması anlamına gelecek her işgal ve katliamında da, bu alkış sürecek artık. Suriye’ye özel bir durum değil yani, açıkça bölge haritalandırmasından medet ummaya sirayet edecek bir saf tutma konumu bu. Yeniden inşa taşeronlarından, kâr sağıcılara, bir vasal toprak beklentisindekilerden, darülharp hezeyancılarına, Osmanoğlu halifeliği şaklabanlığına kadar geniş bir ittifakı, ABD emperyalizmine, İsrail katliamcılarına, AKP’ye, önde el kavuşturtup diz çöktürten nedir? Suriye’nin başına gelenlerin benzerinin Türkiye dahil bütün bir bölgede yaşanması hesap kitabını yaptırtan nedir?

Kimlikçiliğin güç arayışıdır, işgalci karanlığı besleyen. Emperyalizmin, gericiliğin safına düşürten, sermayenin yayılmacılığına el çırptıran. Halkların, ulusların acılarından zafer paydaşlığı umdurtan. Boğazlaştıran.

Yıllardır bunu dile getirenlere, bir nesnel gerçeği, bir tunç yasayı değil de, kendilerine has bir teoremi ifade ettikleri muamelesi yapanlar, “her şeyi sınıfsal devrimle çözme iddiasından gına geldi, bu dünya düzeninde de demokratik haklar elde edilebilir, kimliğimiz özgürleşebilir” diye saldıranlar, Balkanlar’da, “Arap Baharı”nda neler olduğunu düşünüyordur? Bugün Suriye’de neler oluyor? Neden oluyor? Kim ne âlemdedir? Özgürlük ne yana düşüyor, bağımsızlık, emekçi halk?

“Hareketli bir cisim dışarıdan bir kuvvete maruz kalmazsa doğrusal hareketini sürdürür” diyor Newton. “Her etkiye karşı ona eşit ve karşıt yönde bir tepki vardır” diyor.

Bunlar Newton’un zihinsel oyunu değil, şahsi fikirleri değil. “Önce olgular gözlemlenmeli, bu gözlemler sonucu doğanın yasaları keşfedilmeli ve sonrasında oluşturulan kuram, bu olayları açıklayabilmelidir” görüşünden, şaşmaz, değişmez yasalaştırmalara varıştır.

Sınıf kavgasının, her türden demokrasicilikle, kimlikçilikle, “varsın olsun”culukla örtülmesinin altından, kırdırılmalar, işgaller, sömürü katmerlenmeleri çıkar, emperyalizm çıkar, patron kârı çıkar, gericilik fışkırır, şekere bulanmış esarete düşülür, derken böyle bir yasalılığa işaret ediliyor.. İhsan kabul edenlerin, “ne halt etmeye mızıkçılık ediyorsunuz” öfkesi, aslında bu katı yasaya karşı doğuyor… 

Büyük Ortadoğu Projesi’nde çitle çevrilecek mevzilerin kurdelesini kim kesiyor? Dizide, uzaylı işgaliyle bir kurtuluş bekleniyordu. Sonunu izleyen?

“Bir cismin kütlesi ne kadar fazla ise hareket ettirici bir etkiye direnci o kadar büyük olur.” Evet, bir de bu var.                                    /././

Sen Şarkılarını Söyle -Tolga Binbay-

'Filmin sonunda, kendisini döven belirsiz adamın ardından caddeye, geceye, hayata bakar ve gülümser. Sanki artık veda edebilecektir: kendine, içindeki arayışa ve de hayatını kaplayan yıkıma.''

Ergenlik güzeldir ama aynı zamanda zordur da… Ve kimileri için çok daha zordur. Yalpalamadan, az ya da çok sağa sola toslamadan geçilecek bir yaşam dönemi değil ergenlik. Ama tam da o yalpalama, düşme kalkma ve de yara bere içinde yürüme, hatta koşma hali nedeniyle güzel. Yine de ergenlik aynı zamanda kifayetsiz savrulmaların, önü alınamayacak kafa göz yarmaların ve altından kalkılamayan karmaşaların da diyarı. Bazıları için kayboldukları, kaybolur gibi oldukları bir dünya. Bu nedenle zor. Bazıları için ergenlik, yaşam uçurumundan aşağılara doğru yuvarlanırken tutunacak herhangi bir dal, bir kaya parçası, bir çıkıntı bile bulamadıkları keskin bir dönemeç. 

Coen biraderlerin 2013 tarihli “Sen Şarkılarını Söyle” (Inside Llewyn Davis) filmi de tam buraya bakıyor: erişkinliğe geçememe sıkıntıları içinde debelenen bir geç ergenin hayatından yaklaşık bir haftalık bir kesite. Bir dayak ile başlıyor ve o dayağa giden günleri, ergenliğe damgasını vuran o yuvarlanma halini anlatmak üzere bir hafta öncesine dönüyor. Film boyunca Lleywn’in şarkılarına ve de ergenlikten erişkinliğe geçişindeki (ya da geçemeyişindeki) yalpalayan ayak izlerine eşlik ediyoruz.

Filmde temel olarak, Llewyn’in sonuna varmak üzere olduğu ergenlik uçurumundaki son metrelerini izleriz. Önceki yıllarda, yani ergenliğin önceki yıllarında var olduğunu düşünebileceğimiz heyecan, umut, bir zamanların yeni yetme iyimserliği artık geride kalmıştır. Ve anlarız ki geride kalan o günlerde Llewyn’in hayatı ve el attığı her şey sarpa sarmıştır. Zaten filmin bir yerinde, kendisinden hamile kalıp kalmadığını bile bilmediği kız arkadaşı öfkeyle şöyle seslenir Llewyn’e: “El attığın her şeyi kurutuyorsun!” Onca çırpınışa rağmen Llewyn’in yaşam kaynakları artık kurumuş gibidir: müziği, arkadaşları, dostları, babası, ablası ve iş yapmak üzere el attığı herkes.  

Tam da bu kuruma halini, kız arkadaşı üzerinden anlatılan öfkeyi ve bunun Llewyn’in içinde yarattığı suçluluğu yansıtacak şekilde donup kalmış gibidir filmin ana karakteri. Bazı sahnelerde uzun uzun ve boş boş bakar. Az sonra gülümseyip “Her şey bir şakaydı, değil mi?” diyecek gibidir. Ama hayat hiç de şaka yapmamaktadır. Her adımında bir yumruk daha inmektedir suratına. 

Zaten onca yara bere içinde tutunacak herhangi bir dal, herhangi bir çıkıntı bulamamış gibidir Llewyn. Ve kaçınılmaz sona doğru, deyim yerindeyse bir serbest düşüş içinde yuvarlanmaktadır, hem de o sofadan bu sofaya, o divandan bu divana geçerek… Kucağında bir sarman kediyle: kendisinin bile olmayan, sürekli kaybettiği ve hatta bulduğunda da aynı bile kalmayan… Kedi, Llewyn’in ergen izdüşümü gibidir: Kayıtsız, ilk pencereden kaçıveren ve bir anda ortadan kayboluveren. 

Kendi evi, hatta yatacak bir yeri bile yoktur Llewyn’in. Başarısız bir müzik kariyeri denemesinin son günlerindedir, gününü kurtaracak harçlığı bile zar zor bulmakta, sürekli borçlanmaya çalışmaktadır. Gözünün önünde kayıp gitmiş kürtajlar, büyütemediği yetenekleri, haberinin bile olmadığı çocuğu, dikiş tutmayan ilişkileri (sevgilileri, ablası, babası, şarkıları) ve hatta, büyüme sancısı çeken kendisi geçip gitmektedir. Ve tüm bunların tam ortasında yaşamaktadır. Film boyunca, sürekli bir uçurumdan kayma hali izleriz ve bu serbest düşüş hali de seyirciyi sakince kendine bağlar, uykulu bir hava içinde kendini izletir. Çünkü zordur bir kayaya toslamak üzere olan bir ergenliği izlemek. İnsanın içinde olmadık duygular ortaya çıkarır: öfke, utanç, kaygı. Bu durumda uyumak daha iyidir.

O düşme hali içinde, kendisi ergence bir tavır ile çok umursamasa da Llewyn’in kolu kanadı kırıktır. Zaten birkaç yıl önce kaybettiği arkadaşı ile yayınladıkları tek albümün adıdır “Kanatlarım olsaydı (If I Had Wings)”. Albümü beraber ürettikleri arkadaşı Mike ise kimsenin atlamayacağı bir köprüden atlayarak hayatına son vermiştir. Llewyn arkadaşının yası içinde halen debelenmektedir. En sevdikleri şarkıyı bir türlü söyleyememektedir ve dayak yemeden hemen önce sahne aldığı barda uzun zaman sonra ilk kez söyleyecektir. Bir anlamda arkadaşıyla, geçmişle ve de kendisiyle de vedalaşacaktır. 

Zaten o kısacık bir hafta içinde Llewyn’i artık önüne geçemeyeceği ama bir süredir (ergenliği boyunca) birikmiş kayıplarını izlerken görürüz: Babası, müzik kariyeri, dikiş tutmayan ilişkileri… Erişkinliğe geçiş (filmde Llewyn’in müzik kariyerinden vazgeçip, bu isteğinde pes edip ve de artık onunla vedalaşıp uzak gemi işçisi olmayı kabul etmesi ile sembolize olur) kaçınılmazdır. Ama anlaşılan odur ki geçiş de ancak dibe vurarak mümkün olacaktır. Llewyn geleni, gelmekte olanı izlemektedir. Denemiş, yorulmuş ve olmamıştır.

Bu olmamışlığın adının konmasıdır artık erişkinliğe geçiş ve belki de Llewyn bundan kaçmaktadır. Film bir yanıyla bir haftaya sıkılmış beyhude bir erteleme denemesidir. Llewyn sürekli geçici kanepelerde konaklamakta, karşılığını alamadığı işler yapmakta, savunmasız kaldığı ve de yağan kar gibi savrulduğu tekinsiz yolculuklara çıkmaktadır. Kanepeler, yollar, albümler, şarkılar ve ilişkiler boyunca hayata ve hayatına yerleş(e)memiştir Llewyn. 

Ne geride bırakmaktadır ergenliğini ne de erişkinliğe ilerleyebilmektedir: Uzak yol gemiciliği için başvuru yaparken (yani bir anlamda erişkinliğe geçiş adımları atarken) bile “evrakları” sürekli eksik çıkmaktadır. Erişkinliğin gerektirdiği derli topluluğa, kayıplarını kabul etmeye, “oyunun kurallarına” uyma esnekliğine (müzik piyasası tam da öyledir hâlbuki, erişkin işidir) bir türlü ayak uyduramıyordur: Llewyn erişkinliği, o dünyayı anlayamıyor gibidir, bakışları, kedisi, gitarı ve şarkılarıyla.  

Ama tam da kaybederek, kendimizden biraz ya da çokça vazgeçerek erişkin olmaz mıyız? Kaybedebileceğimizi, şu hayatta kaybetmek, bir daha oraya/geriye dönememek gibi bir şey olduğunu kabul ederek büyümez miyiz? Böylece zihnimiz/iç dünyamız da çocukluktan ergenliğe uzanan zaman-dışılıktan çıkar ve sonlu bir zamanın, var olmanın içine yuvarlanır.

Ergenlik suçlu hissetmekten, zaman-dışı olmaktan kurtularak ve yas tutabilmekle biter. O da biterse eğer… 
Bitebilirse, geriye buruk ama görmüş geçirilmiş, vedalaşılmış, kıymeti ve tadı ise gayet iyi bilinen kısıtlı bir özgürlük kalır. Her şeyi yapabilme rüyasından nelerin yapılamayacağının çölüne geçilir. Ama bu içsel değişim işte, hayat macerasında tam da ergenlik boyunca aranan daldır ve tutunabilen insana iyi gelir. Yere çakılacakken açılan paraşüt gibidir. Tam da filmin sonunda Llewyn’in onca yara bere içinde gülümsemesidir bu geçiş. 

Llewyn filmin sonunda, dayak yediği çıkmaz sokağın köşesinde durur, kendisini döven belirsiz adamın ardından caddeye, geceye, hayata bakar ve gülümser. Sağlam dayak yemiştir, hayal ettiği müzisyen/adam/insan olamayacağını anlamıştır ve sanki artık veda edebilecektir: kendine, içindeki arayışa ve de hayatını kaplayan yıkıma.

*Bu yazı için İngiliz psikanalist Noel Hess’in Inside Llewyn Davis: Faltering steps in the incredible journey from adolescence to adulthood” başlıklı eleştirisinden geniş ölçüde yararlanılmıştır.

                                                            /././

Reyhanlı Katliamının 'bombacısı' 11 yıl sonra yakalandı: Reyhanlı'da neler olmuş, neler saklanmıştı?

Suriye'deki gelişmelerin ardından Reyhanlı saldırganlarından biri daha yakalandı. Katliamın cihatçılarla bağlantısını reddeden AKP'nin saldırı planını bildiği ama engellemediği ortaya çıkmıştı.

Suriye'de cihatçı Heyet Tahrir'uş Şam (HTŞ) ve Suriye Milli Ordusu'nun (SMO) saldırılarına paralel Türkiye'nin kırmızı bültenle aradığı isimler de bulunmaya başladı.

Reyhanlı'da 2013 yılında düzenlenen saldırının sanıklarından Cengiz Sertel'in gözaltına alındığı duyuruldu.

Saldırıda kullanılan patlayıcıları Suriye'den Türkiye'ye aktardığı düşünülen Sertel, ''turuncu kategori''de aranıyordu.

Sertel'in nerede bulunduğu açıklanmadı. Yalnızca operasyonun MİT ve Emniyet koordinasyonunda düzenlendiği belirtildi.

Önce 'Acililer', sonra 'Suriye istihbaratı' dediler

Reyhanlı'da 11 Mayıs 2013'te düzenlenen bombalı saldırılarda 5'i çocuk 53 yurttaş yaşamını yitirmiş, 150'ye yakın kişiyse yaralanmıştı.

AKP, saldırının failinin Suriye hükümeti olduğunu savunmuş ancak ortaya çıkan deliller El Nusra'yı yani bugünkü adıyla Heyet Tahrir'uş Şam'ı (HTŞ) göstermişti.

İktidar medyası önce saldırının failinin Mihraç Ural'ın THKP/C Acilciler adlı örgütü olduğunu ileri sürdü. İlerleyen yıllarda bu tez daha az dillendirilmedi, bu defa saldırganların Suriye istihbaratıyla bağlantılı olduğu iddia edildi.

Saldırının ardından kameralar karşısına geçen dönemin Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu, 53 kişinin ölümünü "gülerek" duyurmuş, bu anlar büyük bir tepkiye neden olmuştu.

Bombalar cihatçıların elindeki kentten geldi, tüm kameralar 'bozuldu'

Reyhanlı'daki katliamın ardından, AKP tarafından ortaya atılan ilk yalan "Bombalar Suriye hükümeti tarafından Rakka'da yüklendi" iddiası olacaktı.

Reyhanlı'da patlayan bombaların Suriye'nin kuzeyindeki Rakka'da araçlara yüklendiği tahmin ediliyordu. Ancak Rakka o dönemde Suriye ordusunun değil cihatçıların kontrolündeydi.

Saldırılar sırasında, ilçedeki 73 MOBESE kamerasının tamamının birkaç gün önce "sistem arızası" verdiği ve kayıt yapmadığı ortaya çıktı.

Belgeler kanıtladı: AKP, Reyhanlı saldırısını önceden biliyormuş 

Katliamın ardından Redhack tarafından paylaşılan bir belge, AKP'nin katliama nasıl göz yumduğunu tüm açıklığıyla ortaya koyuyordu.

Jandarma İstihbarat yazışmalarında, 25 Nisan tarihinden itibaren Suriye'de muhaliflerin kontrolündeki Rakka şehrinde, El Nusra üyelerince bomba yüklenmiş araçların bulunduğu, bu araçların Suriye yönetimi tarafından arandığı ve söz konusu araçların Türkiye'ye yönelik bir saldırıda kullanılacağı bilgisi bulunuyordu.

Belgenin yayınlanmasının ardından suçunu ve "Suriye yaptı" yalanını itiraf etmeyen AKP, belgeyi kimin sızdırdığı ve paylaştığına ilişkin operasyonlar yapmış, Er Utku Kalı, hukuksuz bir şekilde tutuklanmıştı.

Katliam davasında istihbarat belgesi, cihatçı örgütlerle bağlantı hiçbir şekilde sorgulanmadı, bağlantılar araştırılmadı.

                                            Saldırının faillerinden Cengiz Sertel 11 yıl sonra yakalandı.

Yakalananlar ağız değiştirdi

Saldırının faili ve planlayıcısı olmakla suçlanan Nasır Eskiocak, talimatları aldığını iddia ettiği Yusuf Nazik’in, eski Adalet Bakanı Sadullah Ergin ve bir MİT elemanı ile sadece onlarla konuşmak için kullandığı özel bir cep telefonu hattından sık sık görüştüğüne tanık olduğunu söyledi.

2018 yılında İdlib operasyonu için Rusya ve Suriye hazırlık yaparken; AKP, MİT eliyle Suriye'nin Lazkiye kentinde bir operasyon düzenlemiş ve Reyhanlı saldırısının sanığı Yusuf Nazik'i Türkiye'ye getirmişti.

Nazik, 2014 yılında yaptığı bir açıklamada cihatçı grupları suçlamıştı. Aynı Nazik, 2018'de MİT operasyonuyla yakalandıktan sonra ifadesini değiştirdi, talimatı Suriye'den aldığını söyledi.                                       ***

 İsrail'i düşman saymayan HTŞ, Filistinli direniş örgütlerine 'silah bırakın' dedi

Suriye'de işgal sahasını genişleten İsrail'le çatışmayacaklarını duyuran HTŞ, Filistinli direniş örgütlerinin ülkede askeri faaliyet göstermesine izin vermedi.(https://haber.sol.org.tr/haber/israili-dusman-saymayan-hts-filistinli-direnis-orgutlerine-silah-birakin-dedi-396795)

                                                                ***

İsrail Suriye'de 3 köyü daha işgal etti, Culani 'İsrail'le çatışmayacağız' mesajı verdi

İsrail son 12 saatte Şam, Humus ve Dera dahil Suriye topraklarına onlarca hava saldırısı düzenledi. Güneyde de karadan işgalini genişletmeye ve altyapıyı yıkmaya devam ediyor.(https://haber.sol.org.tr/haber/israil-suriyede-3-koyu-daha-isgal-etti-culani-israille-catismayacagiz-mesaji-verdi-396794)

                                                                   ***

'El Nusra terörist değil' diyen Lübnanlı Dürzi lider Canbolat'tan HTŞ’ye tebrik telefonu

2015 yılında El Nusra için “terörist değil” diyen Lübnanlı Dürzi lider Canbolat, HTŞ lideri Ahmed Şara’yı telefonla arayarak tebrik etti.(https://haber.sol.org.tr/haber/el-nusra-terorist-degil-diyen-lubnanli-durzi-lider-canbolattan-htsye-tebrik-telefonu-396791)

                                                                ***

Mamak’taki barınakta parçalanmış köpek ölüleri görüntülendi: Tahkikat başlatıldı

Ankara’da Mamak Belediyesi’ne ait hayvan barınağında parçalanmış köpek ölüleri görüntülendi. Olaya tepki gösteren yurttaşlar barınak önünde toplandı. Valilik tahkikat başlatıldığını açıkladı.(https://haber.sol.org.tr/haber/mamaktaki-barinakta-parcalanmis-kopek-oluleri-goruntulendi-tahkikat-baslatildi-396789)

                                                               ***

(soL)





Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Öne Çıkan Yayın

T24 "KÖŞEBAŞI" -19 Aralık 2024 -

  “İnsan insan derler idi…”-Gökçer Tahincioğlu- İnsan olmanın bir tanımı yapılacaksa ya da bir başka insan için çabalamaksa biraz da insan o...