“İnsan insan derler idi…”-Gökçer Tahincioğlu-
İnsan olmanın bir tanımı yapılacaksa ya da bir başka insan için çabalamaksa biraz da insan olmak, o tanımın içine kenar süsleriyle olabildiğince süslenerek konulmalıdır Hüsnü Öndül’ün ismi şimdi… Hüsnü Öndil
Düzce depreminin üzerinden sadece günler geçmiş, moralsiz bir ülke, moralsiz bir hava, moralsiz bir Ankara…
25 Kasım 1999… O gün Yargıtay’da önemli bir dava karara bağlanıyor.
İmralı’da tutulan ve idama mahkûm edilen Abdullah Öcalan’ın dosyasının temyiz incelemesi yapılacak.
Türkiye’nin dört bir yanından şehit ailelerinin dernekleri de Ankara’da, Yargıtay’ın önünde bekliyorlar.
Karar çabucak çıkıyor: “İdam cezasının onanmasına…”
* * *
Yargıtay’ın önünden onlarca otobüsle Anıtkabir’e hareket ediyor kalabalık. Anıtkabir’de toplandıktan sonra da otobüslere binip, geldikleri kentlere dönüyorlar.
Birkaç otobüs hariç…
Gazeteciler merakta… Otobüsten birileri, MHP Genel Merkezi’ne gideceklerini söylüyorlar. Sonra değiştiriyorlar, “MHP Genel Merkezi’nin olduğu binanın altındaki lokantaya gideceğiz…”
Tanınan bir lokanta burası. MHP’nin o dönem bulunduğu Karanfil Sokak’taki binanın altındaki lokanta… MHP’ye gelenin, görüşmek için bekleyenin vakit geçirdiği yer.
Gazetecilerin bir bölümü önden gidiyorlar.
Deprem bölgesinden yeni dönmüş, Ankara gibi moralsiz, biraz yorgun, sadece birkaç yıllık kıdeme sahip, genç bir gazeteciyim…
Kalabalıkta geride kalıyorum. Önden giden gazetecilere yetişemiyorum ama otobüslerin hemen arkasındayım.
Faydasız da bir takip aslında, bütün gazeteciler gibi “iş uzadı” diye söyleniyorum.
* * *
Üç otobüs, MHP Genel Merkezi’nin önünde duruyor ancak içinden inen yok. Önden gelen gazeteciler, otobüsler geciktiği için MHP’ye gitmiş, orada bekliyor.
Bulunduğum araçtan hızla inip, otobüse biniyorum ne yapacaklarını sormak için. Yanıt vermiyorlar, otobüsten inmiyorum. Otobüsler hareket ediyor… Yol boyu sormaya devam ediyorum ama yanıt yok…
Ne olacağını, otobüslerin Tunalı Hilmi Caddesi’nin başına gelip durduklarında anlıyorum. İnsan Hakları Derneği’nin o dönemki genel merkezinin tam karşısında duruyorlar.
Hızla iniyor kalabalık otobüsten, takım elbiseli bir avukat, “Bu bina” diye gösteriyor. Kapıyı kırarcasına çalıp, zorla açıyorlar. Hızla üst katlara çıkıp, İHD Genel Merkezi’nin kapısına vurmaya başlıyorlar.
Eski İHD Genel Başkanı Akın Birdal vurulalı kısa bir zaman olmuş. “Umarım kimse yoktur” diye geçiyor içimden ama kapı açılıyor ve kalabalık içeriye doluşuyor.
Bu kez, “Umarım Akın Birdal yoktur” diye geçiyor içimden.
İçeriye girenler hızla ortalığı yıkıp dökmeye başlıyorlar. İçerideki odadan incecik bir adam geliyor, “Ne yapıyorsunuz, yapmayın, buyurun oturun.”
* * *
Oturmuyorlar, üç dört kişi üzerine atılıp, yandaki odaya sokuyor.
Kırıp dökenleri salonda bırakıp oraya koşuyorum.
Saldırıya uğrayan kişinin Hüsnü Öndül olduğunu anlıyorum o sırada. İHD Genel Başkanı… Tanımıyorum ama fotoğraflarından biliyorum.
Darp edilmesine, boğazının sıkılmasına rağmen savunmuyor kendini… Saldıranlardan ikisi bir an, birkaç saniye birbirlerine bakıyorlar. Hüsnü Öndül, o sırada yandaki küllüğü eline alıyor, vurabilecekken duruyor, görüyorum. Yine masaya bırakıyor.
Araya girmeye çalışıyorum. O ana kadar bir gazetecinin bulunduğunu fark etmeyen takım elbiseli adam, koridordan saldırıyı izlerken hem araya girdiğimi hem fotoğraf çektiğimi görünce, aniden kendine geliyor!
“Durun, ne yapıyorsunuz?”
Fotoğraf: Gökçer Tahincioğlu
İHD Genel Merkezi’ni darmadağın edenler, hızla çekip gidiyorlar. Ben de hızla o dönem çalıştığım Milliyet gazetesine dönüyorum.
O takım elbiseli kişinin MHP’nin tanınmış avukatlarından, Hüsnü Öndül’le aynı dönemde hukuk fakültesinde okuyan Şevket Can Özbay olduğunu, saldıranların bir bölümünün şehit yakını bile olmadığını, saldırının günler önce planlandığını gazeteye dönünce anlıyorum. İçlerinden bazılarının yıllar sonra CHP neferi, barış sözcüsü gibi yine ortaya çıkacağını bilmeden…
Manşetten duyurulan o haber ve fotoğraflardan sonra ilk meslek ödülümü Çağdaş Gazeteciler Derneği’nden kazanıyorum. Ödülü, sonrasında hep yakın bir dost ve ağabey olarak kalacak İHD Genel Başkanı Öndül’ün elinden alıyorum.
* * *
Bu ülkede yaşlananların “duayen”, ölenlerin “sembol ya da anıt” sayılması olağandır.
Hak edip etmediğine bakılmaksızın, ne yapıp ettiği araştırılmaksızın büyük payeler verilir insanlara.
O yüzden gerçekten hak eden, gerçekten yaşamını başka insanların iyiliğine adayan, onurlu, adaletli bir yaşam için mücadele veren insanlara hakkını tam olarak vermek bir görev geride kalanlar için.
Ve bu ülkede insanlar ve hakları için bir mücadele edenlere bir gün bir paye verilecekse, ilk sırada yer alacak isimlerin başında gelir Hüsnü Öndül…
Önceki gün kaybettiğimiz, insan hakları savunucusu, avukat, abi, kardeş, dost, arkadaş Hüsnü Öndül…
* * *
Hakların içinde doğanlar için olağandır bu haklarla yaşamak… Mücadele edenler için buruk bir tebessümdür onları izlemek…
Öndül, öğrencilik yıllarından itibaren sol düşünceyi benimsemiş ve bu temelde insan hakları için mücadele etmiş bir isimdi.
Öğrenciliği bitip avukat olduğunda darbe bütün hayatını etkiledi. 12 Eylül karanlığının hüküm sürdüğü günlerde o karanlığa karşı mücadele verenlerden biriydi.
Cezaevlerindeki zulüm, tutuklu ve hükümlü yakınlarını harekete geçirmişti. Onlara destek için bir grup insan, 1985’ten itibaren toplantılar yapmaya başladı. O toplantıların sonunda, sadece cezaevleri için değil, bütün bir insan hakları mücadelesi için bir dernek kurmaya karar verdiler.
İnsan Hakları Derneği…
Bir şirketin Onur Çarşısı’ndaki ofisinde, Hüsnü Öndül, Nevzat Helvacı, Akın Birdal, Sadun Aren, Haluk Gerger, Muzaffer İlhan Erdost toplanarak temellerini attılar derneğin. Aziz Nesin kurucular arasında yer aldı, Yaşar Kemal destekçiler arasında. Çok sayıda aydın da kuruluş dilekçesine imza attı. 1986’da dernek resmen kuruldu.
* * *
İHD, hızla büyüdü.
1992’den itibaren bu büyüme ve hak mücadelesi göze batmaya başladı. Şubeler, valilikler tarafından hızla kapatılmaya başlandı. Ardı ardına şube başkanlarına saldırı haberleri geliyordu. O dönem İHD Genel Sekreteri olan Hüsnü Öndül, kentten kente koşuyordu.
O günden bugüne, toplam 24 İHD üyesi, başkanı, yetkilisi saldırılar sonucu öldürüldü.
Onlardan birisi, İHD Genel Kurulu’nda Kürtçe konuştuğu için hedef olan, tutuklanan ve 1993’te öldürülen Vedat Aydın’dı.
1993’te, Aziz Nesin’in çabalarıyla köy boşaltma iddialarını incelemek için görevlendirilen heyette, Tarık Ziya Ekinci, Gencay Gürsoy’la birlikte Hüsnü Öndül de vardı.
Korucular birden araçlarına ateş etmeye başladı. Araç durunca da kapıyı açıp araçtakilere saldırdılar. Heyet, geri dönmek zorunda kaldı ama köy boşaltmalarla ilgili ilk raporu da sonra onlar hazırladı.
* * *
1987’de, Ankara Tandoğan’da yapılacak barış mitingi için Ankara’ya gelen heyete TBMM kapısında saldırı yaşandı. Derneğin kurucularından Didar Şensoy orada fenalaştı ve hayatını kaybetti. Şensoy’un hayatını kaybettiğini kalabalığa Hüsnü Öndül bildirmek zorunda kaldı.
Cenazesi otobüse konulduğunda önce tutamadı kendini, ağlamaya başladı.
Genel Başkan Yardımcısı Leman Fırtına, “Ağlama, görmesinler” dediğinde, içine akıttı gözyaşlarını…
* * *
1998’de Akın Birdal, PKK’lı Şemdin Sakık’ın değiştirilen ifadesinde adı geçirilince hedef haline geldi. Kısa süre sonra da İHD Genel Merkezi’nde silahlı saldırıya uğradı. Hüsnü Öndül, saldırıdan sonra içeriye giren ilk isimlerden biriydi. Birdal’dan sonra cesaretle İHD Genel Başkanlığı sorumluluğunu aldı.
* * *
12 Eylül dönemindeki idamlara karşı Nevzat Helvacı’nın başkanlığı döneminde yürütülen kampanyada öncülerden birisi de Hüsnü Öndül’dü.
1999’da, başkanlığı döneminde idamlara karşı yeniden kampanya başlattı. Hükümetle görüştü, kapı kapı dolaştı İHD mensuplarıyla birlikte…
Toplanan 600 bine yakın imzayı TBMM’ye sundu.
İnsanlar idam cezasının kaldırılmasını istemenin, “teröre yardım” olduğunu sanıyordu. Tepkilere, açıklamalara, hedef göstermelere rağmen kampanyadan vazgeçmedi.
2002’de idam cezası kaldırıldığında, kimsenin bilmediği, ismini anmadığı emek verenler arasında Hüsnü Öndül de vardı.
* * *
Zaten yaşamı bu kampanyalarla geçmişti.
12 Eylül’ün işten çıkardığı akademisyenler için, “1402’likler” kampanyasını yürütenlerden biriydi.
1994’te Düşünceye Özgürlük, yine 1994’te “Savaşa Hayır”, 1995’te, “Kayıplar Bulunsun”, 1997’de “DGM’ler kapatılmalıdır” kampanyalarını da yürütmüştü.
Bunlarla yetinmedi…
İHD, Türkiye İnsan Hakları Vakfı’nın kurulmasına öncülük ederken de başrollerden biri Hüsnü Öndül’e aitti.
İşkenceyle mücadele konusundaki evrensel belgelerden İstanbul Protokolü’nü yaşama geçiren TİHV’nin vakıf senedini hazırlayanlar arasında Yavuz Önen, Haldun Özen’le birlikte Hüsnü Öndül de vardı.
* * *
2004’te Reform İzleme Grubu’na davet edildi İHD…
Öndül, burada, İnsan Hakları Anıtı önünde yaptıkları, 15 kişinin katıldığı, 3-4 gazetecinin izlediği eylemlere 100 polisin geldiğini anlattı. Öndül, bir süre sonra görüşlerini anlatması için bakanlıklara çağrılmaya başladı.
O görüşmelerden sonra tanımadığı bir büyükelçi, Öndül’ü yanaklarından öperek, “Sayenizde genelge hazırlıyorlar” dedi.
O genelge ile sivil toplumun bir anda alanı açıldı, üzerlerindeki polis baskısı azaldı.
* * *
Bütün bu hakların geri alındığı 15 Temmuz’dan sonra da haksız ihraçlarla, işkence mağdurlarıyla dayanışmayı sürdürdü İHD ve Öndül.
Aynı zamanda insan hakları bilincini anlatıyor, genç kuşaklara deneyimlerini aktarıyordu.
İnsan Hakları Ortak Platformu’nda, TİHV’de, İHD’de, bütün kurumların, insanların yanında…
Türkiye’nin son 40 yılına bakıldığında, insan hakları mücadelesi nerede sürüyorsa Öndül de oradaydı.
PKK tarafından kaçırılan askerlerin aileleriyle, işkence mağdurlarıyla, kayıp yakınlarıyla…
Sürekli suçlanan, sloganlarla düşman edilen, toplumun önüne atılan, hedef gösterilen, saldırılan insan hakları örgütünün hafızasıydı.
Kişisel ilişkilerindeki incelik, mücadelesinin de anahtarıydı.
Küsmedi, yılmadı, kırmadı…
İnsan olmanın bir tanımı yapılacaksa ya da bir başka insan için çabalamaksa biraz da insan olmak, o tanımın içine kenar süsleriyle olabildiğince süslenerek konulmalıdır Hüsnü Öndül’ün ismi şimdi…
O tanım anlatılabilir dünyaya yeni gelmişlere ve herkes için adaletli bir ülke için mücadeleyi seçenlere…
Saldırıya uğrarken bile karşıdakini anlama çabasının zarifliği, eline alıp vurmaktan vazgeçtiği o küllüğün ardında biriken büyük anlam…
İyi ki geçti bu dünyadan ve ülkeden…
Bize bırakarak üzerine düşünülüp, uğruna mücadele edilecek o büyük insanlığı…
/././
Olası asgari ücret artışının işverene maliyeti…-Murat Batı-
Cumhurbaşkanı net asgari ücret düzeyiyle işverene olan yükü birlikte değerlendirerek bir karar verecek. Küçük ve orta ölçekli firmaların da gözetileceğini Cevdet Yılmaz da dile getirmişti. Bu nedenle en fazla yüzde 35 bandında bir iki puan artı/eksi olacak şekilde artacağını öngörmemin nedenlerinden biri de budur
Küçükler ve Amerikalar -Mine Söğüt-
Bugün bu ülke bir küçük Amerika olma hayaliyle çıktığı yolda ola ola yine Amerika’nın elinde küçük bir oyuncak oluyor. Ve ülkenin, iktidarını artık kaybetmek üzere olan Cumhurbaşkanı’nın omzuna yine Amerikalı kelebekler konuyor.
Kurulduğu günden beri bağımsız bir ülke olarak mı kalacak yoksa küçük bir Amerika mı olacak diye tartışılan bu ülkenin iplerinin ne zaman Amerika'nın eline geçtiğini aslında hepimiz biliyoruz.
Arada o ipi Sovyetler’e kaptırmaktan korkanlar olduysa da ya da irili ufaklı İran, Malezya, Mısır, Cezayir, Pakistan olma ihtimalleri konuşulduysa da Türkiye İkinci Dünya Savaşı’ndan sonraki yeni düzende küçük Amerika olma yolunda sağlam adımlarla ilerledi ve bugüne kadar geldi.
Yüzyıla yaklaşan bu uzun yolculuk boyunca iktidarlar “Küçük Amerika” olmakla “Amerika’nın eli altındaki küçük” olmak arasında nasıl bir fark olduğunu hiç umursamadılar.
Demokrat Parti zamanı ve sonrası sıkça dillendirilen bu iyimser yakıştırma soğuk savaş döneminde Sovyetler’e karşı Türkiye’yi yanında tutmaya çalışan Amerika Birleşmiş Devletleri’nin lütuflarına karşılık odaklanılan bir hedefti ve anti emperyalist bir avuç gerçek solcuyu tenzih ederek söylemek gerekirse sağcısından solcusuna herkesin kalbini çalan pembe bir kelebekti.
1940’larda 50’lerde o renkli resimli dergileri okuyup, o olağanüstü Hollywood filmlerini seyredip de küçük de olsa bir Amerika olmaya özenmemek ne mümkündü?
Peki bu ülkeye ilk kez “Küçük Amerika” diyen kimdi?
Adnan Menderes mi?
Celal Bayar mı?
Nihat Erim mi?
Yoksa ülkenin 1945’te yayınlanmaya başlayan ilk çocuk dergisinin hayali kahramanı Doğan Kardeş’in amcası mı?
Doğan Kardeş adını Kazım Taşkent’in İsviçre’de okuyan ve bir çığ kazasında hayatını kaybeden küçük oğlu Doğan’dan alıyordu. Taşkent ailesi acılarıyla başa çıkabilmek için dönemin en önemli gazetecilerinden biri olan Vedat Nedim Tör’den Doğan adına bir çocuk dergisi hazırlamasını istemişti.
Dergi yayımlanır yayımlanmaz çocuklarının kalbini hemen çaldı. Yokluklardan yeni çıkan bir ülkede çocuklar için hazırlanan bu dergi inanılmaz derecede kıymetliydi. Küçük Doğan sanki hayattaymış ve tüm dergiyi kendisi hazırlıyormuş gibi başyazı yazıyor ve yaşıtı okurlarla doğrudan iletişim kuruyordu.
Doğan Kardeş dergisi çocuklar için bir vaha oldu. İçindeki yazılar onları sanata özendiriyor, farklı coğrafyalar hakkında bilgiler veriyor, dönemin değerlerini aşılıyor, dünya çapında bir kültür yolculuğuna çıkarıyordu. Çocuklar dergideki renkli çizgi romanlarını bir solukta okuyor ve kendileri de dergiye resimler, şiirler, yazılar gönderiyorlardı. Doğan Kardeş 1945-1988 yılları arasında yayımladı ve bu ülkenin çocuklarına nesiller boyunca unutulmaz bir rehberlik yaptı.
Bu rehberlik genel anlamıyla olumluydu.
Ama genel anlamıyla…
Aşağıdaki yazı 1946 yılının Kasım ayında yayımlanmıştı. Doğan Kardeş bu yazıda amcasıyla arasında geçen bir konuşmayı yaşıtlarına aktarıyordu:
“Geçen gün amcamla beraber resimli Amerikan dergilerine bakıyorduk. O büyük şehirleri, koca koca fabrikaları, tertemiz yolları, güleryüzlü insanları gördükçe içim sızladı da amcama sordum:
-Amcacığın niçin bizim de böyle büyük şehirlerimiz, fabrikalarımız, düzgün yollarımız yok? Niçin insanlarımız güleryüzlü değil?
Amcam bu soru karşısında önce şaşırakaldı.
-Ayol Doğan, sen boyundan büyük laflar etmeğe başladın, dedi.
Benim kırıldığımı görünce konuştu. Ah! İyi ki konuştu benim şeker amcacığım. Büyükler bazen zannediyorlar ki biz küçük olduğumuz için bizim de kendimize göre duygularımız, dertlerimiz, düşüncelerimiz yoktur. Ah şu büyükler, ah! He ne ise…
Bakın amcamın söylediklerini size de aktarayım da içiniz ferahlasın. Amcam dedi ki:
-Yavrum Doğan, Amerika 155 önce bağımsız bir memleket değildi. Nasıl bizde Atatürk ya hürriyet ya ölüm diye Kurtuluş Savaşı’nı açtıysa orada da Abraham Lincoln adlı bir milli kahraman çıktı. Her şeyden önce hürriyet dedi ve yabancıları memleketten kovdu, hür ve bağımsız Amerika’yı yarattı. İşte o gün bugün Amerikalılar karıncalar gibi hiç durmadan çalıştılar, vatanlarını dünyanın en ileri memleketi haline soktular.
Doğan yavrum bizim de vatanımız birçok bakımdan Amerika’ya benzer. Onun kadar büyük değildir ama Türkiye’nin de çeşitli, iklimleri vardır, çeşitli tabiatları vardır, çeşitli mahsuller yetişir, çeşitli madenler bulunur. Kıyılarımız uzundur. Bizim de nüfusumuz toprağa göre azdır. Kısaca Türkiye’ye küçültülmüş bir Amerika dense yeridir.”
Nihat Erim 19 Eylül 1949 yılında İzmit’te verdiği bir demeçte “Türkiye Küçük Amerika” olacak demeden üç;
Celal Bayar 20 Ekim 1957 yılında Taksim’de yaptığı bir konuşmada ““Biz memleketimizde Amerikalıların ilerleyişleri seyrini takibe çalışmaktayız. Öyle ümit ediyoruz ki otuz sene sonra bu mübarek memleket, 50 milyon nüfusu ile küçük bir Amerika olacaktır” demeden 11 yıl önce bu ülkede bir çocuk dergisinde politik istikamet çoktan işaret edilmişti.
Ve büyükler başlarına gelecekleri her zamanki gibi görmemiş, küçükler de ellerindeki çocuk dergisi sayesinde daha yaşken eğilmişlerdi.
Nihayetinde bugün bu ülke bir küçük Amerika olma hayaliyle çıktığı yolda ola ola yine Amerika’nın elinde küçük bir oyuncak oluyor.
Ve ülkenin, iktidarını artık kaybetmek üzere olan Cumhurbaşkanı’nın omzuna yine Amerikalı kelebekler konuyor.
/././
Kuantum çipler, patlayan scooter’lar, “ananı babanı öldür” diyen yapay zekâlar…-Eray Özer-
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder