soL "KÖŞEBAŞI" + "GÜNDEM" -20 Aralık 2024-

Çıplak dağda bir Nazi -Engin Solakoğlu-

Esas başarı Suriye’nin güneyindeki Şeyh Dağı’nda İsrail bayrağıyla zafer pozu veren ve işgal ettikleri topraklardan çekilmeyeceğini yineleyen hırsız, soykırımcı ve Nazi Netanyahu’ya aittir.

Yazıya başlamadan okuyuculara bir özür borcum var. Hafta sonu hareketli ve yoğun geçti. Ankara’daydım ve bir türlü oturup yazımı yazamadığım için bugüne kaldım. 

***

Klasik müzik meraklıları başlığın aslını tahmin etmişlerdir. Çıplak dağda bir gece, Rus Beşleri’nden Mussorgsky’nin bestesi. Son haftalarda yaşananlardan haklı olarak bunalan, içi kararanlar bu hareketli yapıtı şuradan dinleyebilirler yaşama sevincini geri kazanmak için. Yeter mi? Sanmam, bunun için yapılacak başka şeyler var. 

HTŞ’nin Suriye’de yönetimi ele geçirmesinin ardından, ülkede yaşananların neredeyse her boyutu tartışıldı ve tartışılmaya devam ediyor. Suriye’nin yansımaları, etkileri ikili ilişkilerimizle sınırlı değil. Meselenin Türkiye’nin sadece iç politikasını ilgilendirmediği de açık.

Bunun somut bir örneğini AB Komisyonu Başkanı Von der Leyen’in ziyareti sırasında yaptığı açıklamalarla görme fırsatımız oldu. Üç buçuk yıl önce yaptığı ziyarette oturacak koltuk bulamayarak kanepeye sığışmak zorunda kaldığı için bir hayli demoralize olan Von der Leyen, Akepe Genel Başkanıyla birlikte yaptığı ortak basın toplantısında bu kez kendinden emin ve rahat konuştu. Paradan söz etti, 1 milyar avro tutarında ilave bir kaynağın yazılı olduğu çekin ucunu gösterdi, ticari ortaklıktan ve yatırımlardan dem vurdu, daha da önemlisi Türkiye ve Batı sermayesinin yıllardır burnunu sızlatan meseleye, Gümrük Birliği’nin “derinleştirilmesi”ne değinerek “Türkiye Batı’dan uzaklaşıyor” diye ağlaşan bir grubun yüreğine az miktarda serin su serpti.

Yalnız ne hikmetse, övgülere boğduğu Akepe düzeninin hüküm sürdüğü Türkiye’nin adaylığı konusunda tek kelam etmedi. Ama ne gam, “alan memnun satan memnun” diye tanımlanabilecek bir ziyaret böylece sona ermiş oldu. Türkiye-AB ilişkilerinin iki temel boyutu olduğunu sürekli yazıyorum. Her ne kadar biraz da anlaşılır sebeplerle bunlardan Geri kabul/Göçmenler boyutu öne çıksa da Gümrük Birliği’nin sürdürülmesi ve derinleştirilmesi sermaye sınıfı bakımından hayati önem taşıyor. Burada aslında şu noktayı da hiç akıldan çıkarmamak gerekiyor. Her iki boyut birbiriyle ziyadesiyle bağlantılı. Göçmen varsa, uçuş işgücü var. Ucuz işgücü varsa, düşük maliyetli üretim var. Maliyet düşünce yüksek kâr var. Yüksek kâr varsa Gümrük Birliği’nin sürdürülmesi ve mümkünse derinleştirilmesinde hayır var!

Akepe düzeninin Suriye’ye dair bir başarı hikayesi yazarken iki temel unsura dayandığı biliniyor. Birincisi “güçlü devlet, fatih lider” ise, ikincisi “göçmenlerin geri dönüşü”. Birinci söylem ile tam kandıramadıkları kitleleri, ikinci söylemle hipnotize etmeyi deniyorlar. Buna devam edecekler zira fetih söylemi emekçi halk pazara inip cebindeki paranın yetersizliğini gördüğü anda boşa düşüyor. İkinci söylemden beklentileri ise nispeten daha gerçekçi. Halkın büyük çoğunluğu Suriye’de yönetimin değişmesiyle şu an Türkiye’de bulunan milyonların ülkelerine dönmesinin kendi refahında neredeyse otomatik bir artışa sebep olacağına inanıyor, ya da en azından buna inanmak istiyor. Bu düşüncenin nesnel temelleri de var. Türkiye’deki enflasyonun esas itibariyle talepten kaynaklandığı palavrasını yutarsanız, başta barınma ihtiyacı olmak üzere, herhangi bir hizmet ya da ürüne talebin birkaç milyon kişinin gidişiyle birlikte düşeceğine inanmanız doğal. Bir başka varsayım ise iş piyasasıyla ilgili. Daha düşük ücretlerle çalışan göçmen işgücü denklemden çıkartıldığında, işsiz sayısının azalması ve ücret seviyesinin yükselmesini bekleyebilirsiniz.

Gelin görün ki, kâğıt üzerinde geçerli olan kimi doğrular “piyasa koşulları” ve gerçek hayat devreye girdiğinde geçersiz hale geliyorlar. Baştan başlayalım. Suriyeli göçmenlerin kitlesel olarak geri dönmeleri, bir başka deyişle toplam talebi etkileyecek boyutta Türkiye’yi terk etmeleri, bugünden yarına gerçekleşebilecek bir şey değil. Suriye’de tesis edilen, daha doğrusu, tesis edildiği izlenimi verilen nizamın 10 yılı aşkın süredir Türkiye’de iyi kötü bir düzen kuran ailelerin bundan sonraki yaşamlarını sürdürmek isteyecekleri bir seviyeye ne zaman geleceğini şimdiden kestirmek olanaksız. Şam’ın merkezini bir yana bırakırsak, insanların sokağa çıkmaktan bile korktukları, 40 farklı ülkeden devşirilmiş kelle kesicilerin asayişi temin etmesi beklenen bir ülkede kimse yaşamak istemez. 

Her ne kadar aynı merkezin “çocukları” olsalar da  HTŞ, SMO ve YPG arasında henüz tam sonuçlanmamış bilek güreşinin nihayete ermesinin alacağı zamanı bir yana bırakalım. Ilımlılık cilasıyla pazarlanan HTŞ’nin kendi içerisinde tam bir denetim sağlaması dahi kolay ve çabuk olmayacaktır. Kafkasya’dan, Filipinler’den veya Uygur Bölgesi’den ithal edilmiş selefi cihatçıların, ABD, İsrail ve Akepe’nin arzu eder göründüğü “hoşgörülü” rejime razı olmaları eşyanın tabiatına ters. O pilav daha çok su kaldırır. Bu yüzden sadece Türkiye’de değil, dünyanın dört bir yanında uzun yıllardır yaşayan Suriyeliler’in geri dönüşleri de genişçe bir zamana yayılacaktır. Bu işin “asayiş” tarafı.

Bir de odadaki fil var. Arkadaşlar arasında biz ona ekonomi diyoruz. Suriye’nin, jeopolitik açıdan bakıldığında İsrail’in, ekonomi politik penceresinden değerlendirildiğinde ise uluslararası sermayenin  talep ve beklentileri doğrultusunda daha önce parçalanan Libya ve Irak’tan farklı olarak çok zengin doğal kaynakları yok. Dünya Bankası’nın ilk tahminlerine göre ülkenin ayağa kaldırılması için gerektiği söylenen 50 milyar ABD dolarını bulmak öyle zor bir şey değil. Katar, BAE, Suudi Arabistan gibi ülkelerin kirli çıkınlarından bunun çok daha fazlası çıkar. Yalnız bu paranın geri alınması nasıl olacak, onu çözebilmek güç. Emperyalizm misliyle geri almayacağı bir harcamayı yapmaz. İşte bunun için yağmalanacak bir kaynak gerekir. Jeopolitik önem vesaire de bir iki bilanço döneminde kâra çevrilebilecek bir varlık değildir. Uzatmayalım, bunun hesabını kitabını bu konuda çok daha yetkin iktisatçılar yaparlar. Benim ilgilendiğim taraf, bu gerçekler temelinde Suriye halkının temel ihtiyaçlarını karşılayacak bir ekonomik düzenin bugünden yarına kurulmasının mümkün görünmediğidir. O halde göçmenlerin neden ve neye güvenerek dönecekleri sorusu orta yerde durmaktadır.

Dönüş meselesinin bir diğer yüzü ise sermayenin açgözlü tabiatıdır. Geri dönenlerin sayısı daha birkaç bin bile olmadan, patronlardan yükselen feryatları duyuyoruz: “Biz nereden işçi bulacağız?” Türkçe gibi görünen o sızlanmanın dilimize tam çevirisi işe şudur: “Biz nereden köle bulacağız?” Bu, “kalmak isteyenin başımızın üzerinde yeri var” buyuran Akepe Genel Başkanı’nın, “Suriye’de fabrika açın orada çalışsınlar” şeklinde parlak bir sömürüye devam formülü üreten Ana Muhalefet liderinin ve her ikisinin de sadık bendeliğini paylaşamadıkları patron düzenin bekasıyla yakından ilişkili bir sorundur. Sermaye sınıfı tatmin edilmeli, taze ve olabildiğince ucuz etle doyurulmalıdır. O halde halkımızın bu alandaki beklentisinin de karşılanmayacağını söylemek şom ağızlılık sayılmamalıdır. İhtimal, Suriyeli sermaye sahipleri ve bağlantılı oldukları kelle kesiciler gidecek, açlık sınırında ücretlerle çalışan emekçiler, aileleriyle ve bir bölümü Arapça dahi bilmeyen, hepimiz kadar Türkçe konuşan çocuklarıyla burada kalacaktır.

Suriye’de Akepe’nin en büyük başarısı, ABD ve İsrail’in sadık bir müttefiki olduğunu kanıtlamış ve iktidarını sürdürmek için emperyalizmden yeni bir kredi almış olmasıdır. O başarının kaçınılmaz sonucu yurtsuz sermaye sınıfının genişleme ve daha çok kâr ihtiyacının karşılanacak olmasıdır. Bu “başarı”dan Türkiye halkına kalan yokluk ve yoksulluk koşullarının daha da ağırlaşmasıdır.

Esas başarı ise Suriye’nin güneyindeki hâkim tepe olan Şeyh Dağı’nda İsrail bayrağıyla zafer pozu veren ve işgal ettikleri topraklardan çekilmeyeceğini yineleyen hırsız, soykırımcı ve Nazi Netanyahu’ya aittir. O başarıya katkı sağlayan herkes Netanyahu’nun insanlığa karşı işlediği ve işleyeceği suçların ortağıdır. 

Bu manzaradan insanlık adına kaygı duymak doğaldır. Ancak asıl yapılması gereken emperyalizmin ülkemizde, bölgemizde ve dünyada kaynattığı cadı kazanını devirmektir. Bu da öfkelenmekle, öfkeyi dirence, direnci örgütlenmeye dönüştürmekle mümkündür. 

Türkiye Halk Temsilcileri Meclisi, ülkenin dört bir yanında, kaygı ve umutsuzlukta boğulmayı kabullenmeyenlerin örgütlenme adresi olmaya hazırdır. Şimdi kenetlenme zamanıdır.1

                                                                                   /././
Din dersine giren imamdan paylaşım: Arkasında Abdülhamit ve Erdoğan, önünde silah -Yekta Armanc Hatipoğlu-
                                                               
İmamın paylaştığı silahlı fotoğrafı.
Eskişehir’de imam olarak görev yapan ve din derslerine giren imam, sosyal medya hesabından silahlı, Abdülhamitli, Erdoğanlı paylaşım yaptı.

Eskişehir’de imam olarak görev yapan ve Atatürk Mesleki Teknik Anadolu Lisesi’nde Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi dersine giren Eşref Yıldırım, Instagram hesabından masasına silah koyduğu bir gönderi paylaştı.

Yıldırım’ın arkasında Abdülhamit portresiyle Hüseyin Besli ve Ömer Özbay’a ait olan “Bir Liderin Doğuşu Recep Tayyip Erdoğan” isimli kitap yer alıyor.

Eskişehirli liselilerden imama tepki: ‘Okullarımızda tarikatçıları istemiyoruz!’

Eskişehir Liseliler Dayanışma Ağı, konuyla ilgili paylaşımında “Okullarımızda tarikatçıları, cumhuriyet düşmanı, şeriat ve saltanat sevdalılarını istemiyoruz” sözleriyle duruma tepki gösterdi.

Açıklamada, “Eşref Yıldırım’ın sosyal medya paylaşımları MEB’in okulları kime teslim ettiğini çok açık gösteriyor” denildi.

Eşref Yıldırım’ın görevden alınmasının istendiği paylaşım okullarda tarikatçıların, cumhuriyet düşmanlarının, şeriat ve saltanat sevdalılarının istenmediği vurgusuyla noktalandı.

Okulun internet sitesinde paylaşılan ders programına göre Yıldırım, meslek liselerinde olan Anadolu Teknik Programı (ATP) 9. sınıf öğrencilerinin Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi dersine giriyor.

Erenköy cemaatinin camisinde çalışıyor

Yıldırım’ın görev yaptığı Mahmut Sami Ramazanoğlu Camii Külliyesi ise Erenköy cemaatine ait olan Erkam Vakfı tarafından yaptırıldı.

Mahmut Sami Ramazanoğlu, Erenköy cemaatinin liderlerinden biri olarak biliniyor.

Diğer sosyal medya paylaşımları da dikkat çekiyor

Yıldırım, sosyal medya hesaplarından yaptığı paylaşımlarla da dikkat çekiyor.

X’te paylaştığı gönderilerden birinde Erenköy cemaatinin liderlerinden Osman Nuri Topbaş’a “Hocaefendi” diyen Yıldırım, İskenderpaşa cemaatinden Mahmut Esat Coşan’ın şeriatı övdüğü bir videoyu da Instagram hesabından paylaştı.

Coşan, videoda “Ben şeriata karşıyım” diyenlere “Yazıklar olsun sana. Sen Allah’tan utanmaz mısın, korkmaz mısın, ahiretini mahvetmekten tüylerin ürpermiyor mu? Sen Allah’a mı karşı geliyorsun?” diyor.

İbrahim Kaya isimli gericinin Diyanet İşleri Başkanı Ali Erbaş’ın Mustafa Kemal’e dua etmesini eleştirdiği sözlerinin haberleştirildiği bir X gönderisine yorum yapan Yıldırım, Cumhuriyet kutlamalarını kastederek “Daha düne kadar danslarla, viskilerle kutlanıyordu. Ne çabuk unuttunuz…” paylaşımını yaptı.

Yıldırım, Instagram hesabından yaptığı bir başka paylaşımda ise “Okullarımızda birilerinin kitapları okutulduğu kadar Allah’ın kitabı okutulmuş olsaydı, birilerinin hayatı anlatıldığı kadar Hz. Muhammed’in hayatı anlatılmış olsaydı bugünkü nesil böyle olmazdı” sözlerini kullandı.
Festival yasaklarını da paylaşan Yıldırım, Octoberfest Eskişehir’in yasaklanmasına “Elhamdülillah” tepkisini verdi.

                                                     /././
İnsan hakları (II) -Rıfat Okçabol-

Eğitim sistemlerinde gericilik, piyasacılık ya da ırkçılık var oldukça, ülkelerin ve dünyanın barış içinde yaşaması kolay değildir.

Avrupa devletleri İnsan Hakları Bildirgesi ile yetinmeyip 4 Kasım 1950 tarihinde "Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi"ni1 imzalamışlardır. Bu sözleşmede de, “…Herkes düşünce, vicdan ve din özgürlüğüne sahiptir (m. 9). … Bu Sözleşmede tanınan hak ve özgürlüklerden yararlanma, cinsiyet, ırk, renk, dil, din, siyasal veya diğer kanaatler, ulusal veya toplumsal köken, ulusal bir azınlığa aidiyet, servet, doğum başta olmak üzere herhangi başka bir duruma dayalı hiçbir ayrımcılık gözetilmeksizin sağlanmalıdır (m. 14)” gibi insan haklarına vurgu yapan ifadeler vardır. Bu sözleşmeye bağlı kalınması için, 21 Ocak 1959’da da kararları imzacı devletleri bağlayıcı olacak Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kurulmuştur.

Birleşmiş Milletler Genel Kurulu 20 Kasım 1989 tarihinde de Çocuk Hakları Sözleşmesi’ni2 kabul etmiştir. Bu sözleşmede yer alan hakların bir bölümü şöyledir: “Bu Sözleşme uyarınca çocuğa uygulanabilecek olan kanuna göre daha erken yaşta reşit olma durumu hariç, onsekiz yaşına kadar her insan çocuk sayılır (m. 1). … Taraf devletler, çocuğun düşünce, vicdan ve din özgürlükleri hakkına saygı gösterirler (m. 14). (...) Taraf Devletler, çocuğun eğitim hakkını kabul ederler ve bu hakkın fırsat eşitliği temeli üzerinde tedricen gerçekleştirilmesi görüşüyle özellikle: İlköğretimi herkes için zorunlu ve parasız hale getirirler (m 28).” Bu bildirileri pek çok devlet imzalamış olsa da, imzalarına ihanet eden devletler de çoktur. Bu konuda en çarpıcı durum, İsrail ile insan hakları konusunda öncülük eden piyasacı/kapitalist devletlerin tutumudur. 

Yahudiler, tarihte bulundukları topraklardan birkaç kez sürülmüş bir toplumdur. İlkçağda Mısır’dan Filistin’e, Filistin’den Babil’e, Babil’den Filistin’e sürülmüşlerdir. Roma İmparatorluğu, Yahudi ayaklanması sonrasında 69 yılında Yahudileri Kudüs dışına sürgüne gönderip onların tüm dünyaya yayılmasına yol açmıştır. O zamandan beri Yahudilerin bir kısmı, Tevrat’a göre kutsal toprakları olan Filistin’e dönmeyi düşünmüşlerdir. İspanyollar 1400’lerin sonlarında Emevi Müslümanlarını İspanya dışına çıkardıklarında, ülkelerindeki Yahudileri de sürgüne göndermişlerdir. Hitler, II. Dünya Savaşında Almanya’da ve işgal ettiği ülkelerdeki Yahudilere karşı soykırım uygulamıştır. 

II. Dünya Savaşı sonrasında Birleşmiş Milletler Genel Kurulu, 29 Kasım 1947’de Filistin’deki bir bölgeyi Yahudilere tahsis etmiştir. Filistin’de yaşamaya devam eden Yahudilerle dünyanın hemen her yerinden gelen Yahudiler, 14 Mayıs 1948’de kendilerine tahsis edilen bölgede İsrail devletini kurmuşlardır. İsrail devlet olduktan sonra, Yahudi olmayan Filistinlilerle barış içinde yaşamayı değil, onlara dünyayı dar etme politikasını sürdürmüştür. 1967’de gerçekleşen Arap-İsrail savaşından sonra işgal ettiği topraklardan çekilmemiş ve zaman zaman Müslümanların Kudüs’teki kutsal mekanı ‘Mescid-i Aksa’ya bile askeri harekat düzenlemiştir. İsrail’in, bir yıldır Filistin’in bir parçası olan Gazze’deki Müslüman halkı çoluk-çocuk demeden katletmesi bir soykırım niteliğinde olduğu gibi, istediği anda istemediği kişileri yaşadıkları bölge nerede olursa olsun öldürmesi, Suriye’ye, İran’a, Lübnan’a saldırması, en azından insan haklarına karşı işlenen suç niteliğindedir. Nedense başta insanların eşit olduğunu deklare eden ABD olmak üzere pek çok devlet de İsrail’i desteklemektedir.

ABD’nin insan haklarını açıkça ihlal eden İsrail’i desteklemesi şaşırtıcı değildir. Çünkü ABD, insan hakları ihlali konusunda mimlidir. 1776’da insanlar eşit demiş olsa da, köleliği ancak 1865’te yasaklamış ve 1960’lara kadar bazı otobüslere ve lokantalara “Zenciler giremez” diyebilmiş, onları ikinci sınıf vatandaş saymıştır. Martin Luther King Jr.’ın 1955-1968 yılları arasında öncülük ettiği barışçıl eylemler sonunda ancak bu tür yasaklar kalkmıştır. Dünya Savaşı sırasında ABD’ye göç etmiş olan Japonları kamplarda toplayıp yaşamdan tecrit etmiştir. 

ABD, Amerika dışındaki eylemleriyle de insan haklarına aldırmadığını gösteren, istediği yere istediği anda müdahale eden ve vahşet yaratan bir devlettir.

ABD, İngiliz, İspanyol ve Portekiz’in işgal ettikleri topraklarda yaşayan yerli halkları neredeyse yok etmesi gibi, Kuzey Amerika’da yaşayan yerlileri de yok etmeye çalışmıştır. Bu arada başka ülkeleri istila etmek yerine önce o ülkelerdeki azınlıkları kışkırtırken kendine yandaş insanlar yetiştirmek amacıyla okullar açmaya başlamıştır. Örneğin 1824’ten itibaren Osmanlıda, Halep, Şam, Bağdat, Beyrut, Harput, Kayseri, İzmir ve İstanbul’da Amerikan kolejleri açmıştır. ABD, 1845’te Meksika topraklarını işgal ettiğinde de, 1800 sonlarında savaştığı Filipinlerde de katliamlar yapmıştır. II. Dünya Savaşı’nda 6 Ağustos 1945’te Hiroşima’ya ve 9 Ağustos 1945’te de Nagazaki’ye atom bombası atarak iki günde 220 bin kadar insanın ölmesine ve on binlerce çocuğun sakat doğmasına neden olmuştur. Benzer bir vahşeti 1960 sonlarında napalm bombalarıyla Vietnam halkına yaşatmıştır. Benzer bir zulmü, Irak’a silah yardımı yapıp 1980-1988 yılları arasında İran ile savaştırarak, Ağustos 1990’da önce Irak’ın Kuveyt’i işgal etmesine izin verip hemen arkasından Körfez savaşında Irak’a saldırarak, 10 yıl kadar süreyle Ambargo koyduğu Irak’ta masum çocukların ilaç yokluğundan ölmelerine aldırmayarak sürdürmüştür. Bütün bunlarla yetinmeyip 2003’te “Nükleer silah üretiliyor” yalanını üretip “demokrasi getirmek için!” Irak’ı işgal etmiştir. Ülkenin üçe bölünmesine, on binlerce insanın yerinden yurdundan ayrılıp göç etmesine, yaralanmasına ve ölmesine neden olmuştu.

ABD, aslında geri kalmış ülkelerin demokratikleşip bağımsızlık kazanmasından da, bağımsızlıklarını korumaya çalışmasından da nefret eden bir ülkedir. Örneğin ABD, 1949’da Suriye’de ve 1953’te de İran’da seçile gelmiş hükümetlerin devrilmesini desteklemiştir. Amerikan birlikleri, 'istikrarı' korumak amacıyla 1958’de Lübnan’a askeri müdahalede bulunmuştur. ABD, 1954’te Guatemala’da, 1961’de Zaire’de, 1965’te Endonezya’da3, 1974’te Şili’de, 1979’da Pakistan’da, 1980’de Türkiye’de, 2000’de Peru’da, 2002’de Venezüella’da demokratik yollarla iktidara gelmiş hükümetleri devirmiştir. Afganistan’daki Sovyet yanlısı rejimi devirmek için 1980’lerde Pakistan da, Taliban olarak bilinen gericiler eğitmiştir. Usame bin Laden ile bir Taliban olan Gulbeddin Hikmetyar’ı, 11 Eylül 2001 ikiz kuleler saldırısı öncesinde özgürlük savaşçıları olarak görmüştür4 (Yıldırım, 2004).

Gelişmekte olan ülkelerin sola kaymasını ve ya da bağımsızlığını engellemek için dinci ya da ayrılıkçı fanatik grupları destekleyen de ABD’dir. ABD, Mısır’da bağımsızlık yanlısı Abdülnasır’a karşı gerici Müslüman kardeşleri, Cezayir’de sosyalist rejime karşı gerici İslami Selamet Cephesi’ni (FIS), Filistin’de bağımsızlık mücadelesi veren laik El-Fetih hareketine karşı, gerici Hareket-ül Mukavemet-ül İslamiye’yi (HAMAS’ı) desteklemiştir. Türkiye-İran-Irak ve Suriye’de de ayrılıkçı PKK’yi desteklemektedir. ABD, 2011’de NATO (ve Türkiye’nin) işbirliğiyle Libya’ya saldırıp Saddam gibi Kaddafi’nin linç edilmesini sağlamıştır. Arap baharında, önce Mısır’da başkan Mübarek’in devrilip gerici Mursi’nin cumhurbaşkanı olmasını ve sonra da Mursi’nin devrilmesini sağlamıştır. 2012’den beri Suriye’de de laik Esat’a karşı ayrılıkçı ve şeriatçı güçleri desteklemiş, sonunda İsrail gibi ABD’nin taşeronluğunu üstlenen devletlerin katkısıyla geçen hafta şeriatçı güçlerin Şam’ı ele geçirmesiyle laik Esat rejiminin sonunu getirmiştir. ABD ve taşeronları, şeriatçıların hakim olduğu ülkeye demokrasi geldiğini söyleyebilmektedirler.

ABD, eğitimde fırsat eşitsizliği bakımından da, insan haklarının geçerli olmadığı bir devlettir. Örneğin gelir düzeyi açısından en üst gelir grubundan gelen öğrencinin 24 yaşına kadar okuldan mezun olma olasılığı en alt gelir grubundan gelen öğrenciye göre 1979’da 4 kat fazla iken bu olasılık 1995’te 10 kata çıkmıştır.5

İnsan hakları konusuna öncelik eden ya da bu hakları kabul ettiğini açıklayan devletlerin insan hakları karşıtlığı, bu devletlerin gerici, piyasacı/kapitalist, ırkçı ya da piyasacı devletlerin taşeronluğunu benimsemiş devletler olmasından kaynaklanmaktadır. 

Piyasacı devletlerin eğitim sistemleri, genelde laik ve bilimsel nitelikte olsa da, piyasacı ya da ırkçı ögeler içerdiğinden, insan haklarına saygılı olmak yerine kendi bireysel çıkarına öncelik veren insanlar yetiştirmektedir. 

Eğitim sistemlerinde gericilik, piyasacılık ya da ırkçılık var oldukça, ülkelerin ve dünyanın barış içinde yaşaması kolay değildir. 

  • 1.https://www.echr.coe.int/documents/convention_tur.pdf (Erişim 05.06.2023).
  • 2.“Çocuk Hakları Sözleşme Maddeleri”, Defne Kaymakamlığı, http://www.defne.gov.tr/cocuk-haklari-sozlesme-maddeleri (Erişim tarihi: 22.03.2022).
  • 3.ABD’li gazeteci Vincent Bevin, 2020’de ABD’nin Endonezya’daki vahşetini anlatan “The Jakarta Method: Washington’s Anticommunist Crusade AND The Mass Murder Program That Shaped Our World” başlıklı bir kitap yazmıştır. Bu kitaba göre, 1945’te ülkenin bağımsızlığını sağlayan Başkan Sukarno, sol eğilimli bir anti-emperyalisttir. Sukarno’nun Sovyetlerle Çin’e yaklaşması üzerine ABD, önce muhafazakar olan Müslüman partiye para pompalamaya başlamış, 1958’de de CIA pilotları Endonezya’yı bombalayıp, sivilleri öldürerek ülkeyi bölme girişiminde bulunmuştur. Silahsız olan Endonezya Komünist Partisi 1960’larda oylarını sürekli artırınca, bir ayaklanmayı bahane eden ABD destekli aşırı sağcı General Suharto, 1967’de ülkenin tüm kontrolünü ele geçirmiştir. Korkunç bir antikomünist propaganda kampanyası başlatarak, yaklaşık 1 milyon solcuyu ya da solcu olmakla suçlanan insanı toplayıp öldürmüş ve bir milyon kişiyi de toplama kamplarına göndermiştir.
  • 4.M. Yıldırım, Sivil Örümceğin Ağında. İstanbul: Toplumsal Dönüşüm Yayınları, 2004.
  • 5.T. Mortenson, The Educational Attainment by Family Income 1970-1994, Postsecondary Opportunity, Nov., 14, 1, 1995.
                                                                          /././

 Bunlar daha ne ki?-Mesut Odman-

Gerçekten, güney komşumuzda “Bunlar daha bir şey değilmiş!” dedirtecek olayların art arda dizilişiyle karşılaşırsak şaşırmayacağımız günler gelebilir.

İki haftayı aşkın bir süre geçti. Herhangi bir yazı yazamadım. Benim yazamaz oluşum bekleniyormuş diyesim geliyor. Kırk yılın çarşambası bir araya geldi sanki. Sonunda, yeniden yazabilir duruma gelip klavye başına geçince, en uygun başlığın bu olabileceğini düşündüm. Kısacık bir süreye sığmış olması değil sadece, olup bitenleriyle de şu son bir iki haftayla yarışacak bir zaman dilimi öyle kolayca ortaya çıkmaz; bunun yanı sıra, şaşırtıcı yanlarının henüz tükenmediğini anlatmak bakımından da uygun bir başlık bu.

Gerçekten, güney komşumuzda “Bunlar daha bir şey değilmiş!” dedirtecek olayların art arda dizilişiyle karşılaşırsak şaşırmayacağımız günler gelebilir. Ne kadar sonra gelir, bilinmez; ama öyle günlerin geleceği şimdiden belli oluyor.

Yazamadım dediysem, yazanlar çok oldu. Zafer naraları atanları, topraklara toprak katanları bir yana bırakalım. Pek çok aklı başında değerlendirmeler de yapıldı elbette. Bana sorulursa ya da “bir soran olursa” deyip, uzmanlık düzeyinde bilgili olma iddiası şurada dursun yaşananlara akıl erdirmeye çalışan bir yurttaş olarak üç beş söz söylemeden önce, o yazılanlardan birkaçını önermekte yarar var, sanıyorum. Bir kez, yalnız Suriye’yi değil, daha doğrusu, Suriye ile birlikte Arap halklarının yaşadıkları coğrafyada olup bitenleri doğru anlamak için kolayca bulunup sıkılmadan okunabilecek bir kitabı hatırlatmalıyım. Alper Birdal ile Yiğit Günay’ın ortak çalışmaları “Arap Baharı” Aldatmacası, adı geçen bahar aldatmacasının başlarında okur önüne çıkarılmıştı. (Yazılama Yayınevi, Ağustos 2012). Her ne kadar gerçekte olan, kapışma sözcüğünün çok fazla geleceği bir teslimiyet görünümü veriyorsa da bugünlerdeki kapışmayı geçmişi ve şimdiki sonuçlarıyla birlikte kavramak bakımından çok değerli bir kaynak özelliğini koruyor. Yiğit’in ve ona destek olan öteki soL yazarlarının bir haftadır “Suriye Dosyası” başlığı altında yazdıkları da anılan kitabın güncelleştirilmesi açısından önemli katkı sağlıyor. Bütün o yazıların bir dosyada toplanıp arşivlenmesini öneririm. Ben öyle yaptım. 

***
En azından kâğıt üzerinde çoğunluğu Müslüman olan halklardan ve coğrafyalardan söz ediyoruz madem, dilimizdeki onlara özgü bir deyime baş vurabiliriz: “İki cami arasında beynamaz”dır bu deyim. Okurlardan özür dileyerek açıklamaya çalışırsak, iki camiden hangisine gideceği konusunda kararsız kalıp namazı kaçıranın durumundan esinlenilerek söylendiğini kabul edebiliriz. Gereksiz açıklamalara bir başka örnek sayılmazsa, aslında Farsça olumsuzluk ekiyle “binamaz” söyleyişinin Türkçede beynamaz olarak yerleştiğini de eklemek mümkün olabilir.

Arap coğrafyasında “Arap sosyalizmi” de denebilecek Baas hareketinin ve partisinin tarihi, bir bakıma, bu deyimdekine benzetilmesi mümkün bir kararsızlığın, iki arada bir derede kalmanın, birbirinin karşıtı iki yol arasında ikircikli davranmanın tarihidir. İkinci büyük paylaşım savaşının sonlarına kadar götürülebilecek bir geçmişten söz edilebilir. Bu uzun sürenin sonunda ne Arap sosyalizmi kalmıştır ne sosyalist Araplar. İlkinin bir daha sahneye çıkması, ikincisinin yeniden söz sahibi olması hemen hemen imkânsızlaşmıştır.

***

Emperyalizmin, bir soyutlama olarak değil, bütün tiksindirici somutluğuyla belirleyicilik kazanan emperyalist ilişkilerin her egemen oluşunda varlığı görülen en az üç öğeden söz edilebilir. İlki için vahşet ve katliam sözcükleri uygun düşer. İkincisi emekçi halk yığınlarının açlık ve sefalet ile, bunların her türlüsü ile terbiye edilişidir. Üçüncüsü ise en kabasından en incesine kadar yalanların bitmez tükenmez geçit resmidir. Yaşadığımız çağda en eski ve ilkel nitelikli olanından en yeni ve, ne demekse, gelişkinine kadar iletişim endüstrileri ile sanat sepet işleri “emre amade”dir, hazırdır, el altındadır, gerekmese de düzelterek ekleyelim, emperyalistlerin ellerinin altındadır. Bizim soL’daki arkadaşlarımızın deyişiyle “film stüdyoları” ile her yere taşınabilir film ve dizi setleri inanılması güç bir hızla devreye giriverirler. Bununla ilgili pek çok örnek sağlayan son emperyalist “zafer günleri”nden yalnız 2’sini, yazıyla ikisini hatırlatmakla yetineceğim. 

Temiz yüzlü bir oğlan çocuğu. Muhabir bir sürü anlatıyor. Neler neler çekmiş de, yıllar var babasını görmemiş de, şimdi kurtuluşun sevincini yaşıyormuş da…Oysa, çocukta ne öyle coşkun bir sevinç var, ne de yıllar sürmüş bir eziyet anlatımı yüzünde. Sunumunun yeterince inandırıcı olduğu kanısına ulaşmış olmalı ki, bitiriyor. Çocuğa soruyor: “Babanı kaç yıldır görmedin?” Çocuk 14 diyor. Bir soru daha: “Kaç yaşındasın?” El cevap: “10!”

Bir başka örnek olay. Eziyetin işkencenin her türlüsünün yanında günlerce de aç bırakılmış bir muhalif tutuklu. Çok şükür, özgürleştirilmiş. Ayrıca, karnı da doyurulacak. Öyle ya, aç acına özgürlük neye yarar? Epey doyurucu olduğu besbelli bir öğün konuyor önüne. Yeni özgürleştirilmiş aç tutsak yumuluyor, haklı olarak. Ancak, adamda hemen göze çarpan bir göbek var ki, obezite tedavisine başlamakta ne kadar gecikirse, o kadar kötü. Demek, bazı insanlarda uzun süreli açlık görkemli göbeklere yol açabiliyormuş. 

***

Suriye uzun süredir uzak Asya’dan Kafkaslara, Orta Doğu’dan Afrika’ya, hatta Avrupa’ya kadar dünyanın dört bir bucağından gelmiş, tepeden tırnağa silahlı, örgütlü-örgütsüz kalabalıkların kaynadığı bir ülkeye dönmüştü. Şimdi bunların birbirleriyle dostça, haydi bu kadarı fazla iyimser oldu deyip düzeltelim, itişip kakışmayı vurup öldürmeye götürmeden görüşüp anlaşmaları bekleniyor. Öte yandan, Türkiye’nin de içinde bulunduğu pek çok ülkenin ve BM’nin terör örgütleri listesinde yer alan, ayrıca ABD’nin başına 10 milyon dolar ödül koyduğu kişinin başkanlığındaki örgütün 36 ayrı örgüt ya da gruptan oluştuğu söyleniyor. Onca karışık kalabalığın barış içinde bir arada yaşamayı ne kadar sürdürebileceği, o sırada ve daha sonra Suriye’nin yerleşikleri olan farklı dinlerden, mezheplerden, etnik kökenlerden insanlar ve onların örgütleri ile nasıl anayasa ve yasalar yapabileceği, yaptıktan sonra nasıl uygulayabileceği, bütün bunlar olurken Suriye denilen tam anlamıyla zavallı duruma düşürülmüş ülkede toplumsal ve bireysel hayatın olmazsa olmaz araçlarının nasıl üretileceği, üretilebilirse nasıl bölüşüleceği, can alıcı sorulardır ve hiçbirinin yanıtları belli değildir. Üstelik bu belirsizliğin, sadece Suriye için değil, aralarında kendi ülkemizin de bulunduğu geniş bir coğrafya için karabasan demenin abartma olmayacağı tehditler barındırdığı apaçıktır.

Karabasanı kötü bir fanteziye dönüştürmek diye anlaşılabilir olsa da ekleyebiliriz: Geçmişi yarım yüzyılı çok aşmış Baas iktidarı üçbeş günde çöküp giderken, İsrail bir yandan yüzlerce hava saldırısıyla Suriye devletinin bütün savunma imkânlarını yok etti, bir yandan da uzun süredir işgal altında tuttuğu Golan Tepelerinden aşağılara doğru indi ve Şam’ın 20-25 kilometre yakınlarına kadar sokuldu. Oralardan geri çekilme olasılığı bulunmuyor herhalde. Peki, önümüzdeki günlerde/haftalarda/ aylarda, her neyse, zamanın birinde biraz daha ilerleyip Şam’ın içlerine girmeyeceği nereden belli? Bu ilerleyişin kuzey/güney ya da doğu/batı diye ikiye bölünmüş bir Şam kenti ile sonuçlanması çok mu karamsar yahut temelsiz bir fantezidir? Yoksa, küçük ya da büyük böyle bir olasılık, üçe, dörde, kaça bölünecekse artık, parçalanmış bir Suriye’ye daha mı uygun düşer? Yalnız parçalanmış bir Suriye’ye uygun düşmekle kalmaz, futboldaki transfer jargonunu kullanırsak, İsrail için de transfere doymayan kulüplerin satın aldığı gerekliliği kuşkulu en son yıldız transferi için söylenen “pastanın üstündeki çilek” anlamına mı gelir?

                                                                /././

Metal direnişi yasağa rağmen sürüyor: 'İşçiler grev yasağını fiilen kadük hale getirdi'-Aslı İnanmışık-

Metal işçileri Cumhurbaşkanı kararına rağmen grev yasağını tanımadı. Fabrika önlerinde nöbete devam eden ve işbaşı yapmayan işçiler, "Yılmayacağız" diyor.

DİSK'e bağlı Birleşik Metal-İş Sendikası, çoğu uluslararası şirketler olan metal işletmeleriyle yeni toplu sözleşme imzalamak için yaz aylarında masaya oturdu. Metal patronlarını temsil eden Türkiye Metal Sanayicileri Sendikası (MESS) ile iki ayı aşan görüşmelerden sonuç alınamadı ve grev kararı alındı.

Patronların yüzde 40 zam dayatmasına karşı sendika yüzde 125 zam istedi.

Yaklaşık 2 bin işçiyi kapsayan grev kararı; 2015, 2017 ve 2018 yıllarında olduğu gibi yine "milli güvenlik" bahanesiyle ve AKP'li Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın Resmi Gazete'de yayımlanan kararıyla yasaklandı.

İşçiler işbaşı yapmıyor

Hitachi'nin Kartal, Tuzla, Dilovası ve Dudullu'daki fabrikalarında, General Electric'in Gebze’deki Grid Solutions fabrikasında ve Schneider Elektrik'te (Manisa'daki fabrikasında ve Gebze'deki deposunda) işçiler grevdeydi. Bugün de Balıkesir Gönen'de bulunan Arıtaş Kriyojenik'te işçiler greve çıktı. Kocaeli Çayırova’da bulunan Green Transfo Energy fabrikası da 25 Aralık günü greve çıkmaya hazırlanıyor.

Sendika yasağa rağmen grevine devam ediyor. İşçiler işbaşı yapmıyor. Fiili bir durum var aslında. Yaklaşık 2 bin işçi tüm baskılara rağmen direniyor ve kararlı. Fabrikanın önünde işçilerin nöbeti sürüyor.

152 gündür direnişte olan Polonez işçileri, dün General Electric Grid Solutions'taki işçilerin grev çadırını ziyaret etti. Fotoğraf: Birleşik Metal-İş
MESS düşük ücret için neden bastırıyor?

Peki bu noktaya nasıl gelindi?

MESS'in çok düşük ücret artışı teklifinin önemli bir nedeni var. 

Grev kararı alınan 5 işletme 2015'ten önce, daha önceki grevler sırasında MESS'ten ayrılmış ve ayrı bir işveren sendikası kurmuşlardı. Daha sonra bu sendikanın feshedilmesiyle iki dönem önce MESS'e geri döndüler. Ancak yaklaşık 200 bin işçiyi kapsayan MESS'in ana grubuna henüz dahil olmadılar. MESS'in greve çıkan fabrikalara düşük ücret teklif etmesinin altında da işte MESS'teki bu büyük gruba örnek teşkil etmek, diğer fabrikalarda da on binlerce işçi için aynı yolu izlemek yatıyor. Bu nedenle işveren sendikası bastırıyor.

Patronlar "2025 yılının istedikleri kadar kâr elde edemeyeceklerini, maliyetleri kısmak zorunda olduklarını" öne sürerek de bu düşük zam teklifini meşrulaştırmaya çalışıyor.

'Grev erteleme' MESS'in mesajı gibi

"Grev erteleme" kararıyla işçileri baskı altına alma çabaları da bu yüzden. Sendika da aslında bu tehlikeyi daha önceki örneklerden bildiği için yasak ihtimaline karşı "kademeli grev" kararı almıştı. Ancak hükümet tüm grev kararlarını bekledi ve grevleri topluca erteledi.

Grev ertelemeyi MESS'in yaptırdığı anlaşılıyor. Çünkü görüşmeler sırasında MESS'ten ayrılan Green Transfo işletmesinin grevi ertelenmedi. 25 Aralık'ta da orada grev başlayacak. Yani MESS üyeleri korundu. MESS üyesi olan yerlerde "erteleme" kararı alındı. Yani MESS tarafından tüm işverenlere hiç çekinmeden, "Benim çatım altında olursanız, böyle ayrıcalıklarınız olur" denildi.

İşçilere tehdit mesajları gönderildi, fabrika kapılarına polis yığıldı

İşçilerin direnişi sürerken patron cephesi de boş durmadı.

Yasaklamanın hemen ardından patronların ilk adımı "güvenlik zafiyeti"ni bahane etmek oldu. Başaramasalar da, işçileri korkutup sindirmek için tüm fabrikaların önüne, grev çadırları yanına polis yığınağı yapıldı. Ancak çadırlar sökülmedi. 

Bu hafta başından itibaren işçilere işbaşı yapılması çağrısıyla tehdit mesajları gönderilmeye de başlandı. İşten atma söylentileri de yayılıyor.

                                                         İşçilere gönderilen tehdit mesajlarından biri.

'Herkes insanca yaşamak istiyor'

İşçiler şimdilik kararlı görünüyor. Sendikanın Hitachi İşyeri Temsilcisi Koray Duman, fabrika grevin 11. günündeyken yasaklama kararı geldiğini hatırlatarak bu ihtimali zaten beklediklerini söylüyor. "Hem biz hem de merkezi olarak sendika yönetimi 'Grev yasaklarını tanımayacağız' diyorduk. Üstelik daha önce alınmış mahkeme kararları da var, bu yapılan yasaklamalar aslında usulsüz. Cumhurbaşkanı kararnamesi söz konusu olunca tabii her şey yasal hale geliyor diye düşünülüyor" diyor.

Duman fabrikadaki durumu şöyle özetliyor:

"Fiili olarak greve devam ediyor, bu kararı tanımıyoruz. İşçiler zaten işbaşı yapmıyor. Zaten sözleşme imzalanmadan fabrikalara tezgah başına geçmeyeceğimizi söylemiştik. Hâlâ daha da öyle düşünüyoruz. İşverenle, sendika arasındaki görüşmeler sürüyor. Bu arada işverenin baskısı da devam ediyor. İşçilere 'İş akdiniz tek taraflı feshedilecektir' mesajları geliyor. Yasak başladığından beri zaten bütün fabrikaların önünde çevik kuvvet bekliyor."

Şu anda yapılan görüşmelerde tartışılan maaşların, işçilerin ücret beklentilerini henüz karşılanmadığını belirten Koray Duman, ekonomik koşulların zorluğunu vurguluyor. "Herkes insanca yaşamak istiyor" diyen Koray, işçilerin çoğunun borçlu olduğunu ifade ediyor. "Tartışabileceğimiz bir rakam gelirse işçi kendi kararını verir ancak şu anda bekliyoruz, kararlı tutumumuz sürüyor" diyor.

İşten atma tehdidine ilişkinse Duman şöyle konuşuyor:

"Biz yılmayacağız, bekleyeceğiz. Hitachi özelinde söylüyorum biz burada '470 kişi greve çıktık, 470 kişi içeri gireceğiz' dedik. Öyle bir durumda arkadaşlarımızı almadan yüzde bin de zam verseler bizim için önemi yok. Birlikteliğimiz önemli, kimseyi dışarıda bırakmayız."

'MESS de hükümet de adım atmakta zorlanıyor'

Bu manzaranın önemli sonuçları var. En önemlisi de, sonuçlarına rağmen işçilerin fiili grevinin neden oldukları.

TKP Merkez Komite Üyesi Alpaslan Savaş da buraya dikkat çekiyor ve grev yasağının fiilen delinmesinin çok önemli olduğunu vurguluyor. MESS'in de hükümetin de bu nedenle adım atmakta zorlandığını ifade eden Savaş, "Yalnızca tehdit edebiliyorlar işçiyi, grevler fiilen sürüyor" diyor:

"İşçiler grev yasağını fiilen kadük hale getirmiş oldu. Bu çok önemli. Genelde grev yasağı sonrası işverenle görüşmelere gidildiğinde işverenin eli güçlenmiş olur ancak bu örnekte öyle olmadı. İşçilerin güçlü, kararlı, örgütlü oluşu ve bir arada durmasıyla süren fiili grev hali, işverenin elinden bu gücü almış oldu."

                                                              /././

Ücretli öğretmenlerin maaşları ödenmiyor: 'Her ay sıkıntı çekiyoruz'-Yekta Armanc Hatipoğlu-

On binlerce ücretli öğretmenin Kasım ayı ücretleri ödenmedi. Eğitim-İş İstanbul 2 No’lu Şube Başkanı Kadir Toruş ve maaşını alamayan bir ücretli öğretmen konuyla ilgili soL’a konuştu. 

                                        Maaşı yatan bir ücretli öğretmenin ay ay aldığı maaşlar.

Ücretli öğretmenlere en geç Aralık ayının 5'ine kadar yatırılması gereken Kasım ayı maaşları yatırılmıyor.

Zaten düzensiz ve çoğunlukla asgari ücretin altında, güvencesiz çalıştırılan öğretmenlere maaşlarının yatırılmama nedeni olarak "ödenek yetersizliği" gösteriliyor.

Ücretli öğretmenler, girdikleri derslere göre ücret alıyor ve tatillerde maaş alamıyor.

‘Bu kadar cüzi miktarı alırken bile her ay sıkıntı çekiyoruz’

Maltepe’de maaşını alamayan bir ücretli öğretmen, bu dönem 16 Eylül’de ücretli öğretmenliğe başladığını anlattı.

Göreve başladığından beri maaş sıkıntısı çektiğini söyleyen öğretmen, ilk ay maaşlarının yarım yatırıldığını, sonraki ay yine maaşını 2-3 gün geç aldığını ifade etti.

“Zaten verilen ücret belli. Bu kadar cüzi miktarı alırken bile her ay sıkıntı çekiyoruz” diyen öğretmen, kadrolu öğretmenlerin maaşı her ayın 15’inde yatarken kendilerinin ikinci sınıf insan muamelesi gördükleri söyleyerek duruma tepki gösterdi.

‘En geç Aralık ayının 5'inde yatması gereken ücretler yatmadı’

Eğitim-İş İstanbul 2 No’lu Şube Başkanı Kadir Toruş da, AKP iktidarı döneminde öğretmenlerin kadrolu, sözleşmeli, aday, ücretli; sonrasında akademik kariyer kapsamında da uzman, başöğretmen diye ayrıştırıldığını söyledi; ücretli öğretmenler için “Yoksulluk sınırının çok altında ücretlere çalışmak zorunda kalan öğretmen arkadaşlarımız” dedi.

Öğretmenlerin Kasım ayı maaşlarını alamadıklarını ifade eden Toruş, “En geç Aralık ayının 5'inde yatması gereken ücretlerin yatmadığını görmekteyiz ve bu arkadaşlarımız 20 bin lirayı geçen ücretler de almıyorlar, derse girdikleri sürece bu ücretleri alabiliyorlar” diye ekledi.

Toruş, ücretli öğretmenlerin sigortalarının da ücretli öğretmenliği aktif olarak yaptıkları dönemde yattığını belirtti, ücretli öğretmenlerin yaz, bayram ve tatil dönemlerinde sigortalarının yatmadığını söyledi.

‘Bakanlık 100 binin üzerinde ücretli öğretmen çalıştırıyor’

“Meslektaşlarımızın bu durumda çalışması bizi rencide ediyor” diyerek sözlerine devam eden Toruş, AKP iktidarına seslenerek öğretmenlerin hak ettiği, alın terlerinin karşılığı olan ücretlerin bir an evvel yatırılması gerektiğini söyledi.

Türkiye Cumhuriyeti devletinin “Ödenek yok” bahanesiyle öğretmenlerin ücretlerini yatırmamasının kabul edilemez olduğunu ifade etti. Toruş “ücretli öğretmenlik” başlığına da değinerek hiçbir öğretmenin bu şartlar altında çalıştırılmasının doğru olmadığını, 100 binin üzerinde ücretli öğretmenin Millî Eğitim Bakanlığı’nda çalıştığını, bunun da okullarda 100 binden fazla öğretmen açığı olduğu anlamına geldiğini söyledi ve “İvedi bir şekilde 100 bin yeni atama ve yeni kadro istiyoruz” dedi.

                                                               /././

Kısır döngü: Terör-hukuk-terör-hukuk-terör -Ali Rıza Aydın-

Her terör olayından sonra terörle mücadele adına hukuk biçimlendiriliyor, emekçilerin hak ve özgürlükleriyse güvencesizlik çukuruna atılıyor. Toplum terörle ve dinsellikle denetim altında tutuluyor.

Terör ve hukuk, her ikisi de ekonomik ve toplumsal ilişkilerin ürünü olarak birbirlerinin peşine takılıp akıyorlar. Birincisi toplumsal düzeni ihlal ediyor, yıkıp yok ediyor; ikincisi bu ihlale çözüm için kurallar içeriyor. Birincisi yıkıyor, ikincisi çözüm aramaya çalışıyor gibi gözüküyor, birincisi yeniden yıkıyor. Her ikisi de sömürü düzeninin ürettiği etkilerin ürünü. İnsanlık adına da doğa ve kültür varlıkları adına da çaresizler. Ama bu sömürenler adına çaresiz olmadıkları anlamına gelmiyor.

Ulusal ve uluslararası örgütlenmeler aracılığıyla, ulusal ve uluslararası terörizmin ortadan kaldırılmasına yönelik önlemler konusunda yasalar çıkarılıyor, anlaşmalar imzalanıyor ama terörizm, Türkiye’deki Terörle Mücadele Kanunu’nun (TMK) gerekçesinde yazıldığı gibi “zaman ve sınır tanımadan gelişmesine uygun zeminleri değerlendirerek hareket sahnesine” çıkıyor. Her sahneye çıkış, yine TMK gerekçesinde yazıldığı gibi öncekinden “daha etkili, akılcı ve kararlı bir mücadele programı ve araçlarının ön planda ve hazır bulundurulmasını zorunlu” kılıyor. Ama terörizm yine yoluna devam ediyor. 

Nedeni çok açık. Terörizmin kaynağı ile mücadele program ve araçlarının kaynağı aynı üretim ilişkilerine dayanıyor. Birbirlerini besliyorlar. Tüm dünyanın gözü önünde yaşanan Suriye vahşeti bu ilişkiyi açık seçik gösteriyor. Birleşmiş Milletlerinden Avrupa Birliğine, NATO’dan emperyalist ve diğer devletlere kadar terörizmin ortadan kaldırılmasına yönelik tedbirleri alanlar bir yandan terörizmi ekonomisiyle, teçhizatıyla, silahıyla palazlandırıyor, bir yandan terör örgütlerini vekalet savaşçısı olarak görevlendiriyor, diğer yandan ülkelerin onlar tarafından yıkılmasına izin veriyor. Sonra da o ülkeyi teröristlere teslim edip yeniden tasarlıyor. En uygun tasarım için terör örgütlerini dinsel, mezhepsel, etnik bölmelerle parçalı kullanmayı ve yönetmeyi de ihmal etmiyor. Devletlerin piyasalaştırılması kendi yazdıkları savaş hukukunu delip geçerken vekalet savaşçılarını piyasaya döküyor. Yakında savaş ve vekalet savaşları hukuku da gelebilir. Liberallerin doğal hukuk sevdası bu olsa gerek.    

Yarattıkları batağın içinden çıkamamalarının -isteyen o batağın kurutulmasına girişilmemesinin de diyebilir- örneklerinden biri terörle mücadele yasalarıyla sürekli oynanması. Buna halkı denetim altında tutma aracı da diyebiliriz. Türkiye’de de 1991 yılında çıkarılan çeşitli kanunlara dağılmış durumdaki önlem, suç ve cezaların toplandığı TMK terör-hukuk-terör kısır döngüsünün aynası olarak önümüzde duruyor. Kanun 1991’den bu yana 52 kanun ve 9 KHK’yle 61 kez değişikliğe uğradı. Her seferinde duruma göre değişiklik yapıldı. Bu el atmaların 10’u koalisyonlar döneminde, 51’i AKP döneminde. 

Terör hukukta da terör estiriyor ki terörle mücadele mevzuatı TMK’yle sınırlı değil, Terörizmin Finansmanının Önlenmesi Hakkında Kanundan başlayarak birçok kanunda hüküm var. Bu mevzuat ordusuna yorum katan mahkeme kararlarını da envantere eklemek gerekir. Zaten TMK de içinden çıkamayacağını anladığı için torba bir hüküm içeriyor: “Diğer kanunlardaki suçlardan, bu Kanunun amaçları doğrultusunda suç işlemek üzere kurulmuş bir terör örgütünün faaliyeti çerçevesinde işlendiği takdirde terör suçu sayılır” diyor. 

Kapitalist/emperyalist hegemonyanın devamı için önce terör yaratıldı sonra terör stratejisi. Strateji birçok ülkede hem devlet yönetim tarzına hem de hukuka monte edildi. Bilinen hukuk devleti modelleri alt üst oldu. Terörle mücadele hukuku, üzerinde sıklıkla oynanarak, esnekleştirildi. Ulusal ve uluslararası yönetimlerin hedeflerine ve çıkarlarına uygun olarak kullanılabilir duruma getirildi. Sindirme, susturma politikasının etkili aracı oldu. Liberalizm fazla çalışma yapmaktan hiç şikayet etmedi. Yasaları esnek olunca uygulamaları da keyfi oluyor.     

Emperyalizm gericiliği yanına alarak terörü beslerken, terör emperyalizmi besliyor. Yıldızlı sözlerle kandırıyorlar: Önlemler “özgürlük-güvenlik” dengesini bozmayacakmış. Kimin özgürlük-güvenlik dengesi? Egemen sınıfın ve siyasetinin… 

Devlet dışı gözükenler, hukuka dayanmayanlar, meşru olmayanlar ile devletler, hukuka dayalı olanlar ve meşrular el ele yıkım, katliam, işgal, sömürü…

Her terör olayından sonra terörle mücadele adına hukuk biçimlendiriliyor, emekçilerin hak ve özgürlükleriyse güvencesizlik çukuruna atılıyor. Toplum terörle ve dinsellikle denetim altında tutuluyor.

Geleceğe kapı açmak hiç de zor değil. Kurtuluş örgütlü devrim savaşımcılarının elinde.

                                                               /././

Üzerinden 46 yıl geçti: 'Maraş Katliamı bu düzenin açık yüzüdür'

19 Aralık 1978'de başlayan saldırılar sonrası Maraş'ta yapılan katliama devlet o dönem sessiz kaldı. Saldırının arkasındaki isimler adeta mükafatlandırıldı. Bugün acısı hâlâ hatırlanıyor.

Maraş'ta Alevi kaynaklarına göre 500’e yakın, resmi rakamlara göre ise 111 yurttaş katledildi.

Binlerce kişi yaralandı, çocuklar öldürüldü, kadınlara tecavüz edildi.

19 Aralık 1978'de başlayan saldırılar 26 Aralık'a kadar iktidar, asker ve polis tarafından seyredildi. Katliamın bir numaralığı sanığı önce beraat ettirildi, sonra değiştirdiği soyadıyla milletvekili seçilip bir de "İnsan Hakları Komisyonu" üyesi oldu...

Maraş'ta katliam MHP’lilerin "Güneş Ne Zaman Doğacak" adlı Sovyetler Birliği karşıtı bir filmi bombalaması ve bu olayı Alevilerin, solcuların yaptığı söylentisini kentte yayması ile başladı. Oysa saldırının asıl faili AKP’nin Alevi açılımında dahi rol vermek istediği ülkücü Ökkeş Şendiller'di.

Devlet günlerce seyretti

19 Aralık’ta başlayan saldırılar sonrası 21 Aralık'ta Hacı Çolak ve Mustafa Yüzbaşıoğlu adlı TÖB-DER üyesi iki solcu öğretmen, okul çıkışında katledildi.

Bununla yetinmeyen faşistler öğretmenlerin cenaze törenine dahi saldırdı, saldırıda ülkücü katiller yalnız değildi. Maraş müftüsü, Alevilere saldırının organizasyonunu yapan isimler arasında yer aldı.

Yaşanan vahşetin son noktası 24 Aralık’ta Alevi mahallelerinin otomatik silahlarla taranmasıyla başladı. Maraş tecavüzler, çocukların kurşuna dizilmesi ve daha yüzlerce insanlık dışı olaya sahne oldu.

Devlet ise olayları günlerce seyrettikten sonra kente geldi.

Yargılama yapılmadı

1991 yılına dek süren Maraş Katliamı Davası'nda, 804 kişi yargılandı ve çeşitli cezalar verildi. Dosya, Yargıtay'ın bozma kararının ardından, 1991'de yeni çıkarılan Terörle Mücadele Yasası'na dayanarak kapatıldı.

Katliamın ardında MİT ve MHP'nin yer aldığı birçok raporda yer aldı ancak tek bir adım dahi atılmadı.

Davanın bir numaralı sanığı Ökkeş Kenger uzun yıllar davam eden davanın ardından beraat ettirilen isimlerden olurken, daha sonra Şendiller soyadını aldı ve ilerleyen yıllarda da ANAP-BBP ittifakıyla Kahramanmaraş milletvekili seçildi. Hatta Meclis İnsan Hakları İnceleme Komisyonu üyeliğine getirildi. Bu isim daha sonra AKP tarafından "açılım yüzü" olarak gündeme getirildi.

Geçtiğimiz yıllarda katliama ilişkin verilen bir araştırma komisyonu kurulması önergesi, önergede yer alan "katliam" ifadesi nedeniyle gündeme bile alınmadı.

TKP: Maraş Katliamı bu düzenin açık yüzüdür

Türkiye Komünist Partisi (TKP) Maraş Katliamı'nın yıldönümünde bir açıklama yaptı.

TKP'nin X sosyal medya hesabından yapılan açıklamada, 46 yıl önce bugün, ülke tarihinin en kanlı katliamlarından birinin yaşandığı vurgulandı.

"Devletin seyirci kaldığı katliam, doğrudan NATO beslemesi MHP'liler tarafından hayata geçirildi" denilen açıklamada, ülkenin patronların istediği yörüngeye, 12 Eylül'e, bu kanlı katliamlarla teslim edildiğinin altı çizildi. 

Katliamın arkasındaki isimlerin sermaye iktidarları tarafından yıllarca korunup kollandığı belirtilen açıklamada, "Bu kanlı sömürü düzenine son verdiğimizde sözümüzü de yerine getireceğiz, Maraş'ın hesabını soracağız" ifadeleri kullanıldı.         (https://x.com/tkpninsesi/status/1869714438166872371)

                                                                    /././

1978’de ne oldu? Maraş katliamına giden yol -Fatih Yaşlı-(28/12/2022)

'Maraş’ı tertipleyenlerin motivasyonu 'mezhepçilik'ten ya da 'Kürt düşmanlığı'ndan kaynaklanmıyordu; katliamın gerisindeki asıl saik 'komünizmle mücadele'ydi...'

1978 yılının Ekim ayında Türkiye İşçi Partisi Genel Başkanı Behice Boran partisinin il temsilcileri toplantısında yaptığı konuşmada yaklaşmakta olan felaketi adeta bir kehanette bulunur gibi haber veriyor ve şöyle diyordu:

"Doğu illerinin bazıları faşist açık ve gizli örgütlerin özellikle yuvalandığı ve güçlü olduğu iller haline getirilmişlerdir. Bu iller Güneydoğu bölgesini kuşatmaktadır. Ayaklandırma kışkırtmaları ve girişimleri için adeta özel olarak görevlendirilmişlerdir. Buralardan bölgedeki diğer illere ‘takviyeler’, ‘bindirilmiş kıtalar’ gönderilmektedir. Malatya, Kahramanmaraş, Sivas, Elazığ, bu çeşit illerdendir. Buralarda ayaklanmalar başlatılacak, sonra bu çeşit olaylar bir çayır yangını gibi diğer illeri sarıp genişleyiverecektir. Bu hengâmede Doğu ve Güneydoğu’daki tüm ilerici, sol güçler, demokratik toplumsal mücadele kırılıp bastırılacak ve giderek tüm ülkeyi kapsayan bir faşist cunta yönetimine en azından bölge bölge gidilecektir. Plan budur."

Peki ne olmuştu, buraya nasıl gelinmişti? Anlatmaya çalışalım.

1978’in hemen başında, aylar süren çalışmalar sonunda nihayet Ecevit yeni hükümeti kurmayı başarmıştı, ancak bu hiç de kolay olmamıştı. CHP 6 Haziran 1977 seçimlerinden birinci parti olarak çıkmayı başarmıştı ama vekil sayısı tek başına iktidar olmaya yetmiyordu. Ecevit seçimlerin ardından hükümeti kurmak için çeşitli girişimlerde bulundu ama başaramadı ve 21 Temmuz günü 2. Milliyetçi Cephe hükümeti kuruldu. Ancak 2. MC’nin ömrü ilki kadar uzun olmayacak, Kasım ayındaki yerel seçimlerden CHP’nin büyük bir zaferle çıkmasının ardından Adalet Partisi’nden arka arkaya vekil istifaları gelecek ve başbakanlığını Demirel’in yaptığı hükümet muhalefetin verdiği gensoru önergesiyle düşürülecekti.

O esnada Ecevit istifa eden vekillerle temas kuracak, hükümet kurabilecek sayıya ulaşmak için transfer teklifinde bulunacaktı. Florya’daki Güneş Motel’de yapıldığı için “Güneş Motel hadisesi” olarak adlandırılan görüşmeler neticesinde AP’li 12 vekil transfer edilecek ve bu isimlere yeni kurulacak hükümette bakanlık sözü verilecekti. AP hükümetinin 31 Aralık günü düşürülmesinin ardından Ecevit yeni hükümeti kurmayı ve 5 Ocak 1978’de de Meclis’ten güvenoyu almayı başardı, 1974’den sonra ikinci kez başbakan oluyordu.

Ecevit kendi misyonunu radikal solu engelleme ve antikomünizm olarak çok açık bir şekilde ortaya koymuş olsa da hem devletin güvenlik aygıtı hem de faşist hareket, sosyalist solun böylesine güçlü olduğu bir dönemde “ortanın solu”ndaki CHP’nin iktidara gelmesinin sola çok daha geniş bir alan açacağını, sokakta elini güçlendireceğini ve devlet aygıtı içerisindeki yarılmayı derinleştireceğini düşünüyordu.

Bunun üzerine Ecevit iktidarını devirmek için sola yönelik faşist terörün şiddetlendirilmesine karar verildi. Farklı sol örgütlere yönelik silahlı saldırılardan kamuoyunda solcu olarak bilinen aydınlara yönelik suikastlara ve oradan da kitle katliamlarına uzanan bir genişlikte şiddet adım adım tırmandırıldı. Ancak mesele tek başına Ecevit hükümetini devirmek değildi. Şiddet aracılığıyla Ecevit’e sıkıyönetim ilan ettirmek ve oradan darbeye giden yolun taşlarını döşemek, yüzü sola dönük toplum kesimlerini yıldırıp sindirmek ve sağ seçmen nezdinde MHP’yi ciddi bir seçenek haline getirmek de hedefler arasındaydı.

İşte bu süreçte ilk büyük saldırı 16 Mart 1978’de geldi. İstanbul Üniversitesi’nde okuldan toplu çıkış yapan devrimci öğrencilerin üzerine bomba atıldı ve saldırıda 7 öğrenci yaşamını yitirdi. Aynı ayın 24’ünde kontrgerillaya ve MHP’ye yönelik soruşturmalarıyla bilinen ve MHP’li yöneticiler tarafından alenen hedef gösterilen Doğan Öz öldürüldü. Nisan ayında, tam da Boran’ın işaret ettiği illerden biri olan Malatya’nın sağcı kimliğiyle tanınan belediye başkanı Hamid Fendoğlu’nun evine bir bombalı paket gönderildi ve hemen ardından kentteki CHP bürolarına, sendikalara, solculara ve Alevilere yönelik bir saldırı dalgası başladı. Malatya’daki katliam girişiminde 8 kişi ölürken, 100’e yakın kişi de yaralanacaktı.

Tüm Öğretim Üyeleri Derneği Başkanı Bedrettin Cömert’in 11 Temmuz 1978’de katledilmesinin ardından 10 Ağustos’ta Ankara Balgat’ta solcuların gittiği kıraathaneler tarandı ve 4 kişi yaşamını yitirdi. Eylül ayında ise yine Boran’ın işaret ettiği illerden bir diğerinde, Sivas’ta, Alevilerin yoğun olarak yaşandığı ve devrimcilerin güçlü olduğu Alibaba Mahallesi’nde bir katliam gerçekleştirildi. 4 Eylül’de başlayan saldırılarda 12 kişi yaşamını yitirecek, 100’den fazla kişi de yaralanacaktı. 8 Ekim günü ise faşist terör Ankara’da sahneye çıkacak ve Bahçelievler’de TİP üyesi 7 öğrencinin canını alacaktı. Boran, katliamların gelişini haber vermişti ama silahsız öğrencilerin Ankara’nın göbeğindeki bir ev baskınında katledileceği bir vahşeti o da tahmin edememişti.

Bahçelievler’in ardından faşist terör tekrar kalemini, zekâsını ve bilgisini halk için kullanan bilim insanlarına yöneldi ve 20 Ekim günü İTÜ Elektrik Fakültesi Dekanı Bedri Karafakioğlu öldürüldü. 26 Kasım günü vurulan Karadeniz Teknik Üniversitesi öğretim üyesi Necdet Bulut ise yaşam mücadelesini 6 Aralık günü kaybetti.

İşte Maraş Katliamı’na böyle gelindi. 19 Aralık’ta “Güneş Ne Zaman Doğacak” adlı antikomünist bir filmin oynadığı sinemada salon ülkücülerle doluyken bir ses bombası patlatıldı. İki gün sonra ise TÖB- DER üyesi iki devrimci öğretmen ülkücüler tarafından öldürüldü. Öğretmenlerin cenaze töreni öncesi solcuların cuma günü camilere saldıracakları yönünde yalan haberler dolaşıma sokuldu, cuma günü ise kimi camilerde “bir Alevi öldüren beş sefer hacca gitmiş gibi sevap kazanır; bütün din kardeşlerimiz hükümete ve komünistlere, dinsizlere karşı ayaklanmalıdır; çevremizde bulunan Alevileri ve CHP'li Sünni imansızları temizleyeceğiz” diye vaazlar veriliyordu.

TÖB-DER’li öğretmenlerin cenaze törenine yönelik saldırılar genişleyerek Alevilerin ve solcuların iş yerlerine yönelik saldırılara dönüştü ama bu saldırılara devrimciler tarafından karşılık verildi ve üç ülkücü öldü. Ertesi gün belediyeye ait hoparlörlerden "Kızıllar üç kardeşimizi şehit etti. Cenazeleri almak için hastane önünde buluşalım", "Kızıllar kentimizi bastı" şeklinde anonslar yapılıyor, “Aleviler içme suyuna zehir kattı, mahallerindeki camileri yaktı” diyerek Sünni-muhafazakâr-milliyetçi ve antikomünist kitleler kışkırtılıyordu.

Toplanan kalabalık Alevilerin yaşadığı ve hem CHP’nin hem de devrimcilerin güçlü olduğu mahallere yönelik saldırıya geçti ve aralarında CHP, TİP, TKP, TÖB-DER, POL-DER binalarının ve Sağlık Müdürlüğü'nün bulunduğu 210 ev ve 70 işyeri yakılıp yıkıldı, resmi sayılara göre 111 kişi katledildi, yüzlerce kişi de yaralandı.

MİT’in 17 Aralık 1979 tarihli raporunda katliamın MHP Maraş il örgütünde MHP Maraş yöneticileriyle Ülkücü Gençlik Derneği üyeleri tarafından planlandığı, Maraş’taki solcu ve Alevilere bir ders verilmesi için solcu Alevilerin yaşadığı mahallelere saldırılması kararı alındığı belirtiliyordu. Sonrasında TÖB- DER’li öğretmenlerin cenazeleri bahane edilmiş ve belirlenen semtlerdeki özellikle devrimcilerin yaşadığı evler öncelikle hedef alınmıştı. Katliamın sonrasında davanın müdahil avukatları da faşist terör tarafından hedef alındılar ve 3 Şubat 1980’de Halil Sıtkı Güllüoğlu, 3 Mayıs 1980’de Ahmet Albay ve 10 Eylül 1980’de Ceyhun Can katledildi.

Velhasıl Maraş’ta hedef alınanlar Türk ve Kürt fark etmeksizin Alevilerdi, katliam için sokağa çıkan kitleler de Sünni, muhafazakar ve milliyetçiydi doğru ama Maraş’ı tertipleyenlerin motivasyonu “mezhepçilik”ten ya da “Kürt düşmanlığı”ndan kaynaklanmıyordu; katliamın gerisindeki asıl saik “komünizmle mücadele”ydi ve Alevi kitlelerle devrimciler arasındaki bağlantıları koparmak, Ecevit hükümetini devirmek, sol muhalefeti sindirmek, özellikle taşradaki sağ tabanı konsolide etmek, sıkıyönetim ilanı ve sonrasındaki bir darbe aracılığıyla iktidarı almak gibi çok sayıda hedef iç içe geçmiş durumdaydı.

Bugünlerde memlekette tarih geriye doğru yazılırken, zamanın ruhuna uygun bir şekilde ve elbette ki bilinçli olarak her mesele “kimlikler” eksenine yerleştirilmeye çalışılıyor, kimlik-merkezli bakış her şeyin önüne geçiyor ve sınıf perspektifi unutturulmak isteniyor. Oysa Maraş, 12 Eylül’e doğru giden Türkiye’de yaşanan “iç savaş”ın ve o savaşın ana nedeni olan sınıf mücadelesinin somutlaştığı, o savaş ve mücadeleden kaynaklı bir tertip ve kanlı bir katliamdı, söz konusu kimliklerin hedef alınmasının ve katliamın nedeni de esas olarak bu mücadeleydi.

Geçmişi doğru anlamadan bugünü de yarını da doğru bir şekilde anlayamayacağımıza göre, Maraş’ı da hakiki bağlamına oturtmamız ve öyle hatırlamamız bir zorunluluk teşkil ediyor. Hafızasızlaştırmaya karşı sahici bir hafıza savaşı vermek tam olarak bunu gerektiriyor.

                                                                /././

'Hayata Dönüş' katliamının 24. yılı...(19/12/2024)

“Hayata Dönüş Operasyonu”nda 32 kişi yaşamını yitirdi. Ne katliama imza atanlar ne de katliam emrini verenler yargı önüne çıkarıldı.

19-22 Aralık 2000 tarihinde ülke genelindeki 20 ayrı cezaevinde düzenlenen “Hayata Dönüş Operasyonu”nda 32 kişi yaşamını yitirdi. 10 bin asker ve polisle gerçekleştirilen katliamın sorumluları yargılanmadı.

Hapishanelerde koğuş sistemi yerine F Tipi cezaevleri ile getirilmek istenen tecrit uygulamasına karşı mahkumlar süresiz açlık grevine başlamıştı. Tutuklu ve hükümlüler, tecridin kaldırılması talebiyle 20 Ekim 2000 günü başladıkları açlık grevinin 45. gününde ölüm orucu kararı aldılar.

Direnişin 40. gününde TTB, TMMOB, İnsan Hakları Derneği gibi kurumlar ortak bir deklarasyonla DSP-ANAP-MHP koalisyonundan sorunun çözümüne yönelik adımlar atmasını talep ettiler. Dönemin Adalet Bakanı Hikmet Sami Türk ile yapılan görüşmeler sonucu müzakere süreci başladı. Operasyondan 10 gün önce, 9 Aralık’ta Hikmet Sami Türk, müzakere sürecinin devam ettiğini, tam bir sonuca varılmadan kesinlikle bir girişimde bulunmayacaklarını ve ölüm oruçlarını sona erdirmek amacıyla F Tipi ceza ve tutukevlerine nakillerin ertelendiğini açıkladı.

Artık çözüm için bir umut olduğu düşünülürken, 13 Aralık’ta RTÜK cezaevleriyle ilgili yayın yasağı getirdi. 17 Aralık’ta DGM, F tipi cezaevlerini eleştirmenin "örgüt üyeliği" anlamına geleceği kararlara imza attı. Açıklamadan günler sonra, 19 Aralık'taysa 20 cezaevine 10 bin güvenlik kuvvetiyle büyük bir saldırı başlatıldı.

Operasyon kararının altında dönemin Başbakanı Bülent Ecevit, Başbakan Yardımcıları Mesut Yılmaz ve Devlet Bahçeli’nin imzası vardı. O hükümette yer alan ve şimdi AKP’de önemli görevler üstlenen birçok isim de bu kararın arkasındaydı.

Operasyon ekranlardan milyonlara canlı olarak izletildi. Kanlı saldırıda tam 30 mahkum ve 2 asker hayatını kaybetti. 3 gün süren operasyonlarda 237 mahkum yaralandı veya sakat kaldı. Askerlerin mahkumlar tarafından öldürüldüğü iddia edilse de bunun gerçek dışı olduğu, askerlerin üzerinden yine asker kurşunları çıkınca anlaşıldı. Devlet kendi “güvenliği” altında bulundurduğu mahkumları kendi elleri ile hazırladığı kanlı bir operasyon içine sürükledi.

Tüm bu yaşananların üzerine, operasyonlardan sağ kurtulan mahkumlara "kasten öldürme", "cezaevi yönetimine karşı silahlı isyan" gibi suçlardan çeşitli davalar açıldı.

F tipi cezaevlerinin mimarlarından olan ve "Hayata Dönüş Operasyonu" sırasında Cezaevleri Genel Müdürlüğü görevinde bulunan Ali Suat Ertosun'a 2004 senesinde hükümet kararıyla "Devlet Üstün Hizmet Madalyası" verildi. Ertosun, madalyasını dönemin Adalet Bakanı AKP’li Cemil Çiçek'in elinden aldı.

                                                                   ***

'Hayata Dönüş' savcısının beraatı onandı -(26/07/2023)

'Hayata Dönüş Operasyonu' ile ilgili soruşturmayı yürüten Savcı Ali İhsan Demirel’in, 'görevi ihmal' suçlamasıyla yargılandığı davadaki beraat kararı onandı.

Cezaevlerine yönelik 19 Aralık 2000 tarihinde "Hayata Dönüş" adı altında başlatılan saldırıda Bayrampaşa Cezaevi'nde 32 kişi yaşamını yitirmişti. 

Operasyonla ilgili soruşturmayı yürüten Savcı Ali İhsan Demirel’in, “görevi ihmal” suçlamasıyla yargılandığı davadaki beraat kararı, Yargıtay Ceza Genel Kurulunca onandı.

Bianet'ten Ayça Söylemez'in haberine göre onama kararında, soruşturmadaki gecikme ve eksikliklerin, savcının işlemlerinden değil “askeri makamların operasyona katılan görevlilerin kimliklerini vermekte isteksiz davranmalarından kaynaklandığı” belirtildi.

Savcı Ali İhsan Demirel’e “görevi kötüye kullanmak” suçundan açılan dava Nisan 2015’te sonuçlanmış, Yargıtay 5. Ceza Dairesi, Demirel’e 1 yıl hapis cezası vermişti.

Yargıtay Ceza Genel Kurulu, Demirel’in normalin çok üzerinde bir iş yükünün olduğunu iddia ederek cezayı bozdu. Yeniden yapılan yargılamada 8 Aralık 2021’de karar açıklandı, Yargıtay 5. Ceza Dairesi bu kez beraata hükmetti. Başkan ve bir üye, “Suçu sabittir” diyerek karara şerh düştü.

Beraat kararına gerekçe olarak, savcının “iş yükü” gösterildi. Avukat Güçlü Sevimli, “Soruşturmayı 11 yıl boyunca akamete uğratması, hiçbir işlem yapmaması, tek bir şüphelinin bile ifadesini almaması, Tufan Planına işlem yapmaması iş yükü ile açıklanamaz” dedi.

Gerekçeli kararda Demirel ile ilgili “soruşturma işlemlerinde yaklaşık on iki yıllık bir gecikme yaşandığı bir gerçek ise de…” dendi. Yargıtay Ceza Genel Kurulu beraatı onadı, karar kesinleşti.

                                                            ***

'Hayata Dönüş Operasyonu' davasında 'Sadettin Tantan' kararı -(26/01/2023)

Kamuoyunda 'Hayata Dönüş Operasyonu' olarak bilinen katliam davasında mahkeme, dönemin İçişleri Bakanı Sadettin Tantan’ın duruşmaya katılıp dinlenmesi için 'davetiye' çıkardı.

"Hayata Dönüş Operasyonu" adı altında 10 bin askerle cezaevlerine yönelik başlatılan saldırıya ilişkin, katliamın yaşandığı yerlerden biri olan Bayrampaşa Cezaevi’ne ilişkin açılan davada, 37 er ve 2 astsubayın yanı sıra, birleşen dosyalarla Ankara Jandarma Özel Harekat’tan askerlerle birlikte 194 kişinin yargılandığı davanın 48’inci duruşması Bakırköy 13’üncü Ağır Ceza Mahkemesi’nde görüldü.

Duruşmaya ifade vermek için çağrılan dönemin İçişleri Bakanı Sadettin Tantan, 3 celsedir duruşmalara katılmazken, mahkeme kendisi için 'davetiye' kararı çıkardı.

19 Nisan 2022’de görülen duruşmada, Cezaevi Tevkif Evleri Genel Müdürü Ali Suat Ertosun’un tanık olarak dinlendiği esnada, katliam kararının Milli Güvenlik Kurulu (MGK) tarafından alındığını ifade etmesi üzerine, dosya avukatları dönemin İçişleri Bakanı Sadettin Tantan’ın dinlenmesini talep etti. Tantan, 15 Eylül 2022’de görülen duruşmaya “güvenlik” kaygısını öne sürerek, katılmadı.

Mezopotamya Ajansı'nın haberine göre, mahkeme, 15 Eylül’de görülen dava duruşmasında, müdafi avukatların MGK’ye Bayrampaşa Cezaevi ile ilgili bir kararın alınıp alınmadığının sorulması talebi ardından oluşturulan karara 10 Ocak’ta yanıt geldiğini paylaştı. Mahkeme, bugün görülen duruşmaya katılması beklenen dönemin İçişleri Bakanı Sadettin Tantan’ın rahatsızlığı gerekçesiyle 5 günlük rapor aldığını paylaştı.

Duruşmada söz alan müdafi avukat Erhan Ergun, Tantan’ın vekili aracılığıyla duruşmaya müdahil olduğuna işaret ederek, Ceza Muhakemesi Kanunu’nda (CMK) böyle bir düzenlemenin olmadığını söyledi. Tanık vekilinin olamayacağını belirten Ergun, “Daha önce verdiği dilekçe ve talepleri de dosyaya yansımıyor. Vekili var mı yok mu? Bunları gönderen kim? onu da bilmiyoruz. Bu nedenle bu hususların dosyadan çıkarılmasını istiyoruz” diyerek, tepki gösterdi.

Tantan’ın dinlenmesinin önemli olduğunu dile getiren Ergun, ancak Tantan’ın üç celsedir dinlenemediğini söyledi. Tantan’ın tanıklık yapmaktan kaçındığını ifade eden Ergun, “zorla getirme” talebinde bulundu. Ergun, ayrıca katliam kararının MGK’de alındığına dair daha önce mahkemeye beyanlarda bulunan dönemin Jandarma Genel Komutanı Aytaç Yalman’a işaret etti. Devlet görevlilerinin çok ciddi bir suç işlendiğini söyleyen Ergun, bu suçun nasıl işlendiğinin ortaya çıkarılması gerektiğine dikkati çekerek, MGK’ye tekrardan yazı yazılmasını ve bu yazı da Yalman’ın beyanlarının hatırlatılmasını talep etti.

'Baş dönmesi' raporu alıp gelmedi, iki hafta önce televizyonda konuştu

Ergun ayrıca her duruşma aralığına 6 ay verildiğini ve dosyanın “zaman aşımı” tehdidi ile karşı karşıya olduğunu, bu nedenle daha erken tarihlerde görülmesine dair talepte bulundu. Av. Ergun, Tantan’ın mahkeme huzurunda dinlenmesini, katliamın görüntülerinin kendisine izletilmesini ve daha sonra doğrudan soru sorulması talebinde de bulundu.

Duruşmada söz alan müdafi avukat Murat Çelik, 23 yıldır gerçeğin ortaya çıkması için iğne ile kuyu kazar gibi karanlığı aydınlatmaya çalıştıklarını ifade etti. Çelik, katledilenlerin otopsilerine katıldığını ve elbiselerin yanmadığını ama kişilerinin “kömürleştiğini” söyleyerek, kimyasal silah kullanımına dikkat çekti. Tantan’ın “en önemli sanık” olduğunu ifade eden Çelik, “baş dönmesi” nedeniyle aldığı rapora işaret ederek, Tantan’ın iki hafta önce bir televizyon kanalına canlı bağlandığını hatırlattı.

Av. Several Ballıkaya, yargılamanın adil olabilmesi için mahkemenin öncelikle bağımsız olması gerektiğine dikkat çekti. Tantan’a hala bakanlık ayrıcalığı tanındığını ifade eden Ballıkaya, Tantan’ın katliamın mimarlarından olduğunu söyledi. Daha sonra ismi “Tufan” olduğu öğrenilen operasyona dikkat çeken Ballıkkaya, daha önce katliam sırasında bulunan elbise ve saç örneklerinin mahkemeye getirildiğini ve delil olması için Adli Tıp Kurumu’na gönderildiğini ancak bu delillerin kaybolduğunu anımsattı.

Söz alan müdafi Avukat Güçlü Sevimli de, Tantan’a dair yazışmaların ve uygulamaların gizli tanık işlemleri şeklinde gerçekleştiğine dikkat çekti. Tantan’a ait hiçbir bilginin UYAP’a yansımadığını söyleyen Sevimli, bazı bilgileri kendi çabalarıyla ortaya çıkardıklarını söyledi. Mahkeme başkanı, Sevimli’nin konuşmasını bölerek, “tanık vekili” şeklinde kayıt yapamadıklarını ve bu nedenle dosyaların UYAP’a yansımadığını söyledi.

'Mahkeme, tanığa ‘ben mahkeme, sen tanıksın’ diyebilmeli'

Sevimli, daha önce Tantan’ın vekili olduğu ileri sürülen bir kişinin Sakarya’da bir adres bildirdiğini ve daha sonra bu adresi kaldırdığını, mahkemeye ise “ben size daha sonra adres bildiririm” dediğini anımsatarak, “Mahkeme, tanığa ‘ben mahkeme, sen tanıksın’ diyebilmeli. Ne demek oluyor ‘ben adres bildireceğim’ diye bir şey olur mu” diyerek, tepki gösterdi. Sevimli, Tantan’ın vekili olduğu ileri sürülen kişinin dün akşam adliyeye geldiğinin ve Tantan’ın hasta olduğuna dair evrak sunduğunu da paylaştı. Sevimli, söz konusu evrakta, T.C kimlik numarasının (TCKN) olmamasına dikkat çekerek, evrakın resmi yazışma olduğunu ve TCKN’nin olmaması durumunda kabul edilmemesi gerektiğini vurguladı.

Daha sonra söz verilen iddia makamı ve sanık avukatları, taleplere dair bir diyeceklerinin olmadığını söyledi. Mahkeme, ara karar için duruşmaya ara verdi. Aranın ardından kararını açıklayan mahkeme, avukatların MGK talebini aynı şekilde kabul etti. Mahkeme, Tantan’ın raporunu kabul ederek, dinlenmesi için adres bildiriminin yapılması ve adres bilgilerinin İstanbul olması halinde duruşma gününün bildirilmesine dair “davetiye” çıkarılmasına karar verdi.

Adres bilgisinin İstanbul dışında olması halinde ise SEGBİS ile dinlenmesine karar veren mahkeme, duruşmayı 11 Mayıs’a erteledi.

'Hayata Dönüş' nedir?

19-22 Aralık 2000 tarihinde ülke genelindeki 20 ayrı cezaevinde düzenlenen “Hayata Dönüş Operasyonu”nda 32 kişi yaşamını yitirmişti.

22 yıl önce gerçekleşen olayda, hapishanelerde koğuş sistemi yerine F Tipi cezaevleri ile getirilmek istenen tecrit uygulamasına karşı mahkumlar süresiz açlık grevine başlamıştı. Tutuklu ve hükümlüler, tecridin kaldırılması talebi ile 20 Ekim 2000 günü başladıkları açlık grevinin 45.gününde ölüm orucu kararı almıştı.

Direnişin 40. gününde TTB, TMMOB, İnsan Hakları Derneği gibi kurumlar ortak bir deklerasyon ile DSP-ANAP-MHP koalisyonundan sorunun çözümüne yönelik adımlar atmasını talep ettiler. Dönemin Adalet Bakanı Hikmet Sami Türk ile yapılan görüşmeler sonucu müzakere süreci başladı. Operasyondan 10 gün önce, 9 Aralık’ta Hikmet Sami Türk, müzakere sürecinin devam ettiğini, tam bir sonuca varılmadan kesinlikle bir girişimde bulunmayacaklarını ve ölüm oruçlarını sona erdirmek amacıyla F Tipi ceza ve tutukevlerine nakillerin ertelendiğini açıkladı.

Önce yayın yasağı sonra katliam

Artık çözüm için bir umut olduğu düşünülürken, 13 Aralık’ta RTÜK cezaevleri ile ilgili yayın yasağı getirdi. 17 Aralık’ta DGM, F tipi cezaevlerini eleştirmenin örgüt üyeliği anlamına geleceği kararlara imza attı. Açıklamadan sadece 10 gün sonra, 19 Aralık günü ise 20 cezaevine 10 bin güvenlik kuvvetiyle büyük bir saldırı başlatıldı. Operasyon basına “Hayata Dönüş” olarak duyuruldu ama aradan yıllar geçtikten sonra operasyonunun adının “Tufan” olduğu ortaya çıktı.

Operasyon kararının altında dönemin Başbakanı Bülent Ecevit, Başbakan Yardımcıları Mesut Yılmaz ve Devlet Bahçeli’nin imzası vardı. O hükümette yer alan birçok isim daha sonrasında AKP'nin kurucuları arasında da yer alacaktı.

Operasyon televizyonlarda canlı olarak izletildi. Kanlı saldırıda tam 30 mahkum ve 2 asker hayatını kaybetti. 3 gün süren operasyonlarda 237 mahkum yaralandı veya sakat kaldı. Askerlerin mahkumlar tarafından öldürüldüğü iddia edilse de bunun gerçek dışı olduğu, askerlerin üzerinden yine asker kurşunları çıkınca anlaşıldı. Devlet kendi “güvenliği” altında bulundurduğu mahkumları kendi elleri ile hazırladığı kanlı bir operasyon içine sürükledi.

Dışarıda, operasyonu protesto etmek için yapılan gösterilerde 2 bin 145 kişi gözaltına alınırken bunlardan 58’i tutuklanmıştı. 

                                                           ***

'Hayata Dönüş' Katliamı'ndan yeni kareler-(09/03/2015)

Bayrampaşa Cezaevi’nde 19 Aralık 2000’de yapılan "Hayata Dönüş Operasyonu"nun yeni fotoğrafları ortaya çıktı.

Habertürk'ten Mustafa Şekeroğlu'nun haberine göre, İstanbul Bayrampaşa Cezaevi’nde yapılan "Hayat Dönüş Operasyonu" ile ilgili yeni fotoğraflar ortaya çıktı. 12 kişinin hayatını kaybettiği, 29 kişinin ağır yaralandığı Bayrampaşa Cezaevi’ndeki operasyonla ilgili İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı’nın yürüttüğü soruşturmada ifade veren dönemin Cezaevi Jandarma Bölük Komutanı Zeki Bingöl, operasyonun dönemin İstanbul Jandarma Bölge Komutanı Tuğgeneral Engin Hoş’un yazılı verdiği ‘Tufan Harekât Emri’ne göre gerçekleştirildiğini söylemişti.

İşte ortaya çıkan yeni kareler:


***




 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Öne Çıkan Yayın

Birgün "KÖŞEBAŞI" + "GÜNDEM" -20 Aralık 2024-

Çok aktörlü Suriye’de kritik düğüm Rojava -İbrahim Varlı- Açık bir paylaşım sahnesi olan Suriye’nin kimler arasında ne yönde paylaşılacağına...