Bugün ekim ayı ödemeler dengesi istatistikleri açıklandı. 2023 yılı Ocak- Ekim döneminde 36 milyar dolar olan cari açık, 2024 yılının Ocak-Ekim döneminde 3,3 milyar dolara geriledi.
Haziran ayından bu yana cari fazla elde ediyoruz. En yüksek cari fazla 4,8 milyar dolar ile ağustos ayına aitti. Ekim ayı verisine göre cari fazla aylık 1,9 milyar dolar.
Cari işlemler hesabında mal ve hizmetlere ilişkin ithalat ve ihracatta değişim sürüyor. Türkiye’de üretim ve ihracat genel olarak ithalata dayalı olduğundan ekonominin yavaşladığı dönemde ithalat da geriliyor. Bu da mal dengesini kısmen iyileştiriyor. Cari açığa ilk pansuman burada. Büyüme oranlarındaki 2. ve 3. çeyrek negatif veri ile cari fazla da birbiriyle uyumlu hale gelmiş oluyor.
Parasal sıkılaşma başlamadan, yani 2023 Haziran ayından önce ithalat 31 milyar dolar seviyesinin üzerindeyken, izleyen aylarda iniş trendine girmişti. Ödemeler dengesi tanımlı dış ticaret açığı aylık 3,5 milyar dolar ve yıllık 44,8 milyar dolar ekside ve geçen yılın aynı dönemine göre yüzde 42 daralmış. Çünkü yatırım ve tüketim malı ithalatında gerileme söz konusu, sanayide yavaşlama sürüyor. Sıkı para politikası ve yüksek faiz ile mal talebi kontrol altında tutulmaya çalışılıyor.
Ekim ayında hizmetler dengesi kaynaklı net giriş 6,5 milyar dolar olarak gerçekleşirken, bu tutarın 5,1 milyar doları seyahat kalemi kaynaklı net gelir olarak kaydedildi.
Ekim ayında altın ve enerji hariç cari fazla 7,2 milyar dolar oldu. Enerji tüketimi artmaya devam ederken ekim ayı enerji fiyatları ithalat faturasını ağırlaştıracak düzeyde olmadı ve cari açığa pozitif katkı yapmaya devam etti. Bir başka pansuman da burada.
Altındaki yükseliş malum. Özellikle jeopolitik riskler, altının güvenli liman özelliğini daha da ön plana çıkarıyor. Türkiye’de altın ile ilgili Ağustos 2023’te altın ithalatında ek mali yükümlülük ve kota uygulaması, altın ihracatçısının dış piyasadaki rekabetini zorlaştırıp hatta bazı kaçak faaliyetlerin ortaya çıkmasını beraberinde getirse de altın hariç cari açık son altı aydır fazla veriyor. Bir başka pansuman ise altın tarafında.
Ancak doğrudan yabancı sermaye yatırımlarında değişim ters yönde, Ekim ayında 204 milyon dolarlık çıkış söz konusu. Doğrudan yabancı sermaye yatırımlarındaki çıkış Ocak-Ekim döneminde 3,3 milyar dolara yükseldi.
Öte yandan sıcak para tarafında tahminler tutmuyor. Portföy yatırımlarında hisse senedi piyasasında 642 milyon dolar çıkışa ve DİBS piyasasında ise 978 milyon dolar alışa işaret ediyor.
Türkiye’de planlandığı ve beklendiği gibi doğrudan yabancı sermaye yatırımı ve portföy yatırımı girişi yeterli düzeyde olmadığından cari açık dış borçla finanse edilmeye çalışılıyor. Gerek menkul kıymet ihracı gerekse kredi kullanımıyla dış borçlanma hız kesmiyor. Üstelik 2023’ün tamamında üstlenilen dış borç faiz ödemesi tutarı, bu yılın ilk on ayında aşılmış durumda. (18,3 milyar dolar.)
Finansman kaynağı olarak uzun süre tartışılan net hata noksan kalemi 2022 yılında cari açığın çok önemli bir kısmını finanse etmişti. 2023 yılı son dönemde negatife döndü ve bu şekilde devam ediyor. Ancak ağustos ve eylül aylarında sırasıyla -3,2 milyar dolar ve -4,1 milyar dolar olan net hata noksan kalemi Ekim ayında -184 milyon dolar düzeyine kadar geriledi.
Ödemeler dengesi bilançosunda bir başka hesap, rezerv varlıklara aittir Merkez Bankası’nın güçlü rezerv üzerinde önemle durduğunu biliyoruz. MB net rezervleri, Ağustos-Eylül dönemindeki negatif bölgeden sonra Ekim ayında 4,9 milyar dolar oldu.
Ekonominin yavaşladığı, altına kota uygulandığı ya da enerji fiyatlarında yatay seyrin devam ettiği dönemlerde aylık olarak cari fazla elde edilmesi mümkün. Ancak Türkiye’nin cari açık vererek büyüyen bir ekonomisinin olduğu gerçeği, üretim, dış ticaret gibi ekonominin tüm dinamikleriyle iyileşme ortaya çıkmadığı sürece değişmiyor.
/././
98 milyonluk mal varlığını açıklayamayan Vali Bilgin’e yargı yolu!-Tolga Şardan-
Vali Osman Bilgin ve ailesinin üzerinde görünen gayrimenkullerin gerçek değerleri dikkat çekti. 98 milyon 613 bin 219 lira 16 kuruşun “haksız mal edinme” kapsamında değerlendirilebileceği tespiti yapıldı. Gerek bilirkişi raporları gerekse müfettiş çalışmaları sonucunda ortaya çıkan veriler doğrultusunda Vali Bilgin’e yargı yolunu açan son imzayı İçişleri Bakanı Yerlikaya koydu.
Osman Bilgin
Kırklareli’nin İğneada bölgesinde yaşanan sel felaketi sonrasında başlayan sürecin en önemli isimlerinden dönemin Kırklareli Valisi Osman Bilgin hakkında yeni gelişmeler gün ışığına çıktı.
Büyüteç’in takipçileri yakından tanıdığı Bilgin’le ilgili gelişmeye geçmeden önce yakın geçmişten bilgi aktarayım. Zira, süreci daha iyi okuyabilmek için gerekli.
Vali Bilgin’in yıldızı Manisa’nın Alaşehir ilçesinde kaymakamken, Süleyman Soylu’nun İçişleri Bakanı olmasıyla birlikte parlamaya başladı.
Bilgin de tıpkı Soylu gibi Trabzon eşrafından. Soylu Of’lu; Bilgin ise, Vakfıkebir’li.
Soylu, Ağustos 2016’da İçişleri Bakanlığı koltuğuna oturmasından hemen sonra Aralık 2016’da Bilgin’i bakanlık merkez teşkilatı bünyesine aldı!
Alaşehir’de sadece 15 ay kaymakamlık yapan Bilgin, İçişleri Bakanlığı’nda İdari ve Mali İşler Dairesi Başkanı yapıldı. Dairenin adı sonradan Destek Hizmetleri Dairesi olarak değiştirildi.
Doğrudan Bakan Soylu ile çalışmaya başladı.
Görev alanı, bakanlık ve bağlı kuruluşların mali ve idari ihtiyaçlarının karşılanması. Ülke genelinde valilikler ve kaymakamlıkların kullandığı hükümet konaklarının inşa ihaleleri, her türlü araç ve gereç satın alınması, bakanlığın merkez ve taşradaki binalarına gereken alım satımın merkezi bütçe ödenekleri üzerinden gerçekleştirilmesi.
Hem hemşehrisi hem de görevi nedeniyle Mayıs 2018’de Kırklareli Valisi olarak atanıncaya dek Soylu’nun “sağ kolu”ydu. Aynı zamanda bakanlığın örtülü ödeneğinin kullanımı da yine Bilgin’in sorumluluğundaydı.
Aslına bakarsanız, sorunlara pratik çözümler de bulmadı değil, görev süresince. Bakanlık ve mülki idare çevrelerinde işleri kolay çözümlemesi nedeniyle “Jet Osman” lakabıyla tanındı. Bu lakap, halen aynı çevrelerde kullanılıyor.
Unutmadan, bugünlerde gündemde olan “çakar lamba” kullanılması konusunda da ilginç icraatı ortaya çıktı Bilgin’in.
Şöyle ki, tüm devlet kurumlarında görevli üst yöneticilerin araçlarında kullandığı çakar lamba ve sesli uyarı cihazlarının organizasyonundan sorumlu olan Bilgin, bakanlığın lokantasına et satan Çukurambar’daki bir kasabın aracına Emniyet Genel Müdürlüğü’nden onay aldı!
Olay ortaya çıkınca onay Emniyet tarafından iptal edildi. Bilgin ise başkanlık görevine devam etti. Olayı ortaya çıkaran polis müdürünün hangi sonla karşılaştığına da okurlar yanıt versin!
Bilgin, Kırklareli’ndeki dört yıl sonrasında bu kez dönemin İçişleri Bakanı Soylu’nun hazırladığı kararnameyle Mayıs 2022’de Şırnak Valiliği’ne gönderildi. Bilgin’in kararnamesinin çıktığı günlerde bakanlık kulislerine, “Soylu’nun zorunlu olarak Bilgin’i Şırnak’a yolladığı” bilgisi yayıldı.
Soylu’dan sonra göreve gelen Yerlikaya ise, Bilgin’i Ağustos 2023’teki kararnameyle Şırnak’tan merkeze aldı.
Bilgin’e mal varlığı ve rüşvet araştırması
Bu ön bilgilendirmeden sonra asıl konuya sıra geldi.
Büyüteç’te bir çok kez gündeme getirdiğim Sisli Vadi dosyası kapsamında dönemin Kırklareli Valisi Osman Bilgin hakkında İçişleri Bakanlığı’nca soruşturma izni verildiğini geçen hafta duyurdum.
Bakan Ali Yerlikaya’nın onayladığı soruşturma izninde, “kaçak tesise göz yumduğu ve tesiste yaşanan sel felaketinde altı yurttaşın yaşamının yitirmesinde görev ihmali olduğu” bilgisi yer aldı. Bilgin’le birlikte selin yaşandığı dönemde kentin valisi görevindeki ve halen Şırnak Valisi olan Birol Ekici’nin bulunduğu belirteyim.
Olayın soruşturan İçişleri Bakanlığı Mülkiye başmüfettişleri, aynı dosya içinde sadece Bilgin’i ilgilendiren farklı konunun izini sürdü:
Konu başlığı şöyle:
“Eski Kırklareli Valisi Osman Bilgin tarafından Kırklareli ili Demirköy ilçesi Avcılar Köyü’ndeki Sisli Vadi adlı tesisin faaliyetine devam etmesine ve yeni kaçak yapıların inşasına menfaat karşılığında, rüşvet almak suretiyle göz yumulduğu” iddiası.
Aslına bakarsanız; soruşturma, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı’nın, 6 Şubat 2024’te yani sel felaketinden beş ay sonra Kırklareli Cumhuriyet Başsavcılığı’na gönderdiği yazıyla başlatıldı:
“Eski Kırklareli Valisi Osman Bilgin’in Foggy Valley isimli işletmenin gayriresmi işletmecisi Bülent Bayrak’tan bir çanta dövizi ruhsatsız olan işletmeyi resmileştirmek için rüşvet olarak aldığının ve maiyetindeki memurlarla birlikte işletmenin ruhsatsız bir şekilde kurulmasına, kurulduktan sonra faaliyet göstermesine, ruhsatsız olduğu resmen tespit edilip mühürlenmesine rağmen faaliyetine devam etmesine göz yumduğu,
Eski Kırklareli Valisi Osman Bilgin’in isnat edilen rüşvet alma eyleminin 3628 sayılı kanunun 17. maddesinin ikinci fıkrası uyarınca 4483 sayılı kanuna tabi olduğu, bu eylemlerle ilgili olarak görevsizlik kararıyla gönderilen soruşturma dosyasının Eski Kırklareli Valisi Osman Bilgin yönünden Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı’nın 2024/12 numaralı soruşturma sırasına kaydedilerek gerekli işlemlere başlandığı…”
Başsavcılık, İçişleri Bakanlığı’na bildirdi
Burada altını çizmek istediğim bir nokta var; Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı’nın 6 Şubat 2024’te gönderdiği yazıda geçen konuyu, 9 Ocak 2024’teki Büyüteç’te kaleme aldım.
Yargıtay’ın bilgilendirmesi sonucunda Kırklareli Cumhuriyet Başsavcılığı, gelişmeyi yasal yönden sahip olduğu yetki nedeniyle İçişleri Bakanlığı’na gönderdi.
Bakan Ali Yerlikaya’nın onayı ile işe başlayan müfettişler, hakkında rüşvet aldığı iddiaları gündeme gelen Vali Bilgin ve yakınlarının mal varlığını detaylı araştırdı.
Müfettişler, “mal bildiriminde bulunmamak” ve “haksız mal edinmek” çerçevesinde yedi ay süren çalışmalarında, Bilgin’in birkaç kez ifadesini aldı. Kendisi ve ailesi üzerindeki tüm mal varlıklarını, kendisi ve ailesinin geliriyle orantılı olup olmadığını inceledi.
Bilirkişilerden ve Mali Suçları Araştırma Kurulu (MASAK) başta olmak üzere Tapu Kadastro Genel Müdürlüğü ile özellikle gayrimenkullerin bulunduğu kaymakamlıklardan bilgi istedi.
Kamu personelinin görevleri boyunca görev yaptıkları kurumlara bilgi vermek zorunda oldukları “mal bildirimi” uygulamasına Bilgin’in uymadığı tespit edildi.
Kuyumcularla para ilişkisi müfettiş raporunda
Müfettişlerce Bilgin hakkında hazırlanan raporda, elde edilen bilgilerin değerlendirildiği bilirkişi raporu yer aldı.
Bağımsız bilirkişilerce mal bildirimi başlığı altında yapılan değerlendirmede; eşinin 2018’de satışını yaptığı 2017 model Audi A6 marka lüks aracın satışından gelen 380 bin lirayı, kendisine ait olan 2022 tarihinde aldığı ve üç ay sonra sattığı aracının alımını ve satışını mal bildirimine bildirmediği aktarıldı.
Ayrıca, mal bildiriminde bulunmamak çerçevesinde Vali Bilgin’in bazı kuyumcu firmalarıyla para alışverişinin bulunduğu anlatıldı.
Bilirkişi raporunda; Bilgin’in şahsi banka hesabına Aralık 2021’de Üzer Kuyumculuk adına altın bozdurma karşılığında yatırılan 311 bin 200 liranın, Karadeniz Kuyumculuk adına yine altın bozma karşılığında 12 Eylül 2023’de dört ayrı işlemde gönderilen 2 milyon 840 bin lira, yine aynı firmaca bu kez 13 Eylül 2023’te iki ayrı işlemle gönderilen toplam 385 bin liranın yanı sıra S.A. tarafından banka hesabına yatırılan Ocak 2024’teki 6 milyon 700 bin lira ve Şubat 2024’teki 191 bin 250 liranın, H.G.’ce banka hesabına gönderilen 1 Eylül 2022’de, 2 Eylül 2022’de ve 22 Eylül 2022’de üç ayrı işlemde 200 biner liradan toplam 600 bin liranın mal bildirimine işlenmediği ortaya konuldu.
Haksız mal edinme işlemleri
Bilgin ve ailesinin mal varlığına yönelik araştırmaların “haksız mal edinme” çerçevesinde de önemli bilgilere ulaştı, müfettişler.
Yine bilirkişilere hazırlatılan raporda; Bilgin ve ailesinin 22 Mayıs 2018 – 13 Şubat 2024 tarihleri arasındaki mal varlığında yaşanan artış sonucunda 51.7 milyon liralık mal varlıkları bulunduğu, buna karşın 47.8 milyon lira geliri olduğu belirlendi.
Gelir ile mal varlığı arasındaki yaklaşık 4 milyon lira, müfettiş raporunda yer aldı. Bilirkişi raporunda ortaya çıkan farkı Vali Bilgin açıklayamadı.
Bilgin’in açıklayamadığı bu fark, bilirkişilerce “haksız mal edinme karşılığı” şeklinde değerlendirildi.
Bu arada, MASAK’tan gelen bilgiler doğrultusunda Bilgin’in, M.B adlı kişiye banka üzerinden gönderdiği 1.5 milyon lira, Y.K.’nin hesabına gönderdiği 150 bin lira ve Ö.T adlı kişinin hesabına yolladığı 1 milyon 218 bin liraya yönelik yaptığı açıklamaların yeterli olmadığı yine bilirkişi raporunda yer aldı.
Gerçek değeri belirlenen gayrimenkuller
Müfettişlerle birlikte bilirkişilerin çalışmalarıyla Vali Bilgin ve ailesinin üzerinde görünen gayrimenkullerin gerçek değerleri dikkat çekti.
Vali Bilgin’in Ocak 2024’te 3.5 milyon liraya aldığını söylediği Çekmeköy’deki 6319 m2’lik taşınmazın alındığı tarihteki piyasa değerinin 34 milyon 212 bin lira, yine aynı tarihte satın aldığı aynı yerdeki 3.5 milyon liraya aldığını açıkladığı yaklaşık 6 bin m2’lik arazinin güncel piyasa değerinin 32 milyon 150 bin lira, Ocak 2023’te eşi adına 1 milyon 257 bin lira ödenerek satın alınan İzmir Urla’daki 5.1 dönüm ceviz bahçesinin alım sırasındaki gerçek değerinin 20 milyon lira olduğu ortaya çıkarıldı.
Böylece, Çekmeköy ile Urla’da alınan üç taşınmazın gerçek değerleri ile beyan edilen değerleri arasındaki yaklaşık 78 milyon liralık fark şüpheli bulundu.
Raporda, söz konusu 98 milyon 613 bin 219 lira 16 kuruşun “haksız mal edinme” kapsamında değerlendirilebileceği tespiti yapıldı.
Vali ne dedi?
Müfettiş raporunda, ortaya çıkan tabloya yönelik halen merkezde müfettiş olarak görev yapan Osman Bilgin’in geçen ağustosta müfettişlere verdiği ifade yer aldı:
“Her ne kadar edindiği ve tasarrufta bulunduğu mal varlıklarına ilişkin resmi alış ve satış bedelleri ile mal bildiriminde bulunmuşsa da gerçek alım satım değerlerinin mal bildiriminde bulunduğu değerler ile aynı olmadığı, ülkemizde araç ve taşınmaz alım satımları esnasında resmiyette gösterilen değerler ile gerçek alış - satış değerlerimin uyuşmadığınım bilinen bir gerçek olduğunu, “haksız mal edinme” suçuna sebep olacak hiçbir eyleminin bulunmadığı…”
Bu ifadeyi veren Bilgin, yine geçen ağustosta müfettişlere ek ifade verdi. Bilgin, ifadesinin ekinde sunduğu mal varlığına ilişkin bilgilerde güncelleme yaptı!
Bilgin’in, söz konusu güncellemelerle beraber özellikle satın aldığı taşınmazlara ödediği bedelleri daha yüksek göstermesi dikkati çekti.
Ayrıca, üzerine kayıtlı menkul ve gayrimenkullerin bir bölümüyle yaptığı finans işlemlerini anlatan Bilgin, sahip olduğu nakit parayı, altın alarak değerlendirdiğini aktardı.
Bilgin, mal varlığıyla ortaya çıkan menkul ve gayrimenkullerin mal bildirimine işlenmemesini “sehven” unuttuğunu öne sürdü!
Bilgin’in hakkındaki incelemede çıkan mal varlığı çerçevesinde 26 Ağustos 2024’te İçişleri Bakanlığı’na ek mal bildirimini verdi.
Valinin söz konusu işlemine müfettişler pek de itibar etmedi ve şüphelerini şöyle aktardılar:
“… 3628 sayılı Mal Bildiriminde Bulunulması, Rüşvet ve Yolsuzluklarla Mücadele Kanunu kapsamında yapılan soruşturma sırasında gönderilen söz konusu ikinci mal bildirim beyanlarını ise geçerli kabul etmenin mümkün olmadığı, bu şekilde yapılan ek mal bildirimleri ile haksız mal edinme suçunun oluşmadığını iddia etmenin hayatın olağan akışına aykırı olduğu,
Osman Bilgin’in mal varlığından oluşan kendisine yapılan aylık ödemenin beş katından fazla tutarındaki değişiklikleri bir ay içinde idareye bildirme zorunluluğunu yerine getirmediği, bu itibarla 26 Ağustos 2024 tarihli ikinci mal bildirimlerinin hukuki geçerliliğinin olmadığı, öte yandan bu şekilde 12 Şubat 2024 tarihli birinci mal bildiriminin gerçeğe aykırı olduğunu da dolaylı olarak kabul etmiş olduğu…”
Bakan onay verdi
Gerek bilirkişi raporları gerekse müfettiş çalışmaları sonucunda ortaya çıkan veriler doğrultusunda Vali Osman Bilgin’e yargı yolunu açan son imzayı İçişleri Bakanı Yerlikaya koydu.
Yerlikaya, bizzat müfettiş tarafından istenilen soruşturma iznini kabul ederek, Bilgin’le ilgili dosyanın Kırklareli Cumhuriyet Başsavcılığı’na gönderilmesini sağladı.
Doğrusunu isteseniz, Bilgin’le ilgili verilen bu karar, son dönemde İçişleri Bakanlığı’nda pek görülemedi.
Haklarında benzer konularda iddialar bulunan kimi bürokratlara yönelik süreçler, “bazı koruyucular”ın devreye girmesiyle pas geçildi.
Bilgin’in yaşadığı süreç, tüm bürokrasiye örnek olmalı.
/././
Umut hakkı, “Ankara’da villa” iddiaları ve Suriye’ye uzanan yol -Gökçer Tahincioğlu-
İmralı’dan PKK’nın tasfiye edilmesi ve Suriye’nin kuzeyinde yapılacak hamlelerin Türkiye’ye yansımasının önlenmesi bekleniyor. Ankara ayrıca İsrail-PYD komşuluğunu istemiyor, bu temasın büyük sorunlara yol açacağını düşünüyor; PYD’yi sınırdan uzaklaştıracak bir askeri operasyon hazırlığını yapmış olduğu da biliniyor.
Suriye’de HTŞ öncülüğündeki grupların Şam’ı sadece 12 günde ele geçirebilmesinin uluslararası bir anlaşma çerçevesinde gerçekleştiğinin önemli kanıtlarından birisi, MHP lideri Devlet Bahçeli’nin yeni yasama yılının açılışında DEM Partililerin elini sıkmasıyla başlayan ve boyutlanarak devam eden süreç.
Bahçeli’nin grup toplantısında yaptığı, İmralı’daki Abdullah Öcalan’ın “umut hakkından” yararlandırılarak TBMM’ye gelmesi, DEM Parti kürsüsünden PKK’nın silah bıraktığını açıklaması çağrısını Suriye’de olup bitenlerden bağımsız okumak artık imkânsız.
Bütün bu hamlelerin sadece Erdoğan’a yeniden adaylık yolunun açılması için yapıldığı iddialarını da boşa çıkartan bu gelişmeleri yine de yeni anayasa ve Erdoğan’a bir dönem daha adaylık olanağı sağlanmasından da bağımsız okumamak gerekiyor.
Olup bitenlerin tamamı bir yandan Türkiye’nin Suriye ve bölgedeki yeni gelişmelere nasıl müdahale etmeyi tasarladığının anlaşılması, diğer yandan iç politikada AKP’nin bunun sonuçlarını bir dönem daha iktidarla alma planları ile yakından ilgili elbette.
* * *
Adalet Bakanı Yılmaz Tunç, İmralı’da Abdullah Öcalan’la görüşmek için başvuru yapan DEM Parti’ye yakında yanıt verileceğini açıkladı.
Kulislerdeki bilgilere göre, Ankara’nın ağırdan alma nedenlerinden biri Suriye’deki geçici yönetimin hamlelerini ve gelişmeleri görmek. Bununla birlikte, İsrail’in bölgedeki yayılmacı politikasının nereye kadar uzanacağını izlemek ve en önemlisi ABD’nin tavrını ölçmek. Trump’ın 20 Ocak’ta yemin ederek göreve başlayacak olması ABD’nin tereddütlü davranışlarına yol açmış olsa da görevi devretmeye hazırlanan Biden’ın, Suriye’nin destek vereceklerini açıkladığı komşuları arasında Türkiye’yi saymamasının not edildiğini de belirtelim.
Peki İmralı’dan ne bekleniyor? Geçmişteki çözüm süreçlerinden farklı yürütüleceği açıklanan ve zaten net biçimde belli olan bu karmaşık atmosferde İmralı’nın hangi rolü oynaması isteniyor?
Aslında beklenti açık…
PKK’nın tasfiye edilmesi, DEM Parti’nin pozisyonunun güçlenmesinin sağlanması… Suriye’nin kuzeyinde yapılacak hamlelerin Türkiye’ye yansımasının önlenmesi. Ve hatta PYD yönetiminin de çatışmasız böyle bir süreç için ikna edilmesi…
Neyin karşılığında?
* * *
Ankara’da bu konuda rivayetler muhtelif.
Ankara’da Öcalan’ın ev hapsinde tutulması için özel bir villa hazırlandığını söyleyen de var, kayyım politikalarına son verilerek yeni anayasada yapısal bazı değişikliklerin yapılacağını iddia eden de…
Vaat edilenlerin özetini “Türkiye sınırları içinde normalleşme” diye açıklayanlar da var.
Hatta bu konuda çeşitli çalışmalar da yapılmış durumda bu kişilere göre.
Bahçeli’nin işaret ettiği umut hakkı, ömür boyu cezaevinde kalması gereken kişilerin 25 yıl hapiste kaldıktan sonra durumlarının yeniden değerlendirilmesi ve gerekirse serbest bırakılmasını içeriyor.
Bu hakkın kullanılması için bir yasal değişiklik de gerekmeyebilir. AİHM kararlarına uyulmasına yönelik bir mahkeme kararı yeterli.
Ancak bu durumda sadece Öcalan’a değil, aynı durumdaki bini aşkın kişiye de bu kararın uygulanması gerekecek. Ankara’da bunların kimler olduğu bile önceden belirlendi. Haktan kimlerin yararlanabildiği, kimlerin yararlanamadığı araştırıldı.
Ancak yasal değişiklik gerektiren aşamalar da var. Öcalan’ın bütünüyle serbest kalması istenmiyorsa, iddia edildiği gibi ev hapsi gibi seçenekler öngörülüyorsa, bunun için yasal değişiklik gerekiyor. Bu konuda da bazı taslak çalışmalar, akıl yürütme aşamasında tutulan planlar var.
Ve bunların tamamı elbette alınacak sonuçlara bağlı.
* * *
Suriye’de havadan ve karadan aralıksız operasyon yapan İsrail’in bir tampon bölge kurarak, bu bölgenin diğer tarafını da PYD’ye bırakmak istediği sır değil.
Ankara ise elbette İsrail-PYD komşuluğunu istemiyor, bu temasın büyük sorunlara yol açacağını düşünüyor.
Ankara’nın öncelikli isteği, PYD’nin Şam’ın bir parçası haline gelmesi. Otonom yönetime ve statü hayallerine son vererek kurulacak yeni Suriye ordusuna entegre olması. Elbette elindeki bütün bölgeleri de Şam yönetimine bırakması.
HTŞ’nin de çatışmasızlık halinde bulunduğu PYD’den benzer taleplerde bulunacağı ortada.
Ancak ABD ve İsrail’in varlığı ve planları bu noktada belirleyici.
Suriye’nin verimli topraklarını, petrol yataklarını kontrolünde bulunduran PYD ile ilgili atılacak adımlar bu nedenle kritik önemde.
Ancak Ankara’nın bu seçenekler söz konusu olmazsa, PYD’yi sınırdan uzaklaştıracak bir askeri operasyon hazırlığını yapmış olduğu da biliniyor. Ankara’ya göre Irak’ın kuzeyinde oluşturulan güvenli hattın, Suriye sınırı boyunca da oluşturulması kaçınılmaz.
* * *
Rojava’ya ve PYD’nin Suriye’deki kazanımlarına büyük önem veren Öcalan bu formüllere razı olur mu, örgüte ne gibi mesajlar verir şimdilik belirsiz.
Ancak Öcalan’ın oldu bittiyle sürecin yürütülemeyeceği, müzakereye ihtiyaç olduğu, kapsamlı bir barış için iki tarafın da “mutsuz olması” gerektiğine yönelik düşünceleri sır değil. Bunların ne kadar değiştiğini ya da değişmediğini, DEM Partililer’le yaptığı olası görüşme ortaya koyacak. Ancak Ankara’nın sabrı da yok. Altı çizilen en önemli konu aslında bir çözüm sürecinin yürütülmediği… Gerekli adımlar atılırsa bazı adımların atılabileceği…
* * *
İstanbul Sözleşmesi için AİHM yolu
Türkiye’nin İstanbul Sözleşmesi’nden bir gecede, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın imzasıyla çekilmesinin sonuçlarını Türkiye’deki bütün kadınlar bir biçimde yaşıyor.
İktidar, bu eleştirilere şiddet rakamlarını açıklayarak yanıt veriyor ama İstanbul Sözleşmesi, zaten mahkemeler tarafından etkin uygulanan, sürekli dikkate alınan yanlarıyla güvence oluşturmuyordu.
Varlığı kadınlar için bir hesap sorma güvencesiydi…
Sığınma evlerinin açılmasından ev içerisinde şiddet görmemeye, psikolojik şiddetten bütün ilişki biçimlerinde korunaklı bir alanda hissetmeye yarayan, zamanla mahkemelerin, savcılıkların, polisin, diğer devlet birimlerinin de yapısal olarak kabul etmesi beklenen bir güvence…
Bu güvence ortadan kaldırıldı. Kısa Dalga haber sitesinde, Anayasa Mahkemesi’nin Türkiye’nin sözleşmeden çekilmesi işleminin iptali için yapılan başvuruyla ilgili kararı yer aldı. Karar dramatik. Yüksek Mahkeme’ye göre, her kadını ilgilendiren sözleşmeyle ilgili olarak kadın hakları alanında çalışan bir dernek başvuru yapamazmış. Kişisel olarak da bir kadının başvuru yapması mümkün değilmiş…
Kim başvuracak o zaman, yanıt yok.
Avukat Oya Aydın’ın, avukat Şenal Sarıhan ile başkanı olduğu 29 Ekim Kadınları Derneği adına yaptığı başvuruyla ilgili verilen kararda bu yorumu yaptı.
Danıştay’ın ardından Anayasa Mahkemesi de Erdoğan’ın imzasıyla sözleşmeden çekilme işleminin iptali talebini kabul etmemiş oldu.
Karar olumsuz ama Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi yolunun açılması açısından önemli. Zira iç hukuk yolları tüketilmiş oldu.
Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin parçası sayılan bu uluslararası sözleşmeden sadece Cumhurbaşkanı takdiriyle çekilmenin mümkün olup olmadığını artık AİHM karara bağlayacak.
AİHM kararlarını uygulamamak konusunda sabıkalı olan Türkiye’nin olası bir pozitif kararı nasıl karşılayacağı meçhul ancak her koşulda AİHM’nin yorumu kadınlar açısından önem taşıyor.
Zira olası bir karara uyulmasa bile kadınlar anayasanın 90. Maddesini gerekçe göstererek, uluslararası sözleşmelerin ve AİHM kararlarının iç hukuk kurallarından üstün tutulması kuralı gereği yeniden hesap sorma kapısını aralayabilecek.
/././
Yine yeniden üst mahkemeye erişimde enflasyon engeli…-Murat Batı-
Dava konusu tutara bağlı olarak verilecek kararların verildiği tarihler önem arz etmekte ve bu durum maalesef hak kayıpları yaşatabilmektedir.
Vergi yargısında öngörülen parasal sınırlar/tutarlar 2577 sayılı İdari Yargılama Usulü Kanunu’nun Ek 1’inci maddesi uyarınca her yıl VUK mük.m.298’e istinaden Hazine ve Maliye Bakanlığınca tespit ve ilan edilen yeniden değerleme oranı kadar artırılarak sonraki yıl uygulanır.
2024 yılı için uygulanan parasal sınır/tutarlar yüzde 43,93 oranında artırılarak 2025 yılı için uygulanacak. Yalnız bu hesaplamada bin Türk lirasını aşmayan tutarlar yokmuş gibi kabul edilir. Mesela yeniden değerleme oranı uygulandıktan sonra yeni tutar 44.618 TL ise bu tutar 44 bin TL olarak uygulanacak, bin TL’nin altında kalan küsurat dikkate alınmayacak.
İYUK Ek m.1 uyarınca 2024 yılındaki parasal sınırlar yüzde 43,93 oranında artırılarak 2025 yılı için uygulanacak yeni sınırlar/tutarlar bulunur. Bulunan yeni parasal sınırlar/tutarlar aşağıdaki tabloda gösterilmiştir.
2024 yılında 31 bin TL’yi aşmayan davalarda verilen kararlara karşı istinaf kanun yolu kapalıdır. Ancak konusu 31 bin TL’yi aşan davalarda ise istinaf kanun yolu kullanılabilir. Daha basit bir ifadeyle konusu 31 bin TL ve altında olan davalara karşı istinaf kanun yoluna gidilemez, karar kesindir.
Öte taraftan bölge idare mahkemelerince (halk arasındaki adıyla istinaf mahkemeleri) yani istinaf sürecinde verilen kararlara konu tutar 920 bin TL’yi aşmazsa temyiz yoluna (Danıştay’a) gidilemez ve karar kesinleşir. Ancak bölge idare mahkemelerince verilen dava konusu tutar 2024 yılı için 920 bin TL’yi aşan kararlara karşı temyiz (Danıştay’a) yoluna gidilebilir.
Önemli bir sorun vardı ki hâlâ var
Yukarıda 2024 yılı için vergi yargısında uygulanacak parasal sınırları belirttim. Örneğin istinaf kanun yolunu kullanmada 2024 yılı için dava konusu tutarın 31 bin TL’yi aşması şart iken 2025 yılı için 44 bin TL’yi aşması gerekmektedir.
Ya da temyiz yolunu kullanmada 2024 yılı için dava konusu tutarın 920 bin TL’yi aşması şart iken 2025 yılı için 1 milyon 324 bin TL’yi aşması gerekmektedir.
Ancak sorun şu; bu parasal sınırların/tutarların tespitinde, davayı açtığımız tarihteki tutarlar mı yoksa mahkemenin karar verdiği yıldaki parasal tutarlar mı dikkate alınacak?
Örneğin 2024 Ağustos ayında 40 bin TL’lik bir vergi/ceza ihbarnamesi tebliğ edilmiş olsun ve bunu da vergi mahkemesinde dava konusu yaptığımızı varsayalım. Olur da aleyhte karar çıkarsa dava konusu tutar (40 bin TL) 2024 yılında istinaf kanun yolunu kullanma sınırı olan 31 bin TL’yi aştığından istinafa gidilebilir ancak vergi mahkemesi, kararını 2025 yılı içinde örneğin 2025 Şubat ayında verirse bu kez 2024 yılı için istinaf kanun yolunu kullanma sınırı olan 31 bin TL değil, 2025 yılı sınırı olan 44 bin TL uygulanacak. Daha basit bir ifadeyle 2024 yılındaki parasal tutara göre istinafa gidebiliyoruz ama 2025 yılı parasal tutarına göre gidemiyoruz. Yani dosya enflasyondan dolayı elimizde kaldı.
Bu sorunu gören Samsun Bölge İdare Mahkemesi 2.Vergi Dava Dairesi konuyu somut norm denetimi yoluyla Anayasa Mahkemesine taşıdı. İstinafa ilişkin bu düzenlemeyi Anayasa Mahkemesi 21 Aralık 2023 tarihli Resmi Gazete’de yayımlanan kararla dokuz ay sonra yürürlüğe girecek şekilde iptal etmişti.
Ayrıca Samsun Bölge İdare Mahkemesi 2. Vergi Dava Dairesi, temyiz yoluna gitmedeki parasal sınırlar için yani İYUK m.46/1. fıkrasının (b) bendinde temyize başvuruyu parasal tutarla sınırlayan hükmün Anayasa’nın 2., 10., 13., 36. ve 37. maddelerine aykırı olduğu gerekçesiyle Anayasa Mahkemesine başvurmuş, Mahkeme de ibarenin Anayasa’nın 13 ve 36. maddelerine aykırı olduğuna 13 Ekim 2023 tarihli Resmi Gazete’de yayımlanan kararla dokuz ay sonra yürürlüğe girmek üzere iptal etmişti.
Buraya kadar her şey çok güzel geldi ancak gel gör ki bu iptal kararlarının ardından daha doğru bir düzenleme yapılması beklenirken iptal edilen hükmün aynısı tekrar getirildi.
Şöyle ki…
Yeniden aynı hüküm getirildi
Davanın açıldığı tarihteki parasal sınırlar değil de kararın verildiği tarihteki parasal sınırların Anayasanın muhtelif hükümlerine aykırı olduğu yukarıdaki Anayasa Mahkemesi kararlarında da net şekilde izah edildi. Ben dahil herkes yeni bir düzenleme beklerken kamuoyunda 9. Yargı Paketi olarak bilinen Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Teklifine ilişkin taslak metinler yayımlandı. Bu taslak metnin içinde İYUK m.45 ve m.46’nın iptal edilen bazı kısımları için yeni maddeler de vardı. Ancak o tarihte getirilmesi düşünülen yani yeni düzenleme iptal edilen hükümlerle aynı…
Diğer taraftan 9. yargı paketi ile bu düzenlemenin gelmesini beklerken bir anda 2 Ağustos 2024 tarihli Resmi Gazete’de yayımlanan 7524 sayılı Kanun ile 2 Ağustos 2024 tarihinde yürürlüğe girmek üzere hayatımıza girdi.
Sonuç olarak
Resmi enflasyonun bile bu denli yüksek olduğu şu günlerde parasal sınırlar sorun yaratmaktadır.
Örneğin konusu 1 milyon TL olan bir davaya ilişkin 2024 Eylül ayında istinaf kanun yoluna gittik. 2024 yılında temyiz kanun yolunu kullanmada alt parasal sınır 920 bin TL iken 2025 yılında bu tutar 1 milyon 324 bin TL’ye yükselecek. Bölge idare mahkemesi (istinaf) kararını 2025 Ocak ayında verirse dava konusu tutar (1 milyon TL) 2025 yılı temyiz kanun yolunu kullanmadaki parasal sınır olan 1 milyon 324 bin TL’yi aşmadığından karar kesin olacaktır. Yani bölge idare mahkemesi kararını 2024 yılı içinde (örneğin Aralık 2024’te) vermiş olsaydı temyize gidebilecekken; 2025 yılında verdiği için temyiz yolu kullanılamamaktadır. Enflasyonun hak arama hürriyetini ve mahkemeye erişim hakkını gasp ettiğinin önemli bir örneğidir bu.
Örneğin aynı tarihte açılan davaların vergi mahkemelerinde karara bağlanma süreleri mahkemelerin iş yoğunluğuna bağlı olarak farklılık arz edecektir. İş yoğunluğu daha az olan bir mahkemenin daha kısa sürede davayı çözümlenmesi mümkünken iş yoğunluğu daha fazla olan mahkemenin davayı sonuçlandırma süresi daha uzun olabilecektir. Bu durumda erken sonuçlanan davaya ilişkin istinaf yolu açık olabilecekken geç sonuçlanan için ise istinaf yolu ortadan kalkabilecektir.
Özetle dava konusu tutara bağlı olarak verilecek kararların verildiği tarihler önem arz etmekte ve bu durum maalesef hak kayıpları yaşatabilmektedir.
Ve maalesef ki enflasyonun bu denli yüksek olduğu hele şu dönemlerde bu sorun, aleni bir şekilde hak arama hürriyetini, mahkemeye erişim hakkını ve hukuki güvenlik ilkelerini ihlal etmektedir.
2 Ağustos tarihli düzenleme, bu sorunu çözer mahiyette değildir. Hatta Anayasa Mahkemesinin yukarıda belirtilen iptal kararlarında eleştirdiği hususlar maalesef yeni düzenleme ile aynen getirilmiştir.
İvedi bir şekilde vatandaş lehine bir düzenleme yapılması dileğiyle.
/././
Nerede o eski savaş muhabirleri!-Tuğçe Tatari-
Suriye’de yaşanan savaşta Türkiye ilk günden beri aktif rol oynuyor. Ve bizim neredeyse hemen hiç savaş muhabirimiz yok!
Mesleğe ilk başladığım yıllarda savaş muhabirleriyle bazı uluslararası basın toplantılarında denk gelir ve onları hayranlıkla izlerdim. Hâlleri, tavırları adeta yaşadıkları zorlukların, kotardıkları işlerin etkisiyle bizlerden çok daha rahat ve öz güvenli gelirdi bana.
Ben Nevin Sungur ve Kaya Heyse’ciydim. Olaylı bölgeleri, savaşları, kritik anları onlardan takip ederdim. Onların haberlerini doğru ve güvenilir bulurdum.
Elbette Coşkun Aral ve Mithat Bereket’in de takipçisi çoktu.
Şimdi bakınca o yıllar sanki başka bir gerçeklikte, bambaşka bir ülkede yaşanmış gibi.
O günlerde de mesleğe, koşullara, haklarımıza yönelik eleştirdiğimiz, memnun olmadığımız pek çok şey vardı tabii ama şimdi bakınca nitelikli ve gerekli özellikleri içinde önemli ölçüde barındıran bir medyamız varmış.
İnsan bunları düşününce hüzünleniyor, inanın.
Türkiye konumu itibarıyla bir ateş hattının içinde.
Orta Doğu’da yapılan her hamle bizi de geleceğimizi de bundan sonraki yaşamlarımızın seyrini de etkiliyor, etkileyecektir.
En basitinden, Suriye’de yaşanan savaşta Türkiye ilk günden beri aktif rol oynuyor.
Ve bizim neredeyse hemen hiç savaş muhabirimiz yok!
Güvenerek takip edebileceğimiz, işini bildiğimiz, inandığımız bir tek kişi yok!
Her önemli dönemeçte işi asla bu olmayan birtakım meslektaşların olay yerine gönderildiğini görüyoruz.
Ne savaş bilirler ne Suriye bilirler, aktif olan örgütlerin adını tam olarak öğrenmeleri bile beş günlük bir geçmişi barındırıyor.
Hâliyle ortaya çıkan sonuç, gazetecilikten biraz daha farklı olarak, ‘bu iş Türkiye’ye istendiği gibi yansıtılacak şekilde ele alınıyor’ gibi bir algı oluyor.
Bu algıyı oradan yapılan yayınlar ve yorumlar da destekliyor elbette.
Hatta bölgeye gönderilen bazı isimlerin ta kendisi de bu algıya tuz biber ekiyor.
Asla yanlış anlaşılmak istemem, ulusların kendi geleceklerini tayin hakkına inanan biriyim.
Suriye halkı Esad’ın devrilmesini istiyordu, BAAS rejiminin sona ermesini diliyordu.
Kimileri gibi, Esad rejimini salt ‘Orta Doğu’nun son seküler devleti’ olarak adlandıracak kadar şuursuz olmadığım gibi halka yönelik de “seviniyorsunuz ama aslında bundan sonra bittiniz siz” gibi üstten bir yerden yorum yapmayı da kendime yakıştıramam.
Aslında benim derdim, kendi mesleğimin düştüğü bu acınası hâlin net bir fotoğrafını çekmektir.
Türkiye’de de bir rejim değişikliği yaşandığını kabul etmekte zorlanıyoruz ama sadece gazetecilik mesleğine baktığınızda, icra ediliş biçimini sorguladığınızda nasıl bir fanusun içine kıstırılmış olduğumuzu da çok daha net görebiliyoruz.
Bırakın gazeteci olmayı, seyirci olarak, haber alma hakkı olan vatandaşlar olarak Suriye’de yaşananları başka ülkelerin muhabirleri veya alternatif medya üzerinden takip ediyoruz.
Neden?
Çünkü orada bulunan çok sayıda ‘isim’ bize güven vermiyor, oraya hangi fikri desteklemek amacıyla gönderildiklerine ilişkin olarak içimizi kemiren düşünceleri susturamıyoruz, zaten bazıları ortaya attıkları iddialarla kafa karıştırıp iç tartışmalara neden de oluyor, kimse saf değil herkes aslında olan biteni anlıyor! Ve en önemlisi Suriye’ye gidip oradan yayın yapan ‘isimlerin’ çoğunun uzmanlıkları da bu değil!
Neden ve nasıl tercih edildikleri tartışmalı!
/././
Suriye’nin işgalinin asıl kazananı kim ya da kimler? (I)-Mustafa Durmuş-
Son haftalarda Türkiye, Esad rejiminin Ankara ile ilişkileri normalleştirme çabalarını reddetmesinin ardından isyancı örgütlere yeşil ışık yaktı. Elde edilen sonuç dikkate alındığında, bundan böyle Türkiye muhtemelen ülkedeki en etkili dış aktör olarak ortaya çıkacaktır.
Tunus-Mısır-Libya’da halk ayaklanmaları
14 yıl geriye gidelim.
2010 yılının 17 Aralığında Tunus’ta, 26 yaşındaki elektronik mühendisi bir işsiz, sokaklarda sebze satarak hayatını kazanan M. Bouazizi adlı Tunuslu bir genç kendini yakmış; ardından on binlerce Tunuslu sokaklara çıkarak hükümeti ve işsizliği protesto etmiş ve isyan, diktatör Ben Ali Tunus’u terk edene kadar sürmüştü.
Bundan yaklaşın 45 gün sonra 31 Ocak 2011’de bu kez Mısır’da Tahrir (Kurtuluş) Meydanı’nda yüz binlerce Mısırlı: “İş, ekmek, özgürlük ve sosyal adalet” sloganlarıyla isyan etti. On binlerce genç-yaşlı, Müslüman-Hıristiyan, örtülü-modern kadın-erkek meydanı tuttu. Onlarcası öldürüldü ama Mısır Devlet Başkanı Mübarek ülkeyi terk edene kadar da kitleler meydandan ayrılmadı. Sonrasında Libya Batılı emperyalist güçler tarafından işgal edildi ve Devlet Başkanı Kaddafi öldürüldü.
Kuzey Afrika’nın bu üç ülkesinin ikisinde (Tunus ve Mısır) ortak sorunlar vardı. Buğday ve diğer temel gıda maddeleri ve enerji fiyatlarının çok hızlı artması, derin yoksulluk, açlık, işsizlik, dışa bağımlılık, neo-liberal politikalar ve 30 yıldır süren baskı-zulümle özdeşleşmiş kanlı diktatörlükler halkları isyana sürüklemişti.
Libya’da ise durum daha farklıydı. Kaddafi de bir diktatördü ama ülke ekonomisi kötü durumda değildi. Günde 1,8 milyon varillik mükemmel kalitede petrol üretimi yapılıyordu. Ülke, doğalgaz kaynakları açısından da çok zengindi ve bu doğal zenginlikler Libya’da ortalama yaşam süresinin 75’e çıkmasını ve Afrika’nın kişi başına yıllık geliri en yüksek ülkesi olmasını sağlamıştı. Ülkenin sert çölün altında muazzam bir fosil sıvı denizi vardı. Tüm bunlar emperyalist güçlerin iştahını kabartıyordu. Nitekim ABD bu ülkeyi işgal etmek üzere NATO’yu devreye sokmakta tereddüt etmedi.
Devasa ekonomik sorunlar ve devrimci durum
Kısaca, devasa ekonomik sorunlar, gıda fiyatlarındaki artışlar ve iktidarların halkın sorunlarına ilgisizliği ayaklanmaların önünü açtı. Halk mevcut rejimleri bu sorunlarla özdeş tuttuğundan rejimin değişmesini istiyor, rejimle uzlaşmaya yanaşmıyordu. “Ekmek, özgürlük ve adalet” sloganlarıyla yürüyen kitleler olağanüstü hâl uygulamalarının kaldırılmasını, parlamentonun feshini ve yeni bir anayasanın yapılmasını talep ediyorlardı.
Bir başka boyutuyla ise bölgede devrimci bir durum yaşanıyordu ve bu devrimin dürtüsü sadece diktatörlük karşıtı olmak değil, aynı zamanda anti-emperyalist, IMF karşıtı ve İsrail karşıtı olmaktı.
Çalınmış devrim!
Bu nedenle de ABD ve müttefikleri bu devrimi durdurmak, bunu yapamazlarsa da onu bölgedeki Amerikan egemenliğini sürdürülebilmesi için yeniden bir biçime sokma niyetindeydiler. Nitekim bunu da sağladılar. Diktatörler devrildi ve halkların gazı alındı ama gerçek bir devrim fırsatı da böylece halkların elinden alınmış oldu. Sonrasında bu ülkeler yeniden bir kaosun içine sürüklendiler ve iç savaşlar ortaya çıktı. Mısır’da yeniden askeri diktatörlük tesis edildi.
Suriye’ye emperyalist müdahale ve iç savaş
Bu gelişmeler 2011 yılının sonlarına doğru Orta Doğu’ya da sıçradı ama bu kez hedefteki Suriye beklenmedik bir direniş göstererek o tarihten bu yılın aralık ayına kadar direndi. Bu süreçte “Büyük Orta Doğu Projesi” kapsamında başta IŞİD olmak üzere, selefi cihatçı gruplar Esad’a karşı ayaklandırıldı, 13 yıl sürecek olan bir iç savaş başlatıldı.
Ancak bu terör örgütleri hem Suriye ordusunun hem de bölgedeki Kürtlerin direnciyle karşılaştılar. Yine de El Kaide ve El Nusra yenilmiş olsa da bölgeye hâkim devletlerin desteğiyle İdlib gibi belli bölgeleri tutmayı başardılar. Bu süreçte Esad ülkede demokratikleşmek yerine Baasçı eski rejimi sürdürmeye kalkışınca iyice gözden düştü ve yenildi. Ülkesinden kaçarak Rusya’ya sığınmak zorunda kaldı. Ülke Heyet Tahrir el-Şam (HTŞ) ve arkasındaki devletler ve İsrail tarafından işgal edildi.
Nesnel değerlendirme şart!
Suriye’nin işgali konusunda çok farklı değerlendirmeler yapılabilir. Nitekim Suriye’yi işgali alkışlayanlar (bizdeki iktidar medyası gibi) gibi, bunu emperyalist bir müdahale olarak değerlendirenler de mevcut.
Ancak, ülkeyi işgal eden güçler “ülkede diktatörlüğü ortadan kaldırmak, demokrasiyi inşa etmek, kendi sınırlarını güvence altına almak” gibi mazeretler ileri sürebilirse de bunun doğru olmadığı ve bu eylemin açıktan bir işgal olduğu inkar edilemez bir gerçek. Nitekim daha önceki Irak’ın işgali de bu gerekçelerle yapılmış ama bölgeye demokrasi de gelmemişti.
Esad’ın serveti ile birlikte ülkeden kaçması diktatörlerin genelde yaptıkları bir şey. Ülkesini düşünüyor olsaydı zamanında ülkesindeki Araplar, Kürtler, Ermeniler, Süryaniler, Ezidiler gibi tüm halklarla birlikte tek bir ulusa dayalı olmayan demokratik bir Suriye’yi inşa edebilir ve emperyalist ve alt emperyalist güçlere geçit vermeyebilirdi. Oysa, beklendiği gibi, bunu yapmadı ve kendi ülkesinin emperyalist, Siyonist ve selefi-cihatçı bir yağmaya terk etti.
Rusya ve İran kaybetti
Suriye’deki bu gelişmelerden isyancı grupların ardındaki hangi devletlerin nasıl kazançlı ya da zararlı çıkabileceğini konusunda değerlendirme yapmak gerekirse sırasıyla:
Rusya, Beşar Esad rejiminin önemli bir destekçisiydi. Heyet Tahrir el-Şam (HTŞ) öncülüğündeki isyancı grupların iktidarı ele geçirmesi bu devlet açısından çok büyük bir kayıp olabilir. Zira Moskova 2015 yılında binlerce Rus askeri göndererek ve Suriyeli isyancı gruplara ve sivil altyapıya hava saldırıları düzenleyerek Esad'ı desteklemişti. Ancak Rusya, Ukrayna'daki savaş nedeniyle Esad'ın ihtiyaç duyduğu destek düzeyini sürdüremedi. Sonuç olarak Rusya'nın Orta Doğu'daki projesi büyük bir başarısızlıkla sonuçlandı. Bu durum Rusya’nın Suriye'nin Akdeniz kıyısındaki üslerini kaybetmesiyle sonuçlanabilir.
Esad rejiminin yıkılması, rejimi destekleyen ve Lübnan’daki Hizbullah’a silah göndermek için Suriye’ye bel bağlayan İran için de bir darbe anlamına geliyor. Yani İran için de Esad'ın devrilmesi büyük bir kayıp. Doğu Akdeniz'e uzanan bir kara köprüsünü, Hizbullah gibi İran'ın vekilleri konumundaki örgütler için önemli bir üssü ve silahların Lübnan'a ulaşabileceği bir yolu kaybetmiş oldu. İran'ın Suriye'deki stratejik derinliğini kaybetmesi, İsrail ile çatışması nedeniyle ciddi şekilde zayıfladığı bir dönemde Hizbullah'ı destekleme kabiliyetini de zayıflatacaktır. (1)
Savaşın asıl kazananı İsrail
ABD, HTŞ'yi de “terör örgütü” olarak tanımlasa da uzun süredir Esad rejimine karşı çıkıyor ve onu devirmek için uğraşıyordu. Bu yüzden de istediği oldu. Bölgedeki en temel müttefiki olan İsrail ise bu savaşın asıl kazananı konumunda.
Zira Golan tepelerini işgal edip Şam’a doğru ilerleyerek “Büyük İsrail Projesi” için önemli bir adım daha atarken, İran’ın bölgedeki konumunu da zayıflattı. Suriye'nin en stratejik yeri olan Cebel Şeyh'i işgal etmesi ise bölgede kendine çok önemli bir stratejik mevzi kazandırdı. (2)
Türkiye kazandı mı?
Türkiye'nin HTŞ gibi selefi cihatçı silahlı gruplara verdiği destek son saldırılar açısından kritik önem taşıyordu. Ayrıca 2017 yılında bir dizi silahlı grubu bir araya getiren ve Kuzeybatı Suriye'nin bazı bölgelerini kontrol altına alan önemli bir aktör olan “Suriye Ulusal Ordusu” da Türkiye tarafından destekleniyor.
Son haftalarda Türkiye, Esad rejiminin Ankara ile ilişkileri normalleştirme çabalarını reddetmesinin ardından isyancı örgütlere yeşil ışık yaktı. Elde edilen sonuç dikkate alındığında, bundan böyle Türkiye muhtemelen ülkedeki en etkili dış aktör olarak ortaya çıkacaktır.
Kısaca, Türkiye’deki iktidar bloku Esad'ın şiddet yoluyla devrilmesini zımnen destekledi ve Şam'daki yeni rejimi şekillendirme fırsatına sahip oldu.
Nitekim birçok uluslararası yorumcu bu görüşü destekliyor. Örnek olarak bir yoruma göre: “Esad’ın düşüşünden potansiyel olarak asıl kazançlı çıkacak olan devlet Türkiye’dir. Cumhurbaşkanı Erdoğan Suriye’de uzun bir yol kat etti; bir zamanlar Esad’ın hamisiyken onun devrilmesini talep etti ve ardından Esad rejimiyle normalleşme arayışına girdi. Geçtiğimiz haftalarda Erdoğan Esad'ın şiddet yoluyla devrilmesini zımnen destekledi. Ankara şimdi Şam'daki yeni rejimi şekillendirmek için bir fırsata sahip oldu.” (3)
ABD, İsrail, Türkiye aynı çizgide mi?
Keza Orta Doğu uzmanı gazeteci Conor Gallagher, “ABD’nin vekilleri (Ukraynalı neo-Naziler, İslami köktendinciler ve Siyonist soykırımcılar) aracılığıyla Suriye Devlet Başkanı Esad'ı devirmek ya da en azından olası bir çözüm öncesinde daha fazla toprak koparmak ve Tahran'ın ülkedeki etkisini zayıflatmak için Suriye'de yeniden bir araya geldiğini; Türkiye’ninse, eski adıyla Nusra Cephesi olarak bilinen İslamcı paramiliter örgüt HTŞ’nin en büyük destekçisi olarak merkezi bir rol oynadığını” ileri sürüyor.
Neo-Osmanlıcı girişimler
Türkiye’nin ABD ve İsrail ile iş birliği yaptığını ileri süren yazara göre: “Erdoğan’ın çıkarları ABD-Ukrayna-İsrail grubun çıkarlarıyla örtüşüyor. Türkiye'nin eski imparatorluğun büyük bir kısmı üzerindeki etkisini güçlendirdiğini görmek isteyen Erdoğan ve kliğinin katı neo-Osmanlı hırsları, ABD-Ukrayna-İsrail'in bölgedeki Rus ve İran etkisini azaltma arzusuyla örtüşüyor. En azından Türkiye, mültecilerin geri dönüşü için herhangi bir kalıcı çözümden (potansiyel olarak Trump II döneminde) önce Suriye'de kendisinin ve vekillerinin kontrolü altında daha fazla toprak elde etmek istiyor ve bu da Ankara'nın tehdit olarak gördüğü Kürt güçlerini etkisiz hale getirmek için daha iyi konumlanmasını sağlayacak. Türkiye üç milyondan fazla Suriyeliye ev sahipliği yapıyor ve Erdoğan bu konuda bir şeyler yapması için ülke içinde baskı altında ve binlerce kişiyi "gönüllü geri dönüş" beyanlarını imzalamaya zorlamakla suçlanıyor. Suriye'de güvenlik ortamı “güçlendikçe” Erdoğan daha fazla Suriyelinin Türkiye'den sınır dışı edileceğini söylüyor.” (4)
Devam edecek…
Dip notlar:
https://theconversation.com/what-syrias-rebel-takeover-means-for-the-regions-major-players-turkey-iran-and-russia (9 December 2024).
https://www.cfr.org/expert-brief/after-fall-assad-dynasty-syrias-risky-new-moment (8 December 2024).
https://www.nakedcapitalism.com/2024/12/erdogan-backstabs-his-way-into-center-of-middle-east-conflict.html (2 December 2024).
/././
Tüm savaşlar kötülerle kötüler arasındadır -Mine Söğüt-
İyiden yana olmak istiyorsanız, bir an önce dünya çapında bir silahsızlanmadan bahsetmeye başlayacak ve bir daha asla birbirini öldüre öldüre savaşmayacak bir insanlık için hangi değerlerden vazgeçmek ve hangi değerleri diriltmek gerektiğine odaklanın.
Avuçlarınızdaki küçücük telefonlarda ya da evlerinizdeki dev ekranlarda yine bir şiddet pornosu izliyorsunuz iştahla.
Savaşlarla, çatışmalarla alt üst olmuş bir ülkenin kaderi hakkında meşrebinize göre yorumlar yapa yapa, loto oynarcasına bahislere giriyorsunuz.
Öldürülen çocuklardan, işkence gören insanlardan, tecavüze uğrayan kadınlardan, hayatları cehenneme dönen sivillerden bahseden haberleri izlerken, savaş sanki kötü adamlarla iyi adamlar arasında geçen bir bilgisayar oyunuymuş gibi düşünüyorsunuz.
Zalimlerin yenilgisi ve iyilerin zaferi arasında gerili bir ipin üzerine serdiğiniz vicdanınız ve aklınız o yüzden hiç kurumayan kan lekeleriyle dolu.
Ülkesinden kaçmış bir diktatörün kapıları açılmış, tutsakları salınmış hapishanesine girip elinde kameralarla korkunç hikayeler anlatan haberciler dehşet verici bir yakın tarihi birbirlerinden daha albenili cümlelerle aktarabilmek için yarışırken ne kurdukları cümlelerin içeriğinin farkındalar ne de ses tonlarındaki duyguların yersizliğinin.
İnsanların canlı canlı günlerce boyunlarından yağlı urganlara asılıp sarkıtıldığı duvarların önünde dehşet verici anonslar yapıyorlar.
Tüm dünyanın üzerine çökmekte olan çok ağır bir insanlık dramından değil de lunaparktaki bir korku tünelinden bahseder gibi cümleler kuruyor, vurgular yapıyor olmayı umursamıyorlar.
Bunu siz de umursamıyorsunuz.
Ürkütücü bir gerçekliğin tüm detaylarını film izler gibi izliyorsunuz.
Ortadoğu cehenneminde gözünüzün önünde bir iktidar devrildi. Ve 13 yıldır yağmalanan koskoca bir ülke kimliği ve niyeti devamlı değişen, bağlantıları şaibeli irili ufaklı örgütler tarafından parça parça edilmekte.
Siz, Suriye’de gidenin mi daha kötü gelenlerin mi daha kötü olduğunu tartışadurun. Bu değişimin Türkiye’ye zararı mı yararı mı olacağını anlamaya çalışın. Mültecilerin ülkelerine geri dönüp dönmeyeceğini merak etmeyi sürdürün. Bunun için bahislere girin.
Ülkeden kaçan laik ama zalim bir liderin yerine, batıya "zararsız” görünmeye çalışan şeriatçı ve zalim yeni bir liderin o halkı gerçekten kurtaracağını mı yoksa çok daha korkunç bir felakete mi sürükleyeceğini çözmeye çalıştığınız bir bilmecenin ipuçlarıyla uğraşın.
Ve…
Bu sırada vicdanınızın ve aklınızın o iplerin ucunda nasıl kuklalaştığını göremeyecek kadar körleşin. O toprakların üzerinde yaşayan insanların hayatını hiçe sayan ve o toprakların altındaki zenginlikler için savaşlar çıkarıp kıyametler kopartan küresel bir hırsın varlığının bu denli meşrulaşmasının ne anlama geldiğini hiç düşünmeyin.
Dünya sizden bunu istiyor.
Her savaşta olduğu gibi.
Sadece iktidarlara hizmet eden ve gücünü küresel sermayelerden alan medyanın şiddet pornosundan umduğu reyting başarısının hedefindeki kurbanlarsınız. İzlediğiniz ve izleyeceğiniz tüm görüntüler, dinlediğiniz ve dinleyeceğiniz tüm haberler sadece sizi değil tüm insanlığı bir kez daha Aşil topuğundan zehirleyecek.
Siz yine günlerce o ekranların karşısına mıhlanacaksınız.
Elleri arkadan bağlanmış Esad yanlılarının kurşunlanışını tekrar tekrar gözünüzü kırpmadan izleyebileceksiniz.
Yerin yedi kat dibindeki hücrelerden yapılan haberlerdeki görüntülere tekrar tekrar merakla bakacaksınız.
“Cesetleri pres makinalarıyla ezmişler!” diye bas bas bağıran haberleri bitmek bilmez bir ilgiyle takip edeceksiniz.
Halka açık infazların yapılacağı alanlarda göreceğiniz idamlara kendinizi hazırlayacaksınız.
Pür dikkat, “Esad ne kadar zalim bir diktatörmüş meğer” meselesine odaklanacaksınız.
Bu arada sizin ülkeniz de dahil herkes Suriye’nin üzerine leş kargası gibi çöreklenmiş; Ortadoğu’ya bir kez daha “Hadi savaşlardan savaş beğen” denilmiş; inşaattan silaha o kargaşadan kim ne sürede ne kadar kazanabileceğinin muhasebesinin peşine düşmüş…
Bunları hiç umursamayacaksınız.
Oysa siz de biliyorsunuz.
Hiçbir savaş iyilerle kötüler arasında çıkmaz. Savaş her zaman kötülerle kötüler arasında çıkar. “İyi” denilen şey her savaşta atılan ilk kurşunla vurulandır.
O yüzden ne bu savaşta ne de başka bir savaşta, boşuna “iyi” olanı aramayın.
İyiden yana olmak istiyorsanız, bir an önce dünya çapında bir silahsızlanmadan bahsetmeye başlayacak ve bir daha asla birbirini öldüre öldüre savaşmayacak bir insanlık için hangi değerlerden vazgeçmek ve hangi değerleri diriltmek gerektiğine odaklanın.
Mevcut savaşlarda taraf olduğunuz anda, kurtulamazsınız, o taraftan ya da bu taraftan bir masumun kanı mutlak sıçrar alnınıza.
/././
Suriye soruları -Ercan Uygur-
Türkiye’nin de desteği ile Esad’ın devrilmesi hem Rusya, hem İran’ı önemli etki ve prestij kaybına uğrattı. Bu bakımdan bu ülkelerin Türkiye ile bir güven sorunu yaşaması söz konusu olabilir. Ancak şimdilik, bu sorun varsa bile dışa vurumu çok olmadı. Yine de sonraki dönemlerde bu güven sorunu Türkiye’nin karşısına çıkabilir. Türkiye’nin özellikle Rusya’ya enerji bağımlılığı bu sorunu büyütebilir
Sınır komşumuz Suriye’de boyutları daha büyük küresel bir hesaplaşma mı yaşandı? Bu hesaplaşmada Türkiye, Rusya ve İran ile yaptığı Astana gibi anlaşma ve uzlaşmaları ihlal edip ABD önderliğindeki gruba mı katıldı? Böyle ise, Türkiye’nin güvenilirliği zedelendi mi?
Türkiye ABD’ye, üstelik yanında İsrail de var iken, nasıl güvendi? Sonra pişman olmaz mı? Türkiye’nin özellikle Rusya’ya ve İran’a enerji bağımlılığı veri iken, denge politikasını bırakması zaten riskli değil mi?
Suriye’de nasıl bir ekonomik gelecek var? Üçe/dörde bölünmüş bu ülkede kolay bir uzlaşma ortamı ve yeniden inşa süreci sağlanabilir mi? Yoksa, Irak’ta olduğu gibi, yıllar sürecek mezhep çatışmaları, etnik ve bölgesel anlaşmazlıklar mı olur? Libya’da olduğu gibi ayrışma mı yaşanır?
Uzun süredir izlediğimiz ve anlamaya çalıştığımız Suriye olayları, bizi böyle birçok soruya yanıt bulmaya çağırıyor. Böylece ekonomi alanındaki olası gelişmeleri de irdeleyebiliriz. Önce kısaca şimdiki duruma bakalım.
Suriye’nin paylaşımı ve örgütlerin ilişkileri
En son gelişmeden başlayalım. İsrail, Suriye’nin güneyindeki Golan tepelerine bitişik stratejik bir bölgeyi birkaç gün önce işgal etti. Ülkenin kuzey doğusu ABD’nin silahlandırdığı, çoğunlukla PKK’lıların yönettiği ve Kürtlerin ağırlıkta olduğu YPG’nin işgali altında. Bu işgal zaten yıllardır vardı.
Ülkenin başkent Şam’ı da içine alan orta batısını HTS’nin (Hayat Tahrir El Sham) başını çektiği değişik İslamcı (bazıları cihatçı) grupların oluşturduğu bir koalisyon kontrol etmeye başladı. Ülkenin kuzeyinde Türkiye sınırında bir bölüm de Türkiye’nin desteklediği Suriye Milli Ordusu (SMO) tarafından kontrol ediliyor.
Ülkenin batısında Akdeniz kıyısındaki bir alanı da hükümet güçleri kontrol ediyor görünse de, burası da kısa sürede HTS kontrolüne girecektir. HTS, yeni başbakanı ve hükümeti açıklamış bulunuyor. HTS’nin yapısı ve diğer gruplarla ilişkisi nedir?
ABD’nin etkili uluslararası ilişkiler dergisi Foreign Affairs’e göre HTS, ABD’nin seçip belirlediği bir örgüttür. Foreign Affairs (9 Aralık 2024). Anlaşılan HTS 2024 Kasım sonunda başlayan harekata öncülük etmesi için de seçilmiştir. Zaman zaman HTS’ye Türkiye’nin de destek verdiği söyleniyor.
HTS’nin lideri Abu Mohammad Al Julani, HTS’nin 2017’de kuruluşundan bu yana cihatçı olmadıklarını ve geçmişte üyesi olduğu cihatçı örgütlerle bağını kopardığını ifade ediyor. Ancak bu ifadeler ne kadar gerçeği ifade ediyor henüz belli değildir.
3 Aralık 2024’te AB’nin önde gelen yayınlarından Euobserver’da HTS ve lideri Julani’yi konu edinen bir yazı yayınlandı. Debeuf (3 Aralık 2024). Bu yazı, daha önce yapılmış araştırma yazılarına da atıfla, HTS’nin cihatçı değil muhafazakâr olduğunu söylüyor ve Batıya karşı duruşu, düşmanlığı yoktur, Batının desteğini bekliyor diyor.
Yazar, son harekata Türkiye’nin neden destek verdiğini üç nedene bağlıyor.
1) Esad Türkiye‘ye karşı tavır alıyor ve uyuşturucu (captagon) imalatı ve ticaretini Türkiye’yi de içine alacak şekilde yaygınlaştırıyor. Harekât ile bu imalat ve ticaret engellenebilir.
2) Harekât, Suriye’nin kuzey batısındaki PKK’nın Suriye kolu olan YPG işgalini de belli sınırlar içine alabilecektir. PKK ve YPG Türkiye için istikararsızlık kaynağıdır.
3) Türkiye’de 4,5 milyon Suriyeli mülteci yaşıyor, harekatla bunların en azından bir bölümü de Suriye’ye geri gidecektir.
ABD kaynaklarına göre, HTS ile YPG’nin ilişkilerinde şu anda sorun yok. Her iki örgütü de ABD yönlendirdiğine göre, kısa dönemde sorun olması beklenmez. Ancak HTS, yönetimini genişletince YPG’nin en azından bazı bölgelerden çıkmasını isteyebilir. Bu durumda gerginlikler başlayacaktır.
SMO ile YPG arasında kolay bitmeyecek ve bilinen bir gerginlik var; Türkiye YPG’nin Türkiye’ye yönelik saldırılarını engellemeye çalışıyor, bu nedenle de SMO ve YPG sık sık çatışıyorlar. Harekâtın son günlerinde SMO Tel Rıfat ve Münbiç şehirlerini YPG’den geri almış durumda.
Bu nedenle olmalı, ABD basını, örneğin 8 Aralık tarihli The New York Times, SMO aleyhine yayınlar yapıyor ve SMO üyeleri içinde suçlular olduğunu yazıyor. Hatta SMO unsurlarının yağmalama yaptığını belirtiyor. Buna karşılık YPG’den “dostlarımız” olarak söz ediyor.
Buna karşılık, zaman zaman aralarında anlaşmazlık olsa da HTS ile SMO’nun genellikle anlaşabildiği görülüyor. Halep kuşatmasında işbirliği yaptıkları anlatılıyor. Örgütler arasındaki bu ilişkiler, daha sonraki aşamalarda çıkabilecek sorunların göstergesi olarak alınabilir.
Astana anlaşmasına göre HTS gibi grupları da barındıran İdlib ve bazı bölgeler çatışmasızlık bölgeleri olacaktı. Bu olamadı. Türkiye’nin de desteği ile Esad’ın devrilmesi hem Rusya, hem İran’ı önemli etki ve prestij kaybına uğrattı. Bu bakımdan bu ülkelerin Türkiye ile bir güven sorunu yaşaması söz konusu olabilir. Ancak şimdilik, bu sorun varsa bile dışa vurumu çok olmadı.
Yine de sonraki dönemlerde bu güven sorunu Türkiye’nin karşısına çıkabilir. Türkiye’nin özellikle Rusya’ya enerji bağımlılığı bu sorunu büyütebilir. İlgili bir konu, Türkiye’nin ABD’ye güvenerek Rusya ve İran’ı olumsuz etkileyen bu harekata değişik katkılar yapmasıdır. Türkiye’nin bu çerçevede ABD’ye çok güvenmesi, önlemler almaması hatalıdır ve bedelini sonra ödeyebilir.
Önemli bir ayrıntı, Ukrayna’nın Suriye muhalefetini desteklemek üzere, ABD önerisiyle olmalı, Suriye’de askeri danışman görevlendirmesidir. Bu bağlamda, bazı silahların ve “drone”ların kullanımında hatta imalatında Ukrayna’nın özellikle HTS’ye yardım ettiği söylenir.
Suriye harekâtı ve küresel hesaplaşma
Suriye’de HTS önderliğinde Esad yönetimine karşı askeri harekât başladığında, aynı zamanlarda ilginç gelişmeler de oluyor. Bunlardan en önemlisi Güney Kore’de Başkan ile parlamentoyu karşı karşıya getiren ve Başkan’ın sonunda istifasına neden olan gelişmelerdir.
Güney Kore Başkanı, Ekim ayında ABD ile askeri işbirliğini de kapsayan görüşmelerde bulunduğunda ABD’nin önerisi üzerine Ukrayna’ya silah yardımı yapabileceğini söylüyor. Ülkesine dönünce hazırlıklar da yapıyor. Ancak bu kararı ve hazırlıkları için parlamentonun onayını almıyor.
Ukrayna’ya yardım için Başkanın önemli bir gerekçesi Kuzey Kore’nin Rusya’ya asker ve silah göndermesidir. Parlamento, bu gerekçeyi de kabul etmiyor ve karardan dönmesi için Başkanı uyarıyor. Ancak Başkan kararında ısrar ediyor. Bu tartışma halka yansıyınca gösteriler başlıyor. Bunun üzerine Başkan sıkıyönetim kararı alıyor.
Bu didişme üzerine parlamento Başkanı azletme kararı için toplanıyor. Başkan özür diliyor ve azil kararı alınmıyor. Ancak Başkan istifa ediyor. Bu olay, ABD’nin Rusya’ya karşı müttefiklerini harekete geçirme girişimlerinin bir örneğidir.
Bir başka örnek Gürcistan’da yaşanıyor. Bu ülkede Ekim ayında yapılan seçimi Rusya yanlısı olduğu ifade edilen iktidardaki parti az farkla kazanıyor. Halbuki Gürcistan AB’ye aday üye kabul edilmiştir ve seçimi AB yandaşı partilerin kazanacağı beklenmektedir.
Seçim sonucunun tartışmaları sürerken, hükümet AB’ye üye olma çalışmalarını durdurduğunu açıklıyor. Bunun üzerine, Suriye’de harekatın başladığı günde Gürcistan’da parlamentoya karşı büyük bir gösteri yapılıyor. Çok sayıda yaralanmaların olduğu çatışmalar yaşanıyor.
Gürcistan’da Rusya’nın ve müttefiklerinin Batı karşıtı hamleleri gözleniyor. Benzer gerginlikler AB yanlısı ve Rusya yanlısı partiler arasında Moldova’da yaşanıyor. AB başvurusu için yapılan oylama çok küçük farkla AB yanlılarının lehine sonuçlanıyor. Bu sonuçla taraflar birbirini suçluyor.
Suriye’deki ve Ukrayna’daki savaşlarda, savaşan tüm taraflara çok büyük miktarlarda silah ve askeri teçhizat gönderildiği biliniyor. Yaşanan diğer gerginlikler de ülkeleri silahlanma yarışına katılmaya zorluyor. Bu bakımdan son dönemdeki küresel hesaplaşmalardan yalnızca silah sanayisinin kârlı çıktığını söyleyebiliriz.
Suriye’nin ekonomik geleceği
Suriye’nin ekonomik geleceğini kestirebilmek için savaşların ve çatışmaların biteceği konusunda sağlıklı öngörü yapabilmeliyiz. İktisadi açıdan düşünürsek, Suriye toplumu eğer savaşlardan ve çatışmalardan yeterince zarar gördüğünü görürse, bu eylemlere karşı çıkar. Böylece barış ortamı sağlanabilir.
Ancak barış ortamının ekonomik bakımdan sürdürülebilir olması gerekir. Ekonomik sürdürülebilirlik, siyasi ve sosyal sürdürülebilirlik ile eşanlı gidecektir. Genel anlamda sürdürülebilirlik için öncelikle çağdaş eğitim gerekir. Çağdışı ve teknolojiye götürmeyen eğitim ile ekonomik sürdürülebilirlik sağlanamaz.
Suriye ekonomik olarak sürdürülebilir bir ekonomi ve siyaset oluşturabilirse, bu ülkeye istikrar gelecekir. Bu istikrar, Türkiye’ye de olumlu yansıyacaktır.
Ekonomisi sürdürülebilir ve istikrarlı bir Suriye’ye Türkiye’deki ve diğer ülkelerdeki mülteciler geri dönecektir. Ayrıca, böyle bir Suriye’de yatırmlar ve üretim de artacaktır. Böylece Suriye ve diğer ülkeler arasında ticaret de yükselecektir.
Dileğimiz Suriye’de sürdürülebilir ve istikrarlı bir ekonomi ve siyaset yaratılmasıdır. Ancak bunu söylemek kolay, yapmak zor. Belirtmek gerekir ki Türkiye Suriye konusunda baştan beri riskler almış, yanlış kararlar vermiştir ve her anlamda bedel ödemiştir. Dileriz Türkiye başka bedeller ödemez.
Kaynaklar
Debeuf, Koert (3 Aralık 2024) What is going on in Syria and waht is Turkey doing there?
Eurobserver
https://euobserver.com/eu-and-the-world/ar1d153fee
Foreign Affairs (9 Aralık 2024) The Day After Assad, Foreign Affairs
https://www.foreignaffairs.com/syria/day-after-bashar-al-assad-russia-iran?utm_medium=newsletters&utm_source=fatoday&utm_campaign=The%20Day%20After%20A
/././
İnsan hakları gününüz kutlu olsun -Rıza Türmen-
İnsan haklarıyla demokrasi ve hukuk devleti arasında yakın bir bağlantı var. Türkiye, demokrasiden uzaklaştıkça, hukuk devleti rafa kaldırıldıkça, insan hakları ihlalleri de artıyor. Hukuk devleti güvencesinin olmaması insan haklarını da korumasız bırakıyor.
10 Aralık, İnsan Hakları Günü. B.M. İnsan Hakları Evrensel Bildirisi’nin kabul edilişinin 76. Yılı. Bildirinin 1. Maddesi, bütün insanların insan hakları ve insanlık onuru bakımından eşit doğduklarını belirtir. İnsan haklarının savaşlarla, otoriter yönetimlerin uygulamalarıyla, sürekli ve kitlesel olarak ihlal edildiği günümüzde insan haklarını anımsamaya ve onları korumaya her zamandan çok ihtiyaç var.
İnsan hakları insana ilişkindir. Hepimizin yaşamını, geleceğini, umutlarımızı, özgürlüklerimizi ilgilendirir. İnsan hakları bizim kim olduğumuzu belirler. İnsan hakları aynı zamanda devletin de ne olduğunu belirler. Devlet, temel hak ve özgürlüklerimizi serbestçe ileri sürmemize izin vermiyorsa, demokrasiyle yönetilmiyoruz demektir. Meşruiyetini yitirmiş bir yönetim altında yaşıyoruz demektir. İnsanların haklarını ihlal etmek,onların insan olduklarını reddetmektir.
İnsan hakları devrimcidir. Bir değişim manifestosudur. Statükoyu değiştirmeyi amaçlar. Nasıl ki 1776 ABD İnsan Hakları Bildirisi, 1789 Fransız İnsan Hakları ve Yurttaşlık Bildirisi büyük devrimlerin ürünüdür.
İnsan hakları ezilenlerin, dışlananların, unutulanların sesidir. Haklara en çok ihtiyacı olanlara haklarını talep etmek, seslerini duyurmak olanağı verir.
İnsan hakları, soyut bir düşünce değildir. Evrensel olarak, her yerde, herkes için geçerli standartlar, hukuk normlarıdır. Bu evrensel normlar bizim insan hakları ihlallerine karşı koruyucu kalkanımızdır.
İnsan hakları bireyin çevresinde devletin giremeyeceği bir alan yaratır. Devletin egemenlik alanını sınırlar. Demokrasiyle yönetilen ülkelerde devlet bu alana girmez, bu alanı koruyan önlemler alır. Demokrasiyle yönetilmeyen ülkelerde ise devlet, bireye böyle bir alan tanımaz.
İnsan hakları otoriter rejimlere karşı verilen demokrasi mücadelesinin en etkili mücadele aracıdır. O nedenle otoriter rejimler insan haklarını kendilerine karşı bir tehdit olarak görürler. Güvenlik bahanesinin arkasına sığınarak insan hakları ihlallerine meşruiyet kazandırmak isterler.
İnsan hakları devletlerin iç işi değildir. 1993 Dünya İnsan Hakları Konferansı Sonuç Bildirisi’nde de değinildiği gibi “insan haklarının korunması ve geliştirilmesi uluslararası toplumun meşru ilgi alanıdır.”
İnsan hakları durağan bir kavram değildir. İnsan haklarının kapsamı yeni ihtiyaçlara, çağımızdaki yeni gelişmelere paralel olarak genişlemektedir. İnsan Hakları Evrensel Bildirisi kaleme alınırken insan hakları deyince akla sadece yaşam hakkı, işkence, ifade, toplantı özgürlükleri gibi birinci kategori haklar gelirken, açlığın, yoksulluğun olduğu yerde birinci kategori hakların bir anlam taşımayacağı anlaşıldığından ekonomik ve sosyal haklar da insan hakları sepetine konuldu. Arkasından ekolojik haklar, ekonomik gelişme hakkı, barış içinde bir arada yaşam hakkı gibi üçüncü kategori haklar geldi. Dünya İnsan Hakları Konferansı’nda bütün bu hakların birbirine bağlı bir bütün oluşturduğu kabul edildi. İnsan haklarına tematik bir yaklaşım da söz konusu.Bu yaklaşımın sonucu kadın hakları, çocuk hakları, engelli haklarıyla ilgili uluslararası sözleşmeler yapıldı.
Barış insan haklarının gerçekleşmesinin bir ön koşuludur. Barış içinde yaşama bir temel insan hakkıdır.
Nuremberg Mahkemesi’nde savaşın barışa karşı işlenmiş bir suç olduğu kabul edildi. 12 Kasım 1984 tarihli B.M. Genel Kurul kararında tüm insanların “kutsal bir hak olan barış içinde yaşama hakkına sahip olduğu” ifade edildi..
10 Aralık 2010 tarihinde İspanya’nın Santiago de Compostela kentinde düzenlenen Barış İçinde Yaşama Hakkı Kongresi’nde kabul edilen bildiride, bireylerin grupların, halkların, adil, sürdürülebilir, kalıcı bir barış içinde yaşama hakkına sahip olduğu belirtilmekte ve bu hakkın sağlanması ve korunması sorumluluğunun devlete ait olduğunun altı çizilmektedir. Bildiride ayrıca halkların ve bireylerin devlet tarafından “düşman olarak görülmeme” hakkından söz edilmekte. Dolayısıyla, savaşın sona erdirilmesini,barışın sağlanmasını devletten talep etme hakkımız var.
Türkiye’de insan hakları iyi durumda değil. İfade özgürlüğü, toplantı özgürlüğü, tutuklamalar, seçme ve seçilme hakkı, adil yargılanma hakkı, suç işleyen devlet görevlilerine tanınan cezasızlık ihlallerin yoğunlaştığı sorunlu alanlar. Sorunlar hem yasalardan, hem de uygulamadan kaynaklanıyor. Cumhurbaşkanına hakaret gibi başka ülkelerde olmayan suçlar var. Terörle Mücadele Yasası’ndaki uluslararası standartlara uygun olmayan terör tanımından kaynaklanan ya da terör örgütüne üye olmamakla birlikte örgüt adına suç işlemek gibi her yöne çekilebilen suçlar var. Buna bir de bağımsız olmayan bir yargı eklenince, iktidarın istemediği şeyleri söyleyen herkes tutuklanmak tehlikesiyle yaşıyor.
İnsan haklarıyla demokrasi ve hukuk devleti arasında yakın bir bağlantı var. Türkiye, demokrasiden uzaklaştıkça, hukuk devleti rafa kaldırıldıkça, insan hakları ihlalleri de artıyor. Hukuk devleti güvencesinin olmaması insan haklarını da korumasız bırakıyor. Türkiye’de yaşayan insanların ne ölçüde insan haklarına sahip olacakları iktidarın takdirine kalıyor.
İnsan hakları gününün insan haklarının değerinin düşünülmesine, insanın ve insan haklarının herşeyden daha önemli olduğu anlayışının yerleşmesine yol açmasını diler, insan hakları gününüzü kutlarım.
/././
Özgür Özel: Erdoğan'ın namazının kazasını yapmak MİT Başkanı'na düşmez, bu namaz o namaz değil
"Erdoğan'ın namazının kazasını yapmak MİT başkanına düşmez" Gününe karar verdik. İbrahim Kalın'a orada da dedim 'Biz Türkiye'nin menfaatleri neyi gerektiriyorsa orada dururuz' diye. Eleştireceğimiz zaman eleştiririz. Kurumları devletin kurumları sayarız. Bu kurumun başkanı Cumhurbaşkanı olabilir bir parti genel başkanı olabilir, bu da arizidir. O kurumun başında milli ismi vardır. Bize eşit mesafede olması gereken bir kurum olarak görürüm MİT'i. Bugünkü gidişini siyasi şov gibi değerlendirmek istemem. 2012 yılında Erdoğan'ın ağzından 'Çok yakında Emevi camiine gideceğiz' demişti. 12 yıl önce. Bu namaz o namaz değil. Şimdi kılarsa da o namaz değil. O kadar şehit, dünya kadar sığınmacı var. O namaz o günkü namazdı. Erdoğan'ın namazının kazasını yapmak da MİT başkanına düşmez.(https://t24.com.tr/haber/ozgur-ozel-erdogan-in-namazinin-kazasini-yapmak-mit-baskani-na-dusmez-bu-namaz-o-namaz-degil,1202644)
***
İstanbul'da İSPARK otopark ücretlerine yüzde 115'e varan zam
***
(T-24)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder