2 Aralık 2024 Pazartesi

Birgün "KÖŞEBAŞI" + "GÜNDEM" -2 Aralık 2024-

Muazzez İlmiye Çığ, Alicia’lar, Roberto’lar ve Atatürkçülük -Selçuk Candansayar-

Muazzez İlmiye Çığ’ın ölümüyle “yeniden” alevlenen tartışmayı Luis Penzo’nun 1985 yapımı “La Historia Official” (Resmi Tarih) adlı muhteşem filmi aracılığıyla anlayabilir miyiz? Çığ’ın ölümüyle iki ana grup arasında tartışma çıktı. Sosyal medyanın kaçınılmaz “kirli bir dille edilen küfürlü yorumlarını” ve her iki taraftan da bu yorumları yapanları “filtrelersek”, Çığ ve kardeşi İtil bizi önemli bir tartışmaya götürüyor. Bir taraf Çığ’ın, kardeşi Turan İtil ve HZİ Vakfı ile ilişkilerini sorgulayıp onun bu sürecin etkin bir katılımcısı olduğunu iddia etti. Başını Sadık Usta’nın çektiği son olarak Orhan Bursalı’nın da katıldığı karşı taraftakiler ise Çığ’ın Atatürkçülüğünü, laiklik ilkesinin “Sümer Kraliçesi” olmasını öve öve bitiremediler. Bunu yaparken de Turan İtil’i dahi temize çıkarmaya çalıştılar.

Bu iki grup, günümüzde “bir anlamda yıkılmış olan” 1923 Cumhuriyeti’nin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk’ün sağ ve sol yorumlarının izlerini taşıyorlar. Aynı zamanda, 1980 Darbesi ile iktidarı ele geçiren faşist cuntanın, Kemalizmin devrimci yanını nasıl yok edip, yerine günümüzün siyasal İslamcı iktidarının yolunu açtığının da.

Önce Çığ’ın nasıl bir Atatürkçü olduğuna bakalım. “Çivi Çiviyi Söker” adlı nehir söyleşisinde Çığ, antikomünist olduğunu gizlemeye gerek bile duymuyor. “O yüzden komünizm denince tüylerim diken diken olur, sinirlenirim. Bu bakımdan Atatürk’ün peşinden gitmeyip de, komünizm peşinden giden gençlere hep çok kızmışımdır…” (sayfa 163). Üstelik antikomünistliği de Sovyetler’de özgürleşen kadınlarla ilgili iğrenç CIA propagandasıyla bağlantılı. Kadınlar istedikleri erkeklerle beraber oluyor, çocukların babası kim belli bile değil! Çığ, aynı kitapta kardeşi Turan İtil’in 12 Eylül Cuntası için cezaevlerinde araştırma yaptığını da kabul ediyor. Kitabın 49- 57 sayfaları arasındaki bölümde kardeşinin Cunta üyeleriyle nasıl tanıştığını, siyasi mahpuslar üstünde psikiyatrik araştırmalar yapışını, elde ettiği sonuçları bir toplantıda açıklayışını övünerek anlatıyor. Bu araştırmaların bilimsel araştırma etik kurallarına uygun olarak yapıldığını, hiçbir mahkuma ilaç verilmediğini de ekliyor!

ANTİKOMÜNİST ATATÜRKÇÜLER

Gelelim Turan İtil’e. ABD Kongresi belgelerine göre, Turan İtil, kendisi gibi ABD’li olmayan Amedeo S. Marrazzi ile birlikte sağlıklı insanlar ve psikiyatri hastaları üzerinde LSD deneyleri ve araştırmaları yapmışlar. Bu araştırmalar, CIA ve Amerikan Ordusu fonlarıyla yapılmış. Belgeler, CIA’in bu araştırmaları MK- Ultra projesi kapsamında yürüttüğünü ve insanlar üzerinde yapılan ilaç vb. araştırmaları denetleyen FDA’nın bu araştırmaları etik denetim dışında tuttuğunu gösteriyor. Çığ, kardeşi İtil’in diplomasının ABD’de sınava girmeden kabul edilmesiyle övünüyor. Kongre belgelerine göre ise bunun nedeni farklı olabilir! Yine kongre belgelerine göre, ABD içinde gizli yürütülen bu çalışmaların bir diğer ayağı da denetimin daha zayıf olduğu yabancı ülkelerde sürdürülmüş! Yabancı ülkelerden, özellikle sağlıklı insanlardan elde edilen veri karşılaştırmalar için kullanılmış! Turan İtil’in Almanya’dan ABD’ye geçmesinde ABD hükümetinin rolü olmuş. İtil, ABD’nin komünizmle mücadele programının gizli yürütülen bölümlerinde çalışmış. Bu araştırmalar Etik Kurallar denetiminden kaçırılmış.

İki kardeş de antikomünist Atatürkçülermiş galiba, ne dersiniz? Çığ, kardeşinin bu gizli ve etik dışı araştırmalarının farkındaydı ve onayladı mı, yoksa filmdeki Alicia’mıydı?

Alicia, Luis Penzo’nun 1985 yapımı “La Historia Official” (Resmi Tarih) muhteşem filminin baş karakteridir. Yabancı şirketlere danışmanlık yapan hukukçu kocası Roberto ve 5 yaşındaki evlatlık kızları Gaby ile mutlu, huzurlu, güven ve refah içinde yaşayan bir tarih öğretmenidir. Mesleğine inançla bağlıdır ve öğrencilerine, belleğin hem insanların hem de toplumların en güçlü dayanağı olduğunu anlatmaya çalışmaktadır. Anlattığı Arjantin tarihine öğrencilerinin inanmıyoruz itirazlarına şaşıran Alicia, okul-ev arasını hep arabasının içinden seyrederek hayatını yaşarken, sürgünden dönen bir arkadaşı aracılığıyla önce Plaza Del Mayo anneleriyle tanışır, ardından, evlatlık kızının cuntanın işkencelerinde öldürüldüğünü, dahası bu “gerçeği” kocasının da bildiğini öğrenir. Tarih öğretmeni öğretmeye çalıştığı tarihin koca bir yalan olduğunu öğrenmeye başlar. Bu öğrenme sürecinde sevecen, müşfik kocasının “içindeki faşizme” de maruz kalır.

Muazzez İlmiye Çığ, ölümüyle içimizdeki Alicia’ları ve onun faşizmle el altından işbirliği yapan kocası Roberto’ları da açığa çıkarmışa benziyor. Kimin Alicia, kimin Roberto olduğu da önemli tabii, ama asıl önemli olan Atatürkçülüğün sağcı (sıkışınca faşist) kanadının 12 Eylül Faşizmiyle olan bağını ve günümüzün siyasal İslamcı iktidarına Bahçeli’nin verdiği desteği anlamamızı sağlaması.

ROBERTO’LARA MARUZ KALDILAR

Peki, 1923 Cumhuriyeti ve Mustafa Kemal Atatürk’ün sosyalist eleştirisiyle güçlenen solcu kanadına ne oldu? 12 Eylül Cuntası Kemalist devrimin sosyalist yorumunu kıyıma uğrattı. Sadece devrimcileri değil, Mustafa Kemal’in devrimci potansiyelini de öldürdü. Kalanlar, yıllardır İtil’in yapıp ettiklerini anlatıyor ve unutulmamasını sağlamaya çalışıyorlar. Çığ’ın ölümüyle bunları sanki ilk defa söylüyorlarmış gibi, bu kez de “ölünün ardından konuşuyorlar, Laiklik kraliçesini eleştirerek AKP’nin ekmeğine yağ sürüyorlar” diye bağıran Roberto’lara maruz kaldılar.

Sümer Kraliçesi’nin sözcüleri arasında Alicia’lar da var mıdır, bilinmez.

                                                               /././

Asgari ücreti kim saptayacak? Komisyon lağvedildi!-Aziz Çelik-

Kamuoyunda asgari ücretin Komisyonda belirleneceği şeklinde yaygın bir yanılgı var. Oysa Asgari Ücret Tespit Komisyonu uzun bir süredir sadece yasal bir formaliteden ibaret! İronik ama çoğu Komisyon üyesi asgari ücreti televizyonlardan bizimle birlikte öğrenecek.

Asgari ücret için günlerdir merakla beklenen tarih belli oldu. Asgari Ücret Tespit Komisyonu 10 Aralık 2024’te Çalışma ve Sosyal Güvelik Bakanlığında toplanacak. Kamuoyunda Komisyonun yeni asgari ücreti belirlemek için toplanacağı kanaati yaygın. Sanılıyor ki Komisyon toplanacak, Komisyonun 15 üyesi çatır çatır müzakere edecek ve bu müzakereler sonunda 2025 asgari ücreti belirlenecek. Aslında bu yaygın kanaatin çok haklı bir temeli var. Türkiye’de asgari ücret üç taraflı bir mekanizma olan Asgari Ücret Tespit Komisyonu tarafından belirlenmesi kanun hükmü. Asgari ücretin Komisyon tarafından belirlenmesi gerekir. Ancak kazın ayağı öyle değil!

Asgari ücret Anayasa’nın “Ücrette adalet sağlanması” başlıklı 55. maddesiyle Anayasal güvenceye alınmış bir sosyo-ekonomik hak. İş sözleşmesiyle çalışan bütün işçileri kapsayan asgari ücretin miktarı 4857 sayılı İş Kanununa göre Asgari Ücret Tespit Komisyonu kararı ile belirlenir. Karar Resmi Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe girer. Komisyon kararları kesin olup değiştirilemez ve itiraz edilemez.

NASIL SAPTANIYOR?

Dünyada farklı asgari ücret tespit yöntemleri var. Bunlardan biri asgari ücretin hükümet tarafından tek taraflı olarak belirlenmesi, ikincisi hükümet ve sosyal taraflar arasında müzakere yoluyla (üçlülük ilkesi) belirlenmesi ve son olarak da ulusal ve sektörel toplu iş sözleşmeleri yoluyla asgari ücret tespiti. Asgari ücretin üçlü müzakere ile belirlenmesi dünyada en yaygın asgari ücret tespit yöntemi.

Türkiye’de 1950’lerden bu yana asgari ücret üç taraflı (işçi, işveren, hükümet) bir yöntemle belirleniyor. 75 yıldır asgari ücret (başlarda yerel komisyonlar ve ardından ulusal düzeyde bir komisyon tarafından) belirleniyor. Bu nedenle asgari ücretin günümüzde de Komisyon tarafından belirleneceği kanaati çok yaygın. Geçmişte gerçekten de asgari ücret komisyonlar tarafından belirlendi. Kuşkusuz hükümetlerin ağırlığı oldu. Çoğu kez asgari ücreti hükümet-işveren ittifakı belirledi. Ancak asgari ücret fiilen Komisyonda tartışıldı ve Komisyonda kabul edildi. Geçmişte Komisyonda asgari ücret müzakere edilirdi. TÜİK (eski DİE) Komisyona asgari ücret tespitine yönelik harcama tutarlarını sunardı ve bunlar üzerinde kamuoyunda da tartışmalar olurdu. Hatta Komisyon müzakereleri çok zor geçerdi. Öyle ki 1969 yılında asgari ücret Komisyonun 11 ay 27 gün süren 37 toplantısı sonunda saptanabilmişti.

Asgari Ücret Tespit Komisyonunda beş hükümet, beş işveren ve beş işçi temsilcisi yer alıyor. İşçi ve işveren temsilcileri en çok üyeye sahip üst işçi ve işveren örgütleri tarafından (işçi temsilcileri Türk-İş ve işveren temsilcileri ise TİSK) saptanıyor. Komisyona DİSK ve Hak-İş katılamıyor. Böylece işçilerin önemli bir bölümünün Komisyonda temsili engelleniyor. Komisyon kararları kesin nitelikli olduğu için asgari ücret tespit sürecinde toplu pazarlık sürecinde olduğu gibi uyuşmazlık prosedürü işlemiyor.

SADECE ADI VAR

Asgari Ücret Tespit Komisyonu’nun yapısı 2018’e kadar hep iş kanunları ile saptandı. Asgari ücret iş kanunları ile düzenlendiği için bunu saptayacak komisyonun da İş Kanunu içinde yer alması kanun yapma tekniği ve yasama kalitesi açısından bir zorunluluk. Ancak 2018’de Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi adıyla başkanlık rejimine geçilmesi sırasında sessiz sedasız bir biçimde Asgari Ücret Tespit Komisyonu ile ilgili önemli bir değişiklik yapıldı.

Asgari Ücret Tespit Komisyonu 10 Temmuz 2018’de yayımlanan 1 sayılı Cumhurbaşkanlığı Kararnamesi (CBK) ile İş Kanunu kapsamından çıkarılarak Cumhurbaşkanlığı teşkilat yapısı içine alındı. 1 sayılı Cumhurbaşkanlığı Kararnamesi’nin 522. maddesinin (f) bendi ile Asgari Ücret Tespit Komisyonu, Cumhurbaşkanlığı teşkilat yapısı içindeki idari kurul, konsey ve komisyonlar arasına alındı. Böylece Komisyon doğrudan Cumhurbaşkanlığı’na bağlanmış oldu.

Oysa Asgari Ücret Tespit Komisyonu 4857 sayılı İş Kanunu’nda açıkça düzenlendiği için konunun Cumhurbaşkanlığı Kararnamesi ile düzenlenmesi Anayasa’nın 104. maddesine göre mümkün değildi. Komisyon’un Cumhurbaşkanlığına bağlanması için dolambaçlı ve muvazaalı bir yol izlendi. Önce 2 Temmuz 2018 tarih ve 700 sayılı KHK’nin 145. maddesi ile Asgari Ücret Tespit Komisyonu’na ilişkin İş Kanunu’nun 39. maddesinin ikinci fıkrası yürürlükten kaldırıldı ve ardından Komisyon 1 sayılı CBK ile yeniden düzenlendi.

Komisyonun neden İş Kanunu sistematiği dışına çıkarıldığına ilişkin bir gerekçe kamuoyu ile paylaşılmadı. Bu konuda işçi ve işveren taraflarının görüşü alınmadı. Asgari Ücret Tespit Komisyonunun Cumhurbaşkanlığı teşkilatı içine alınması Cumhurbaşkanı’nın tek başına komisyonun yapısının değiştirmesine olanak tanıyor. Komisyon İş Kanunu kapsamında kalsaydı değişiklikler TBMM tarafından kanunla yapılabilecekti. Oysa şimdi Komisyonun yapısı, komisyonun toplam üye sayısı, tarafların temsil oranı ve Komisyona kimlerin katılabileceği Cumhurbaşkanı tek başına belirleyebilir. Cumhurbaşkanı isterse Komisyona 10 hükümet temsilcisi atayabilir. Komisyonun bileşiminin idari bir kararla değiştirilmesi doğrudan asgari ücret tespitine müdahale anlamına geliyor.

Sorun sadece Komisyonun adeta bir idari vesayet altına alınması değil. Fiilen işlevsiz hale gelmesidir. Son yıllarda Komisyon toplantıları da işlevsiz hale gelmiş durumda. Asgari ücret Komisyonda müzakere edilmemekte, Komisyon toplantıları prosedürel, biçimsel toplantılara dönüşmektedir. Asgari ücret hükümet tarafından uygulanan ekonomi politikasına ve dönemim siyasal ihtiyaçlarına göre belirlenmektedir. Seçim dönemiyse hükümet asgari ücret konusunda oldukça bonkör davranabilmektedir. Örneğin AKP hükümeti kaybettiği Haziran 2015 seçimlerinin tekrarı olan Kasım 2015 seçimlerini almak için enflasyon yüzde 8 iken asgari ücrete yaklaşık yüzde 30 zam yapmıştır. Aynı şekilde seçimler nedeniyle 2022 ve 2023 yıllarında asgari ücret yılda iki kez artırılmıştır.

BAŞKA BİR SÜREÇ

Dolayısıyla asgari ücretin komisyonda pazarlıkla belirlenmesi uygulaması çoktan rafa kaldırılmış durumdadır. Prof. Dr. Mesut Gülmez’in vurguladığı gibi Komisyon fiilen lağvedilmiştir. Hatta öyle ki bazı dönemlerde Komisyon üyelerinin bir bölümü asgari ücreti televizyonlardan öğrenmiştir. Asgari ücret tespit sürecinin ve Komisyonun kadük hale gelmesi ülkedeki rejimim karakteristiğinin bir diğer örneğidir. Kurumların ve kuralların rafa kaldırıldığı ve her şeyin idari bir kararla belirlendiği başkanlık rejiminde asgari ücret tespit sürecinin de iğdiş edilmesi şaşırtıcı değil.

Şaşırtıcı olan ortada bir Komisyon varmış, Komisyon müzakeresi ve Komisyon iradesi olacakmış gibi davranmaktadır. Artık gerçek bir Komisyon süreci yoktur. Komisyon kağıt üzerinde kof bir mekanizmadır. Komisyon müzakereleri nafiledir. Komisyon toplanıp sohbet edecektir. Çay kahve içecektir. Ancak asgari ücretin ne olacağına karar vermeyecektir. Komisyon sadece asgari ücret kararını imzalayıp Resmî Gazete’de yayımlanmasını sağlayacaktır. Hatta yakın geçmişte olduğu gibi henüz resmi Komisyon kararı yokken asgari ücreti ilan edilecek. Komisyon üyeleri de ilan edilen bu asgari ücreti imzalayacaktır.  O yüzden sanki bir müzakere varmış, sanki Komisyon varmış oyununa son vermek gerekir. Madem hükümet asgari ücreti tek başına belirliyor Komisyona ne gerek var! Bu oyuna son vermenin ve asgari ücreti toplu iş sözleşmeleriyle ve teşmil yoluyla belirlemenin vakti geldi de geçiyor. Sendikalar tarafından toplu iş sözleşmeleriyle belirlenen asgari ücretler sektörel asgari ücret olsun. Kamu kesimi çerçeve protokolü (toplu iş sözleşmesi) ile belirlenen en az işçi ücreti de ülke çapında asgari ücret olsun.

Devlet özel sektör işçisiyle kamu işçisi arasında ayrım yapamayacağına göre kamu kesimi en az işçi ücreti genel asgari ücret olarak uygulansın. Sendikaların bağıtladığı toplu iş sözleşmeleri de farklı sektörler ve bölgeler arasında farklılaşmayı sağlamış olsun. Komisyon asgari ücret için artık nafile mekanizmadır. Artık başka bir asgari ücret tespit yöntemine ihtiyaç var. Sendikaların teşmil ve toplu iş sözleşmesinde ısrarcı olması lazım.

***

YENİ BİR 12 EYLÜL UYGULAMASI!

12 Eylül askeri darbesi sonrası DİSK ve üye sendikalarının yönetici ve temsilcilerine yönelik hukuksuz gözaltı ve tutuklamalara benzer şekilde DİSK Genel Başkan Yardımcısı ve DİSK Genel-İş Sendikası Genel Başkanı Remzi Çalışkan ile DİSK Çukurova Bölge Temsilcisi Kemal Göksoy tutuklandı. Tutuklananlar arasında çok sayıda insan hakları aktivisti ve siyasetçi de var.  DİSK Genel Başkan Yardımcısına yönelik keyfi gözaltı ve tutuklama 12 Eylül sonrasında ilk kez yaşanıyor. Gerçi 2010 yılında DİSK Yönetim Kurulu Üyesi ve Nakliyat-İş Genel Başkanı Ali Rıza Küçükosmanoğlu ile sendika yöneticileri işverenlerin şikayeti nedeniyle tutuklanmıştı ancak hükümet tarafından yürütülen soruşturma sonucunda bir DİSK Genel Başkan Yardımcısının tutuklanması 12 Eylül sonrasında ilk kez yaşanıyor.

Çalışkan ve Göksoy’un keyfi ve soyut iddialarla tutuklanması otoriter rejimin hukuksuzluğunun ve keyfiliğinin yeni bir örneği ve hatta zirvesidir. AKP döneminde hukuk devletini hiçe sayan keyfi uygulamalar ilk değil. Ancak DİSK tutuklamalarının sembolik anlamı büyük. Yüzbinler işçiyi temsil eden, hergün ortalıkta olan, siyasilerle, valilerle görüşen adresi, göre yeri belli olan sendikacılara yönelik kriminalleştirme operasyonları sıradan bir adli uygulama değil.

Uzun yıllarda boyunca Genel-İş Yönetim Kurulu üyeliği, genel başkanlığı ve DİSK genel başkan yardımcılığı yapan, çağrıldığında ifadeye gidecek bir sendikacının sabaha karşı operasyonlarıyla ve keyfi yöntemlerle gözaltına alınması, günlerce gözaltında tutulması, tutuksuz yargılanması kanunen zorunlu ve mümkün iken tutuklanması hukuk tanımazlıktır.

Kuşkusuz bir hukuk devletinde kim olursa olsun, makamı ve unvanı ne olursa olsun herkes soruşturulabilir ve yargılanabilir. Hukukun üstünlüğü bunu gerektirir. Ancak adil yargılanma hakkı hukuk devletinin olmazsa olmazıdır. Keyfi gözaltı ve tutuklamalar hukuk devletine değil polis devletine özgüdür. Keyfi gözaltı ve tutuklamalar ile sendikacılar zan altında bırakılacak ve sendikal örgütlenmeyi engellemek için kara propaganda olarak kullanılacaktır. Dolayısıyla bu keyfi tutuklamaların kişisel boyutu yanında doğrudan sendikal faaliyeti ve DİSK’i engellemeye yönelik boyutu son derece önemlidir.

DİSK ve Genel-İş yöneticileri 12 Eylül darbesinin ardından da gözaltına alınmış ve yıllarca tutuklu kalmıştı. Keyfi uygulamalarla, mesnetsiz ve hukuksuz iddialarla idam talebiyle yargılanan DİSK ve Genel-İş Genel Başkanı Abdullah Baştürk ve DİSK’li sendikacılar 11 yıl sonra beraat etmişti. 12 Eylül’ün sendikalara ve sendikacılara dönük hukuksuzluğunu mevcut rejim de sürdürüyor! Remzi Çalışkan ve Kemal Göksoy’un tutuklanması sendikacılara ve sendikal faaliyete açık bir saldırı, gözdağıdır. Sendikacılık, sendikal faaliyet suç değildir! Çalışkan ve Göksoy serbest bırakılmalıdır.

                                                                /././

Kral çırılçıplak gördünüz mü?-Yaşar Aydın-

Kalıcılaşmış OHAL koşullarında seçime gitmek istiyorlar. Ellerinde baskıdan başka bir şey kalmadı. Fakat ülkenin iyiden, güzelden yana insanları birleşerek bu çürümüş sistemi tarihin çöplüğüne yollayacak.

Bildik bir hikâyedir. Kralın terziler tarafından kandırıldığını ve aslında çıplak olduğunu söylemeye sadece bir çocuk cesaret eder. Sonra da gerçek tüm ülkeye yayılır.

                                                    Erdoğan’a İsrail ile ticareti soranlar gözaltına alındı.

                                          https://twitter.com/i/status/1862480793576382954

Benzer bir olay geçen hafta Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın katıldığı TRT World Forum etkinliğinde gerçekleşti. Cumhurbaşkanı her zaman olduğu gibi Filistin’le ilgili hamaset yaparken iki ses, iki soru duyuldu: Neden İsrail’le ticarete devam ediyorsunuz, neden Azeri petrolü İsrail’e Türkiye üzerinden akmaya devam ediyor?

Soruyu soranlar ve yanındakiler yazının yazıldığı saatlerde halen gözaltında kalmaya devam ediyorlardı. Gözaltı gerekçesinde “cumhurbaşkanına hakaret” yazıyordu. Bu sorunun neresi hakaret ayrı konu. Ama asıl olan Erdoğan’ın düştüğü durum.

Tıpkı masaldaki gibi çıplak olduğu yüzüne söylendiğinde ne kadar çaresiz ve güçsüz olduğunu TRT sayesinde dünya alem gördü. Tabi masalla farklı yönleri de var. Masaldaki kral üzerinde bir elbise olduğunu, kendini giyinik sanıyordu, Erdoğan ise kendi durumunun farkında tüm ülkeye ne kadar güzel bir ceket içinde olduğunu inandırmaya çalışıyor. Çıplaklığı yüzüne vurulunca doğal olarak sadece terzilerinin değil kendisinin de yalanı ortaya çıkıyor ve etkisi çok daha güçlü oluyor.

Üstelik bu durum Erdoğan’ın başına ilk kez de gelmiyordu. Aslında ne zaman kurgulanmışın dışında halkla bir karşılaşma olsa ya da gerçek bir gazeteciyle mülakat yapsa benzer durum ortaya çıkıyor. Hemen öfkeleniyor, şaşırıyor, anlamsız cümleler kurmaya başlıyor. Çünkü büyük Reis hakikat karşısında çok zayıf.

CİLAYI KAZIYINCA DEFOLAR ÇIKIYOR

Çözüm, kayyum, yumuşama ve benzeri başlıklar toplum üzerinde Cumhur İttifakı’nın yenilmez bir armada olduğu yanılsaması yaratıyor. Bir de buna devasa propaganda gücüyle muhalefetin kafa karışıklığı eklenince gerçekle yaratılan illüzyon arasında makas çok büyük oluyor.

Geçen hafta sonu Ank-Ar (Ankara Araştırma Merkezi) bir kamuoyu yoklaması yayınladı. Araştırmaya göre daha önceki seçimlerde AKP’ye oy verenlerin yüzde 40’ı “AKP’ye tekrar oy vermeyeceğim” diyor. Yine araştırmaya göre bu oranın yüzde 30’u kendini karasızlar saffına atmış durumda. Araştırmada ilginç olan diğer bir veri AKP’den CHP’ye geçen seçmenle ilgili. Daha önce AKP’ye oy verenlerin yüzde 4’ünün üstünde bir kesim ankete katılarak ilk seçimde “CHP’ye oy veririm” demiş. Anketi değerlendiren Ank-Ar direktörü Mert Uzunsoy AKP’den kopup CHP’ye yanaşanların ağırlıklı olarak orta ve düşük gelirliler olduğunu ifade ediyor. Yani yoksullaşmaya başlayan ya da yoksul olanlar bir arayış olarak AKP’den CHP’ye doğru meyil etmiş. Bu da aslında siyasetin merkezinin nereye oturtulması konusunda muhalefet partilerine önemli bir veri sağlıyor.

Son haftalarda yapılan araştırmaların tamamında bu durumu destekleyen sonuçlar bulmak mümkün. Anketlerin ortalamasından gidersek en az yüzde 70’i içinde bulunduğu durumdan, yaşamından memnun değil. Yine yüzde 60’ından fazla bir kesim çözüm için erken seçim istiyor. İki rakamın ortasında bir oran da sorunun kaynağı olarak başkanlık sistemini görüyor ve o sisteme karşı.

Görüldüğü gibi İktidarı, ekonomik ve siyasal alanda başarısız bulanların, sistemin değişmesini isteyenlerin oranı, muhalefet partilerinin oylarının toplamından çok daha yukarıda.

Özetle nereden bakarsanız bakın halkın gözünde çöken, çözülen, çürüyen ve daha da önemlisi beklenti yaratamayan bir iktidar var. AKP seçmeninin bir bölümünde Erdoğan’ın bile inandırıcılığı kalmamış durumda. İktidar temsilcilerinin tüm caka satmalarına rağmen yüzlerine sürülen kat kat boya silinince yaşlı, yorgun ve çaresiz halleri ortaya çıkıyor. Aslında hep birlikte kağıttan kaplanların, topal ördeklerin ülkeyi uçuruma sürüklemelerine tanıklık ediyoruz.

GERİLİM VE BASKI DAHA FAZLASI YOK

Suriye, Orta Doğu, Kürt çözümü, anayasa, kayyum ne varsa hepsinin kuyruğunun bağlandığı yer Erdoğan’ın bir kez daha aday olup seçilmesi. Böylece sistem kalıcılaşacak istedikleri kadar iktidarda kalacaklar. Milyonlarca insanı başka bir yolun olmadığına ikna etmeye çalışıyorlar. Aksini düşünenler için hayatı cehenneme çevirecekleri tehdidiyle bunu yapıyorlar. Şu cürete, utanmazlığa bakın.

Verili koşullarda bile halkı ikna edemeyeceklerinin farkındalar. Kalıcılaşmış ve daha da sertleşen OHAL koşullarında ülkeyi yönetmek ve seçime gitmek istiyorlar. Ellerinde baskı yasaları, şiddet ve “düşük yoğunluklu sınır ötesi gerilim” durumu dışında bir şey kalmadı. Hepimiz bunlarla hizaya getirmeye ve orada tutmaya çalışıyorlar.

Ama yağma yok. Bu ülkenin iyiden, güzelden ve doğrudan yana olan insanları birleşerek bu çürümüş sistemi tarihin çöplüğüne yollayacak.

Erdoğan bir konuşmasında Ahmed Arif’in bir şiirini okumuş. Ağzına hiç yakışmadığını söyledikten sonra bir Ahmed Arif dizesi de bizden olsun:

Havva anan dünkü çocuk sayılır.

Anadolu’yum ben tanıyor musun?

***

OSMAN ÖĞRETMEN’İN VASİYETİ

BirGün’ün 20’inci yılı için hazırlanan ‘Bir Düş’ belgeselinin gösterimi ülke çapında devam ediyor. Bugüne kadar binlerce insanı bir araya getiren belgeselin İzmit gösteriminde aktarılan bir öykü hepimizin omuzundaki yükü çoğalttı. Timur Soykan’la birlikte gittiğimiz etkinlikte geçen aylarda kaybettiğimiz Osman Bahçeci öğretmenimizin vasiyetini öğrendik. Kocaeli’nden yolu geçen her devrimci Osman öğretmeni tanır. Kavganın 70’inde, 80’inde 2000’inde de vardı. Geri adım atmadan her zaman örgütlü yaşadı. Gazetemizin kuruluşunda ve sonrasında hep omuz verdi. Osman öğretmen ölümün yaklaştığını hissettiği günlerde ailesini ve arkadaşlarını yanına çağırarak onlara bir vasiyette bulundu. Sevgili Osman abimiz vasiyeti yayına başladığı andan itibaren her gün okuduğu gazetemizin ölümünden sonrada aynı büfeden aksatılmadan alınması olmuş. Yani ölümden sonra bile dayanışmasını ihmal etmemiş Osman öğretmen. Şimdi BirGün’e sadece bir gazete mi diyeceğiz, öyle mi davranacağız? Bu mümkün değil. Evet, bizim bir düşümüz var. Ama bu düş bir gazetenin sınırlarını çok aşan Osman öğretmenlerin düşüdür. Ve bizi güçlü kılan da odur.

                                                                /././

Ya zehir ya açlık siz hangisini alırdınız?-Gözde Bedeloğlu-

Access to Nutrition Initiative (ATNI) tarafından yayımlanan gıda raporuna göre Nestlé, PepsiCo ve Unilever gibi çok uluslu gıda ve içecek şirketlerinin sattığı ürünlerin kalitesi düşük gelirli ve zengin ülkeler arasında farklılık gösteriyor.(https://accesstonutrition.org/) Rapora ilişkin Oksijen Gazetesi’nin (29 Kasım - 5 Aralık) hazırlayıp manşete taşıdığı haberde dikkat çeken bilgiler var. Buna göre dünya obezite vakalarının yüzde 70’i orta ve düşük gelirli ülkelerde görülüyor. Sebeplerinden biri şeker, yağ ve tuzun bolca kullanıldığı işlenmiş gıdaların büyük çoğunluğunun bu ülkelerde satılıyor olması. Bu ucuz gıdaların diyabet ve kalp hastalığı oranlarının artmasına katkıda bulunduğu tahmin ediliyor. Haberde ayrıca, büyük şirketlerin yerel rakipleri ve üretim tesisleri gibi yatırımları satın alarak gelişmekte olan ülkeleri hedef aldığı; sağladıkları ekonomik fayda ve istihdamı öne sürerek hükümetlerin gıda politikaları üzerinde etkili oldukları vurgulanıyor. Bu, halkın sağlıklı gıdaya ulaşım hakkına karşı yapılan açık bir saldırı.

AKP hükümeti 2018 yılında, satılan ya da kapatılan pek çok kamu işletmesi gibi (Sümerbank, Et Balık Kurumu, TEKEL, Türk Telekom) şeker fabrikalarının da ‘ekonomiye katkı’ gerekçesiyle özelleştirilmesine karar vermişti. Ancak örnekler bu özelleştirmelerle zenginleşenin sadece sermaye sahipleri olduğunu ortaya koyuyor. Örneğin 2003 yılında TEKEL’in alkol bölümüne (17 fabrika) 292 milyon dolar karşılığında sahip olan Mey Grup yaklaşık üç yıl sonra hisselerinin tamamına yakınını 810 milyon dolara ABD’li Texas Pacific Group’a sattı. TPG de 2,1 milyar dolara İngiliz Diageo şirketine sattı. Bu satış rakamları AKP’nin kimlere ‘ekonomik katkı’ sağladığını kanıtlıyor. ATNI tarafından yayınlanan raporda da açıkça belirtildiği gibi şeker insan sağlığına büyük zarar veriyor. Ancak bilim bize, mısırdan üretilen nişasta bazlı şekerin, şeker pancarından üretilen şekere göre çok daha fazla zararlı olduğunu da söylüyor. Bu noktada, şeker pancarının ana üreticisi konumundaki Türk Şeker Fabrikaları’nın uluslararası tekellere satılmasını diğer kamu şirketi özelleştirmelerinden ayıran en önemli faktör halk sağlığını yakından ilgilendirmesiydi.

***

Türkiye’de, nişasta bazlı şeker üretimi yapan Amerikan şirketi Cargill ilk tesisini Bursa’da, Devlet Su İşlerinin’nin sulama sahası içine inşa etti. Mevzuata göre tarımda kullanılması gereken topraklar üzerinde kurulmasına göz yumulan şirketin izinleri yıllar sonra Danıştay tarafından iptal edildiyse de fabrikada üretime devam edildi. Su kaynaklarına zarar veren Cargill’in aşması gereken diğer sorun nişasta bazlı şeker için uygulanan kotaydı. AB ülkelerinde yüzde 2 olan kota Türkiye’de 2021 yılında Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın imzasıyla yüzde 2.5’ten yüzde 5’e çıkarılmış ve bu artış muhalefet tarafından Cargill’e ‘hediye’ olarak yorumlanmıştı. Gıda Mühendisi Dr. Bülent Şık, şeker fabrikalarının özelleştirilmesinin telafisi olmayan bir kayba dönüşeceği; Türkiye’nin, pancar şekerinde kendine yeterliliği olan ülke konumunu kaybedeceği; halkın sağlığa daha zararlı olan nişasta bazlı şekere mahkûm edileceği konusunda uyarılarda bulunmuştu.

***

Türkiye’de halk sağlığını tehdit eden bir diğer sorun tarım ürünlerinde kullanılan zehirler yani pestisitler. Heinrich Böll Stiftung Derneği geçen yıl, dünyada ve Türkiye’de pestisit kullanımına dair kapsamlı bir rapor sundu. Pestisit Atlası’nın Türkiye ayağını hazırlayan Doktor Bülent Şık, 23 milyon çocuğun pestisit tehlikesiyle karşı karşıya olduğunu ifade etti. Raporda yer alan verilere göre, dünyada yılda 4 milyon ton pestisit kullanılıyor. AB tehlikeli pestisitlerin Avrupa’da kullanımını yasakladı ama bunların üretim ve ihracatını engellemedi. Pestisit zehirlenmesinde ağır seyreden vakalarda kalp, akciğer ya da böbrek gibi organların iflas etmesine de sıkça rastlanıyor. Pestisitler ayrıca karaciğer ve meme kanseri, tip 2 diyabet ve astım, alerji, obezite ve hormon bozuklukları açısından artan risk oranlarıyla da ilişkili. Türkiye’de en yoğun pestisit kullanımının Adana, Mersin, Manisa, Aydın, Bursa, İzmir ve Antalya’da olduğu tespit edildi.

Şirketler, dünyanın en yoksul ülkelerine sağlıksız ürün satarken, bizim gibi ‘gelişmekte olanların’ hükümetleri de uluslararası tekellerin gıda politikaları üzerinde etkili olmasına izin vermekle meşgul. Öğrencilere, okullarda bir öğün yemek verecek bütçeyi denkleştiremeyen iktidar, çocuklar için değil sağlıklı gıdayı, ekonomiyi yönetemeyişiyle, zehir taşıyan ucuz hazır gıdaları bile ulaşılmaz kıldı. Zehir de pahalı artık.

                                                                 /././

Sevk alana rapor bedava!-Osman Öztürk-

Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası Kanunu İle Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Teklifi geçen Pazartesi Meclise verildi. Perşembe günü Komisyonda görüşüldü. Bu hafta içinde, muhtemelen yarın da Genel Kurula gelecek.

Kanun Teklifi medyada ağırlıklı olarak “GSS prim borçlarına af geliyor” şeklinde yer aldı.

Peki gerçekten öyle mi?

Birincisi, Teklifle sadece 5510 sayılı Kanunun 60. Maddesinin birinci fıkrasının (g) bendindeki sigortalılar için “af” öneriliyor. Yani; işçi, memur, esnaf, isteğe bağlı sigortalılar ve benzeri GSS’liler değil, sadece “Yukarıdaki bentlerin dışında kalan ve başka bir ülkede sağlık sigortasından yararlanma hakkı bulunmayan” sigortalılar “af” edilecek.

İkincisi, söz konusu “af” 2015 öncesine ait.

CHP Bursa milletvekili Prof. Dr. Kayıhan Pala ile konuştum. İşin asıl komik tarafını Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakan Yardımcısı Komisyonda açıklamış. Kanunda zaten on yıllık zaman aşımı olduğu için bu borçlar kendiliğinden ortadan kalkacakmış. Ama böyle bir düzenleme yapılmazsa ay sonuna kadar bütün GSS prim borçlularına ödeme emri çıkartmak zorunda kalacaklarmış.

SGK müdürlüklerini iş yükünden ve posta masrafından kurtarmak için bu maddeyi önermişler, millete de “af” diye yutturmaya çalışıyorlar.

***

Kanun Teklifinde en dikkat çeken düzenlemelerden biri aile hekimlerinden alınan bazı sağlık raporları artık paralı olacakmış.

Peki neden öyle olacakmış?

AKP’nin hekim milletvekillerinden Ümmügülşen Öztürk açıklamış. Şimdiye kadar raporlar parasız olduğu için aile hekiminden rapor isteyip de alamayan hasta öfkelenip saldırıyormuş. Şimdi artık paralı olunca saldırmayacakmış!

Allah akıl, fikir, zihin açıklığı versin de o öfkeli hasta “Parasıyla değil mi, niye vermiyorsun?” diye saldırırsa ne olacak, onu anlayamadım.

***

Teklifte aile hekimleriyle ilgili bir diğer önemli düzenleme de alternatif tıpla ilgili.

Şimdi, malumunuz, aile hekimleri gün boyunca aile sağlığı merkezlerinde boş boş oturuyor, hatta dükkanın önüne sandalye atıp müşteri bekleyen esnaf gibi can sıkıntısından esneyip duruyorlar ya, artık durum değişecekmiş.

Mesai saatleri bittikten sonra hastalara sülük takıp hacamat çekeceklermiş. Tabii ki o da parasıyla olacakmış. Aldıkları paraları da Sağlık Bakanlığı’yla kırışacaklarmış.

Bu değişikliğin gerekçesi de Komisyon tutanağında var. Meğerse Ümmügülşen Hanımın konusu komşusu sokaklarda, sitelerde, her yerde, bu konuda hiç eğitim almamış hacamatçılara, haccamelere gelişigüzel yaptırıyorlarmış. Şimdi artık eğitimli doktorlara yaptıracaklarmış. Ne varmış bunda, neden karşı çıkılıyormuş?

Bu düzenlemeye en büyük desteği de sözde hekim sendikası Hekimsen’in Risale-i Nurcu Başkanı Adil Kurban vermiş. Meğerse kendisi bu konuda engin bilgi sahibiymiş, daha önce makalesini de yazmış; Çin’de bir vatandaş alternatif tıp sayesinde tam 256 yıl yaşamış!

Önümüzdeki ay 66 yaşımı dolduruyorum.  Düşündüm de, üzerine bir 190 yıl daha eklemek hiç fena olmaz. Onun için ben bu maddenin çıkmasını dört gözle bekliyorum. Hemen koşup bu şakirte kayıt yaptıracağım. Bence siz de acele edin. Yalnız öne geçmek yok, kuyruğa girin.

***

Kanun Teklifinde GSS ile ilgili en önemli değişiklik 11. maddede yer alıyor.

Mevcut 5510 sayılı Kanuna göre muayene katılım payı 2 TL ve SGK bu miktarı on katına kadar arttırmaya yetkili. İşte o 2 TL şimdi 20 TL’ye çıkarılıyor ve gene on kat artabilecek.

Peki o zaman ne olacak?

Şimdi hani önce hastaneye, sonra da eczaneye gidiyorsunuz; ilaç katılım payının dışında bir de devlet hastanesine gittiyseniz 6 TL, eğitim araştırma hastanesine gittiyseniz 7 TL, üniversite hastanesine gittiyseniz 8 TL, özel hastaneye gittiyseniz 15 TL ödüyorsunuz ya, işte o rakamlar değişecek.

SGK bu miktarları 200 TL’ye kadar yükseltebilecek. Her sene de yeniden değerleme oranı kadar arttıracak.

Durun, hemen telaşlanmayın. Eğer hastaneye gitmeden önce aile hekiminize uğrayıp sevk alırsanız ödemeniz gereken para 100 TL’ye kadar inebilecek. Onun gerekçesini de Sağlık Bakan Yardımcısı Şuayip Birinci açıklamış; böylece aile hekimliği sistemini cazibeli hale getireceklermiş.

Yani diyelim aile hekimine gidip 100 TL’ye sağlık raporu aldınız, yanında bir de bir hastaneye sevk alırsanız o parayı geri almış olacaksınız. Hatta iki hastaneye sevk alırsanız kâra bile geçebilirsiniz!

Tersinden de okuyabilirsiniz. “Aile hekimi patron çıldırdı. Sevk alana rapor bedava!”

Üzerine aile hekiminize bir de kupa çektirirseniz 256 yıl yaşamanız garanti.

                                                                  /././

Gazın maliyetine ‘ticari sır’ perdesi -Mustafa Bildircin-

Bakanlık, “Karadeniz Gazı’nın maliyeti sır oldu” açıklamalarını haklı çıkartan yeni bir yanıta imza attı. Gazın maliyeti hakkında soru önergesine yanıt veren Bakanlık, “Önergeye konu sorular ticari sır kapsamındadır” dedi.(https://www.birgun.net/haber/gazin-maliyetine-ticari-sir-perdesi-580545)

                                                               ***

Ağzını açana soruşturma!

Üniversitelerde yaşanan sorunları protesto eden öğrencilere, üniversiteler tarafından soruşturma açılmaya devam ediyor. Marmara Üniversitesi’nde kadın cinayetlerini protesto eden 25 öğrenciye soruşturma açıldı.(https://www.birgun.net/haber/agzini-acana-sorusturma-580529)

                                                              ***

Yemek kartlarına 'asgari ücret' düzenlemesi

Resmi Gazete'de yayımlanan yönetmelik değişikliğine göre, yemek kartları ve çekleri kapsama alınırken, günlük hesaplamada asgari ücretin formülasyon şartı kaldırıldı. Resmi Gazete’de ‘Sosyal sigorta işlemleri yönetmeliğinde değişiklik yapılmasına dair yönetmelik’de değişiklik yapıldı. Yapılan değişiklikte şu ifadelere yer verildi: “İşyerinde veya müştemilatında yemek verilmeyen durumlarda, sigortalıya yemek verilmek suretiyle sağlanan menfaatlerin nakit olarak ya da yemek hizmetinin alınması dışında kullanılabilecek yemek kartı/çeki/kuponu gibi araçlarla sağlanması halinde, fiilen çalışılan günlere ait bir günlük yemek bedelinin Kurum Yönetim Kurulunca belirlenen tutarının fiilen çalışılan gün sayısı ile çarpılması sonucunda bulunulacak tutarını aşmayan kısmı.” Resmi Gazete'de yayımlanan düzenleme 1 Ocak 2025 tarihinde yürürlüğe girecek.

                                                        ***

Türk Eczacıları Birliği: Çok ciddi halk sağlığı sorunuyla karşı karşıyayız

Türk Eczacıları Birliği Başkanı Eczacı Arman Üney, eczane dışı denetimsiz mecralarda satılan ürünlerin sahte olma olasılığına işaret etti ve ekledi: "Çok ciddi bir halk sağlığı sorunu ile karşı karşıyayız." 

“Maalesef gıda takviyeleri, vitaminler ve bitkisel ürünler market raflarından veya internetten denetimsiz bir şekilde satılıyor. Vatandaşlarımızı uyarmak istiyoruz. Bu ürünlerin hangi koşullarda üretildiği, ambalajlandığı, saklandığı ve tüm bu süreçlerin ne şekilde denetlendiği çok önemlidir. Tüm bunlar, bu ürünün ne kadar etkili, ne kadar kaliteli ve ne kadar güvenilir olduğunu belirler. Her şeyden önce eczane dışı denetimsiz mecralardan satılan ürünlerin sahte olma olasılığı çok yüksektir. Doğru saklama koşullarına uyulmadığı için bozulmuş olabilirler. Dahası bazı ürünlerin içerisine yasaklı etken maddeler eklenebildiğini de gördük. Bunların yarattığı acı sonlara, kaybolan hayatlara şahit olduk. Dolayısıyla şu çok net; çok ciddi bir halk sağlığı sorunu ile karşı karşıyayız.

Genellikle arkadaş tavsiyesi veya internet yorumlarıyla temin edilen bu ürünler çok ama çok olumsuz sağlık sonuçlarına neden olabilir. Örneğin bazı vitaminler uzun süre yüksek doz alımında sinir hasarına yol açabilir. Bir başka vitamin, vücutta birikebilir ve aşırı doz alındığında vitamin zehirlenmesine neden olabilir. Spor salonlarında protein tozlarının kontrolsüzce kullanıldığını görüyoruz.  Bu ürünlerin uygun olmayan kullanımları kemik sağlığını olumsuz etkiler osteoporoz riskini artırır. Benzer şekilde zayıflama takviyelerinin bilinçsizce kullanımı kalp çarpıntısı, yüksek tansiyon, mide krampları, uyku bozuklukları gibi pek çok istenmeyen etkiye neden olabilir.

Eczacılar olarak şu önemli noktanın altını çizmeye çalışıyoruz. Bu ürünler, herhangi bir ürün değildir. Herkeste aynı etkiyi göstermeyebilir. Her bireyin ihtiyacı farklıdır. Özellikle hamilelerde, çocuklarda, yaşlılarda ve kronik hastalığı olanlarda çok daha dikkatli olunmalıdır. Çünkü hem birbirleri ile hem de diğer ilaçlarla etkileşebilirler. Bitkisel ürünler, vitaminler ve gıda takviyeleri hakkında bilgi edinmek için mutlaka eczacınıza danışın. Bu ürünleri güvenilir ve doğru adres olan eczanelerden alın."

                                                       ***

(Birgün)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder