Bretton Woods’u terk edip günümüze gelen kapitalizm(III) -Bilsay Kuruç-
Servet sermaye sınıfına ait bir ayrıcalıktır. O hedefe o sınıf içinden gidilir. Yeni ve büyük kudret yaratmanın sırrı burada. Emeğin söz sahibi olduğu bir ekonomi-toplum-siyaset tablosu sermayenin dünya ölçeğindeki yayılma, genişleme ve mutlak karar sahibi olma senaryosu ile bağdaşmaz. Sermayeyi emniyete almak lâzım!Devam ediyoruz. Kapitalizm 1980’den sonra yeniden, çok yönlü doğdu. Devleti ve toplumu kendine göre şekillendiremezse kapitalizm olamazdı. Dünyanın tamamından azı ile yetinemezdi. Bu iddia ile militanca baktı. Toparlayarak gidelim.
KUDRET
Kapitalizm 1950’den sonra üretim gücü ve yüksek verimlilik (prodüktivite) artışları ile kudret kazanmıştı. Amerika öncü ve hâkimdi. Kapitalizmin bu tarihi rolünde “sorumlu makam”dı. 1970 ile duraklama, sıkıntı ve enflasyon geldiği zaman ne olacaktı? Tarihi rol ve kudret tükenmiş miydi?
Hayır. Amerika kapitalizmin yeni kudret senaryosunu yazabilir ve uygulayabilirdi. Son 40 yılda bunu gösteriyor. Yeniden üretim gücü ve yüksek verimlilikle kudret yaratmanın bir başka senaryosu mu? Yine ulus devletlerin gelir ve bir miktar refah artışları için (makro) ekonomi politikaları mı? Çalışanlar da aileleriyle haftada iki, bilemedin bir kez lokantaya gidebilsin diye yeni politikalar mı?
Hayır efendim. Kapitalizmin yeni motoru borçlanma ile borç stokunu büyüterek işleyecek, gelir artışlarını gözeterek değil. Bu senaryoda prodüktivite artışları da olacak ama ana hedef servet birikimi yaratmaktır. Yepyeni bir hedef. Herkes için mi? Öyle şey olur mu? Servet sermaye sınıfına ait bir ayrıcalıktır. O hedefe o sınıf içinden gidilir. Yeni ve büyük kudret yaratmanın sırrı burada. Prodüktivite ve gelir artışları bu senaryoda yan üründür. Servet sermaye sınıfı için bambaşka bir şeydir. Bir “kutsallığı” vardır, dersek abartmış olmayız. İktisatçı gözüyle bakınca klasik iktisat babalarının vurguladığı gibi, servet prodüktif olmayan (İngilizce, “unproductive”) bir stoktur. Bir “özel mülkiyet”ten ibarettir. Sermaye sınıfı niçin gelir artışında değil de servetinin artışında kudret ve bunun da ötesinde güvence arıyor? Buna girmeyelim. Düşünürlere bırakalım.
ENTERNASYONAL
Gelir ve prodüktivite artışlarını başat yapan senaryodan (Bretton Woods, BW, diyelim) serveti başat kılan senaryoya geçiş elbette Amerika’nın öncülüğünde, onun taşıyacağı iddia ile olacaktı. Geçen yazıda (18 Kasım) yazdım. Yeni bir “para damarı” döşenecek ve kurumlar bununla uyumlu “metamorfoz” geçirecekler. Bu kurgu kendi için siyaset alanını ve siyasetçilerini yeniden yaratacak. “Para damarı” siyaset alanına gömülecek (İngilizce sevenler, “embedded” diyorlar) ve yeni bir yapı oluşturacak. Bu yapı devlet katındaki kurumların, bu kurguya uyum göstererek “metamorfoz” geçirmesiyle iç içe ortaya çıkacak. Bunlar oldu mu? Fazlası oldu ve oluyor. Daha sonra konuşalım.
“Para damarı”ndan “dünya parası” akar. O “dolar”dır. Kapitalizmin bu senaryosu için bu kadarı yeterli mi? Yetmez ama evet. Senaryonun servete giden yolda kesintisiz işlemesi için “ucuz finansman” lazımdır. Kısacası, “dolar”ı işletecek, onunla dünya ölçeğinde işleyecek “ucuz finansman”. Dolar-ucuz finansman kaynaşması sermayeyi “enternasyonal”leştiriyor. Son 40 yıllık dünya ekonomisinin öz sahibi gibi bir sermaye enternasyonali oluşuveriyor. Her ülkenin sermayesi kendini arkada, duvarda sermaye enternasyonali yazan bir fotoğrafla takdim etmeye özen gösteriyor. Bu sosyal demokratların ritüel kıvamındaki “sosyalist enternasyonali”ne benzemiyor. Onu da kucağına alarak dünyaya son 40 yılı armağan ediyor. Bu 40 yıl öğretmiş olmalı ki enternasyonalleşmiş sermayenin buyurduğu politikalar çizgisinden vazgeçip “ulusal” çerçeveye, onun politika tercihleri çizgisine dönüş kapitalizmin 1980 sonrası mantığına aykırıdır. Kabul edilemez. Böyle bir dönüş kapitalizm için iflah olmaz çöküş demektir. Kapitalizmin son kırk yılda yarattığı kudreti ufalanır. Çünkü “ulusal sermayeler” dönemi artık kapanmıştır.
Bank of International SettlementsEMNİYETE AL
Başta, kapitalizm 1980’den sonra çok yönlü bir doğum yaptı, dedim. Finans alanının kapitalizm için dünya çapında seferber ve servet yaratıcı olabilmesi için, önce sermaye sınıfı için temel dava garantiye bağlanmalı. Kısaca, emek sermayenin servete doğru koşusunda “ayak bağı” olmamalı. Geri dönüşsüz! Çünkü emeğin söz sahibi olduğu bir ekonomi-toplum-siyaset tablosu sermayenin dünya ölçeğindeki yayılma, genişleme ve mutlak karar sahibi olma senaryosu ile bağdaşmaz. Sermayeyi emniyete almak lazım!
Ne lazım? İktisatçıların “emeği bir çeşit nesneye dönüştürme” (“commodification”) diye tanımladığı bir süreç değişmez politika olarak kurgulanacak. Ustalık istiyor. İş 1979-83 döneminin “mimarı”, o tarihlerde Fed’in başkanı Volcker’la başlayacaktır. Bunu yazdım. Amerikan ekonomisinde daha önce görülmemiş bir “yüksek faiz” politikasını demir yumruk olarak kullandı. Amacı enflasyonu düşürecek bir para politikasıyla yetinmek değil, onu da fırsat olarak elinde tutarak kapitalizme “Sahip kimdir?”in disiplinini göstermek, kabul ettirmekti. Demir yumruğu açıkladıktan üç gün sonra, Amerikan Bankalar Birliği’ni topladı. Onlara “Bunu benimseyeceksiniz!” (“Stick to it!”) dedi. Arkadan Amerikan sendikacıları da kuyruğa girip demir yumruğu bir “ulusal görev olarak” (!) özümsediler. Üç yıl sonunda hem Amerikan hem dünya sermayesi Volcker’e “Abi” dedi.
Ne olmuştu? Sermaye tarafından bakınca, kapitalizmin yeni dünya senaryosu “dolar+ucuz finansman” kapısı açılarak adı konmaksızın başlamıştı. BW’nin bağrında 1971’e kadar yattıktan sonra evlatlıktan reddedilen “altın standardı”nın yerini Fed almıştı. Bu başlangıçtı. 1980’lerden 2008’e kadar geçen sürede Fed o yeri koruyacak, pekiştirecek ve “2008 çöküşü”nden sonra, “Metamorfoz”un şart kıldığı şekilde, kapitalizmin dünya ekonomisinde “merkez komutanı” makamına resmen oturacaktı.
Bir de emek tarafından bakalım. Volcker’in demir yumruğu 1979’da yüzde 6 olan işsizliği üç yıl içinde iki katına çıkardı. İşsizlik artar, ücretler artmaz iken sendikaların girişimleri ve eylemleri sonuç vermedi. Siyaset sermayenin yanındaydı. O ara başkanlığa gelen Reagan ise sermaye-siyaset-devlet mutabakatı için tam aranan aktördü. Hollywood’da yerlilere karşı kahramanca savaşan ikinci sınıf kovboy idi; siyasette de emeğe karşı sınıf savaşının baş aktörü oldu. Kapitalizmin senaryosunda ilk siyaset “kahraman”ları arasına yazıldı. Volcker’in demir disiplini siyaset için zemini hazırlamıştı. Reagan tüm grevleri zorbalıkla kırdı. Amerikan sendikacılığının köküne kibrit suyu döktü. Enternasyonal çapta “commodification”ın perdesini açtı. Sermayeyi emniyete aldı. Sermaye onunla hep “gurur duydu”.
IMF’nin “yapısal uyum” reklamlarından bir görünüş‘YAPISAL REFORMLAR’
Bu başlıkta ilginç bir albeni var. Herkes kendi düşündüklerinin masum bir başlığı diye okuyor. Masumiyet kavramının dışına çıkmayı becerirsek sermayenin özel aklı ile icat edilmiş bir “parola” olduğunu keşfedebiliriz. IMF ve Dünya Bankası mutfağında pişirilmiştir. Oradan ilk servisi yapılan tabakta nasıl bir yemek var? Bu bir “commodification” tabağıdır! Sermayeyi iştahlandırır. Emeğin “esneklik”le ayarlanmış ücreti, ucuz işçiliğin çeşitleri, sendikasızlaştırmanın örtülü uygulamaları, çalışma mevzuatının “katı” bulunarak değiştirilme girişimleri ve saymakla bitmez, lezzeti tarif ötesi birçok soslu malzeme bu tabağı zenginleştirir. Bütün bunlar, sermayenin gustosuna göre pişirilen bir “commodification” mönüsüdür. Ama yemek listesinde öyle yazmaz. “Yapısal reformlar” (İngilizceyi unutmayalım, “structural reforms”) yazar.
“Yapısal reformlar” sermayeyi emniyete almak için emeğe takılan iki protez bacaktan biridir. Kapitalizmin senaryosunda Volcker-Reagan ikilisinin ilk adımından sonra bu protez bacaklı adım Avrupa’da, kapitalizmin “refah devleti”ni rendeleyip küçültmek için atılmalıydı. Öyle oldu. Sosyal demokratların Almanya’sında, 2000’in dönemecinde, dünya sermayesinin şaha kalmaya başladığı zamanda, gündeme yerleştirilen “Hartz reformları” Avrupa’da “yapısal reformlar”dan meramın ne olduğunu berraklaştırdı. İlgilenen okurlara öneririm. Bu “reformlar” Almanya’yı Avrupa’nın en fazla düşük ücretliye sahip ekonomisi yaptı. O günden bugünün Almanya’sına geliyoruz.
Takılan ikinci protez bacak, emeğin borçlandırılmasıdır. Karşındaki sınıfı borçlandır ve borç altında tut! Böyle dile getirilmiş midir, bilemeyiz. Ancak, şöyle denildiğini kabul edebiliriz: “Sizlere öyle bir dünya yapacağım ki ona gelirlerinizle erişemeyeceksiniz. Fakat borçlanarak bir ucuna tutunacaksınız. Sizler için yaşamınızın tek ülküsü, sahip olmak istediğiniz tek “varlık” (“asset”) bir “ev”dir. Emek dünyasında tek değerli “asset” budur. Emekçi bunun için çalışır, yaşar. (Sermaye için elbette çok, çeşitli “assetler” vardır!) İşte bu “ev”i sana borçla vereceğiz. Bizden öncekiler böyle bir “lütufta bulundular mı?” Şunu söylüyor: Gel, sana borçla bir ev vereyim. Sen de sınıf bilincini bana teslim et! Bu bir çeşit “ahlaksız teklif” mi? Bilenler söylesin.
Kısaca, emek bu iki protez bacağın arasındaki makasa yerleşip, sadece bunlarla yürüyecek, bu makasın içinde kalacaktır. Kapitalizmde ilk bacak siyasetin, ikincisi finansın uzmanlık alanıdır. Sermayenin ana davası için emniyet, yeni senaryoda bu alanların kontrolündedir. Kapitalizmde ucuz finansman ancak bu “reel kontrol” güvencesi altında yapılır. Borçla yaratılan likidite bu güvenceden emin olarak akacağı yatağı bulur ve akar.
KASIRGA
Daha sonra konuşmak üzere sermaye enternasyonalizminden bir, iki “fragman” vereyim. İsviçre’de 1930’da kurulmuş olan Uluslararası Hesapları Düzenleme Bankası (BIS) dünyada sermaye akımlarını izleyebilmek için en güvenilir kaynaktır. Orada ciddi çalışmalar yapılır. Birine bakalım: Hardy ve von Peter, Aralık 2023. “Küreselleşmiş likidite”nin anahtar kalemi döviz kredileridir. 2000’den sonra iki aşaması var. Önce, Amerika’da rahmetli Roosevelt’in 1930’larda bankalara getirdiği çeki düzeni 2000’in siyaseti silkip atacaktır. Böylece, her yeri bir döviz kredileri dünyası yapma dönemini başlatacaktır. Bu krediler 2003-09 arasında uluslararası bankaları ihya eden bir rüzgârla arttıkça artıyor. Yılda yüzde 10’u aşan bir fırtınaya, sonra da yılda yüzde 24’e varan bir kasırgaya dönüşüyor. (Türkiye’de yeni siyasal iktidarın “yok”tan “var” oluş yılları.) Ve 2008 “çöküşü” ile bankaların bu döviz kredileri bayramı sona eriyor. Sonra ne olacak? Kapitalizm çökecek mi? Hiç olur mu?
Fed yeni dönemi açıyor: Bono piyasaları dönemi. Bankalara zorunlu çeki düzen gelince, artık döviz kredileri dünyası için yeni sahne açmak lazım. “Küresel likidite” ve bunun ucuz finansmanı bono piyasalarındadır artık. Kısaca, sermaye artık oralardan yayılacaktır. Öyle oldu. Burada keselim.
Bir başka BIS çalışması bu bilgiyi tamamlayan ve merakı artıran niteliktedir: Borio, McCauley ve McGuire, Eylül 2017. Şunu öğreniriz: Döviz “swap”ları ve vadeli döviz işlemleriyle işleyen 2009 sonrası dünyada kaydı tutulmuş “likidite” yükümlülüğü (borcu, diyelim) 10.7 trilyon dolar, kaydı tutulamayan, tahmin edilen “likidite” ise 13-14 trilyon dolardır! İnsanın aklı karışınca o akıl saçma sorular üretmeye başlar: Sermaye bu paracıklarla kendine birer ev almak için mi borç altına giriyor? Arkası gelecek sayıda.
/././
Fanatik aklın istikrarsızlığı üzerine -Ergin Yıldızoğlu-
Bu yazı İslam gibi bir kadim dini, siyasi, kültürel sermaye ve tabii ekonomik çıkar elde etmek için kullanan, bir entelijansiyanın, siyasileştikçe, giderek artan oranda sergilediği “bir aklın istikrarsızlığı” durumuna ilişkindir. Bu istikrarsızlığın, iki boyutu özellikle ilginçtir. Biri, insan aklının tutarlılık ihtiyacı arzu ve arayışına karşılık, bağdaşmaz savları aynı anda savunma çabası. İkincisi de içindeki çelişkileri saklayamayan kısır bir ideoloji.
YOKSA TANRI MUTLAK DEĞİL Mİ?
Tektanrılı dinlerin, Tanrı’sını sanırım şu şekilde tanımlayabiliriz: Evrenin yaratıcısı, koruyucusu, mutlak güç, bilgi ve ahlak otoritesine sahip, aşkın ve tek olan yüce varlık. Tanrı, varoluşun, anlamın, amacın nihai kaynağıdır. Tanrı, tek ve bölünemezdir, mükemmeldir. Tanrı, fiziksel evrenin ötesinde, insan anlayışının çok üzerindedir. Tanrı her şeye kadir ve her şeyi bilendir. O sınırsız güç, bilgi her şey üzerinde mutlak kontrol sahibidir; nihai yasa koyucu ve yargıçtır, insanlara doğru davranış ilkelerini sunar, onları sorumlu tutar.
“Türkiye’nin IŞİD emiri” olarak “bilinen” Halis Bayancuk, Akit TV ile yaptığı bir söyleşide, “Laiklik Allah’a kafa tutma biçimidir. Çünkü din ile devlet işlerini birbirinden ayıralım dediğiniz zaman, ‘Allah bizim devletimize müdahale etmesin’ demiş oluyorsunuz, bu da kulluğun özüyle bağdaşmayan bir şeydir” demiş. Bayancuk’a göre “laikliği savunanlar da din ile dünyayı ayıran, egemenlik hakkını Allah’tan alanlar da kâfirdir”, “Oy verme eylemi bir küfürdür”.
Bu, iddialarda bir “aklın istikrarsızlığı” durumu açıkça sırıtıyor. Bayancuk, her yerde, her şeyi bilen, kadiri mutlak ve her şeyin üzerinde kontrole sahip bir Tanrı’ya, “kafa tutulabileceğini”, böyle bir Tanrı’nın devlete karışmasına karşı çıkılabileceğini, egemenlik hakkını Allah’tan alanlar olabileceğini düşünebiliyor.
Bayancuk, Tanrı’nın iradesine rağmen, “dinle devlet işlerini ayırabilecek”, gidip oy verebilecek insanların olabileceğini kabul ederek, bu mutlak Tanrı karşısında insanın iktidarının olabileceğini de iddia etmiş oluyor. Böylece de kader, “alınyazısı”, “kul” kavramlarının içini boşaltıyor.
Bu durumda:
(1) Tanrı kadiri mutlak değildir, her şey üzerinde mutlak kontrolü yoktur o nedenle insanlar ona karşı çıkabilirler. (2) Her yerde, her şeyi bilen, kadiri mutlak ve her şeyin üzerinde kontrole sahip Tanrı zaten olup bitenleri bilmektedir, bu karşı çıkışlar Tanrı’nın iradesi, bilgisi ve onayı ile gerçekleşmektedir. (3) Tanrı bu isyankârları cezalandıracak güce sahip değildir de Bayancuk gibilere iş düşmektedir. (4) Belki de trilyonlarca gezegenden oluşan evrenin çapına kıyasla bir toz tanesi bile olamayan bu gezegendeki yaratıkların hezeyan, kuruntu ve halüsinasyonları Tanrı’nın umurunda bile değildir. Kısacası, Bayancuk boş konuşmakta, kendisine de aslında, Tanrı’yla ilgisi olmayan kerametler atfetmektedir.
OY VERMEK KÜFÜR İSE…
Oy vermek, tarih boyunca halkı, sultanlara kulluk etmekten kurtararak vatandaş statüsünde yükselmiş toplumların, cumhuriyetlerin pratiğidir. Cumhuriyetleri, halkın özgürce seçtiği temsilciler yönetir. Günümüzde halen 60’tan fazla ülke, dünya nüfusunun yarısından fazlası genel seçimle yönetiliyor.
Egemenlik Tanrı’ya aitse seçimler de küfür olduğuna göre, yöneticiler halkın değil “hakkın” iradesini temsil edecektir. Bugün, kimse Tanrı’yla iletişim kurduğunu, onun iradesini temsil etme hakkını kendisine verdiğini iddia edemez. Muhammed bu ayrıcalığa sahip insanların sonuncusuydu. Öyleyse iradesi “temsil edilecek” (ki onun bu temsile gereksinimi var mıdır?) olanla, halk arasındaki siyasi alan boş kalacaktır. Tanrı’yla birey arasındaki alanda, başka bir 3. kimseye yer yoktur.
Tüm bu gevezelikler aslında, Bayuncak’a, ait olduğu “sınıfın” (dinci entelijansiya) bu boş alanı işgal etme, Tanrı’yı temsil ettiğini iddia ederek devletin, ekonomik kaynakların başına çökme, her türlü denetim-dengeleme kurumundan kurtulmuş olarak keyfince yönetme, vatandaşları iktidarlarının kulları statüsüne düşürme arzusunun dışavurumudur. Bu tiplerin ideolojisi aslında son derecede maddi ve sıradan bir “iktidar olma” arzusunun bir ifadesidir; bir Tanrı inancının ifadesi değil.
/././
‘Çağın hastalığı’ -Ergin Yıldızoğlu-
Biri, “Oy vermek küfürdür” demiş, bir başkası da “Çağın hastalığı İslamofobidir”. Gerçek şu ki “çağın hastalığı”, “siyasal İslam”dır. Siyasal İslamın, muhalefeti tamamen susturma çabası, kadınların haklarını, özgürlüklerini hedef alırken erkeğin cinsel haklarına kafayı takması, “Kadına karşı şiddetle uluslararası mücadele gününü” kutlamak isteyen kadınlara şiddet uygulaması hep bu hastalığın semptomlarıdır. Aynı semptomları sergileyen bir hastalık daha var: “Incel” hareketi. Her iki akımın kaynağında da biri tarihsel biri çağdaş bir kadın korkusu var!
KADIN BAĞIMSIZLIĞINDAN KORKU
Siyasal İslamın yorumlarında kadınlar, sık sık toplumsal ve ahlaki düzen için tehdit oluşturan cazibeler olarak tasvir edilir. Bu tasvir, kadınların özgürlüğünün, bağımsızlığının bir fitne (toplumsal kargaşa) kaynağı olabileceğine ilişkin bir korkuya kaynaklık eder.
Fethi Benslama, Psikanaliz ve İslam başlıklı kitabında, kadın korkusunun erkeklerin bilinçdışındaki, özellikle de cinsellik, kimlik ve iktidar üzerine olan kaygılarıyla ilişkili olduğuna dikkat çeker. Benslama, bu korkunun hadım edilme kaygısı (kadın cinselliğinin erkek otoritesini ve erkekliği tehdit etmesi) ile bağlantılı olduğunu belirtir. Bu korkuya cevap olarak İslam hukuku ve kültürel uygulamalar, kadınların bağımsızlığını sınırlamaya yönelik katı denetleme mekanizmaları içerir. Örneğin örtünme, sadece bir iffet sembolü değil, aynı zamanda kadınların bedenlerini kamusal gözlerden saklayarak onları erkek egemen yapılar içinde tutmanın bir aracıdır.
İlahiyatçı Mustafa Öztürk’ün “İslam Kültürünün Yumuşak Karnı Kadın” adlı eserinde de bu konu ele alınır. Öztürk, İslam kültüründe cinsiyet rollerini kısıtlayan patriyarkal geleneklerin, salt İslamdan değil, tarihsel patriyarkal sistemlerden kaynaklandığını savunur. Kadın korkusunun, İslamda kanunlar, dini metinlerin yorumları ve sosyal pratikler aracılığıyla kurumsallaştığını ve bu yapıların kadınları erkek vesayeti altında tutarak özgürlüklerini sınırladığını gösterir.
Kadın bağımsızlığı korkusunun zehirli ve şiddet dolu bir başka yansıması da Batı’da, son 10 yılda, faşist grupların içinde şekillenen “incel” (zorunlu bekâr erkekler) hareketidir. Çoğunlukla çevrimiçi bir alt kültür olan “incel”ler, kendi romantik ve cinsel başarısızlıklarından kadınları sorumlu tutarlar. Kadınların “modern cinsel piyasada” (“dating” dünyasında) çok fazla güce sahip olduğunu iddia ederler. Bu kadınlar yalnızca çekici veya statü sahibi erkekleri seçerler. “Incel” hareketinin çarpık fantezi dünyasında bu adaletsiz bir durumdur. Bu anlayış, hayal kırıklığı ile beslenen bir korku ve zayıflık ifadesidir ama paradoksal biçimde bir erkek üstünlüğü inancına, şiddet ile dolu bir dünya görüşüne yol açar.
“Incel anlatısı”, İslami geleneklerdeki kadın korkusunun modern, seküler bir versiyonudur. Siyasal İslamda toplumsal düzenin bozulmasını önlemek için kadınların davranışları sıkı sınırlara tabi tutulurken “incel”ler, kadın bekâretini idealize eder, cinsel olarak aktif kadınları aşağılarlar; kadınların cinsel seçeneklerini kısıtlayarak, özlemini duydukları toplumsal düzeni, gerekirse şiddet yoluyla geri kazanabileceklerine inanırlar.
BİR SAVUNMA MEKANİZMASI OLARAK KADIN DÜŞMANLIĞI
Benslama’nın psikoanalitik bakışının ışığında, kadın düşmanlığı, erkeklerin sosyal ve cinsel hiyerarşideki yerleriyle ilgili güvensizliklerine karşı bir savunma mekanizması oluşturur. Her iki akımda da erkekler kadınları kontrol etme yetenekleri konusunda derin kaygılar taşırlar.
Siyasal İslamda bu korku, kadınların iffeti ve kamusal davranışları üzerinde sıkı kontrolün sosyal düzeni korumak için gerekli olduğu inancında kendini gösterir. Kadınlar, erkek otoritesini tehdit edebilecek potansiyel bozguncular olarak görülür ve bu nedenle bağımsızlıkları “tehlikeli” olarak algılanır.
Bu güvensizlik “incel”lerde, kendilerini reddeden kadınlara karşı bir güç, yeniden kazanma girişimi olarak ortaya çıkar, kadınlara karşı intikam fantezilerine veya şiddete dönüşür.
Bu korkuların sonuçlarına karşı koruyucu yasalar çok önemlidir ama hastalığın kültürel ve tarihsel köklerini de unutmamak gerekir.
İstanbul Fatih'te sahte alkol tüketiminden zehirlenerek hayatını kaybeden kişi sayısı artıyor. Sahte alkolden dolayı ölen kişi sayısı 8'e yükseldi.(https://www.cumhuriyet.com.tr/turkiye/istanbulda-sahte-alkol-can-almaya-devam-ediyor-olu-sayisi-8e-2274934)
Prens Adaları olarak da bilinen İstanbul’un adaları her geçen gün doğal zenginliğini yitiriyor.Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı tarafından onaylanan ve Adalar için hazırlanan imar planlarına karşı açılan davada İstanbul 8. İdare Mahkemesi, yürütmeyi durdurma kararı verdi. Ancak Prens Adaları da olarak bilinen İstanbul’daki Adalar’ın tek problemi bu değil. Büyükada, Heybeliada, Burgazada, Kınalıada ve Sedef Adası’nda yıllar içinde yapılaşma arttı. Adalıların tüm itirazlarına karşın kamuoyunda “azmanbüs” olarak da adlandırılan minibüsler seferlerine başladı. Yurttaşın yıllardır ücretsiz kullandığı plajlar, özel şirketlere verildi. Deniz dolduruldu, birçok noktaya da iskele yapıldı.(https://www.cumhuriyet.com.tr/turkiye/artan-yapilasmanin-yani-sira-denize-girecek-alan-da-kalmayinca-yurttas-2274865)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder