soL "KÖŞEBAŞI" + "GÜNDEM" -12 Aralık 2024-

Suriye Dosyası(III):Yenilgide Esad’ın günahı neydi?-Yiğit Günay-

Bugün Suriye, İsrail ve cihatçıların elinde esir. Buna sevinip bize “Esedçi” diyenler, bu yazıyı iyi okumalı. Esad’ın günahı çoktu, ama sizin sayıkladıklarınız değildi.

Sanıyorum 2013 yılıydı.

Suriye’ye yönelik müdahale, iki yıla yaklaşıyordu. İhvancı ve selefi çeteler ülkenin her yanında terör estiriyor, batı ve Türkiye medyası bunları “özgürlük savaşçıları”, “Suriye’nin devrimcileri” diye pazarlıyordu.

Akıl almaz yalanlar söyleniyordu. Suriye’deki ilk silahlı eylemlerden biri Nisan 2011’de Banyas’ta yaşandı. Çeteler, 19 askeri pusuya düşürüp öldürdü. Olay günlerce “Suriye ordusu kenti kuşattı, katliam yaptı” diye anlatıldı, gerçek sonradan ortaya çıktı. Öldürüyor, suçu da devlete atıyorlardı.

Biz, gerçeği açığa çıkarma mücadelesi veriyorduk. Epey yalnızdık, yalanla baş etmek kolay değildi. O dönem, soL’daki arkadaşlara, Suriye devletinin resmi haber ajansı Sana’nın internet sitesini kastederek, “Neredeyse iki yıl olacak, senin en önemli görevlerinden biri propaganda savaşına karşı gelmek, bu sitenin hali ne, nasıl kazanılacak bu savaş” demiştim.

Sitenin yalnızca tasarımı berbat değildi, içerik de teyakkuz halinde yürütülen mücadeleye yakışmıyordu. 

27 Kasım’daki saldırı başladıktan sonra soL’daki ekip arkadaşlarımıza hatırlattım, zamanında böyle dediğimi, değil iki, on iki yılda bile haber ajansının düzeltilemediğini…

13 yıl sonra ne değişti? 9 Aralık günü, Sana’nın logosu değişti. İki yıldızlı Suriye bayrağı, muhaliflerin kullandığı üç yıldızla ikame edildi.

Sana'nın yeni logosu.

Evet, bir savaş, haber yazarak kazanılmaz. Ama halkı ayağa kaldıracak, bir davaya inandıracak, ortak bir hedefte buluşturacak, direncini her alanda yükseltecek bir hamle, topyekün olur.

Esad’ın 10 günde nasıl devrildiği sorusuna yanıt aradığımız ilk yazıda, “müttefiklerin” nasıl Suriye halkını ortada bıraktığını anlatmıştık.

Doğruydu, ama eksikti. Bir de buralara, Esad yönetiminin, Suriye’deki düzenin kendisine bakmak gerekir.

Sahi, kankalar niye kankaydı?

Türkiye’de bu günlerde Suriye denildiğinde herkes 2011 sonrasını hatırlıyor. 2011 öncesi, en fazla “Erdoğan eskiden Esad’la kankaydı, ailecek tatile çıkarlardı” laflarına meze ediliyor. Ama o yakınlaşmanın mantığı neydi, Suriye açısından ne anlam ifade ediyordu, pek üzerinde durulmuyor.

2009, AKP Türkiyesi’nin Ortadoğu sahnesine tam boy giriş yılıydı. Ocak ayında Erdoğan, Davos Zirvesi’ndeki “van minüt” temsiliyle spot ışıklarını üzerine çekti.

16 Eylül 2009’da Türkiye’yle Suriye arasında “Yüksek Düzeyli Stratejik İşbirliği Konseyi” anlaşması yapıldı.

Türkiye açısından bu yakınlaşmanın mantığı neydi? AKP, 2003’te Amerikan treninde bir vagonu kendisine kapatma fırsatını, Türkiye halkının direnci yüzünden Irak işgaline ortak olmayı beceremeyince kaçırmıştı. İlk yazıda ayrıntısıyla açıkladığımız üzere, 2006-2007 yıllarında ABD, İsrail ve Suudi Arabistan Irak’ta savaştıkları El Kaide dahil Sünni grupları yanlarına çekip, esas düşman olarak Şii eksenini benimsediğinde, AKP’ye yeni bir fırsat çıktı.

2007’de başlayan “yeni yönelim”deki iş bölümünde ABD Başkanı Bush’a, bölgedeki Sünni aktörleri hizaya çekme görevi düşüyordu. Türkiye’yle uzun mesai yürütüldü. AKP-Fethullah eliyle yapılan operasyonlar da mesainin parçasıydı. Türkiye’nin, bölgeye örnek gösterilecek bir ABD yanlısı ılımlı İslam ülkesine dönüştürülmesi isteniyordu.

Zira ABD, 11 Eylül saldırılarından itibaren tutturduğu “teröre karşı savaş” nakaratıyla Sünni nüfusu büyük oranda yabancılaştırmıştı. Şimdi onları kazanıp, Şiilere yüklenme zamanıydı. Davos’ta “İsrail’e kafa tutan” Erdoğan imajı, bu ihtiyaca karşılık verecek lider imajını yarattı.

Türkiye’ye düşen, ABD’yle gerilimli komşularını batı emperyalizmine yakınlaştırmaktı. Dönemin Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun “komşularla sıfır sorun” diye tarif ettiği, esas olarak bu rolün ifadesiydi. Rusya’yla iyi ilişkilere sahip komşu Ermenistan’la yakınlaşma arayışları, bu politikanın ürünüydü. İkinci büyük deneme Suriye’yle, Beşar Esad’la yapıldı—ve çok başarılı sonuçlar alındı.

‘Ben doğuya, sen batıya’

2009’daki “stratejik işbirliği” anlaşmasına dönelim. İşbirliği, Türkiye ve Suriye’yle sınırlı değildi, hâlâ ABD işgali altındaki Irak da kurgunun parçasıydı. Türkiye, 2008’de de Irak’la stratejik işbirliği anlaşması imzalamıştı. 2009’dan sonra üç ülke arasında icracı bakanlıklar ortak toplantılar yapmaya başladı. Enerji politikalarından ticarete kadar geniş bir stratejik düzlemde Suriye’nin bölge politikasındaki rolü değiştirilmeye çalışılıyordu.

Çünkü “yeni yönelim” sonrası ABD’de Obama iktidara gelmiş, Irak’tan çekileceğini açıklamıştı. Irak’taki ve Suriye’deki İran ağırlığını dengeleme işinde Türkiye, biçilmiş kaftandı. Daha güneyde aynı rol, Mısır’dan bekleniyordu.

Türkiye sermayesinin kafası, Suriye’yle yakınlaşma arayışının ne anlama geldiği konusunda çok netti. Veysel Ayhan, ORSAM’ın dergisinde yaklaşımı şöyle özetliyordu:

“Her iki ülke arasında işbirliği alanlarının başında ekonomi, enerji ve su kaynaklarının yönetimi gelmekle birlikte dış politikada da Irak sorunundan kaynaklanan ortak güvenlik sorunlarıyla birlikte mücadele etme, Lübnan sorununun barışçıl yöntemlerle sonlandırılmasında işbirliği yapma, Suriye’nin İran ekseninden Arap eksenine katılımını sağlama ile Suriye’nin AB ve ABD ile ilişkilerini restore etme gelmektedir. İki ülke arasındaki ilişkilerin önemine değinen Dışişleri Bakanı Davutoğlu’na göre ‘Türkiye Suriye’nin Avrupa’ya açılan kapısı iken Suriye de Türkiye’nin Arap dünyasına açılan kapısıdır’.”

Türkiye Suriye’ye batının, Suriye de Türkiye’ye Ortadoğu’nun kapılarını açacaktı, plan buydu. Ve Erdoğan o kapıdan doğuya doğru adım atmayı ne kadar istiyorduysa, Esad da aynı kapıdan batıya adım atmayı o kadar istiyordu.

Bu adımın, Suriye için bir bedeli vardı: liberalizasyon. Türkiye-Suriye ticareti, Türkiye lehine ışık hızıyla yükseliyordu. Suriye, devlet ekonomisiyle piyasacılık arasında salınan bir ülkeydi. Türkiye’yle ve onun vesilesiyle batıyla yakınlaşmak, Suriye’de sermayedarlara daha fazla alan açmak, Baas’ın tabanını oluşturan emekçi sınıflar aleyhine bir durumu göze almak demekti. Esad, bu bedeli ödemeye hazırdı.

Türkiye sermayesi, özellikle MÜSİAD, Suriye’deki en örgütlü muhalif çevre olan Müslüman Kardeşler’le tarihsel bağlara sahipti. Artan ticaretin, İhvancı tüccarları güçlendireceği açıktı.

Ama Türkiye’nin Suriye’ye girişi piyasacılığı güçlendirmekten ibaret değildi. Erdoğan, Esad’a “batı tipi demokrasiye” geçmesini de sürekli tavsiye ediyordu. O dönem soL ortaya çıkarmıştı, Türkiye, Esad’a, “Bizim modelimizi uygulayın, yüzde 10 barajı getirin, bir tek Müslüman Kardeşler barajı geçer, iki partili modelle iktidarı sürdürürsünüz” önerisinde bulunmuştu.

Esad’a karşı tepkinin zemini

İşte Suriye, 2011’deki protesto dalgasına bu şartlarda girdi. Liberal politikalara yöneliş, ülkedeki emekçiler için birçok zorluk getirmişti. İlk eylemler, haklı talepleri dile getiren kitle hareketlenmeleriydi. 

7 Nisan 2011’de, yani protestolar başlamışken ama Banyas’taki silahlı pusunun düzenlenmesine henüz üç gün varken soL, o sırada Esad hükümetinin parçası olan Suriye Komünist Partisi-Bektaş’tan Hani Cibara’yla bir mülakat yapmıştı. Cibara, protestoların zeminini şöyle ortaya koyuyordu:

“Eylemler ekonomik durumları iyi olan şehirlere pek sıçramadı. Eylemlerin yayıldığı Dera, Banyas, Lazkiye gibi şehirlerin her birinin kendine has bir sosyoekonomik yapısı var ve buralarda dile getirilen talepler de bu ihtiyaçlar doğrultusunda oldu. Tarım bölgesi olan Dera’da mazot fiyatlarının düşürülmesi baş talep oldu. Banyas bir sahil kenti, uzun yıllar boyunca bu kente yatırım yapılmadı, burası ihmal edildi ve şimdi kentte büyük bir işsizlik sorunu var. Burada kötü yaşam koşullarına karşı eylemler yapıldı.

Lazkiye kentinde ise etnik-toplumsal sorunlar üzerinden bir Sünni-Alevi çatışması yaratılmaya çalışıldı. Hemen eklemek gerekir ki, Lazkiye’deki eylemlerin bir etnik çatışmaya dönüşmesi noktasında dış etkenler önemli rol oynadı. Bu hususta ciddi bulgular var. Dördüncü şehir Humus’un ise durumu faklı. Şehrin valisi halk tarafından istenmiyor. Kenti bir diktatör edasıyla yöneten bu vali, aynı zamanda bulaştığı yolsuzluklarla tanınıyor. Humus’ta yapılan eylemlerde en çok atılan slogan ‘Halk Vali’yi istemiyor’ idi.

Halep, Tartos, Süveyde, Haseki gibi diğer büyük kentlerde eylemler yapılmadı. Bunun birincil sebebi, bu kentlerde yaşam şartlarının daha iyi olması. Şam’da ise bazı kenar mahallerinde dağınık eylemler yapıldı ve bunlar pek kitlesel değildi.”

Cibara, protestolara iktidarın tepkisinin çelişkisini ortaya koyuyordu. Kimi kentlerde devlet, kitleleri doğrudan şiddet kullanarak bastırmaya çalışmıştı ve bu büyük hataydı. Maaşlara yüzde 25 zam yapıldı, doğru yönde bir adımdı, yetmedi. Ama yeterli değildi. Cibara, kendi pozisyonlarını anlatırken, aslında protestoların zeminini de açıkça ortaya koyuyordu:

“Bizim isteklerimizin başında, bazı liberal ekonomik kanunların gözden geçirilmesi talebi geliyor. Bunlardan ilki parasız sağlık sigortası hakkı. Eskiden Suriye’de sağlık hizmetleri parasızdı, fakat artık sağlık parayla. İkincisi, mazot fiyatlarının düşürülmesi. Çiftçilerimiz yüksek mazot fiyatlarından çok etkileniyorlar. Üçüncüsü, elektrik kurumunun özelleştirilmemesi. Dördüncüsü, sermayeye devredilen cep telefonu şirketlerinin yeniden kamulaştırılması. Beşincisi ise kaynağı belli olmayan yabancı sermayenin ülkeye girişinin engellenmesi.”

Piyasacılıkla İsrail aynı paketin parçası

Gerçekten de Suriye’de ücret ve maaşların milli gelir içerisindeki payı 2000’lerin başlarından beri düşüyordu. 2005’te, yani Onuncu Beş Yıllık Plan’ın ilan edildiği yılda bu oran yüzde 32 iken, 2007’de yüzde 30’a inmiş, reel ücretlerin artış hızı 2005’teki yüzde 9,2’lik düzeyinden 2007’de yüzde 3,2’ye gerilemişti.

2007’de kaleme alınan bir değerlendirme, gidişatı çarpıcı biçimde resmediyordu: “Ülke, en son yerli ve yabancı yatırım dalgasıyla çalkalanıyor. Önderlik [Baas], bu açıdan sıra dışı bir iş yaptı. Neredeyse Katar, Kuveyt, Birleşik Arap Emirlikleri veya Suudi Arabistan’dan gelen yeni yatırımların duyurulmadığı tek bir hafta bile geçmiyor… Göz ardı edilemeyecek üçüncü olgu da ülkenin yabancı yatırımcılar ve daha liberal bir ekonomiye doğru gitme eğiliminin artık geri döndürülemez olması.”

2008’de Wall Street Journal’da şöyle deniyordu: 

“Geçtiğimiz aylarda Suriye Cumhurbaşkanı Beşar Esad’la görüşen Amerikalı şirket temsilcileri, Esad’ın İsrail’le yapılacak daha geniş kapsamlı bir barış anlaşmasının bir parçası olarak ABD’ye uygulanan mali yaptırımları kaldırmak niyetinde olduğunu söyledi. Temsilciler, Suriye liderinin ülke ekonomisinin dünya ekonomisine daha doğrudan entegre edilmesini görmek istediğini de belirttiler.”

Yani Erdoğan, zaten yürümekte olan bir sürecin kolaylaştırıcısı rolündeydi, oyun kurucu değil. Türkiye her zamanki gibi kendini büyük göstermeye çabalıyor, caka satıyordu ama Esad zaten niyeti bozmuştu, masada İsrail’le yakınlaşma seçeneği bile açık açık konuşulur olmuştu.

Esad Erdoğan’ın elinden tutup batıya yakınlaşmaya çalışıyor, bunun için ülkeyi sermayeye açma bedelini ödemeyi göze alıyor ve bedeli ödüyordu. Baas partisinin kitlelerle kaybettiği bağı, Erdoğan’ın diğer elinden tutan Müslüman Kardeşler’in kurması, bu bedeli, kanla sulanmış bir fatura olarak Esad’ın suratına çarpacaktı.

Ya sosyalizm, ya da…

2011’e giden sürece dair anlattıklarımız, Suriye için bir “özel dönem” değildi. Aslına bakılırsa Suriye’de 53 yıl süren Esad iktidarı, hep aynı salınımı yaşıyordu. Ülke piyasacılıkla sosyalizasyon, batıya yanaşmakla yurtseverlik arasında gidip geliyor, Esad yönetimi ne yardan ne serden vazgeçiyor, bu arada büyük felakete giden yolların taşları döşeniyordu.

Baas’ın tarihini uzun uzun anlatmayalım, dileyenler, soL ekibinin 2012’de kaleme aldığı ve “Arap Baharı” sürecine dair Türkiye’de yayımlanan ilk kapsamlı değerlendirmelerden biri olan “Arap Baharı Aldatmacası” kitabına göz atabilir.

Kabaca, Baas, Arap birliğini savunan, sosyalizm vurgusu yapan bir partiydi. 1967 Arap-İsrail Savaşı’nda ülke Golan Tepeleri’ni kaybedince partide sosyalist kanat güç yitirdi, Hafız Esad yükseldi. Hafız Esad sosyalist değil, “gerçekçi”ydi. Körfez şeyhlikleri, Ürdün ve Irak’la bir “Doğu Cephesi” oluşturulmasını istiyor, baş gösteren döviz kıtlığının özel sektörün güçlendirilmesiyle aşılabileceğini söylüyordu.

Bahsettiğimiz salınımın en açık kanıtı, Hafız Esad döneminde yaşandı. Esad ülkede sermayeye daha fazla alan açtıkça, Müslüman Kardeşler kitleselleşiyor, etkisini artırıyordu. 1976’dan itibaren Hama’da İhvancıların düzenlediği saldırılar, 1982’de Esad yönetimi tarafından kanla bastırıldı. Beşar Esad 2011’de, babasının yolundan giderek aynı hatayı tekrarlayacaktı.

Suriye, baba-oğul Esadların elinde kırk yıl boyunca salındı durdu. Piyasacı politikalara yöneliş burjuvaziyi güçlendirirken iktidarın kitle tabanını zayıflatıyor; iktidarın kitle tabanı zayıfladıkça burjuvazinin bazı kesimleriyle el ele veren islamcı muhalefet, rejimin meşruiyet kaynaklarına daha şiddetli bir şekilde saldırarak güç kazanıyordu.

Yani Baas iktidarının kırk yılı aşkın pratiği, sosyalizmle kapitalizmin bir arada yaşayamayacağını, eninde sonunda bunlardan bir tanesinin galebe çalmak durumunda olduğunu gösteriyordu.

Suriye'de köklü bir komünist hareket vardı. Fotoğraf, 1925'te Beyrut'ta Suriyeli ve Lübnanlı komünistlerin 1 Mayıs kutlamasından. Baas'la kurulan ittifak, zaman içinde komünist hareketi de etkisizleştirdi.

Örgütsüz, öncüsüz, ülküsüz direnişin sonu

2011’de başlayan protestolar hızla emperyalizmin kanlı müdahalesine dönüştüğünde, Suriye halkı büyük bir direnç ortaya koydu. Hemen tüm çevreler, dünyanın dört bir yanından silah, para ve cihatçı akıtılan ülkenin kısa zamanda düşeceğini öngörüyordu. Özellikle ilk birkaç yılda gösterilen kahramanca direniş, bu beklentiyi boşa çıkardı.

Suriye halkı direnç gösterdi, ama Baas partisi bu direnci uzun soluklu kılmayı başaracak durumda değildi. Direnişin temel motivasyonu yurtseverlikti, halk şeriatçılara karşı laikliğe sahip çıkıyordu, kafa kesenlere kafa tutuyordu. Ülke, emperyalist işgale direniyordu. Ama emperyalizm, kapitalizmdi, iktidar bunun karşısında bir model koyamıyor, halka direnmenin ötesinde bir heyecan verecek söz söyleyemiyordu. Baas kitlelerle bağını zayıflatmış, hem parti hem ülke liderliğinde yolsuzluk ve yozlaşma giderek yayılmıştı. 

Direnişe eşlik edecek devrimci bir enerji çıkamıyordu. Esad, bunu, dış güçlerin desteğiyle ikame edebileceği sanrısına kapıldı. Sırtını Rusya ve İran’a dayadı. 

Oysa kapitalizme karşı durmadan, antiemperyalist olunamıyordu. Yazı dizimizin bir sonraki bölümünde ele alacağımız üzere, Rusya’dan İran’a, hatta Çin’e uzanan bir “emperyalizm karşıtı cephe” hülyasının karşılığı bulunmuyordu. Sermayeye alan açtıkça ülke, dış müdahalelere de açık hale geliyordu. Suriye halkı, bu gerçeği çok acı bir şekilde öğrendi.

Evet, 13 yıl süren savaşın maliyeti, yarattığı yıkım, emperyalizmin yaptırımları, Suriye’nin yenilgisinde çok önemli rol oynadı. Ama 10 günde çöküşte görüldü ki, irade de kalmamıştı.

Bugün Suriye, İsrail ve cihatçıların eline esir düşmüş durumda. 2011’den itibaren emperyalist müdahaleye karşı durmamız, yalanlarla boğuşmamız, gerçeği anlatmaya çalışmamız, bundandı.

Bu sonucu öngörüp direnenlere “Esedçi” diyenlere kulak asmamalı. 2011 öncesinde Esad’la Erdoğan el eleyken biz bu yazıda anlattıklarımızı dile getiriyor, Esad yönetimini kıyasıya eleştiriyorduk. O yolun sonu, Suriye halkı için hayırlı olmayacaktı. Nitekim, olmadı.

Şimdi tüm bu yaşananlardan, Türkiye için ders çıkarma zamanı.

BİR SONRAKİ YAZIDA:

  • Suriye'nin sırtını dayadığı "cephe" neydi?
  • Rusya-İran-Suriye arasında nasıl bir ittifak vardı?
  • Üç "müttefik", nasıl birbirlerini suçlar noktaya geldi?
  • Emperyalizme karşı çıkmanın yolu ne?
                                                                               /././
Aylan bebeğin intikamı -Fatih Yaşlı-
"Aylan bebeği öldürenin sermaye düzeni ve onun uluslararası işleyiş mekanizmaları olduğunu biliyorsak onun intikamını cihatçı katil sürülerinin alamayacağını da biliyoruz demektir."

Yıl 2015… Suriye’ye yönelik uluslararası yıkım siyaseti zirveye varmış, milyonlar mülteci olarak yollara düşmüş, Ege’de, Akdeniz’de tekneler batıyor, savaştan kaçmayı başaranlar denizde boğularak ölüyor. 

Onlardan biri Aylan Kurdi isimli 3 yaşında bir çocuk. Muğla’dan Yunanistan’ın Kos adasına geçmeye çalışan 16 kişinin içine bulunduğu bir lastik botun batması sonucunda kısacık ömrü son buluyor ve minik bedeni sahile vuruyor. 

Yıl 2024… Suriye düşmüş, Şam fethedilmiş, Emevi Camii’nde namaz kılınmış, cihatçılar ve yerli uzantılarının sevinci büyük. Sosyal medya hesaplarından birinde Aylan bebeğin ölü bedenini yapay zekayla diriltiyorlar ve üstüne “Kalk aslanım Kalk. Abilerin öcünü aldı” yazıyorlar. 

Siyasal İslam bitimsiz bir riyakarlık biçimidir, arsızlığına, iki yüzlülüğüne ve yalanlarına kimse yetişemez; o yüzden İslamcılar ölümünden doğrudan sorumlu oldukları Aylan bebeğe de sahip çıkabilirler, abisi olup onun intikamını da alabilirler. Oysa bu riyakarlık ve yalan saltanatına karşı hakikat kayıtsız şartsız bir şekilde savunulmalı, Aylan’ın ve onun gibi milyonların evinden barkından olmasının, yollara düşmesinin, ölmesinin, yitip gitmesinin hikayesi dürüstçe, açıkça anlatılmalı, koca bir ülkenin yakılıp yıkılmasının tarihi nesilden nesle anlatılmalıdır. 

***

Tunus’ta bir seyyar satıcının kendisini yakmasıyla başlayan ve kısa sürede bütün bir Arap coğrafyasına yayılarak “Arap Baharı” adını alan halk isyanları kuşkusuz hem haklı hem meşruydu. Ancak bu isyanların bir öncüsü, bir programı, yaslandığı bir dünya görüşü yoktu. Dolayısıyla isyanlar kısa sürede bölgedeki en örgütlü güç olan İslamcılar tarafından, özellikle de Müslüman kardeşler tarafından çalındı, bölgede ardı ardına İhvan iktidarları kuruldu.  

AKP Türkiye’si tam da o esnada Osmanlı hayalleri görmeye başladı. Davutoğlu’nun “Stratejik Derinlik” adlı uydurma tezlerine hilafet hayalleri eklendi. ABD’de Obama-Hillary Clinton ikilisi iş başındaydı, İslamcılara taşeron rolünü verdiler, Angelina Jolie imaj çalışması için Türkiye’ye geldi, daha Suriye’de ne olacağı dahi belli değilken Suriye sınırına mülteci kampları kurulmaya başlamıştı bile. 

Ancak kurulan kamplar sadece mülteciler için değildi; ABD’yle imzalanan eğit-donat programı kapsamında cihatçılar için de kamplar kuruldu sınır boyunca. Buralarda binlerce terörist yetiştirildi ve Suriye’nin üzerine salındı. ABD, İngiltere, Suudi Arabistan, Katar ve Yeni-Osmanlı… “Suriye’nin dostları” iş başındaydı, sürgünde hükümetler, bakanlar, başbakanlar, devreye sokuldu, Suriye’yi “özgürleştirme” operasyonuna yedi düvel dahil olmuştu. 

Şehirler arka arkaya düşse de ağır kayıplar verilse de yine de direndi Suriye halkı. Özgürleşme denilen şeyin cihatçıların kafa kesme özgürlüğü olduğunu anlamışlardı, “Hıristiyanlar Lübnan’a, Aleviler mezara” sloganını boşuna atmıyordu cihatçılar, hayallerini ve yapacaklarını anlatıyorlardı. İşte o noktada kendi jeopolitik çıkarları adına Rusya girdi devreye. Zaten Hizbullah ve İran da bir süredir sahadaydı. Direniş büyüdü, ordu toparlandı, Halep geri alındı ve cihatçılar İdlib’e doğru sürüldü. 

Cihatçıların Şam’ın fethi ve Emevi Camii’nde namaz kılma hayalleri suya düşmüştü ama bunun bedeli çok ağır olmuştu. Yakılıp yıkılan şehirler, çöken altyapı, ekonomik kriz, milyonların mülteci olarak yollara düşmesi, kritik şehirler merkezi yönetimin elinde kalsa da ülkenin fiilen üçe bölünmesi… 

Tüm bu zorluklara rağmen Suriye halkı cihatçıların kontrolünde olmayan kentlerde az da olsa nefes aldı, hayat kısmen de olsa normale döndü, ta ki 7 Ekim saldırısının ardından bölgedeki bütün dengeler değişine ve ABD-İsrail ikilisi yeni bir yıkım politikasını devreye sokana kadar. 

İsrail, ABD’yi ve bütün bir Batı’yı arkasına alıp Gazze’de soykırım yaparken, Filistin defterini ebediyen kapatacak bir planın da peşine düşmüştü. Bunun için önce Lübnan cephesi açıldı ve patlatılan çağrı cihazlarından Nasrallah’ın öldürülmesine uzanan bir ölçekte Hizbullah’a ağır kayıplar verdirildi. Ancak kara savaşında istenilen sonuç alınamadı, İsrail ordusu Lübnan sınırından içeriye karadan girip tutunamayacağını fark etti. Netanyahu’nun ABD’nin bastırmasıyla ateşkesi imzalamasının ardından Esad’a yönelik tehdidi ise Suriye’de yaşanacakların bir işaretiydi.

Suriye’de Hizbullah savaşçılarının İsrail’le savaşmak için ülkelerine dönmelerini fırsat bilen HTŞ, ABD, İngiltere ve İsrail’in desteği, yeni-Osmanlıcıların da onayıyla aylardır bir huruç harekatına hazırlanıyordu. Suriye yönetiminin, İran ve Rusya’nın ise gelmekte olanı görmekle birlikte buna karşı hiçbir şey yapamayacağı kısa sürede anlaşıldı, önce Halep ve ardından diğer şehirler kağıttan kuleler gibi yıkıldı. 

Bu ise sadece cihatçılara karşı alınmayan askeri tedbirlerle ilgili değildi tek başına; Sovyetler Birliği’nin ve sosyalizmin yokluğunda emperyalizmle kurulan ilişkinin mahiyetiyle ilgiliydi. Suriye, İran ve Rusya emperyalizmle özsel bir dertleri olmadığı, ona alternatif olabilecek ekonomik, politik ve toplumsal bir düzen inşa etmenin çok ama çok uzağında oldukları için Suriye sahasında yenildiler. Açıkça söyleyelim savaşın Suriye muharebesini emperyalizm ve Siyonizm kazandı. 

Emperyalizmin ve Siyonizm’in kazandığı her zafer, insanlığa karşı kazanılmış bir zaferdir. Şimdi Suriye topraklarında ABD-İngiltere-İsrail himayesinde yeni bir Afganistan kurulacak, yıllar önce Sovyetler’e karşı icat edilen cihatçılık Afganistan’dan sonra bir de Suriye’de devlet sahipliğine erişecek. Buradan dünyanın dört bir yanına cihatçılık ve cihatçı ihraç edilecek ve elbette ki bu ihracın en büyük pazarlarından biri ülkemiz olacak. Yanı başında Afganistan olan bir coğrafya kaçınılmaz olarak Pakistan’laşma riskiyle daha yoğun bir şekilde karşı karşıya kalacak.  

Siz bakmayın iktidar cenahındaki sevinçle muhalefet cenahındaki aymazlığa. Suriye’nin düşmesiyle birlikte Türkiye tarihinin en kırılgan dönemlerden birine, varoluşsal bir tehdit dönemine giriyor. Bunu herhangi bir devletçi/güvenlikçi paradigma üzerinden değil, halk olarak bu topraklarda yaşamaya devam etmeye yönelik irademiz bağlamında söylüyorum. Tehdit doğrudan bize, Türkiye halkına, bunu görmek ve buna göre politik bir hazırlık yapmak gerekiyor.

***

Bu tehdide karşı hazırlanmak emperyalizmin ne olduğunu bilmekten, nasıl çalıştığını anlamaktan geçer. Türkiye’nin sermaye sınıfıyla yönetici sınıfı bütünüyle emperyalizme bağımlı bir karakter taşıdığı için emperyalizme karşı mücadele Türkiye’nin sermaye düzenine yönelik mücadeleden ayrıştırılamaz. Bunu görmeyen bir anti-emperyalizmin ise en ufak bir sahiciliği yoktur. Aylan bebeği öldürenin sermaye düzeni ve onun uluslararası işleyiş mekanizmaları olduğunu biliyorsak onun intikamını cihatçı katil sürülerinin alamayacağını da biliyoruz demektir. Aylan Kurdi’nin intikamını almak, onu paranın saltanatının öldürdüğünü görmek ve o saltanata karşı mücadele etmek demektir. Bu ise bir gün kitleler halinde sınır kapılarından kaçmaya çalışan mültecilere dönüşmeme, bu topraklarda eşit ve özgür bir şekilde yaşayabilme iradesidir aynı zamanda. İhtiyacımız olan şey bu iradeyi halklaştırmak, halkın iradesi haline getirmektir.

                                                        /././

Sözcü gazetesi emlakçılığa soyundu: 'Çayırhan'ı Amerikalılar satsın'

Çayırhan Termik Santrali ile lojman ve maden sahalarının satışıyla ABD Büyükelçilik binasının satışını kıyaslayan Sözcü gazetesi başlığıyla adeta emlakçılık yaptı.(https://haber.sol.org.tr/haber/sozcu-gazetesi-emlakciliga-soyundu-cayirhani-amerikalilar-satsin-396702)

                                                                               ***

Ukrayna Rusya'yla savaşını Suriye'ye de taşıdı: Cihatçılara 150 İHA, 20 operatör yardımı

Ukrayna'nın, Moskova'nın müttefiki Esad'a karşı HTŞ'ye ciddi miktarda İHA yardımı yaptığı ortaya çıktı. Kiev'in, Suriye'de sessiz kalan Moskova'yla savaşını Ortadoğu'ya da taşıdığı anlaşıldı.(https://haber.sol.org.tr/haber/ukrayna-rusyayla-savasini-suriyeye-de-tasidi-cihatcilara-150-iha-20-operator-yardimi-396704)

                                                              ***

Suriyeli patronlar HTŞ ile anlaştı, ülke yağmaya açılıyor

Suriye'deki en büyük patron örgütü Şam'ın düşmesinden bir gün sonra HTŞ liderliğindeki yeni yönetimle buluştu, "serbest piyasa" ve "küresel ekonomiyle bütünleşme" sözü aldı.(https://haber.sol.org.tr/haber/suriyeli-patronlar-hts-ile-anlasti-ulke-yagmaya-aciliyor-396706)

                                                                 ***

Trump’ın Türkiye’ye seçtiği büyükelçi: Körfez Arapları’nın ortağı, İsrail’in iş bitiricisi -Ogün Eratalay-

Sadık bir Trump destekçisi patron olan Barrack, Körfez ülkelerindeki yatırımları ve bu ülke liderleriyle samimiyetiyle tanınıyor.

20 Ocak 2025 tarihinde göreve başlayacak olan ABD Başkanı Donald Trump, dün yaptığı açıklamada ABD’nin Yunanistan ve Türkiye Büyükelçiliklerine getireceği isimleri açıkladı.

Buna göre eski Fox News sunucusu, adı Trump’ın oğluyla birlikte anılan ve Trump destekçisi Kimberly Guilfoyle Yunanistan’da görev yaparken, Ankara’daki büyükelçi Tom Barrack olacak.

Thomas Barrack kimdir?

Barrack ailesi 1900 yılında Lübnan’dan ABD’ye göçüyor. Kaliforniya’da 1947 yılında doğan Tom Barrack varlıklı bir ailenin oğlu. İyi bir eğitim alıyor, hukuk alanında doktora sahibi. Girdiği ilk iş, dönemin ABD Başkanı Richard Nixon’ın avukatlığını yapan Herbert Kalmbach’ın şirketinde oluyor. Bu kişi, Nixon döneminin sonunu hazırlayan Watergate Skandalı’na karıştığı için meslekten atılan birisi. Barrack, siyasette arka kapılardan iç çeviren bir şirkette çalışıyor ve öğreniyor. 

Arapça anadili olduğu için firmanın yatırımları olan Suudi Arabistan’a gidiyor. Bu dönemde Suudi prenslerle squash oynuyor, kaynaşıp yakınlaşıyor. Yeni arkadaşları sayesinde çevresi genişleyen ve geliri artan Barrack, bölgede iş yapan dev inşaat ve sondaj şirketi Fluor’da işe giriyor. 

İşleri o kadar iyi gidiyor ki, Kaliforniya’da ABD Başkanı Ronald Reagan’ın çiftliğinin yanındaki çiftliği alıyor, başkanın atları onun çiftliğinde tutuluyor. Barrack’ın ilk devlet görevi 1982 yılında İçişleri Bakanı James Watt’a bağlı müsteşar yardımcılığı oluyor. Önceden çalıştığı hukuk firmasında olduğu gibi burada da içişleri bakanından öğreniyor. Göreve geldikten yaklaşık iki yıl sonra istifa etmek zorunda kalan James Gaius Watt, kıyıların petrol ve doğalgaz aramalarına açılması, federal arazilerde kömür ve madencilik yapılması için özel şirketler lehine yaptığı uygulamalarla biliniyor. Ayrıca çevre ve şehir planlama alanlarında yaptığı usulsüzlüklerden yargılanıp ceza alıyor. Barrack da bu dönemde çevresini daha da genişletip, öğrendiklerini uyguluyor. Bağlı bulunduğu bakan görevden alınınca o da istifa edip emlakçılığa başlıyor. 

Emlakçılığa atılan adım ve Trump’la tanışma

1985 yılında Donald Trump ile tanışıyor ve New York Manhattan’daki ünlü Plaza Oteli’nde ortaklıkları başlıyor. 1990 yılında Colony Capital adlı emlak şirketini kuruyor. Bu dönemde servetine servet katıyor. Michael Jackson’ın ünlü Neverland çiftliğini, Fairmont Otel zincirini,  Bahamalar’daki Atlantis eğlence merkezini satın alıyor, Ortadoğu’da yatırım yapmayı ihmal etmiyor. 

Bölgeyle teması en yüksek düzeyde olan bir isim olduğu için özellikle Birleşik Arap Emirlikleri’ndeki Otayba ailesiyle yakın temaslarını kullanıyor. Zengin petrol yatakları bulunan başkent Abu Dhabi’de ağırlığı olan Barrack, ABD şirketleri adına petrol arama ve çıkarma pazarlıkları yapıyor. Bölgede otel işletmeciliği de yapan Barrack, Raffles otel zincirindeki hisselerini BAE’ye satıyor.

Dünyanın sayılı zenginlerinden

Barrack yaklaşık olarak milyar dolar seviyesinde ölçülen serveti sayesinde ABD ve dünyanın önemli zenginlerinden. Yatırım olarak gördüğü her alana girmekten çekinmiyor. Kâh Trump’ın talimatıyla damadı Jared Kushner’i iflastan kurtarıyor, kâh Paris Saint Germain futbol kulübünün Katarlılara satılmasına aracılık ediyor. 

Barrack futbol üzerinden Katar Yatırım Ajansı ile kurduğu iyi ilişkileri eğlence sektöründe devam ettiriyor. Kendisi satın aldığı ünlü Miramax yapım şirketini dört katı fiyatına ülkemizden de tanıdığımız beIN Medya grubuna satıyor. Bu dönemde adı seks skandallarıyla anılan Harvey Weinstein’ın The Weinstein Company adlı şirketini iflastan kurtarmaya çalışsa da başarılı olamıyor. (Barrack’ın benzer bir suçlu olan Jeffrey Epstein ile de yakın dostluğu bulunduğunu ekleyelim.) Emlak alanında North Star şirketiyle ortaklık kurup şirketinin adını Colony NorthStar yapan Barrack, yatırımlarına devam ediyor.

Kirli kokular

Barrack’ın ABD ve Orta Doğu’daki devletlerin en tepelerdeki etkisinden ve kirli ilişkilerinden bahsetmiştik. Bunun dışında tüm servetine rağmen Cayman Adaları’nda yatırımları bulunduğunu ve 2017 yılında ifşa edilen Paradise Papers skandalında geçen offshore hesapları olduğunu ekleyelim. Barrack Kaliforniya Üniversitesi mütevelli heyetinde, aynı zamanda Fransız Accor Otel zinciri, San Francisco merkezli First Republic Bank, United ile birleşen Continental Airlines,  Kore merkezli Korea First Bank gibi pek çok grubun yönetim kurulunda. Uluslararası sınıfsal bağlantıları o kadar kuvvetli ki Fransız Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy tarafından verilmiş bir Légion d'honneur nişanı bile var.

Siyasetçi kimliği

Siyasetle yeniden ilgilenmeye Donald Trump’ın ilk başkanlığından önce kampanya döneminde başlar. Kampanya için 23 milyon dolar toplamasının dışında, kampanya sırasında başta Otayba ailesi olmak üzere Trump lehine girişimlerde bulunur. Trump başkan seçildikten sonra Körfez ülkelerindeki bağlantılarını daha etkili kullanmaya başlar. Trump döneminde Birleşik Arap Emirlikleri elçi olarak atanmasını istedikleri Steve Stockman’ı Barrack’a ilettiğini ancak bu kişinin hırsızlık ve zimmetine para geçirmek suçundan dolayı tutuklandığı için bozulduğunu ekleyelim. Ayrıca geçtiğimiz yıllarda Trump yönetimi lehine usulsüz şekilde Körfez ülkelerinden yatırım aldığı iddia edilmiş, Barrack ve ortağı Matthew Grimes yabancı bir devlet lehine lobi yapmak suçundan yargılanmıştır. İki gün hapiste kalan Barrack, 5 milyon dolar kefaletle serbest bırakılmış, sonrasında ulusal güvenliğe zarar vermediği tespit edilerek beraat etmiştir.

                                              15 Eylül 2020 tarihi, İbrahim Anlaşmaları imza töreni

Yeni dönem beklentisi

Trump tarafından Türkiye Büyükelçiliği göreve getirileceği ilan edilen Tom Barrack, yeni ABD Başkanı’nın 2020 yılında gerçekleştirdiği İbrahim Anlaşmaları sürecinin de bir parçasıydı. Trump yönetiminin geleneksel dışişleri aygıtının dışında ördüğü, doğrudan İsrail’in ekmeğine yağ süren ve bölgedeki müttefiklik ilişkilerini emperyalizm lehine tasarlamayı hedefleyen anlaşma 15 Eylül 2020’de Washington’da imzalanmıştı. Buna göre Birleşik Arap Emirlikleri ve Bahreyn, İsrail ile iki anlaşma imzalamış, anlaşma uyarınca bu iki ülke İsrail’in egemenliğini resmî olarak tanımış, diplomatik ilişkileri başlatmıştır. Anlaşmanın etkisiyle Sudan ve İsrail, Fas ve İsrail arasında ayrı anlaşmalar imzalanmış, İsrail’in Arap ülkeleri arasında tanınması sorunu büyük ölçüde aşılmıştı. Arap ülkelerinin İsrail’le ilişkilerini normalleştirmesi, gerilim durumunda olmayan ülkeler bile olsa anlaşmalar yapılması, emperyalizmin ve siyonizmin elini oldukça rahatlattı. 7 Ekim’de Gazzelilerin saldırısı, bu sürece de yanıttı.

                                            Trump'ın elçileri.

Barrack’a göre ‘Ortadoğu’da keyfekeder sınırlar’ çizildiğinden beri sorun var

X hesabını az ve genelde işle ilgili haberler için kullanan müstakbel Ankara Büyükelçisi, geçen yıl 29 Ekim’de, yani 7 Ekim saldırılarının ertesinde yaptığı bir paylaşımda, “1916 Sykes-Picot Anlaşması’nda Batılı güçler eski Levant bölgesine ellerinde kalem keyfekeder yeni sınırlar çizdiklerinden beri, Levant’taki aşiretlerin ve bayrak rejimlerinin birbirinden farklı kültürel ve ekonomik çıkarlarını yeniden düzenleyecek hiçbir barışçıl mekanizma olmadı” yorumu yapmıştı.

                                                             /././

Suriye halkına karşı işlenen suçlar -Ali Rıza Aydın-

Halka karşı işlenen suçların ve suçluların saptanması, yargılanması, cezalandırılması kapitalist/emperyalist uzlaşma arayışları içinde boşa düşürülemez. 

Emperyalizmin vekalet savaşçısı işgalci/cihatçı örgütleri aracılığıyla Suriye’de yönetimi düşürmesi bir ülkenin ve halkının başına gelebilecek en ağır sonuçları doğururken “Esat yenildi ve kaçtı, yeni yönetim kurulacak” basitliğinde ele alındıkça onbeş yıla yakın sürede yaşananlar, yaşatılanlar, suçlar ve suçlular perdeleniyor, unutturulmaya çalışılıyor. Bugün HTŞ ve öncülük yaptığı birçok örgütün geçmişleri, İhvan, El Kaide, El Nusra, IŞİD, ÖSO, SMO gibi örgütlerin kaynakları ve kılıf değişiklikleri, emperyalizm tarafından nasıl biçimlendirilip desteklendikleri unutturulmaya çalışılıyor. 

Siyasal, ekonomik, hukuksal ve toplumsal yönleriyle, emperyalist ve gerici desteklerle, işbirlikleriyle, savaş yöntemleriyle, ihanetleriyle, yıkım ve katliamlarıyla Suriye olayı “Suriye halkına karşı işlenen suçlar” yok sayılarak anlatılamaz.  

Konu Barış Derneği ve Adalet İçin Hukukçular tarafından 2013 yılında,   Barış Derneği ve Hukukta Sol Tavır Derneği tarafından 2016 yılında hazırlanan raporlarda ayrıntılı olarak işlendi, açık suç duyuruları yapıldı.  

Raporlarda da belirtildiği gibi vekalet savaşçılarıyla NATO, ABD, İngiltere, Suudi Arabistan, Katar, İsrail ve AKP iktidarı arasındaki ilişkiye dair pek çok delil söz konusu. Suçlar listesi hayli uzun. Öne çıkanlar şöyle:

İnsanlığa karşı işlenen suçlar (kasten öldürme ve yaralama, işkence, eziyet veya köleleştirme, kişi hürriyetinden yoksun kılma, cinsel saldırıda bulunma, çocukların cinsel istismarı, zorla hamile bırakma, zorla fuhuşa sevketme); savaş suçları, göçmen kaçakçılığı ve insan ticareti; inanç, düşünce ve kanaat hürriyetinin kullanılmasını engelleme; ayrımcılık, ibadethanelere zarar verme, suçu ve suçluyu övme, halkı kin ve düşmanlığa tahrik veya aşağılama, devlete karşı savaşa tahrik, yabancı devlet aleyhine asker toplama,  tehlikeli maddelerin izinsiz olarak bulundurulması veya el değiştirmesi, görevi kötüye kullanma, akaryakıt ve tarihi eser kaçakçılığı…  

Raporlarda ayrıntılı olarak gösterilen, birbirlerinden doğan silahlı gruplar ve üyelerinden oluşan suçlular listesi de hayli uzun. Bu listeye azmettirici, destekçi, işbirlikçi, örgüt, devlet başkanı, başbakan, bakan gibi suç ortaklarını eklemek gerekiyor.

Suç ve suçlu denilince hukuk, soruşturma, konuşturma, iddianame, savunma, yargılama, karar, ceza, infaz devreye giriyor. 

Çözüm sorunu yaratanların aklına teslim edilince kimi zaman hukuksuz olarak, kimi zaman egemenlerin yararına hukuk yazarak çözüm bulunduğu algısı yaratılıyor. Egemenlerce anayasalar, yasalar, uluslararası anlaşmalar yoluyla hukuk alanında yaratılan “aldatıcı güven duygusu” sorunların üstünü perdelerken emekçi halkın çözüm için ortak akıl kullanmasının ve savaşımını sönümlendirmesinin, sömürücüleriyle uzlaşarak yaşamaya zorlanmasının zemini hazırlıyor.

Yargı da, ulusal mahkemeler, Anayasa Mahkemesi, Yüce Divan ve Uluslararası Ceza Mahkemesi olarak, sömürü hukukunun yorumlayıcısı olarak aynı zeminin parçası. Ancak yargı ayağı yalnızca sömürü ve işgal hukukuyla sınırlı biçimde devrede kalmıyor. Eş zamanlı olarak içerde sermaye egemenliğinde biçimlendirilmiş devletin ve devlet içinde siyasal iktidarın, dışarda emperyalist devletlerin ve NATO, Birleşmiş Milletler gibi uluslararası örgütlerin ekonomi ve politikalarını onaylayan, emekçileri denetim altında tutan işlev için biçimlendiriliyor.

Sömürenlerin söz ve karar sahibi olduğu, çarkların halklar için tersine döndürüldüğü kimi durumları ve sorunları ne hukuk ne de yargı çözebiliyor.    

Terör örgütlerini yaratarak besleyenler, birbirlerine düşürerek bölenler, silah başta olmak üzere her türlü desteği verenler, onları zaman zaman teröre karşı savaşta taraf olarak ilan edenler -kendilerince uygun zamanda- halkları, toprakları, varlıkları ve yönetimleri o örgütlere teslim ediyor. Silahlı çetelerle her türlü ilişkide olduğu gibi yönetim tesliminde de söz ve karar sahipleri halka ve hukuka gereksinim duymuyor.  

Ulusal/uluslararası sermaye ve siyasal iktidarları, halkları dinsel ve etnik yöntemleri kullanarak, kimlikler üzerinden parçalayarak, hedeflerine uyumluluk gösterenleri çoğaltarak sömürüsüne devam ediyor. 

Sahtelik dolu demokrasiye, genel oyu çalan seçimlere, işlevsizleştirilmiş parlamentolara, onaycı yargı organlarına, egemen sınıfın kılıfı hukuka dayanarak, işine gelmediğinde hukuksuzluğu meşrulaştırarak işgal edenler, yıkanlar, katledenler, sömürenler, halka ve insanlığa karşı suç işleyenler elbette yargılanacak, hesap verecek. 

Yıkılan yönetimin suçları dahil hiçbir gerekçeyle Suriye halkına karşı işlenen suçların üstü örtülemez. Halka karşı işlenen suçların ve suçluların saptanması, yargılanması, cezalandırılması kapitalist/emperyalist uzlaşma arayışları içinde boşa düşürülemez. 

İsrail’in devlet olarak Filistin’e, Lübnan’a, Suriye’ye ve diğer topraklara saldırarak yaptığı yıkım ve katliam da boşa düşürülemez.

Bugün emperyalistlerin, saldırgan ve işgalci İsrail’in, emperyalizmin cihatçı ve etnik örgütlerinden oluşan vekalet savaşçılarının, Suriye’de pazar alanı açıldı diye sevinen sermayenin, liberallerin, düzen içinde eriyip kalan muhalefetin, dincilerin, milliyetçilerin meşruymuş gibi gösterdikleri savaşlara, işgallere ve sömürüye şiddetle karşı çıkmak şart.

Yalnızca ulusal ve uluslararası pozitif hukukun yeterli gelmediği ya da engelleyici olarak kullanıldığı yerde değil, her an her yerde devrede olması gereken politik ve ideolojik örgütlenme ve sınıfsal savaşım. Bu düzen yıkılmadan kurtuluş gelmeyecek.

                                                                /././

Trump dönemine hazırlık: Gözü dönmüş İsrail fanatiği, Temsilciler Meclisi'ne komite başkanı seçildi

ABD'de İsrail yanlısı faşist Kongre üyesi Mast, Temsilciler Meclisi'nin Dış İlişkiler Komitesi'ne başkan seçildi. Mast, Filistinlileri Nazilerle kıyaslayabilecek kadar bir İsrail fanatiği.(https://haber.sol.org.tr/haber/trump-donemine-hazirlik-gozu-donmus-israil-fanatigi-temsilciler-meclisine-komite-baskani)


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Öne Çıkan Yayın

Yüzyıllık Yalnızlık ve Küba Devrimi +Bilinmeyen Ülke | Suriye’de bir ‘Alevi Devleti’ +19 Aralık: Bellek yitimi... Acı…-duvaR

  Yüzyıllık Yalnızlık ve Küba Devrimi -Başak Çeliktemel- Gerald Martin, Márquez’in kâinatın ve insanlığın soyut maddiyatı üzerine şecere ve ...