2 Aralık 2024 Pazartesi

T24 "KÖŞEBAŞI" + "GÜNDEM" -2 Aralık 2024-

25 yılda 40 milyar dolar deprem vergisi tahsil edildi…-Murat Batı-

İyi de nerede bu 40 milyar dolar?

Ülkemizin muhtelif yerlerinde meydana gelen hatırlamak istemediğimiz depremler maalesef yaşandı. En acılı olanların sonuncusu da 6 Şubat 2023 tarihinde Kahramanmaraş ve çevresinde yaşanmıştı. Deprem bölgelerine deprem olduktan sonra vergisel bazı kolaylıklar getiriliyor. Bunlardan bir tanesi de 6 Şubat tarihli deprem dolayısıyla getirilen mücbir sebep uygulamasaydı ki onun da süresi 30 Kasım 2024’te sona erdi.

Olası deprem sonucunda yaraları sarmak adına 21 Mart 2023 tarihli Resmi Gazete’de 7441 sayılı Afet Yeniden İmar Fonunun Kurulması Hakkında Kanun ile Afet Yeniden İmar Fonu aynı gün yürürlüğe girmek üzere kurulmuştu. Ancak Fon’un adından başka ne internet sitesi ne de başka bir bilgi maalesef bulunmamaktadır. Bu sorunu geçenlerde yazmıştım. Bu yazıdan gerekli bilgiyi edinebilirsiniz.

Ayrıca 6 Şubat depreminin ardından ek MTV, ek kurumlar vergisi adı altında yeni deprem vergileri de alındı. Ancak herkesçe bilinen asıl deprem vergisi 17 Ağustos depreminin ardından getirilmişti. Ve her seferinde herkesçe nerede bu vergiler, ne kadar tahsil edildi? gibi sorular sorulmakta. Önce minik bir tarihçesini ardından da tahsil edilen tutarı irdeleyelim…

Nedir deprem vergisi?

17 Ağustos ve 12 Kasım 1999 depremlerinin yarattığı tahribatı kısmen de olsa finanse etmek için 26 Kasım 1999 tarihli mükerrer sayılı Resmî Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe giren 4481 sayılı Kanun[1] ile yeni vergiler getirildi.

Bu getirilen vergilerden bir tanesi adı herkesçe deprem vergisi olarak bilinen özel iletişim vergisidir. Aslında deprem vergisi adında bir vergi yok, bu ismi biz yakıştırdık. Bu verginin tam adı özel iletişim vergisidir. Hatta bu vergi Gider Vergileri Kanunu m.39’da düzenlemiş tek maddelik bir vergidir. Hatta ayrı bir kanunu yok; Özel İletişim Vergisi Kanunu diye bir kanunumuz yok yani. Bu verginin düzenlendiği kanun, 6802 sayılı Gider Vergileri Kanunu’dur.

Özel iletişim vergisi yani deprem vergisi bir yıllığına getirildi. 4481 sayılı Kanun’un 8’inci maddesinin ilk fıkrasında 31.12.2000 tarihine kadar uygulanmak üzere denilerek kısıtlı bir süre için getirilmişti.

Ancak 31 Aralık 2000’de sona ermesi planlanan özel iletişim vergisi önce 4605 sayılı Kanunla 31 Aralık 2002’ye kadar daha sonra tekrar 31 Aralık 2003 tarihine kadar uzatıldı.

Bir yıllığına getirilen özel iletişim vergisi, 31.07.2004 tarihli Resmî Gazete’de yayımlanan 5228 sayılı Kanun ile 6102 sayılı Gider Vergileri Kanunu’nun 39’uncu maddesine eklenerek kalıcı ve sürekli hale getirildi.

Bir yıl için getirilen deprem vergisi bugün itibariyle yaklaşık 25 yıldır sürekli olarak alınmaktadır. Cep ve sabit telefon faturalarından, dijital ve kablolu tv yayınlarından, internet hizmeti faturalarından vs. şu an yüzde 10 oranında özel iletişim vergisi (deprem vergisi) alınmaktadır.

Deprem vergisinden toplanan vergiler ne kadar oldu?

Özel iletişim vergisi bir yıllığına getirildi ama bugün itibariyle yaklaşık 25 yıldır devamlı surette tahsil edilmektedir.

Aşağıda tabloda 1999 yılından 2024 yılının 10’uncu ayına kadar olan özel iletişim vergisi tahsilatı yer almaktadır. Kasım 2024 tahsilat tutarları ise 16 Aralık 2024 Pazartesi günü yayımlanacağından 2024 yılının ilk on ayının tahsilat tutarlarını dikkate aldım.

 

 25 yılın en yüksek tahsilatı 24 milyar 126 milyon TL ile 2024 yılının ilk on ayında gerçekleşmiştir. Bu gelirin tamamı hazineye doğrudan gelir yazılmaktadır.

Dolar bazında tahsilat tutarı ne kadar?

Bu tutarları Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası tarafından açıklanan yıllık ortalama dolar kurunu dikkate alarak USD cinsinden hesaplamamız da mümkün. Buna göre her yılın tahsilatını o yılın yıllık ortalama kuru ile hesapladığımızda özel iletişim vergisinden Ekim 2024’e kadar tahsil edilen tutar yaklaşık 39 milyar 669 milyon dolardır yani yaklaşık 40 milyar dolardır.

Bu 40 milyar dolarla kaç konut yapılabilir ya da neler yapılabilir? sorusuna cevabı size bırakayım.

İyi de nerede bu 40 milyar dolar?

1 Ocak 2006 tarihinde uygulanmaya başlanan 5018 sayılı Kamu Mali Yönetimi ve Kontrol Kanunu’nun 13/g maddesinde ademi tahsis” olarak da bilinen “Belirli gelirlerin belirli giderlere tahsis edilmemesi esastır” ilkesine yer verilmiştir. 5018 sayılı Kanun’un (I) sayılı cetvelinde yer alan genel bütçeye doğrudan gelir kaydedilen bu vergiler hazinenin havuzuna aktarılır ve yine bu vergiler toplandığı yer ya da konusuna bakılmaksızın bütçe kanununun izin verdiği ölçüde her türlü kamu hizmeti için harcanabilmektedir.

İşte tam da bu noktada genel bütçeye gelir kaydedilen ve depremin yaralarını sarmak amacıyla getirilen özel iletişim vergisinin de sadece deprem için kullanılması 5018 sayılı Kanun’un 13/g maddesi uyarınca mümkün görünmemektedir.


[1] 17.8.1999 ve 12.11.1999 Tarihlerinde Marmara Bölgesi ve Civarında Meydana Gelen Depremin Yol Açtığı Ekonomik Kayıpları Gidermek Amacıyla Bazı Mükellefiyetler İhdası ve Bazı Vergi Kanunlarında Değişiklik Yapılması Hakkında Kanun

                                                                 /././

Bankadan ödeme sınırı 7 bin liradan 30 bin liraya yükseldi; ceza kesmenin koşulları değişti mi?-Murat Batı-

Bu tutarın yükseltilmesinin kayıt dışılıkla mücadele anlamında pek olumlu bir hamle olmadığını belirtmekte fayda var.

30 Kasım 2024 tarihli Resmi Gazete’de yayımlanan 575 sıra nolu Vergi Usul Kanunu Genel Tebliği (Sıra No: 459)’nde Değişiklik Yapılmasına Dair Tebliğ ile 30 Kasım 2024 tarihinden itibaren her türlü tahsilat ve ödemeler için bulunan 7 bin liralık alt sınır 30 bin liraya yükseltildi. Buna göre bugünden itibaren herhangi bir mal ve/veya hizmet satın alındığında bu tutar 30 bin lirayı aşıyorsa ödemelerin banka gibi bir aracı finansal kurumlarca yapılması gerekmektedir.

Konuyla alakalı bugünkü ve önceki tebliğlerde geçen kavramlar ile bu işlemin nasıl uygulanacağını anlamaya çalışalım.

"Aracı finansal kurum" ne demektir?

Tebliğde geçen aracı finansal aracı kurum ifadesinden 5411 sayılı Bankacılık Kanunu'nda tanımlanan bankaların, 6493 sayılı Ödeme ve Menkul Kıymet Mutabakat Sistemleri, Ödeme Hizmetleri ve Elektronik Para Kuruluşları Hakkında Kanun kapsamında yetkilendirilmiş ödeme kuruluşlarının ve 6475 sayılı Posta Hizmetleri Kanunu'na göre kurulan Posta ve Telgraf Teşkilatı Anonim Şirketi'nin (PTT) anlaşılması gerekir.

Bu Tebliğe göre bir mükellef (mükellef olmayanların kendi aralarında yapacakları işlemler hariç olmak üzere) düne kadar 7 bin lirayı bugünden itibaren de 30 bin lirayı aşan tutarda para göndermeye kalkarsa bunu finansal bir kurum aracılığıyla yani banka, PTT vs’den yapmak zorundadır.

Bu düzenleme Ahmet Amca'yı ilgilendiriyor mu?

Bugün yapılan bu düzenleme belli koşullarda herkesi ilgilendiriyor. Şöyle ki bir mükellef (mükellef olmayanların kendi aralarında yapacakları işlemler hariç olmak üzere) bugünden itibaren 30 bin lirayı aşan tutarda para göndermeye ya da mal ve/veya hizmet satın almaya kalkarsa bunu finansal bir kurum yani banka, PTT vs aracılığıyla yapmak zorundadır.

Buradaki mükellef olmayanlar kavramı oldukça önemlidir. Örneğin; bir devlet memuru emekli babasına 40 bin lira para verecekse bunu -30 bin lirayı geçse bile- bankadan göndermesine gerek yoktur.

Ancak bu kişiler mükellef ise durum farklılık arz edecektir. Şöyle ki hem 459 Sıra No.lu Tebliğ hem de ilgili diğer mevzuatlarda geçen tevsik zorunluluğu kapsamında olanlar ifadesi Vergi Usul Kanunu’nun 232'nci maddesinin birinci fıkrası kapsamında fatura almak zorunda olan birinci ve ikinci sınıf tüccarları, serbest meslek erbabını, kazançları basit usulde tespit olunan tüccarları, defter tutmak mecburiyetinde olan çiftçileri, vergiden muaf esnafı kapsar.

Örneğin; bir mükellefe yapılacak bir işten kaynaklı para ödemeleri 30 bin lirayı aşıyorsa banka ya da finansal kurum aracılığıyla yapılmak zorundadır. Burada geçen mükellef kavramı ise market, restoran, galeri gibi ticari kazanç, zırai kazanç, avukat, doktor gibi serbest meslek kazanç sahiplerini kapsamaktadır.

Kira ödemelerinde bu sınır/kural geçerli mi?

Hayır.. Evini, dükkânını kiraya veren (emekli dahi olsa) kişiye ödenecek kira tutarı da tutara bakılmaksızın banka ya da finansal kurumlar aracılığıyla ödenmesi gerekmektedir. Kira ödemelerini bununla karıştırmayınız. Kira ödemelerinde tutar ne olursa olsun bankadan yatırılmak zorundadır.
Kirayla alakalı daha önce yazdığım bu yazıya bakabilirsiniz.

Bankadan ödenmezse cezası ne kadar olacak?

Mükelleflerin düne kadar 7 bin TL’yi bugünden itibaren de 30 bin TL’yi aşan tahsilat ve ödemelerini banka ya da bir finans kurumu tarafından düzenlenen belgelerle tevsik etmeleri zorunlu kılınmıştır. Tahsilat ve ödemelerini banka, benzeri finans kurumları veya posta idarelerince düzenlenen belgelerle tevsik etme zorunluluğuna uymayanlardan her birine, her bir işlem için 2024 yılında;

a) Birinci sınıf tüccarlar ile serbest meslek erbabı için 20.000 TL,
b) İkinci sınıf tüccarlar, defter tutan çiftçiler ile basit usul mükellefleri için 10.000 TL,
c) Ve bunların dışında kalanlar için ise 5.000 TL’den az olmamak üzere işleme konu tutarın %10'u oranında özel usulsüzlük cezası kesilir. Bu şekilde bir takvim yılı içinde kesilecek özel usulsüzlük cezasının toplamı 2024 yılı için 20 milyon TL'yi geçemez.

Örneğin, bir avukat (serbest meslek erbabı) 100 bin TL’lik bir tahsilatı banka vasıtasıyla yapmak zorundadır ama yapmazsa hesaplanacak ceza (100 bin TLx%10) 10 bin TL’dir. Ancak hesaplanacak ceza ilgili maddeye göre -2024 yılı için birinci sınıf tüccarlar ile serbest meslek erbabı için 20.000 TL- belirlenen tutar olan 20.000 TL’den az olamayacağı için bu madde kapsamında uygulanacak ceza tutarı 20.000 TL olacaktır.

Örneğin, kamu kurumunda memur olarak çalışan Yalçın Bey evinde kullanmak üzere, beyaz eşya perakende ticareti ile uğraşan Batı Ltd. Şti.’nden 40 bin TL tutarında bir buzdolabı satın almıştır. Söz konusu buzdolabının tutarı 30 bin TL’lik haddi aştığından bu işleme ait tahsilat ve ödemenin aracı finansal kurumlar kanalıyla yapılması gerekmektedir. Söz konusu tahsilat banka vasıtasıyla yapılmaması durumunda memur Yalçın Bey ve Batı Ltd. Şti.’ye ayrı ayrı ceza uygulanacaktır. Batı limitet şirkete 20 bin lira, Memur Yalçın Bey’e ise 5 bin lira özel usulsüzlük cezası kesilecektir.

Ancak Tevsik zorunluluğuna aykırı bir şekilde ödeme yapanların, durumu ödemeyi takip eden beş iş günü içerisinde kendiliğinden idareye bildirmesi halinde, ödemede bulunan adına özel usulsüzlük cezası kesilmez.

Banka hesabı ya da kredi kartı olmayanlar ne yapacak?

Örneğin; herhangi bir banka hesabı veya kredi kartı bulunmayan Kemal Bey, mobilya perakende ticareti ile uğraşan Batı Ltd. Şti.’den 40 bin TL tutarında bir masa satın almıştır. Kemal Bey söz konusu ödemeyi gerçekleştirmek için Batı Ltd. Şti.’nin hesabının bulunduğu bankanın bir şubesine gitmiş, işleme ait açıklamalara yer vermek ve karşılığında banka dekontu almak suretiyle ödemeyi yerine getirmiştir. Bu durumda ceza kesilmeyecektir.

Ancak…

Örneğin; herhangi bir banka hesabı veya kredi kartı bulunmayan Mehmet Bey cep telefonu perakende ticareti ile uğraşan Erol Bey'den 70 bin TL tutarında bir cep telefonu satın almıştır. Mehmet Bey söz konusu cep telefonunun bedelini işlem anında nakit olarak Erol Bey’e ödemiştir. Erol Bey ise söz konusu tutarı banka şubesine giderek kendi hesabına yatırmıştır. Bu durumda tevsik zorunluluğuna uyulmamış olacak ve Mehmet ve Erol beylere ayrı ayrı ceza uygulanacaktır.

Bu kural ne zaman başladı?

320 sıra nolu VUK Genel Tebliği ile 1 Ağustos 2003 tarihinden itibaren 5 bin lira ile başlayan bu durum daha sonra 323 ve 324 sıra nolu VUK Genel Tebliğleri ile 10 bin liraya yükseltilmiştir. 332 sıra nolu VUK Tebliği ile de 8 bin liraya düşürülmüş ve ardından da 24 Aralık 2015 günü Resmi Gazete’de yayımlanan ve 1 Ocak 2016’da yürürlüğe giren 459 sıra No.lu Vergi Usul Kanunu Genel Tebliği ile vergi kanunlarının vergiyi bağladıkları olayı, belli kurumların kayıt ve belgeleri yardımıyla tespit etmek ve böylece kayıt dışılığı önlemek amacı doğrultusunda tahsilat ve ödemelerde tevsik zorunluluğu getirilmesi amaçlanmıştır.

459 Sıra Nolu Tebliğ ile tevsik zorunluluğu kapsamında olanların, kendi aralarında ve tevsik zorunluluğu kapsamında olmayanlarla yapacakları 7 bin TL’yi aşan tutardaki her türlü tahsilat ve ödemelerini aracı finansal kurumlar kanalıyla yapmaları ve bu tahsilat ile ödemeleri söz konusu kurumlarca düzenlenen belgeler ile tevsik etmeleri zorunlu tutulmuştu.

Bu kapsamda örneğin her türlü mal teslimi veya hizmet ifasına ilişkin tahsilat ve ödemelerin, avans, depozito, pey akçesi gibi suretlerle yapılacak tahsilat ve ödemelerin, işletmelerin kendi ortakları ve/veya diğer gerçek ve tüzel kişilerle yaptığı her türlü tahsilat ve ödemelerin 7 bin lirayı aşması durumunda, aracı finansal kurumlar kanalıyla yapılması ve bu işlemlerin söz konusu kurumlarca düzenlenen belgeler ile tevsik edilmesi zorunluluğu getirilmiştir.

Buna göre 7 bin liralık tutar ilk olarak 1 Ocak 2016’da geçerli olmak üzere 459 Sıra Nolu Genel Tebliğ’de yer aldı. Ve o tarihten bu yanadır da 7 bin liralık tutar hiç değiştirilmeden aynen korunmuştu.

Ancak 30 Kasım 2024 tarihli 575 sıra Nolu VUK Genel Tebliği ile 7 bin liralık tutar 30 bin liraya yükseltildi…

Aşağıda Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası'nın internet sayfasında yer alan ve her yılın ilk iş günündeki dolar alış kuru dikkate alınarak tablo oluşturulmuştur.

Yukarıdaki tabloda da görüldüğü üzere 2016’nın ilk iş günü olan 4 Ocak tarihli dolar alış kuru 2,94 TL’dir. 7 bin lirayla o tarihte 2 bin 381 dolar alınabiliyordu. Daha basit bir ifadeyle banka ya da finans kurumları aracılığıyla gönderme zorunluluğunun alt sınırı 2.381 dolardı. 2024 yılı başında ise 236 dolar. 2.381 doların karşılığı daha basit bir ifadeyle 7 bin liranın olması gereken tutar (2024 yılının ilk iş günü dolar alış kuru uyarınca) yaklaşık 71 bin liradır. Oysa bu tutar bugün itibariyle 30 bin liraya yükselti. Esasında hâlâ ciddi bir fark var.

Kayıt dışılıkla mücadelede yanlış bir hamle mi oldu?

30 Kasım günlü dolar kuruna göre 7 bin lira yaklaşık 202 dolar iken bu tutar 30 bin liraya yani 865 dolara yükseltilmiştir. Bu, esnaf ve mükellefiyet kaydı olanlar için iyi bir şey elbette ancak ben kayıt dışılıkla mücadele açısından olumlu bir hamle olarak görmedim.

Diğer taraftan yaklaşık 9 yıldır aynı parasal tutarı (7 bin lira) uygulayan Maliye, bugün bunu yükseltti. Ancak 7 bin lirayı ve bugün değiştirilen 30 bin lirayı neye göre belirlediği hususunda da maalesef net bir bilgim yok. Umarım Maliye bu konuyla alakalı bir açıklama yapar.

Ancak bu tutarın yükseltilmesinin kayıt dışılıkla mücadele anlamında pek olumlu bir hamle olmadığını belirtmekte fayda var.

                                                               /././

Savaşın ekseni Türkiye sınırına dayanırken -Akdoğan Özkan-

İlk bakışta Lübnan ateşkesi akabinde, İran-Hizbullah ikmal hattını kesmeye yönelik bir hamle gibi görünen Suriye’deki cihatçı taarruzu en çok Tel Aviv’i sevindirmiş olabilir ama en çok Şam’ı mı, Tahran’ı mı, yoksa Ankara’yı mı üzecek, bunu söylemek için çok erken.

Suriye’nin kuzeyinde geçen Çarşamba gününden itibaren olup bitenlere sakin kafayla bakmaya çalışıyorum. Suriye Arap Ordusu Halep’e yönelik saldırıyla çökmüş bir izlenim verirken ülkenin kuzeyinde sabitlenmesi yıllar almış ve epeydir milim oynamayan sınırlar saatler içinde dağılmış bir izlenim veriyor. HTŞ önderliğindeki cihatçı güçlerin ilerleyişi karşısında hükümet kuvvetlerinin şaşırtıcı dağılmışlığı ile bölgede yeni bir denge durumu oluşmuş gibi görünse de kanımca Suriye’de olacakların daha peşrev fasıllarındayız. Gelişmeler, an itibarıyla HTŞ ve Ankara destekli “rejim muhalifi” denilen cihatçı grupların kontrolündeymiş gibi görünse de ilerleyen evrelerde neler olacağı ve ateşin nerelere sıçrayacağı bir muammadan ibaret olduğu gibi bugün cami çıkışlarında tatlı dağıtanlar için hazımsızlık yaratacak sonuçlar üretmeye de aday.

Yarını iyi okuyabilmek için dünü iyi anlamamız gerektiğini sıklıkla dile getiririm bu köşede. Şimdi yine bu yönde bir okuma yaparak geçmişe gidip gidip gelelim ve bugün olanları anlamaya çalışarak aceleci hükümlerden kaçınarak bazı çıkarsamalarda bulunalım.

BİR) Suriye’de Tel Rıfat ve komşusu Mare merkezli bir silahlı yapılanma olan Liva el Tevhid (ÖSO), 2012 yılında Tel Rıfat üzerinden Halep şehir merkezine girmiş ve şehrin yarısı Şam yönetiminin “terörist” olarak kabul ettiği bu isyancı güçlerin denetimine geçmişti. Halep’e girişin fitili 12 yıl sonra bu kez İdlib’ten ateşlenmiş görünüyor. Heyet Tahrir’uş Şam (HTŞ) Grubu önderliğindeki “El Fetih el Mübin” operasyon odasına bağlı silahlı güçler ile Ankara’ya yakın duran Suriye Milli Ordusu öncülüğündeki “Fecr el Hürriyet” operasyon odasına bağlı güçler, hükümet birliklerinin kontrolünde bulunan Halep’e batıdan girerek ve Suriye’nin ticari kalbi olarak da görülen kentin büyük bölümüne çok büyük bir direnişle karşılaşmadan hâkim olarak dengeleri değiştirmiş görünüyorlar. Önce bu görünenin altını çizelim.

İKİ) En az Halep’in el değiştirmesi kadar önemli olan gelişme, yaklaşık 450 kilometre uzunluğunda olan ve ülkenin nüfus açısından dört büyük kenti Şam, Humus, Hama ve Halep’i birbirine bağlayan, ülkenin can damarı sayılabilecek M5 karayolunun da önemlice bir kesiminin cihatçıların eline geçmiş olması. Savaş öncesi günde 25 milyon dolara yakın ticaretin gerçekleşmesinde büyük rol oynayan M5 kara yolunda Şam hükümet kuvvetlerinin kontrolünü yitirmesi, sadece ticari açıdan değil askeri ve siyasi açıdan da önemli bir gelişme. Zira, Lübnan’daki çatışmalarda yaklaşık 3 bin 500 civarında mensubunu kaybeden Hizbullah için böyle bir gelişme, Tahran – Bağdat -Şam -Beyrut ikmal hattının kesilmesi ve kendisini insan gücüyle tazeleyip silah ve mühimmatla takviye edebilmesinin önünün alınmış olması anlamına geliyor. Fitili 2011 yılında Körfez monarşileri ile NATO’nun para ve silah desteğiyle ateşlenmiş Suriye Savaşı’nda cihatçı güçler tarafından daha önce de ele geçirilen M5 karayolu üzerinde Suriye ordu birlikleri hakimiyeti ancak 2020 yılı Şubat ayında, Ma’arretünnu’mân ile Serakip ilçe merkezlerini ve civarlarındaki onlarca yerleşimi kurtardıktan sonra, yani sekiz yılın ardından sağlayabilmişlerdi. Bir anlamda Suriye’nin atardamarları ancak o tarihten sonra ülkeye yeniden kan pompalamaya başlayabilmişti. Bugün M5’in yeniden cihatçıların kontrolüne geçmesi, Suriye’nin meşru hükümetine olduğu kadar Filistin davasına da silahlı destek vermiş Lübnan’daki Direniş güçlerinin zayıflatılması ve İran’ın Akdeniz’e uzanan uzuvlarının belirli ölçülerde yalıtılması sonucunu üretecek.

ÜÇ) Rusya ve Şii milislerin desteğindeki Suriye Arap Ordusu, cihatçıların 2012’de denetimi sağladığı Halep’te kontrolü ancak 2016’da ve o da 5 hafta süren kapsamlı ve şiddetli bir taarruz ile sağlayabilmişlerdi. Kentin büyük bölümünün geçen hafta sadece saatler içinde el değiştirdiğine tanık olmamız bu açıdan şaşırtıcı. Gelişmelerin ardında, Ankara’nın cihatçı güçlere ilerlemeleri için “yeşil ışık” yakmış olmasının yanı sıra Moskova’nın da Suriye Arap Ordusu birliklerine çatışmadan cihatçı güçlerin önünden çekilmeleri talimatını verme ihtimallerinin doğruluklarını kabul etsek dahi, bu kadar hızlı bir ilerlemeyi sanırım kimse beklemiyordu. Gelişmenin en çok da Tahran’da şok etkisi yarattığını İran Dışişleri’ndeki hareketlilikten görebiliyoruz. Bütün bu gelişmelerin ardında, Ankara’nın (İsrail ölçüsünde olmasa da) rahatsızlık duyduğu İran’ın Suriye’deki nüfuzunu kontrol edebilmeye mahir olduğunu Washington’a gösterme ve ABD yönetimiyle Suriye sahasında ortaklaşa çalışabileceklerinin sinyallerini verme çabası da olabilir mi? Olabilir. Ama böyle dahi olsa, gelişmelerin bundan sonra nasıl seyredeceğini hele de yüzde 100 isabetle tahmin edebilmemiz şu aşamada mümkün değil. Ancak Ankara – Tahran ilişkilerinin limonileşip gerilme anlamında vites yükseltebileceğini söylemek yanlış olmayacaktır sanırım.

DÖRT) Suriye Savaşı’nda daha önce Golan Tepeleri’ni tutmuş El Kaide türevi gruplara Şam yönetimine karşı verdikleri savaşta silah yardımı yaptıklarını saklama gereği duymayan İsrail yönetimi, bir zamanlar Dera’ya kadar inmiş olan bu cihatçıların yeniden söz konusu bölgelerde hakimiyet kurmasından sanırım en çok mutlu olan aktördür. (Washington yönetiminin eski ulusal güvenlik danışmanı Jake Sullivan’ın 12 Şubat 2012’de dönemin ABD Dışişleri Bakanı Hillary Clinton’a gönderdiği ve “Suriye’de El Kaide bizim safımızda” dediği, neticede bizim de Wikileaks belgeleri sayesinde öğrendiğimiz elektronik postanın işaret ettiği şekilde ABD yönetiminin yaşamış olduğu mutluluğu saymıyorum tabii.) İran bağlantılı güçleri işgal altında tuttuğu Golan hattından uzak tutmaya çalışan İsrail ordu birliklerinin hazır cihatçılar yeniden Dera’ya kadar inmişken, önümüzdeki dönemde Suriye’nin de güneyini işgal ettiğine tanık olursak kimse şaşırmasın.

BEŞ) İsrail için Suriye meselesi stratejik Golan hattıyla sınırlı değil. Onun Suriye’ye yönelik temel hedefi, İran’ın bu ülke genelindeki stratejik askeri varlığını sonlandırmak. Bunun için de Tel Aviv yönetimi, Tahran’ın bu ülkede askeri altyapı inşa faaliyetlerine girişmesine ve Şam yönetimi ile askeri işbirliği içinde hareket eden güçlerin artan varlığına şiddete başvurarak son vermek yönünde gayret gösterdi hep. Bu amaçla da 2017'nin sonlarından itibaren Suriye'deki İran mevcudiyetini giderek artan bir yoğunlukla hedef aldı İsrail. Hatta bu yılın Nisan ayında işi, Suriye'nin başkenti Şam’daki İran konsolosluk binasını vurmaya kadar götürdü. Bu saldırıda aralarında İran Devrim Muhafızları Kudüs Gücü'nde üst düzey komutan olan Tuğgeneral Muhammed Rıza Zahedi'nin de olduğu en az 8 kişi hayatını kaybediyordu. İsrail -İran arasındaki gerilimde misillemelerle yaşanan tırmanış sarmalının hangi noktalara vardığını özellikle geçen Ekim ayında gördük. Tahran’ın Tel Aviv saldırılarına ölçülü karşılıklar vermesi, gerilimi çok tırmandırmadan itidalli misillemeler içinde olması, İsrail’i kendisiyle ABD’nin de dahil olacağı doğrudan bir savaşın içine çekmek için yanıp tutuşan Netanyahu’ya aradığı topyekûn savaş gerekçesini veremiyordu ama bir türlü.

İsrail, şu noktada M5 hattının cihatçıların eline geçmesiyle Lübnan üzerinden Hizbullah desteği alamayacak olan Suriye’nin yardımına Irak ordusunun bir parçası olan Şii Haşdi Şabi güçlerinin geleceğini bilmiyor olamaz. Haşdi Şabi (HSG) olarak da bilinen -ve ABD ile İsrail tarafından İran destekli olmakla suçlanan- Irak Halk Seferberlik Güçleri, 2017 yılı kasım ayında Suriye sınırındaki el Kaim’e girerek şehri ve sınır kapısını IŞİD’in elinden almış ve bu şekilde örgütün 2014’te Musul’da ilan ettiği “İslam halifeliğinin” bu ülkedeki son kalesini düşürmüştü. O tarihlerde yine bu köşede yazdığım üzere, gelişmeyi “IŞİD’in mezarına Irak’taki son çivi çakılmış oldu” şeklinde okuyan epeyce siyasi gözlemci vardı. YPG’nin asli unsuru olduğu Suriye Demokratik Güçleri’ni (SDG) bu noktaya Haşdi Şabi’den önce ulaştırmak için özel çaba sarf eden ama bundan başarılı olamayan ABD (ve İsrail) için bu durum, Fırat havzasında yaşadığı en tatsız finallerden biri olmuştu. Zira, Suriye İran ile ikmal hattını yeniden ayağa kaldırmış oluyordu. SDG üzerinden bölgeye takviye yapan ABD, bu şekilde hem İran yanlısı milisleri bölgeden atmak hem de İran’ın El Kaim sınır kapısı üzerinden Suriye’deki ve Lübnan’daki müttefiklerine yeniden sevkiyat yapar hale gelmesine engel olmak istemişse de bunda başarılı olamıyordu. Özetle, Haşdi Şabi, 2026’da Irak’tan çekileceği ifade edilen, Suriye’nin kuzeyinden de tamamen çekilme ihtimali beliren ABD askeri varlığının yokluğunda Netanyahu’nun bu bölgede görmek istemeyeceği bir diğer askeri varlık idi. İsrail Haşdi Şabi’yi Sünni cihatçılara “yem etmek” üzere sahaya çağıran bir oldubittinin kurgulayıcılarından biri olarak, şu an “tarlanın başkalarınca sürülmesini” zevkle izlerken “hasat alacağı” uygun zamanı ellerini oğuşturarak bekliyordur muhtemelen.

ALTI) MHP lideri Devlet Bahçeli’nin Öcalan’a yönelik “Gel Meclis’te konuşup silah bıraktır” çağrısının akabinde, yine bu köşede kaleme aldığım “Yaklaşan Bir Yeni Sürecin tarihi Kodları” başlıkla yazımda, yeni ABD Başkanı’nın görev döneminde “İran’ı doğrudan hedef tahtasına oturtacağı düşünülen Beyaz Saray ile olası işbirliği senaryoları için - elindeki tüm kozlarla şartlarını müzakere etmeye hazır, ön alıcı bir pozisyon peşinde, hatta amiyane tabiriyle- ‘bedelini belirlemiş” bir Ankara söz konusu,” demiştim. Zira, Ankara ABD nezdinde “eligible partner” olabileceğini kanıtlamak üzere kendi Kürtleriyle Washington’un da arzuladığı barışı sergileyecek iradeye sahip olduğunu, hatta bu amaçla örgütün cezaevindeki liderine Meclis’ten (militanlarına silah bıraktırmayı hedefleyen) bir konuşma yaptırmaya hazır olduğunu göstermek istemiş olabilirdi. Böyle bir ihtimal olabilirdi. Zira, orada da altını çizdiğim üzere, İsrail /Washington ortaklığı İran’ı hedefe koyacaksa, önce Tahran’ın Bağdat – Halep – Şam üzerinden Akdeniz’e ulaşmasını engellemek, İran’ın bölgedeki nüfuzunu kırmak, en azından Şii grupları bölgede izole etmek isteyecekti:

 “ABD İran’ı fiziksel olarak tecrit etmek için girişeceği operasyonlarda YPG/YPJ gibi Kürt grupların ağırlıkta olduğu Suriye Demokratik Güçleri’nin (SDG) bölgede rahat hareket edebilmesine ihtiyaç duyacak. 100 bin kişilik bir orduya sahip olduğu söylenen SDG’nin bölgenin hem kuzeyinde hem güneyinde TSK’nın engellemelerine takılmadan rahatça hareket edebilmesine, Şii milis güçlerine karşı etkin olmasına, hatta belki PJAK sahasına transferine ihtiyaç duyacak. Ancak bunun için de Ankara’nın SDG ile, yani Suriye PKK’sı olarak gördüğü gruplarla bir tür barış/çatışmasızlık içinde pozisyon alabiliyor olması, onlar üzerindeki baskıyı kaldırması gerekiyor. Yani, Suriye ile 911 km, Irak (ya da Irak Kürdistan Bölgesel yönetimi) ile 378 km ve İran ile de 534 km’lik sınıra sahip Ankara, İran’ın yalıtılmasına giden yolda Washington’un kendisine büyük ihtiyaç duyacağını düşünüyor.”

“Tahran’ın bölgedeki artan nüfuzundan epeydir rahatsız olan” Ankara’nın “Başarılı olursak Washington’u arzuladığımız şartlarda işbirliğine ikna ederiz, başarısız olursak en azından bölgede kıyamet kopmadan fırtınayı az hasarla atlatacak ölçüde içeriyi tahkim etmiş olarak yola diğer seçeneklerle devam ederiz, onu da yapamıyorsak havucu neyle ikame edeceğimizi biliyoruz” diye düşünmüş olması muhtemeldi.

Kim ne düşünürse düşünsün, bugün geldiğimiz noktada, Suriye sahasının çok sayıda aktör tarafından yeniden düşmanlık tohumlarıyla sürüldüğünü, yani yeni bir “oyun kurulduğunu” görüyoruz. Yine de tarihin her zaman gösterdiği gibi, masada planlananların sahada olacakların hiçbir zaman garantisi olamayacağını da hatırlayalım.

YEDİ) İsrail ordu birlikleri Lübnan’a girdiğinde İdlib’te coşkulu kutlama yapan bir grup cihatçının kentte tatlı dağıttığını yazmıştı bazı haber kaynakları. Geçen cumartesi akşamı da Fatih Camii avlusunda bir grubun, HTŞ liderliğindeki cihatçıların Halep’e girmesi vesilesiyle tatlı dağıttığını öğrendik. Bu gruplar İsrail güçleri yarın Suriye’yi işgal etmeye kalksa muhtemelen bizi Starbucks’ta kahve içenleri protesto etmeye dahi çağırma ihtiyacı duymadan yine tatlı dağıtmaya devam edecekler. Ama, bu işin sonu “hiç tatlı” görünmüyor. Hatta olası bir Şam Baba tatlısını kim, nerede, kime, niçin dağıtacak, hiç belli değil!

Başından beri inandığım bir şey var: Suriye ile 911 km, Irak (ya da Irak Kürdistan Bölgesel yönetimi) ile 378 km ve İran ile de 534 km’lik sınırlarımızın barış ile tahkim edilmesi, Suriye, Irak, İran ve Türkiye’nin barışçıl bir paydada bir pakt oluşturabilmesi lazım. Bugün sanki öyle bir barışa bir hafta öncesine nazaran biraz daha uzağız. Ama en uzak olacağımız noktaya da sanırım daha gelmedik!

                                                                /././

Çöken devletlerin gölgesinde herkes kaybeder -Evren Balta-

Bir devlet çökerken, yalnızca o ülke değil, çevresindeki tüm komşuları da bu çöküşün altında kalır... HTŞ’nin saldırılarının dış desteği, amacı ve sonuçları belirsizliğini korurken, mevcut durum bir sis ve toz bulutunun içinde şekilleniyor. Peki bu toz bulutunun içinde bildiklerimiz neler?

Suriye iç savaşında geçtiğimiz hafta Halep’te yaşanan şiddetli çatışmalar ve El Kaide’nin devamı olarak görülen Hey'et Tahrir el-Şam (HTŞ) güçlerinin rejim kontrolündeki bölgelere yönelik sürpriz saldırıları, sahadaki dengeleri beklenmedik şekilde sarstı. Uzun zamandır Suriye savaşının mevcut dengeler üzerinde donma eğilimine girdiği ve yerel çatışmaların devam etmesine rağmen büyük ölçekli çatışmaların sona erdiği düşünülüyordu. Ancak, son gelişmeler bu öngörüyü ciddi şekilde sarsmış durumda.

Sahada kimin ne yaptığına ve hangi amaçla hareket ettiğine dair net bir tablo oluşturmak şu an için oldukça zor. HTŞ’nin saldırılarının dış desteği, amacı ve sonuçları belirsizliğini korurken, mevcut durum bir sis ve toz bulutunun içinde şekilleniyor. Bu bilgi karmaşası, yalnızca şu anki durumu anlamlandırmayı değil, aynı zamanda gelecekteki olası senaryoları öngörmeyi de büyük ölçüde zorlaştırıyor.

Peki bu toz bulutunun içinde bildiklerimiz neler?

Bir rejim dış destekle ancak belirli bir noktaya kadar ayakta kalabilir; dengeler değiştiğinde sürdürülebilirlik, içeride güçlenmeye bağlıdır. 

HTŞ 2016'dan bu yana Halep'e yönelik en büyük saldırıyı gerçekleştirerek kenti ele geçirdi ve Suriye iç savaşında önemli bir dönüm noktasına imza attı. Suriye’de el Kaide’nin kolu olarak görülen ve bunu bağlantıyı silebilmek için sürekli isim değiştirerek en son HTŞ’de karar kılan silahlı cihatçı Türkiye ve ABD tarafından terör örgütü olarak nitelendiriliyor. HTŞ’nin son saldırısı, rejim güçlerinin savunmasındaki zayıflıklarla doğrudan ilişkili olup, özellikle rejimin müttefikleri olan Rusya, İran ve Hizbullah’ın farklı cephelerdeki yükümlülükler nedeniyle güç kaybetmesiyle doğrudan bağlantılı. Ukrayna savaşı nedeniyle askeri kaynaklarını Suriye'den çekmek zorunda kalan Rusya, İran’ın ekonomik yaptırımlar ve iç sorunlarla boğuşması ve Hizbullah’ın İsrail ile ve Lübnan’daki krizlerle uğraşması, rejimin Halep üzerindeki kontrolünü savunmasını ciddi şekilde zorlaştırdı. HTŞ’nin bu saldırısı, isyancı gruplar arasındaki liderlik rolünü pekiştirirken Suriye'deki çatışmaların ne kadar kırılgan ve öngörülemez olduğunu bir kez daha gösterdi. Suriye’nin ikinci büyük kenti ve ticaretin merkezi Halep’in düşüşü bölgesel ve uluslararası aktörlerin Suriye iç savaşına bakışını yeniden şekillendirecek bir potansiyele sahip.

İç savaşlarda toprak kontrolü neredeyse her zaman geçici ve değişkendir. 

Savaşın doğası gereği, taraflar arasında askeri üstünlük sürekli el değiştirir ve bir bölgeyi ele geçirmek, o bölgeyi gerçekten kontrol etmek anlamına gelmez. Geçtiğimiz hafta Halep’te yaşananlar, sadece muhalif güçlerin değil rejim güçlerinin de ele geçirdiği bölgelerdeki kontrolünün ne kadar kırılgan olduğunu bir kez daha gösterdi. HTŞ evet Halep’i ele geçirdi. Ancak bu ele geçirme durumunun sürdürülebilir olup olmadığı büyük bir soru işareti. Bir bölgeyi ele geçirmenin ötesinde, o bölgeyi uzun vadede elde tutabilmek çok daha karmaşık bir süreç. Bu süreç, yalnızca askeri üstünlükle değil, halkın desteği, bölgesel ve uluslararası dengeler, lojistik üstünlük ve yerel direniş gibi pek çok faktörle doğrudan ilişkili. Bu nedenle, HTŞ’nin Halep’te elde ettiği bu kazanımlar, yüzeyde hızlı bir başarı gibi görünse de, uzun vadede sürdürülebilir olmayabilir de. Zira Suriye iç savaşındaki örnekler, kontrolün geçiciliğini ve her an değişebileceğini defalarca kanıtlar nitelikte.

İç savaşlarda vekalet savaşı yürüten grupların tamamen dış güçlerin kontrolünde olduğu inancı doğru olsa bile eksik bir değerlendirmedir. 

Suriye iç savaşında da sıkça karşılaşılan savaşan grupların bir devletin “maşası” olduğu algısı sahadaki aktörlerin karmaşık ve dinamik yapısını göz ardı eder nitelikte. Örneğin; "HTŞ'nin Halep'e yönelik saldırısı, hangi dış gücün talimatıyla gerçekleşti?" sorusu, çatışmanın akışını kavramak için yetersiz kalacaktır. Evet, HTŞ bu saldırıyı gerçekleştirirken muhtemelen onay ve destek almıştır. Ancak bu grupların her zaman kendi bağımsız çıkarları ve stratejik hedefleri de vardır. Dolayısıyla vekillik her zaman sahada bir başka gücün maşası olmak anlamına gelmez. Üstelik sahada savaşanlar onlar oldukları için çatışmada karşılaştıkları gerçeklik, masada yaptıkları müzakereden çok farklı sonuçlar doğurabilir. Dolayısıyla sahada bir dış aktörün çıkarı lehine tutarlılık aramak ve dış sponsoru o tutarlılık üzerinden bulmaya çalışmak her zaman yanıltıcıdır. Sahada bir grubu bütünüyle kontrol etme varsayımı vekalet savaşlarının en kırılgan noktası ve dış aktörlerin en ciddi yanılgısıdır.

İç savaşlarda savaşan gruplar arasında geçişkenlik sandığımızdan fazladır. 

Çöken devletlerde faaliyet gösteren silahlı grupların kimlere hizmet ettiği veya hangi ideolojiyi benimsediği sürekli bir tartışma konusudur. Ancak bu gruplar, genellikle sabit yapılar olmaktan ziyade geçici koalisyonlar ve stratejik ittifaklar şeklinde hareket ederler. Bu gruplar içinde yer alan savaşçılar yer değiştirir, bir gruptan diğerine katılır veya tamamen bağımsız hareket etmeye başlar. Aile üyeleri başka bölgelere göç eder; bu durum, grupların demografik ve ideolojik yapısını sürekli olarak değiştirir. Bir grup tarafından ele geçirilen yardım malzemeleri ya da silahlar, zamanla çatışmalar ve el değiştirmeler yoluyla diğer grupların eline geçebilir. Silahlı gruplar, değişen güç dengelerine ve saha koşullarına hızla uyum sağlayarak varlıklarını sürdürmeyi hedefler. Bu adaptasyon sürecinde ideolojik motivasyonlar genellikle arka planda kalır. Savaşanlar açısından, hayatta kalma çabası ve savaş koşullarında stratejik avantaj sağlama arzusu belirleyici faktörler haline gelir. Bu hareketlilik, HTŞ ve benzeri grupların ideolojik sınırlarını daha da bulanıklaştırır ve net bir kimlik tanımlamasını zorlaştırır. Dolayısıyla Suriye’de Müslüman Kardeşler, IŞİD, HTŞ, ÖSO arasında kesin çizgiler çizmek oldukça zor. Birini diğerini ayırmak siyah beyaz renkler arasındaki fark gibi değil. Örgütler arasında gri alanlar oldukça geniş.

Savaş, normal olandan bir kopuş ya da geçici bir dönemden ziyade, bir yönetim biçimi olarak süreklilik kazanabilir. 

İç savaşlarda savaş öncesinin otoriter, yağmacı ve kriminal ekonomik normları mevcut durumun gereklerine hizmet edecek şekilde yeniden düzenlenip, kalıcılaştırılabilir. Bu anlamda çatışma geçici bir kriz ya da sonrasında gelecek kurumsal reformlar veya müzakere için bir kesinti olmaktan çıkar. Bu tür iç savaşlarda taraflar, bir çözüm üretmek ya da tüm ülkeyi yönetmek için değil, mevcut durumu koruyarak kendi etki alanlarını kaybetmemek amacıyla rekabet ederlerTaraflar çatışmaların sona ermesinden ziyade, aralıklarla parlayıp sönen ve süresiz bir şekilde devam eden bir durumdan hoşnut olabilirler. Herhangi bir müzakere olasılığı, savaşan tarafları müzakereleri bozucu şekilde hareket etmeye iter. Zira savaşan aktörler için barış ve kalıcı çözüm en tercih edilir seçenek olmayabilir. Lübnan’da iç savaşın 15 yıl (1975-1990) sürdüğü, Afganistan’ın 1978’den beri düzene ve barışa kavuşmadığı akılda tutulmalı.

Bir devlet çökerken, yalnızca o ülke değil, çevresindeki tüm komşuları da bu çöküşün altında kalır. 

Geçtiğimiz 25 yıl içerisinde Türkiye'nin sınırında iki devlet çöktü: Irak ve Suriye. Şu anda ise İran'ın nasıl çökeceği üzerine planların yapıldığı ya da en iyimser senaryoda bu ihtimallerin tartışıldığı bir dönemdeyiz. Çöken devletlerin yarattığı kaos ve istikrarsızlık, her zaman bölge ülkelerine ağır maliyetler getirir. Komşu devletin çökmesine bilfiil ortak olmuş devletlere daha da ağır maliyetler getirir.  Suriye örneğinde olduğu gibi, iç savaşın yarattığı şiddet dalgaları komşu ülkelere mülteci akınları, sınır güvenliği sorunları ve vekil grupların faaliyetleri gibi ciddi riskler olarak yansır. Bu durum, sadece güvenlik kaygılarını değil, aynı zamanda ekonomik ve toplumsal dengeleri de alt üst eder. Çöken bir devletin sınır komşusu olmak, o ülkenin içindeki istikrarsızlıkların, çatışmaların ve belirsizliklerin doğrudan etkisini hisseden bir konumda bulunmak anlamına gelir. Türkiye’nin mevcut sorunlarının odağında bu devletlerin çökmesine engel olmayıp bizzat katılması vardır. Afgan iç savaşına krizi fırsat olarak görerek taraf olan Pakistan bunun faturasını hala ödemeye devam ediyor. Türkiye iç savaşın tarafı olarak Suriye’yi Afganistanlaştırırken, tıpkı Pakistan gibi bunun karşılığında milyonlarca mülteciye ev sahipliği yapmak, her türlü terör örgütüyle uğraşmak gibi hiç hesap edemediği sorunlarla iç içe durumda. Üstelik komşusu Suriye’de büyük güçlerle karşı karşıya gelmek, bölgesel güçlerle rekabet etmek gibi riskleri de göğüslemek zorunda.

Sonuç olarak; Rusya'nın Ukrayna'da zayıfladığı, İran ve Hizbullah'ın İsrail ile meşgul olduğu bir dönemi fırsat olarak görüp, İran’ın çökmesine zemin hazırlayacak veya Suriye’deki iç savaşı körükleyecek hiçbir girişimin Türkiye’ye fayda sağlaması mümkün değildir. Bu tür süreçleri kontrol edebileceğini düşünenlerin, geçtiğimiz on beş yıla bakması yeterli olacaktır. Ancak bakmak kadar, bu geçmişten doğru dersleri çıkarabilmek ve görebilmek de önemli bir meziyet.

Kitap önerisi

Erdoğan'ın iktidarının ilk günlerinden ona karşı düzenlenen başarısız darbeye, Kürt barış sürecinden Arap ayaklanmalarına ve mülteci krizine kadar Türkiye ve Suriye’nin kaderinin nasıl birlikte örüldüğünü anlamak için Gönül Tol’un “Erdoğan”s War” kitabını okumanızı tavsiye ederim.

                                                     /././

Teknik resesyona girdik ama...-Binhan Elif Yılmaz-

Hem yüksek enflasyonun hem enflasyonla mücadelenin dar gelirliler, ücretliler üzerinde yarattığı tahribatı gidermek için herhangi bir politika adımı atılmadan, yeni kredi imkanları sermaye kesimi ve finans kapital lehine yaratılmaya başlanacak.

Bugün(29/11/2024) TÜİK, Temmuz-Eylül aylarını kapsayan 2024 III. çeyrek büyüme verisini açıkladı. Dolayısıyla geriden gelen bir veri. Ekonomi çeyreklik bazda yüzde -0,2 daraldı. Bir önceki yılın aynı çeyreğine göre artış ise yüzde 2,1 oldu.

Yayımlanan bültende bir de 2024 II. çeyrek verisine ilişkin güncelleme vardı. II. çeyrekteki yüzde 0,1 olan büyüme verisi yüzde -0,2 olarak güncellenince Türkiye ekonomisinin iki çeyrek üst üste daraldığı anlaşıldı. Teknik resesyon tanım olarak “çeyreklik bazda GSYH verisinde üst üste iki çeyrekte daralma” anlamına geldiğine göre Türkiye ekonomisi teknik resesyona girdi. Ama girdiği gibi çıkabilir, nedenleri aşağıda.

Üçüncü çeyrek büyüme verisini önce üretim yöntemiyle değerlendirelim. Çünkü üretim yöntemiyle hesaplamada sektör ayrımları önemli. 

III. çeyrek büyüme verisine göre GSYH'yi oluşturan iktisadi faaliyet kolları arasında inşaat sektörü ön plana çıktı. Yine ekonomik aktiviteyi sürükleyici sektör oldu ve yüzde 9,2 büyüdü. Bir önceki çeyrekte yüzde 6,5 büyümüştü. Depremin yıktığı çok geniş coğrafyanın yeniden imarının yanı sıra kentsel dönüşüm nedeniyle hızlanan inşaatlarla bu sektör büyümeye devam ediyor. Ancak inşaat maliyetleri tırmanıyor ve konut kredileri de el yakıyor. Kredi faizlerinde gevşeme beklentisi ise giderek yükseliyor.

Sanayi sektörü, son iki çeyrektir daralıyor. Sanayi sektörü III. çeyrekte yüzde -2,2 küçülürken, finans-sigorta faaliyetlerinde bir önceki çeyreğe göre toparlanma kendisi göstermiş durumda.

Büyüme kompozisyonuna harcama yöntemiyle baktığımızda hane halkı tüketimi yine en önemli bileşen. Aslında iki yıl öncesine geri gidersek çok etkili bir bileşendi, örneğin geçen yıl ilk çeyreklerde bir önceki çeyreğe göre yaklaşık yüzde 15-16 aralığında artış gösteriyordu.

Tüketim yavaşladı, ancak bir önceki çeyreğe göre daha canlı diyebiliriz. (II. çeyrekte yüzde 1,5'ti, III. çeyrekte yüzde 3,1 arttı.) Hane halkı tüketimi büyümeye 2,2 puan katkı yapmış oldu.

Diğer yandan Sayın Şimşek’in “program çalışıyor” diye sıklıkla ifade ettiği gibi program, dar gelirliler, yoksul hane halkları üzerinde çalışmaya devam ediyor. Gelir dağılımındaki bozulma sonucu yüksek talebe sahip önemli bir kesim olduğunu hep söyledik.

Devletin nihai tüketim harcamaları da üçüncü çeyrekte ekside. Tüketerek büyümeye kamu sektörü bu kez katkı sağlamadı. Seçim dönemlerinde ne kadar harcamacı bir yapıda olduğunu hepimiz gördük.

İhracat ise yüzde 0,8 oranında çok sınırlı bir düzeyde artarken ithalattaki azalış yüzde -9,6 olduİhracatta beklenen artış gerçekleşmeyince dış piyasada satamadığını içeride tüketime sunar ama sorunları daha derin, kendi ifadeleriyle “kredi maliyeti yüksek, kur düzeyi aleyhlerinde ve Avrupa ekonomisi durgun”.

GSYH’de III. çeyrekte gayrisafi sabit sermaye düşüş gösterdi. İnşaat sektöründe büyümeye rağmen bu azalış düşündürücü.

Son olarak büyüme verisine gelir yöntemiyle bakarsak; emeğin, bir başka deyişle işgücüne yapılan ödemelerin büyümeden aldığı payın hala tatmin edici düzeyde olmadığı, bir önceki çeyreğe göre azaldığı (yüzde 40,4’ten yüzde 36,4’e) görülüyor. Şimdi emekçinin gözü 2025 asgari ücret düzeyini belirlemek üzere aralık ayında toplanacak Asgari Ücret Tespit Komisyonuna çevrilmiş durumda.

2023 seçimlerinin ardından enflasyonla mücadele ön plana çıkarken ekonomiyi soğutacak sıkı para politikası adımları atılmaya başlanmıştı. Ama artık piyasa beklentileri ve uluslararası finans çevrelerinin öngörüsü, TCMB’nin aralık ayında faiz indirimine başlayacağı yönünde. Öyle ki reel kesim güven endeksi, perakende ticaret ve hizmet sektörü güven endeksleri toparlanmaya başlıyor. Sıkı para politikasının krediye erişimi sınırlayıcı etkisi ve hizmetler sektörü ve talep açısından baskılayıcı olduğu dönemin geride kalması için saflar sıkılaşıyor.

Hem yüksek enflasyonun hem enflasyonla mücadelenin dar gelirliler, ücretliler üzerinde yarattığı tahribatı gidermek için herhangi bir politika adımı atılmadan, yeni kredi imkanları sermaye kesimi ve finans kapital lehine yaratılmaya başlanacak. 

Para politikasında gevşeme olacaksa bu ancak mevcut sıkı duruşun enflasyon dinamikleri üzerindeki olumlu etkisinin görülmesiyle mümkün olmalı. Parasal gevşeme büyüme oranındaki düşüş kaygısıyla ilişkilendirilirse, enflasyonun tek haneye inmesi 2030’lara kalır

Enflasyonun düşüş trendine girme beklentisi ve merkez bankasının faiz indirimlerine geçişi önemli bir zamanlama meselesi. O nedenle salı günü açıklanacak kasım ayı enflasyon verisini görmek lazım.

Bu yılın II. çeyrek verisini 3 Eylül 2024 tarihli yazımla yorumlamış ve şöyle yazmıştım: “İyi haber, yavaşlama uzun sürmeyecek, kötü haber, daralıp durgunlaşacağız.” Büyümenin de enflasyonun da öngörülebilir olması dileğiyle.

                                                           /././

“Amerika’yı seversen, İsrail’i sevmek zorundasın”-Hasan Göğüş-

Kesin olan bir öngörü varsa, o da Trump 2.0’ın İsrail’e olan desteğinin her hâl ve kârda artarak devam edeceğidir. Türk-Amerikan ilişkilerinde önümüzdeki dönemde Türkiye’nin en fazla başını ağrıtacak konuların ilk sıralarında da İsrail ile ilişkiler, Filistin meselesi ve Hamas konusundaki görüş ayrılığı gelecek gibi görünüyor.

5 Kasım’a kadar Amerikan başkanlık seçimlerini kimin kazanacağını tartıştık. O tarihten bu yana da Trump’ın kazanmasının dünya politikaları ve Türkiye ile ilişkilere etkilerinin neler olabileceğini konuşuyoruz. En çok merak edilenler Trump’ın Avrupa’nın savunmasına olan taahhütlerinden geri adım atıp atmayacağı, Rusya-Ukrayna savaşını 24 saat içerisinde nasıl sona erdireceği, Çin’e karşı baskıyı artırmak amacıyla ne gibi politikalar izleyeceği…

Türkiye ile ilişkiler bağlamında gündeme gelen sorular ise, Trump’ın Suriye’de 800 civarında olduğu söylenen Amerikan askerlerini çekip çekmeyeceği, terör örgütleri YPG/PYD’ye verdiği desteği kesip kesmeyeceği, Türkiye’nin F-35 programına geri alınıp alınmayacağı…

Trump ne yapmayacak?

Trump’ın en büyük özelliği öngörülebilir olmaması. Bu nedenle yukarıdaki sorulara verilecek cevapları bilmek bu aşamada kehanetten öteye geçmiyor. Belki de Trump’ın ne yapacağından çok, ne yapmayacağını tartışmak daha kolay olacak.

Kesin olan bir öngörü varsa, o da Trump 2.0’ın İsrail’e olan desteğinin her hal ve karda artarak devam edeceğidir. Türk-Amerikan ilişkilerinde önümüzdeki dönemde Türkiye’nin en fazla başını ağrıtacak konuların ilk sıralarında da İsrail ile ilişkiler, Filistin meselesi ve Hamas konusundaki görüş ayrılığı gelecek gibi görünüyor. Zaten müstakbel Savunma Bakanı Pete Hegseth niyetlerini şu sözleriyle gayet güzel özetlemiş: “Amerika’yı seviyorsan, İsrail’i de sevmek zorundasın.”

Korku tüneli gibi bir Amerikan hükümeti

Biden dört yıllık başkanlık dönemi boyunca Türkiye’ye adımını atmadı. Son olarak GKRY Cumhurbaşkanı Christodoulidis’i ağırladığı Beyaz Saray’a da Türkiye’den kimseye adım attırmadı. Cumhurbaşkanı Erdoğan ile görüşmelerini İspanya, İtalya gibi üçüncü ülkelerde yapmayı tercih etti. Bu bakımdan denize düşen yılana sarılır misali Türkiye 5 Kasım seçimlerinde bir umut Trump’ı tercih etti. Seçim sonuçları belli olduğunda Cumhurbaşkanı Erdoğan “dostum” dediği Trump’ı ilk arayanlardan biriydi.

Trump 20 Ocak’ta görevi devralacak yeni hükümet için bakan adaylarını açıkladıkça, Türkiye’deki memnuniyet yavaş yavaş yerini korkuyla karışık bir endişeye bırakmaya başladı. Trump’ın kuracağı yeni Amerikan hükümeti, Türkiye için tam bir korku tüneli. Yarısı Kürtçü, diğer yarısı Rum/Yunan yanlısı, hemen hepsi de koyu İsrail taraftarı…

Amerika Türkiye’den Hamas ile ilişkilerini gözden geçirmesini istiyor

Türkiye, ne kadar hoşumuza gitmeyecek olsa da Amerika ile ilişkilerini geliştirmek istiyorsa, Hamas’a arka çıkan politikalarını gözden geçirmeye ve İsrail’e karşı daha mutedil bir dil kullanmaya zorlanacaktır. Geçtiğimiz hafta içerisinde gerek İsrail Cumhurbaşkanı Herzog’u taşıyan uçağa Azerbaycan’a giderken Türkiye hava sahasında üst uçuş izni verilmemesi, gerek Hamas’ın siyasi bürosunun Katar’dan Türkiye’ye taşındığına ilişkin çıkan haberler mutlaka Trump’ın yeni çalışma ekibi tarafından not edilmiştir. Bir ülkenin diplomatik ilişkileri bulunan bir başka ülkenin devlet başkanına ait VİP uçağına uluslararası bir toplantıya giderken uçuş izni vermemesinin bir başka örneği var mıdır? Bilemiyorum. Her ne kadar Katar’daki Hamas’ın Siyasi Bürosu’nun İstanbul’a taşındığı iddiaları Türkiye tarafından doğrulanmamış olmakta birlikte, bu konuda yapılan açıklamalarda Hamas yöneticilerinin zaman zaman Türkiye’ye gelip gittikleri kabul ediliyor. İsrail Hamas’ın 7 Ekim’deki terör saldırılarını önleyemeyerek bir istihbarat zafiyeti sergilemiştir. Ancak Lübnan’da yüzlerce çağrı cihazının uzaktan kumandayla patlatılması, yerin yedi kat dibindeki Hizbullah yöneticilerinin tespit edilerek öldürülmesi hâlâ güçlü bir istihbarat ağına sahip olduğunu gösteriyor. Hiç şüphe yok ki Hamas yetkililerinin nerelere seyahat edip, gittikleri yerlerde ne kadar kaldıkları MOSAD tarafından adım adım izlenmektedir.

İlk tepkiler Kongre’den gelmeye başladı

Trump yönetimi iktidarı devralmadan Türkiye’nin Hamas ile ilişkilerine yönelik eleştiriler ve talepler Kongre cenahında seslendirilmeye başlanıldı bile. Trump’ın partisine mensup üç cumhuriyetçi senatör Ted BuddRoger Wicker ve Joni Ernst geçen hafta yayınladıkları, Türkiye’yi ağır ifadelerle suçlayan   bildiride, 7 Ekim’de 46 Amerikan vatandaşını öldüren 12’sini de rehin alan Hamas liderlerine Türkiye’nin kucak açmasını üzüntüyle karşıladıklarını, ellerine müttefik kanı bulaşmış özellikle yargı kararıyla mahkûm olmuş teröristleri barındırmasının Türkiye’ye yakışmadığını belirttiler. ABD Dışişleri Sözcüsü Matthew Miller da Türkiye’nin Hamas’la ilişkilerini hiçbir şey olmamış gibi devam ettiremeyeceğini söyledi.

Öte yandan Başkan Biden’ın ahiren açıkladığı gibi Türkiye, Gazze için kurulacak barış masasında yerini almak istiyorsa, İsrail ile asgari bir ölçüde de olsa diyaloğa girmek durumundadır. Dış politikada U dönüşleri çok gördük. Yakında bir yenisini görürsek şaşırmayalım.

                                                            /././

Neden bazı sitelere erişimde sıkıntı oldu?-Füsun Sarp Nebil-

Çeşitli hizmetler veren Cloudflare'i ülkemizde en çok "dDOS temizleme hizmetleri" ile biliyoruz. Trendyol'undan, Yemeksepetine, çeşitli gazetelerden, eksisozluğe, arabam.com'a kadar pek çok sayıda Türk web sitesi tarafından da kullanılıyor. Detayları Dağhan Uzgur'a sorduk.

Dün(29/11/2024) bazı internet sitelerine erişimde sorunlar oldu. Buna denk gelenler, internet hatlarında sıkıntı olduğunu düşündüler. Ama aşağıdaki gibi mesajlarla, aslında şebekeden değil, sitelerin kendi sunucuları ile sorunlar yaşandığı anlaşıldı.

Gerçi siteler bir süre sonra -gecikmeli olsa da- açılıyordu ama internet erişimi açısından önemli bir sorun olduğu için araştırdık. Konunun uzmanlarından Dağhan Uzgur, dün bir tweet attı ve olayın merkezinde Amerikalı CloudFlare firmasından alınan hizmet olduğunu açıkladı.

"Türkiye geneli internet sorunu "yaşanmıyor."

Güvenlik hizmeti sunan Cloudflare Türkiye bağlantısında satürasyon mevcut. Sitelerini Cloudflare ile koruyan siteler bu sebeple açılmadı.

Herkes eşeği aynı kazığa bağlıyor sorun bu! :

Çeşitli hizmetler veren Cloudflare'i ülkemizde en çok "dDOS temizleme hizmetleri" ile biliyoruz. Trendyol'undan, Yemeksepetine, çeşitli gazetelerden, eksisozluğe, arabam.com'a kadar pek çok sayıda Türk web sitesi tarafından da kullanılıyor.

Dağhan Uzgur'a detayları sorduk.

- CloudFlare'in ne hizmeti olduğunu söyler misiniz?

Cloudflare, internet siteleri ve uygulamalarının daha hızlı, güvenli ve erişilebilir olmasını sağlayan bir altyapı ve güvenlik firmasıdır. DDoS saldırılarına karşı koruma sağlarken, içeriklerin hızlı bir şekilde yüklenmesi için CDN (içerik dağıtım ağı) hizmeti vermesini sağlar.

- Kimler ve ne için kullanıyor?

Küçük işletmelerden e-ticaret sitelerine, bloglardan uluslararası kuruluşlara kadar birçok kişi ve kurum Cloudflare kullanmakta. İnternet sitesi ve servislerin sunulduğu sunuculara ait IP adreslerinin gizlenmesine de olanak sağlayan Cloudflare, internet kullanıcısı ile içeriğin barındığı sunucu arasına girerek trafiği kontrol etmekte ve gerçek sunucu IP adresinin gizlenmesine imkan sağlamaktadır.

Bu hizmeti sağlayabilmek için büyük miktarda trafiğin yönetilmesi gerekmekte. Örnek vermek gerekir ise kullanıcı Cloudflare servisi kullanan internet sitesine ulaşmak istediğinde tarayıcısından ulaşmak istediği internet adresini yazar. Yine Cloudflare üzerinden sunulan DNS servisiyle Cloudflare’ye ait sunuculara istek ulaşır. İstenen fotoğraf kendinde var mı kontrol eder, dosya yok ise gerçek içeriğe sahip internet sunucusuna ulaşır ve kendine çeker.

Bu aşamadan sonra ise artık diğer kullanıcılar aynı fotoğrafı istediğinde Cloudflare bu dosyayı kendi sistemleri üzerinden sunmaya başlar. Cloudflare, dünya genelinde yaklaşık 24 milyon aktif web sitesine hizmet vermektedir. Bu sayı, özellikle en çok trafik alan ilk 10 bin web sitesinin yüzde 43'ünü kapsayarak yüksek trafik hacmine sahip alanlarda önemli bir pazar payına sahip olduğunu göstermektedir. [1] Aynı şekilde bilinen çoğu popüler 145 bin Türkçe siteye de hizmet sunmaktadır. [2]

Cloudflare'nin çalışma biçimi

- Yaşadığımız bu erişim sıkıntısının nedeninin doluluk olduğunu söylediniz. Açar mısınız?

28 Kasım 2024 akşam saatlerinde yaşanan sorunda, bu içerikleri sunmak için konumlandırılan "İstanbul geçici dosya cache depolama erişiminde" sıkıntı yaşandı. Bu da popüler yüzlerce sitede erişim sorunlarına neden oldu. Problem anında yaptığım tespite göre bu sorun global değil sadece İstanbul sunucusu üzerinden servis alan websiteleri için yaşandı. [3] Bu teknik sorunun ülke çapında internet problemi olarak algılanmasının sebebi ise çoğu popüler sitenin aynı hizmeti Cloudflare’den alması oldu. [4]

- Çözüm nedir?

İnternet her ne kadar bağımsız ve yedekli olarak tasarlanmış olsa da son yıllarda içeriklerin büyük çoğunluğunu sunan şirketlerin tekelleşme seviyesinde büyümesi bu tip global sorunları beraberinde getirmekte. Bir diğer örnek olarak Netflix'in Tyson-Paul boks maçını yayınlarken kullandığı internet, saniyede terabitler düzeyinde veri trafiği oluşturdu. Dünya genelindeki toplam internet trafiğinin yaklaşık yüzde 15-20’si bu yayın sırasında Netflix tarafından kullanıldı. Bu durum, yüksek eş zamanlı izleyici sayısı (65 milyon) nedeniyle özellikle yoğun saatlerde bazı bölgelerde bağlantı sorunlarına yol açtı .

İçerik dağıtım ağı (CDN) hizmeti sunanlara bakınca dünyayı 5 şirketin sırtlanmış dolduğunu görüyoruz. Akamai yüzde 30, Amazon CloudFront yüzde 20, Cloudflare yüzde 19, Google Cloud CDN, yüzde 15 Microsoft Azure CDN, yüzde10 ile "internetin gerçek sahibi” gibi görünüyorlar.

Bu noktada stratejik öneme sahip internet ve hayatı direkt etkileyen hizmetlerin aynı sağlayıcılar ile hizmet vermeye çalışması dışa bağımlılığı arttırıyor. Her an gerçekleşebilecek basit bir sistem hatasında bile ülkemizde sürekli kullanılan servislerin durması an meselesi. Bunun önüne geçebilmek için ise yerel sistemlerin kullanılması çok önemli.

Telkoder Kasım 2024, Elektronik Haberleşme Sektörü Takip Raporu'nda not düşüldüğü üzere İnternet Değişim Noktaları 2019, Veri Merkezleri 2020 yılından bu yana Yıllık Programlarda yer almaktadır. Ancak bugüne kadar bu konularla ilgili henüz herhangi bir adım atılmamıştır.

Savaş, doğal afet ve teknik sebepli kesintilerde hayatın akışının durmaması için bu noktada çalışmaların artık yapılması ve internet trafiğinin ülke içinde kalması için gerekli çalışmaların yapılması gerekmektedir.

- Bu ülkede İnternet Değişim Noktası (IDN) neden yapılmadı?

Bu noktada biz de yeniden hatırlatalım. Bu ülkede telekom servisinin kötü olmasının en önemli nedeni altyapının iyi planlanmamış ve yapılmamış olmasıdır. Altyapı dediğimizde en önce akla fiber optik şebekenin zavallığı geliyor ama altyapı bileşenleri arasında Veri Merkezleri ve Internet Trafik Değişim Noktaları önemli.

Fiber Optik şebeke in Türk Telekom, BTK ve hükümet yetkilileri habire "yeterli şebeke var" dediklerinde soruyoruz. Madem varsa o zaman neden dünya sıralamasında 102.sıradayız. Yani birinci sorunumuz fiber optik yatırımların zavallılığı.

Ama Veri Merkezleri de çok çok önemli. Hükümet (BTK) Veri Merkezleri için düzenleme, teşvik vs konularında zayıf kaldı. Bu nedenle de yabancı veri merkezlerinin ellerindeyiz. 

Diğer yandan İnternet Trafik Değişim (IDN) noktası için 25 yıldır yaza yaza, konuşa konuşa dilimizde tüy bitti. Bunlar internetin kavşak noktalarıdır ve trafiği rahatlatır. Güvenlik konusuna destek olur. En önemlisi bu kavşak noktaları trafiğin yoğun geçmesi nedeniyle politik ve de teknik bir güçtür.

İnternet Değişim Noktaları 2019, Veri Merkezleri 2020 yılından bu yana BTK'nın yıllık programlarında yer almaktadır ve bugüne kadar bu konularla ilgili henüz herhangi bir adım atılmamıştır.

Ayrıca, BTK 2021 Yılık İş Planı’na göre Türkiye İnternet Değişim Altyapısı kurulmasına ilişkin çalışmaların Aralık 2021 tarihinde tamamlaması planlanmıştır. Söz konusu çalışmalar tamamlanmamış olmakla birlikte, 2022 yılından itibaren BTK İş Planlarından da çıkarılmıştır.

Bu yazının özeti şu; bu altyapı ile ne sıkıntı çeksek azdır. Bundan böyle artması da mümkündür. Buna karşı Telekom Sektörünü, BTK'yı, Hükümeti harekete geçiremiyorsak da bize müstehaktır. Bizim bölgeye etkisi olmasa da, Avrupa bir sabotaj endişesi yaşıyor. Bu endişenin bize yansıyacağı gelişmeler olacak mı bilemiyoruz. Ama bu tür gelişmeler olursa, o zaman daha çok pişman olacağız.


 [1] Cloudflare Usage Statistics

[2] Websites using Cloudflare Turkey

[3] Network Performance Issues in Istanbul

                                                             /././

Şehreküsenler ve şehreküstürülmüş Yusuf -Gökçer Tahincioğlu-

Edebiyat hayatı olmuştu Yusuf’un. Şiirler, öyküler hayatı olmuştu. Çinçin’in ortasında bir varile ne bulduysa atıp yakar, topladığı bütün arkadaşları için şiir geceleri düzenlerdi. Mahallede cinayet işlendiği bir günün gecesinde bile şiir şerhi yapmaktan vazgeçmedi.

Gözleri yerde, mahcup ama bıçkın hallerle bundan 15 yıl önce tanışmaya geldiğinde Yusuf’u, öykülerini, isyan ettiren ve sürekli baş kaldırdığı kaderini, hikayemizin bu kadar yarım, bu kadar eksik, bu kadar acıyla biteceğini bilmiyordum.

Yolda tesadüfen gazetecileri görmüş, onlara öyküler yazdığını, bu konuda birileriyle konuşmak istediğini söylemiş, o gazetecilerden birinin yönlendirmesiyle yanıma gelmişti.

Ne istediği belli değildi. Öykülerinin okunmasını, hazır olduğunda basılmasını istiyordu elbette ama kiminle, nasıl bağlantı kuracağını, nasıl ilerleyeceğini bilmiyordu. Acelesi yoktu, öğrenmek, çok öğrenmek istiyordu. Öğrenciydi daha…

Kalemi öylesine güçlüydü ki satırları insanın yüzüne buza kesmiş bir su gibi çarpıyordu.

Ve kendi öyküsü de buz gibiydi zaten…

* * *

Şimdilerde kentsel dönüşümle yok edilmeye çalışılan Yenidoğan ve yanı başında Çinçin’e, Ankara’da mecbur kalmayanlar uğramaz.

Başkentin ortasında belalı adamların, belalı çocukların, belalı kadınların mahalleleri.

İnanılır ki başkentin kalanında; öyle tanıdığı olmadan buralara giren, soyulmadan ya da dayak yemeden çıkamaz.

Bundan birkaç yıl öncesine kadar daha beterdi…

Polis, zırhlı araçlarla girerdi mahalleye, itfaiye mümkünse girmez, ambulans polissiz gitmezdi.

Yusuf Arslantaş, o mahallede doğdu.

* * *

Sadece “kentsel dönüşüm” söz konusu olduğunda varlığı anımsanan, görünmez gecekondulardan birinde.

Daha 11 aylıktı ki çaydanlığı döktü üzerine.

Gözkapaklarına kadar yandı.

Boğazındaki izler nedeniyle liseden sonra hiç kesmedi ince ve keskin yüzüne çok yakışan sakallarını.

Fakirliğini annesinin soluğuyla fark etti.

Annesinin hamileyken yediği dayaklardan belki, Yusuf doğduğunda bir gözü diğerinden tembeldi.

Doktor, sağlam gözü bandajla kapatmayı önerdi.

Annesi, parasızlıktan yapışkanı bitmiş bandajı yalayıp yeniden yapıştırırken gözüne, gözbebeklerinin içine vuran o ıslaklık ve ağız kokusunu, “fakirlik” diye belledi.

* * *

Babası daha o doğmadan önce ve doğduktan sonra her gece eve sarhoş geldi.

Geldiğinde, bahçede önce annesini döverdi. Yorulmamışsa, ablasını, sonra Yusuf’u. Bazen, gücü kuvveti fazla olduğunda, kendi anne ve babasını.

Babası tarafından bazen yumrukla uyandırılırdı.

Bazı babaların çocuklarını öperek uyandırdığını fark ettiğinde, canı, yediği yumruklardan daha çok acıdı.

* * *

Yenidoğan’da o zamanlar yurtsuz Romanlar, göç etmeye zorlanmış, Kürtler, fahişeler, uyuşturucu satıcıları, hırsızlar, katiller otururdu.

Sokakları karanlık ve sidik kokan, çöplerin alınmadığı, sokak lambalarının yanmadığı, çocukların üzerlerinde uçuşan yarasalarla oynaştığı sokaklara hiç bitmedi sevdası.

Büyük kuzenleri, Yusuf biraz büyüyüp, pazarda poşet sattığı yıllarda, başka mahalleden çocuklarla üzerine iddiaya girip kavga ettirdi.

Ama ağzından burnundan kan geldiği evde, üç kuruş parayla aldığı, sağdan soldan bulduğu kitapları hatmederdi.

Şiir sever, şiir sevdiğini sadece çok sevdiği arkadaşlarına duyururdu.

Ve kimsenin duymadığı sesle mırıldandığı duasını her akşam okurdu:

“Allah’ım, burada unutulup gitmeme izin verme...”

* * *

Bir gün, o serin ve Yusuf’a göre “güzel ailelerin yaz içeceklerinden birini” marketten çalmaya çalıştıklarında yakalandı.

9 yaşındaydı, elleri kelepçelenip tokatlandığında, devletin nezdinde bu mahallenin çocuklarının çocuk olmadığını anladı.

13 yaşında, komşularla ailesi girdiler birbirlerine.

Babası yaralandı, amcası cezaevine atıldı.

Aile Yenidoğan’dan Çinçin’e, daha ucuz ve belalı olabilecek tek yere taşındı.

Hep kavga etti.

Lise sonda, yine kavga edip, bu kez okuldan atıldığında Çocuk Şube’nin kapısında, evi temizlikçilikle geçindiren annesinin başkasının kirlerini temizlemekle geçen ömrü boyunca umudunu yitirmeyen gözlerindeki yaşları fark etti.

Ve büyük bir gönül yıkımı gibi utanmayı keşfetti.

* * *

Utandı ve kendine inandı Yusuf.

Önce işe girdi.

Ankara’nın en zenginlerinin yaşadığı bir sitede bahçe işleri…

Her gün o villalardan çıkıp, Çinçin’deki fakirliğe gitti.

Temizlik yaptı bazen, bazen hamallık, dershane parasını biriktirdi.

Sadece bir sene sonra, dereceyle Hacettepe Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı bölümüne girdi.

* * *

Çok güçlü ve bir o kadar çelimsizdi… Hastalanıp okulun ilk senesinde böbreğinin tekini kaybettiğinde bile herkesten güçlü hissetmekten vazgeçmedi.

Erken öleceğini ve başarmak için elini çabuk tutması gerektiğini hissetti.

Okulda küfretmemesi, mahallede kibar konuşmaması gerektiğini öğrendi.

Edebiyat hayatı olmuştu Yusuf’un. Şiirler, öyküler hayatı olmuştu. Çinçin’in ortasında bir varile ne bulduysa atıp yakar, topladığı bütün arkadaşları için şiir geceleri düzenlerdi.

Mahallede cinayet işlendiği bir günün gecesinde bile şiir şerhi yapmaktan vazgeçmedi.

Okul ise mahalleden farklıydı.

Sınıf arkadaşının son model arabası üzerine sohbet ettikleri akşamın ertesinde, kömür sırasında bekledi.

Kutu kutu dağıtılan yardımları eve utanarak taşıdıktan sonra geldiği fakültede, yardımların yapılış biçimi ve alanların siyasal tercihleri üzerine konuşmaları dinledi.

Yadırgamadı, öğrendi.

* * *

Annesinin Türkiye haritasını hiç görmediğini öğrendiği gün, düşündü, dinleri, milletleri, sınırları, büyük kutsalları.

Kendi deyimiyle, hep, “iktidar olamayan partileri, şampiyon olamayan takımları ve gözlerini kaçıran kızları” sevdi.

Okulu bitirdi, çalmadık kapı bırakmadığında annesini temizliğe göndermeyeceği bir iş için, hep geri çevrildi.

KPSS’den aldığı puana rağmen, alıştığı işler dışında, uzun bir süre işsiz gezdi.

Ve sonra çok hak ettiği bir işe girdi.

Devlet Arşivleri’ne…

Rüya gibiydi. Hem işe girmek hem o mahalleden çıkan ve üniversiteyi bitiren, Osmanlıcaya da hâkim bir genç olarak o kapıdan adım atmak…

* * *

Evlendi, bir yuvası vardı artık. Küçükken özendiği yuvalar gibi bir yuvası…

Bir oğlu oldu ardından… 30’larının ortalarına kadar böyle geldi.

Hayat mücadelesi sırasında öykülerini ihmal etmiş ancak vazgeçmemişti.

Ve 15 yıl önce başladığı ziyaretlerini de hiç eksiltmemişti.

“Artık yayımlansa şu öyküler abi” diyordu…

“Çalışalım hadi” dediğimde canla, başla, hevesle çalışıp, örnek öyküler seçti.

Kalemi hep görkemliydi ve eski öykülerinden de vazgeçmeyi istemiyordu.

“Önce bunlar” dedi…

Gönderdik o öyküleri SRC Yayınevi’ne… Yeni ve güçlü bir yayınevi… Yusuf merakla beklemeye başladı gelecek yanıtı.

Ve o yanıt, bir yayınevinin normal hızından çok daha hızlı bir biçimde birkaç gün önce geldi.

Elbette gözden kaçırılamayacak kadar güçlüydü kalemi, basacaklardı Yusuf’un kitabını…

* * *

Sabırla beklemesini söylediğimden beri bir süredir görüşmemiştik, heyecanla haberi vermek için aradım Yusuf’u… Yok, kapalıydı cebi…

Yıllar önce hayatını anlatmasını istemiştim Yusuf’tan… “Abi, geniş zamanda oturalım” yanıtını verip, yazmayı tercih etmişti.

Şöyle bitiyordu güzelim mektubu:

“Son olarak abicim, varoş kelimesinin diğer bir anlamı da ‘şehreküstü’ imiş. Herhalde hiçbir kelime ifade ettiği gerçeklikle bu kadar örtüşemez. Ben ki tüm uyuşturucu satıcılarının, gaspçıların, karısını döven kumarbazların, karton toplayan Çingenelerin... Kısaca Yavuz Abi’lerin, Beto’ların, Ayyaş Dursun’ların, Hırsız Bülent’lerin, Sapık Orhan’ların, Latife Abla’nın, Çingene Songül’ün, Belalı Hacer’in... ruh ve akıllarıyla; Oğuz Atay’ların, Nâzım Hikmet’lerin, Necip Fazıl’ların, Sezai Karakoç’ların, Edip Cansever’lerin, Turgut Uyar’ların, Kafka’nın, Shakespeare’in, Albert Camus’un... Ruh ve akıllarını içinde eritmiş bir sesle haykırıyorum. Biz şehre küsmedik abi küstürüldük.” 

* * *

Daha otuzlarının ortasında, oğluna, eşine, işine, hayata doyamadan ölüp gidivermişti Yusuf.

Müjdeli bir haberi vermek için heyecanla aradığım günden tam 16 gün, bu yazıdan tam 18 gün önce…

Kahramanlarının erkenden öldüğü öykülerindeki gibi ölüp gidivermişti.

Mahalledeki, kaderi değişmeyen, bu ülkenin onlara çizdiği yazgının içinden çıkamayan arkadaşlarına, hayatı orada yokluğun içerisinde, unutulmuş geçenlere üzülürdü Yusuf… Çocuklara, kadınlara, gecekondulara…

Atçı Süleyman’a, Berber Zeki’ye, Beto’ya, Badland’e…

Bir başka kaderde doğsa, çoktan tanınmış bir öykücü olmuştu bile…

Ama gitmeden önce sesleri olup o insanların, öykülerini bıraktı bize…

Elveda Yusuf…

Böyle buruk, bu kadar eksik…

Selam olsun şimdi sesi olduğun varoşlara, buz kesen rüzgarlarına, karanlık sokaklarına, o sokakların hikayelerine ve çocuklarına, en çok çocuklarına…

Umalım ki bir gün güzel ve tamama ermiş öyküleriyle…

                                                           /././

Her şeyi gibi gidişi de radikal oldu: Devrimci Sadık Varer’i kaybettik -Eray Özer-

Ressamdı Sadık Abi. Diğer ressamlar gibi ressam değildi ama. Sokağın, mahallenin, işçi sınıfının ressamıydı. Enternasyonalizmden de ödün vermezdi ama… Paris, Dortmund, Wuppertal, Duisburg, Nice, Cannes ve Marsilya… Buralarda 18 kişisel sergi açtı. 100 kadar karma sergiye katıldı.

“Metris Cezaevi'nde, 'mağduriyeti' akıllarından bile geçirmeden yıllarca direnerek işkencecilerine 'pes ettiren' kadın – erkek yüzlerce devrimciden de söz edilsin...”

12 Eylül kitabının eksik kalmış sayfalarından biridir “direnenler…”

Haklarında az yazılmış, az çizilmiştir.

Tek tip elbiseye ve devrimci direnişi kırmak için askeri yönetimin “icat ettiği” onlarca onur kırıcı uygulamaya inatla direnenler bu konuda konuşmayı pek sevmezler.

Türlü işkencenin karşısında dağ gibi duran bu koca yürekli adamlar/kadınlar, birkaç yüz kişilik bu “dev ordu” iki sebepten ötürü susar aslında:

Bir. Olağanüstü koşullar ve şiddet dalgası karşısında kendileri kadar güçlü duramayıp, insanüstü bu koşullara dayanamayıp çözülen devrimci arkadaşlarını üzmek istemezler.

İki. 12 Eylül’ün “mağduru” saymazlar kendilerini. “Muhatabı” bilirler.

“Savaştık, yenildik. Değil mi ki ezilmedik, biz aslında hiç yenilmedik.”

Bir tekerlemeleri olsa herhalde böyle bir şey olurdu.

Yenilgilerinden bile rahatsız olduklarından 12 Eylül’ü dillerine pelesenk etmezler.

Lakin girişteki alıntı da direnenlerden birinin kaleminden çıkma: Metris direnişinin sembol ismi, dün ebediyete uğurladığımız Sadık Varer’in…

Ama öyle büyük puntolarla fiyakalı duvarlara asmamış bu dileğini Sadık Abi.

Naif bir internet bloğunun 8 Eylül 2010 tarihli kuytu bir köşesine iliştirivermiş her zamanki tevazusuyla.

İstemiş ki 12 Eylül’ün işkencecileri, faşistleri, Esat Oktay Yıldıran’ları, Raci Tetik’leri kadar direnişçileri de konuşulsun.

İstemiş ki, uğruna bir ömür adadığı devrimciliğinin yankısı mağduriyet duvarlarına çarparak yeni kuşaklara bir umutsuzluk dalgası olarak dönmesin.

İstemiş ki, insanın insana tahakkümünü reddedenlerin ciğerlerini çaresizlikle kararmış pis bir duman kaplamasın.

Umudu dürtelim, umutsuzluğu yatıştıralım istemiş. Gençlere direnişle de örnek olmak istemiş.

Dün kaybettik Sadık Abiyi.

Kardeşi ve yoldaşı Cumali abi söyledi; dört günde ağırlaşmış, hızla göçmüş bu dünyadan.

“Her şeyi gibi gidişi de radikal oldu” dedi Cumali abi.

Ressamdı Sadık Abi. Diğer ressamlar gibi ressam değildi ama.

Beyoğlu’da, Nişataşı’da değil Kartal’da icra ediyordu sanatını. Parası olmayan çocukları Güzel Sanatlar sınavlarına hazırlıyordu.

Sokağın, mahallenin, işçi sınıfının ressamıydı.

Enternasyonalizmden de ödün vermezdi ama… Paris, Dortmund, Wuppertal, Duisburg, Nice, Cannes ve Marsilya… Buralarda 18 kişisel sergi açtı. 100 kadar karma sergiye katıldı.

Lazlığıyla gurur duyar, Laz kültürünü anlatmayı pek severdi.

Hayatı boyunca parayla pulla işi olmadı. 11 yılını hapiste geçirdi. Devindi, değişti ama devrimciliğinden milim ödün vermedi.

Neyi doğru biliyorsa yazdı, çizdi, söyledi. Kimseye eyvallah demedi.

Direnenlerdendi Sadık Abi.

Ölümüne kadar hep direndi.


NOT: 29 Kasım Cuma günü Maltepe Türkan Saylan Kültür Merkezi’nde bir buluşma gerçekleştirilecektir. Uğurlama töreni 19.00’da başlayacak olup 17.00’den itibaren taziyeler kültür merkezinin cafe bölümünde kabul edilecektir.

Cenazesi 1 Aralık Pazar günü ona yakışan bir törenle Ardeşen’de, yağmurlar ülkesinde defnedilecektir.

                                                               /././

Google Haritalar güncellendi: Artık polis noktaları da görülecek

Google Haritalar, sürücülere hız radarlarının yerini gösteren uygulamasına son verdi. Artık uygulamada bunun yerine "Polis" seçeneği bulunuyor. Kullanıcılar sadece radar bölgelerini değil tüm polis noktalarını paylaşabilecek.

                                                      ***

(T24)



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder