3 Aralık 2024 Salı

T24 "KÖŞEBAŞI" + "GÜNDEM" -3 Aralık 2024-

 

AYM, İmar Kanunu'ndaki "Yapının depreme dayanıklılığı hususu malikin sorumluluğundadır" düzenlemesini iptal etti: Kamu kurumları da sorumlu olacak 

AYM tarafından yapılan incelemede; "Yapının depreme dayanıklılığı hususu malikin sorumluluğundadır" düzenlemesinin Anayasa'ya aykırı olduğuna karar verildi ve iptal edildi. İlgili karar Resmi Gazete'nin bugünkü sayısında yayımlandı. Kararda, idarenin denetim ve gözetim sorumluluğunun devam ettiği bir konuda idare aleyhine tazminat davası açılamamasının Anayasa'ya aykırı olduğu vurgulandı. İptal kararı sonrası yapı kayıt belgesi alan ve yasal statüye kavuşan binalarda deprem gibi etkenlerle yaşanabilecek olaylardan kamu kurumları da sorumlu olacak. Vatandaşlar ilgili kamu kurumları aleyhine tazminat davası açabilecek.(https://t24.com.tr/haber/aym-imar-kanunu-ndaki-yapinin-depreme-dayanikliligi-hususu-malikin-sorumlulugundadir-duzenlemesini-iptal-etti-kamu-kurumlari-da-sorumlu-olacak,1200469)

                                                                ***

Gıda patronları için Türkiye’de her gün “Şahane Cuma!”-Mustafa Durmuş-

“Kara Cuma” dünyada şirketlerin satışlarını patlatarak kậrlarını artırdıkları bir kapitalist oyunun adı. Aynı zamanda halk açısından bir aldatmaca zira halk daha öncesinde şişirilmiş fiyatlardan büyük çapta yapılan indirimlere kanarak daha fazla tüketmeye yönlendiriliyor.

Kara Cuma (Black Friday), ABD'de Şükran Günü’nden (28 Kasım) sonra gelen ilk cuma gününe verilen ad. Bu gün 1952’den bu yana Noel alışveriş sezonunun başlangıcı kabul ediliyor.

Bu günde perakende mağazaları çok erken saatte açılıyor, geç kapanıyor ve yüksek indirimli satışlar yapılıyor. Alışverişten dolayı oluşan yoğun trafik ve zorluklar nedeniyle güne bu adın verildiği düşünülüyor. Nitekim son yıllarda mağazalarda bu günde aşırı kalabalıktan dolayı kaza oranı artış gösteriyor. (1)

Türkiye’de “Muhteşem Cuma” aldatmacası

Kara Cuma indirimleri, “Muhteşem Cuma”, “Şahane Cuma”, “Efsane Kasım” gibi farklı isimlerle son yıllarda Türkiye'deki mağazalarda da gündeme getiriliyor. Cep telefonlarından, bilgisayara, gıda ve yeme-içmeden mefruşata, konfeksiyondan tekstile ve elektroniğe kadar hemen her üründe indirimli satışlar yapılıyor. O gün indirimli satışlardan faydalanmak isteyenler erken saatlerde mağazalara yöneliyorlar. Ayrıca, “Hepsi Burada”, “Trendyol” gibi internet/e-ticaret alışveriş sitelerini de kullanıyorlar.

Diğer yandan, TESK Genel Başkanı Bendevi Palandöken, bu durumun aslında ‘Efsane Kasım' değil, efsane bir pazarlama taktiği” olduğunun, fiyatların indirim zamanı şişirilip şişirilmediğine bakılması, ilgili meslek odalarının izni olmadan yapılan indirimlere itibar edilmemesi gerektiğinin altını çiziyor:

“Böylesine yüksek kậr marjları gerçekçi değil. Yüzde 80-100 gibi indirim oranları sürdürülebilir bir kazanç modeli olamaz. Bu nedenle bu kampanyaların Bakanlık tarafından denetlenmesi gerekiyor. Aynı şekilde, güvenilir olmayan sitelerden alışveriş yapılmasının sakıncalarına da dikkat edilmeli. 3D güvenlik doğrulaması olmayan yerlerden alışveriş yapan vatandaşlar mağduriyetlerini sıkça dile getiriyor. İnsanlar, dokunup görmedikleri ürünleri cazip fiyatlarla sipariş ederken sonunda hayal kırıklığı yaşayabiliyorlar. Fiyatlardaki anormalliklerin oturması, istikrar sağlanması ve vatandaşların bütçelerine uygun alışveriş yapmaları için bu tür aldatıcı kampanyaların önüne geçilmesi şart. İnsan sağlığına zarar veren veya kalitesiz ürünlerin satışını engellemek tüketicinin korunması adına önemli bir adım olacaktır.” (2)

TESK Başkanının, büyük firmalar karşısında haksız rekabete uğrayarak zarar eden bu yüzden de işlerine son veren küçük esnafın sözcüsü olarak, bunları söylemesi son derece normal. Ancak Türkiye ekonomisinin özellikle de son yıllarda özel tüketim harcamalarıyla büyüdüğü de bir gerçek. Bu harcamalara konu olan ürünlerin önemli bir kısmının da ithalat yoluyla sağlandığı, yatırım malları ve ara malları ithalatının azalırken tüketim malları ithalatının artmaya devam ettiği de bir gerçek.

Tüketime dayalı ekonomik büyüme modeline devam

Nitekim, IMF tarafından hazırlanan bir rapora göre de Türkiye ekonomisi son iki yılda net bir biçimde özel tüketim harcamalarındaki artışla büyüdü. Sektörel olaraksa ekonominin esasta hizmetler sektöründeki genişlemeyle büyüdüğü aşağıdaki grafikten görülebiliyor. Bu iki büyüme dinamiği birbiriyle uyumlu zira özel tüketim harcamaları hizmetler sektörünün temel sürükleyicisi konumunda.

Diğer taraftan, özellikle de lüks tüketim harcamalarından kaynaklanan bu özel tüketim artışı sürdürülebilir olmadığı gibi, enflasyonun düşürülmesinin de önünde engel oluşturuyor. (3)

Bu yılın üçüncü çeyreğine ilişkin ekonomik büyüme verileri ise bir yandan bu çeyrekte GSYH’nin bir önceki çeyreğe göre yüzde 0,2 azaldığını, ikinci çeyrekte de benzer bir küçülme yaşandığından bunun ülke ekonomisinin teknik olarak resesyona girdiğini gösterirken, diğer yandan da yıllık olarak sağlanan yüzde 2,1’lik büyümenin sürükleyicilerinin inşaat-emlak, finans ve sigorta sektörleri olduğunu, sanayi sektörünün ise yüzde 2,2 küçüldüğünü (4) ortaya koyuyor.

Tüketimi kimler yapıyor, enflasyonun bedelini kimler ödüyor?

Bu noktada yanıtlanması gereken soru, halkın yoksulluğu ve borçluluğu dikkate alınarak “bu tüketimi hangi sınıfların yapmakta” olduğudur. Bunun için bölüşüm verilerine bakmak yeterli.

TÜİK verilerine göre, Türkiye’de en zengin yüzde 20 milli gelirin yüzde 49,8’ini alıyor. En zengin yüzde10 en yoksul yüzde 10’dan ortalama 15 kat daha fazla gelir elde ediyor. Gini katsayısı sosyal yardımlar hariç 0,52. En zengin yüzde 10 toplam servetin yüzde 68’ine sahip. Servet Gini katsayısı 0,84 olarak hesaplanıyor. (5)

Gelir ve servet dağılımı adaletsizliğinin her geçen gün daha da artıyor olması, böyle bir talep artışının, dolayısıyla da eğer ülkede bir talep enflasyonundan söz edilecekse bunun asıl sorumlusunun yüksek gelirliler, sermaye sahibi zenginler olduğunu gösteriyor.

Yani eğer gerçekten enflasyonla mücadele edilmek isteniyorsa, maliyetin yüksek enflasyondan fayda sağlayan sermaye kesimine ve zenginlere yüklenmesi gerekiyor ki bu hem etkin hem de adil bir çözüm olacaktır.

Tam tersine iktidar bloku, sermayeyi ve zenginleri vergilendirerek bu talebi kontrol altına almak yerine, milli gelirden aldıkları payın üçte birin altına düştüğü emekçilere kemer sıktırıyor. Böylece toplumun neredeyse yüzde 85’ini oluşturan bu kesimin daha da yoksullaşmasına neden oluyor.

Kapitalist büyüme ve yoksulluk el ele gidiyor

Ancak kapitalizm altında yoksulluğun ekonomik büyümenin diyalektik bir eşlikçisi olduğu unutulmamalı. Yani sorun, bazı ünlü iktisatçıların yaptığı gibi, “iyi ve içermeci” kurumlara sahip olmak yerine, “kötü ve dışlayıcı” kurumlara sahip olmaya ve kötü yönetilmeye indirgenmemeli. Ortada sistemik sorunlar var.

Kısaca, emekçilerin yoksullaşmasının nedeni büyük zenginlerdir, büyük servetlerin sahipleri sermaye sınıfıdır. Özellikle de neo liberal döneminde kapitalist büyüme sermayenin, servetin büyümesidir ve kaçınılmaz olarak yoksulluk üretir.

“Kapitalist büyümeye zorunlu olarak ilkel sermaye birikimi süreci eşlik eder, bu da bir yığın küçük üreticinin mülksüzleştirilmesini ve dolayısıyla yoksullaşmasını gerektirir. Ancak kapitalist sektörde çalışan, doğrudan işçi olarak asimile ettiği kişilerin sayısı yoksullaşanların sadece bir kısmını oluşturur. Sermaye birikimi ilerledikçe “sistemin dışında” kalan ilkel sermaye birikiminin kurbanlarının mutlak sayıları artmaya devam eder ya da mutlak sayıları artmayıp sabit kalırsa veya azalırsa, o zaman yoksulluğun boyutları da artar. Bu olgu, “bir kutuptaki zenginlik birikimine neden aynı anda başka bir kutupta yoksulluğun artmasının eşlik ettiğini” açıklar. Ancak bu olgunun algılanması, birikim sürecinin bütününe dair kapsamlı bir vizyonun yokluğu nedeniyle karartılır.”  (6)

Gıdada fiyat artışları tam gaz sürüyor

Türkiye gıda enflasyonu açısından OECD ülkeleri arasında ilk sırada yer alıyor. Üstelik gıda fiyatları her geçen gün artmaya da devam ediyor. Yakın gelecekte bu fiyatların düşmesi de beklenmiyor. Öyle ki TCMB’nin gıda enflasyonu tahmini; 2024 yılı sonu için yüzde 41,8 ve 2025 için yüzde 22,5. Ancak bu tahminlerin de çok iyimser olduğunu, gerçekleşecek rakamların daha yüksek çıkma ihtimalinin oldukça yüksek olduğunu belirtelim.

Nitekim T. Ziraat Odaları Birliği’nin açıkladığı Kasım ayı market fiyatlarına göre; bazı kış ürünlerindeki son bir yıldaki fiyat artışları şöyle: Karnabahar yüzde 255, mandalina yüzde 143, marul yüzde 111 ve pırasa yüzde 86. (7)

Bunların yaz sebzesi değil, içinde bulunduğumuz kış dönemi sebzeleri olduğu unutulmamalı. Yani domates ve salatalıktaki fiyat artışları “mevsimi olmadığı” gerekçesiyle belki mazur görülebilir ancak kış sebzelerindeki fiyat artışları için aynı değerlendirmeyi yapmak doğru olmaz. Burada gıdada fiyatların yüksek kalmasına neden olan yapısal faktörleri de ele almak gerekir.

Gıdanın gramajını azaltma ve kalitesini düşürme

Kaldı ki gıda sektörü patronları sadece fahiş fiyat artışlarıyla kậrlarını artırmıyorlar. Aynı zamanda bu ürünlerin gramajları azaltılıyor ve kaliteleri de düşürülüyor. Üstelik bu aynı anda fiyatlar artırılarak da yapılabiliyor. Dahası, bu durum “merdiven altı” diye tabir edilen yerlerle de sınırlı değil. Büyük marketlerde de görülebiliyor.

Örneğin satın aldığınız ekmeğin, bisküvinin, gofretin, sütün, cipsin, bakliyatın net gramajı düşürülürken, sosis ya da salamın içeriği baş etinden, tırnağa kadar kötü malzeme ile değiştirilebiliyor. Dana kıyması olarak satın aldığınız kıymaya baş eti, sakatat ya da kırmızı bibere kiremit tozu katılabiliyor. Tereyağı artık saf tereyağı değil, patates gibi sebzelerin katılımıyla ucuz ve sağlıksız bir yağa dönüşebiliyor. (8)

Bir yandan kậr güdüsü ve denetimsizlik, diğer yandan giderek yoksullaşan halkın gramaj ve kaliteyi fark etmeden ya da önemsemeden tüketmek zorunda olması böyle davranışların önünü açıyor.

Shrinkflasyon ve skimpflasyon

Kısaca gıda enflasyonuna, yukarıda anlatıldığı bir küçültme (shrinkflasyon) ve kalitesizleştirme (skimpflasyon) enflasyonunu da katmak gerekiyor. Bu durum kuşkusuz gıda piyasasını kontrol eden büyük sermaye şirketlerinin, market zincirlerinin kậrlarını daha da artırıyor. Aksi halde geçen yılın kậr şampiyonunun gıda sektörü olması başka türlü nasıl izah edilebilir?

Sonuç olarak

“Kara Cuma” dünyada şirketlerin satışlarını patlatarak kậrlarını artırdıkları bir kapitalist oyunun adı. Aynı zamanda halk açısından bir aldatmaca zira halk daha öncesinde şişirilmiş fiyatlardan büyük çapta yapılan indirimlere kanarak daha fazla tüketmeye yönlendiriliyor. Diğer yandan bu durum şirketlerin satışlarını ve kậrlarını daha da artırmaya hizmet ediyor.

Ancak Türkiye’de, Şahane Cuma ya da Şahane Kasım adları altında yürütülüyor olsa da, özellikle de gıda sektöründeki büyük üreticiler ve zincir marketler için Kara Cuma gibi uygulamalara pek de ihtiyaç duyulmuyor. Gıda ürünlerine neredeyse her gün yapılan zamlar dikkate alındığında, Türkiye’de gıda sanayinin patronları için her gün Kara Cuma'dır.

Dip notlar:

                                                                             /././
                                                                          

Yemek kartları ile ilgili yanlışta yargı kararına rağmen ısrar ediliyor!-Erdoğan Sağlam-

Yemek kartı/çeki/kuponu gibi araçlarla sadece yemek hizmeti alınabilir. Bunların market ve benzeri yerlerde amaç dışında kullanılması halinde işverenlere yaptırım uygulanması hukuka aykırı olacaktır.

Değerli okurlar, 2022 yılında çok tartıştığımız bir konu bu yıl yeniden gündeme geldi. Son olarak dün Resmi Gazete’de yayımlanan “Sosyal Sigorta İşlemleri Yönetmeliğinde Değişiklik Yapılmasına Dair Yönetmelik” ile tartışmada başa döndük.

2022 yılında yapılan düzenleme neydi?

Öncelikle genel kuralı belirtelim. 5510 sayılı Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası Kanununa göre, ayni yardımlar ile Sosyal Güvenlik Kurumu Başkanlığınca (Kurumca) tutarları yıllar itibarıyla belirlenen yemek, çocuk ve aile zamları prime esas kazançların hesaplanmasında dikkate alınmaz, yani bunlar üzerinden sigorta primi hesaplanmaz.

Bu hüküm gereğince nakit ödenen yemek bedellerinin, Kurumca belirlenen kısmını aşan tutarları sigorta primine tabi tutulmakta iken, bu sınırın altında kalan tutarlar ile ayni yemek yardımları prime tabi tutulmamaktaydı.

Ancak 2022 yılında Sosyal Sigorta İşlemleri Yönetmeliğinin 97’nci maddesinin yedinci fıkrasının (a) bendi değiştirilerek, işverenlerce işyerinde veya müştemilatında yemek verilmemesi şartıyla yemek bedeli adı altında sigortalılara veya sigortalılar için üçüncü kişilere yapılan her türlü ödemelerin, günlük asgari ücretin Kurum Yönetim Kurulunca belirlenen oranının fiilen çalışılan gün sayısı ile çarpılması sonucunda bulunacak tutarın prime esas kazançların hesaplanmasında dikkate alınmayacağı hükmüne yer verildi.

Bu Yönetmelik değişikliğine dayanılarak çıkarılan 02/12/2022 tarihli ve 2022/2 sayılı Genelge işle yemek parasına ilişkin kurallar aşağıdaki gibi belirlendi:

* İşverenlerce işyerinde veya müştemilatında kendi imkanlarıyla yemek verilmesi amacıyla işverenler tarafından ödenen yemek bedelleri sigorta primine esas kazanca dahil edilmeyecektir. (Madde 2.1.1.)

* İşverenlerce sigortalılar için işyeri veya müştemilatı dışında kalan yerlerde üçüncü kişilere yemek bedeli adı altında fatura karşılığı nakden ödeme yapılması halinde günlük brüt asgari ücretin yüzde 23,65’inin fiilen çalışılan gün sayısı ile çarpılması sonucunda bulunacak tutar, prime esas kazanca dahil edilmeyecektir. (Madde 2.1.2.)

* İşverenlerce işyerinde veya müştemilatında yemek verilmemesi şartıyla, sigortalılara yemek bedeli adı altında nakden yapılan ödemelerin günlük asgari ücretin yüzde 23,65’inin fiilen çalışılan gün sayısı ile çarpılması sonucunda bulunacak tutarı prime esas kazanca dahil edilmeyecektir. (Madde 2.1.3.)

* Sigortalılara ay içinde yemek bedeli olarak nakit ödeme yapılmaksızın, üçüncü kişilere yemek kuponu, yemek kartı, yemek çeki vb. araçlarla fatura karşılığı yemek bedeli ödenmesi halinde günlük brüt asgari ücretin yüzde 23,65’ inin fiilen çalışılan gün sayısı ile çarpılması sonucunda bulunacak tutar, prime esas kazanca dahil edilmeyecektir. (Madde 2.1.4.)

Genelgede ayrıca yemek kartlarına/çeklerine/kuponlarına yüklenen yemek bedellerinin sigorta priminden istisna tutulabilmesi için söz konusu kartların/çeklerin/kuponların yalnızca yemek yenilmesi amacıyla kullanılması gerektiği, yemek bedeli adı altında sigortalılara veya sigortalılar için üçüncü kişilere yapılan her türlü ödemelere ilişkin muvazaalı durumların tespit edilmesi halinde kurumun prim kaybının işverenlerden gecikme zammı ve cezası ile tahsil edileceği şeklinde çok tartışmalı açıklamalara da yer verilmişti.

Yönetmelik ve Genelgenin Danıştay’da iptali istemiyle açılan davada Danıştay Onuncu Dairesi  08/05/2024 tarihli ve E.:2023/170; K.:2024/1853 sayılı Kararı ile Sosyal Sigorta İşlemleri Yönetmeliğinde Değişiklik Yapılmasına Dair Yönetmeliğin 1. maddesi ile değiştirilen 97. maddesinin 7. fıkrasının (a) bendinin ve bu Yönetmeliğe dayanılarak Sosyal Güvenlik Kurumu Sigorta Primleri Genel Müdürlüğü tarafından yayımlanan 02/12/2022 tarihli, 2022/22 sayılı, "Yemek Bedeli" konulu Genelge’nin 2.1.2 ve 2.1.4. maddelerinin İPTALİNE oy çokluğuyla karar verdi.

İptal gerekçesi, işyerinde yemek verilmeyen durumlarda, sigortalılar dışında üçüncü kişilere yemek bedeli adı altında fatura karşılığı yapılan ödemelerle, yine üçüncü kişilere yemek kuponu, yemek kartı, yemek çeki vb. araçlarla fatura karşılığı yapılan ödemelerin esasen ayni yardım kapsamında ele alınması gerektiği, bunların nakdi ödeme olarak kabul edilemeyeceği anlayışına dayanmaktadır.

Dün yayımlanan Sosyal Sigorta İşlemleri Yönetmeliğinde Değişiklik Yapılmasına Dair Yönetmelik ile Danıştay Onuncu Dairesince iptal edilen Sosyal Sigorta İşlemleri Yönetmeliğinin 97’nci maddesinin yedinci fıkrasının (a) bendi aşağıdaki şekilde yeniden düzenlendi[1]:

a) İşyerinde veya müştemilatında yemek verilmeyen durumlarda, sigortalıya yemek verilmek suretiyle sağlanan menfaatlerin  nakit olarak ya da yemek hizmetinin alınması dışında kullanılabilecek yemek kartı/çeki/kuponu gibi araçlarla sağlanması halinde, fiilen çalışılan günlere ait bir günlük yemek bedelinin Kurum Yönetim Kurulunca belirlenen  tutarının fiilen çalışılan gün sayısı ile çarpılması sonucunda bulunulacak tutarını aşmayan kısmı,

Bu düzenlemeye göre, personele yemek verilmek suretiyle sağlanan menfaat, nakit verilmek yerine yemek kartı/çeki/kuponu gibi araçlarla sağlansa da kurumca belirlenen sınıra bağlı olarak sigorta primine tabi tutulacaktır.

Yönetmelik yayımı tarihini izleyen ayın başında (yani 1 Ocak 2025 tarihinde) yürürlüğe girecektir.

Bu değişikliği nasıl okumak gerekir?

Yönetmelik değişikliğini okuduğumda, Danıştay’ın iptal gerekçesinin dikkate alınmamış olduğunu düşündüm. Başka bir ifade ile Sosyal Güvenlik Kurumunun yemek kartı/çeki/kuponu gibi araçlarla sağlanan yemek menfaatlerini de nakdi yemek yardımı kapsamında değerlendirmeye devam ettiği anlaşılıyor. 

Oysa Danıştay’ın iptal kararından sonra, yemek kartları ile sağlanan menfaatlerin ayni yardım kapsamında hiç sigorta primine tabi tutulmaması gerekir.

Yapılan değişikliğin de iptal istemine konu edilmesi halinde aynı gerekçelerle iptal edileceğini düşünüyorum.

Ayrıca yemek kartı/çeki/kuponu gibi araçlarla sadece yemek hizmeti alınabilir. Bunların market ve benzeri yerlerde amaç dışında kullanılması halinde işverenlere yaptırım uygulanması hukuka aykırı olacaktır.

Bu nedenle, Genelgede yer alan, “yemek bedeli adı altında sigortalılara veya sigortalılar için üçüncü kişilere yapılan ödemelere ilişkin muvazaalı durumların tespit edilmesi halinde Kurumun prim kaybının işverenlerden gecikme zammı ve cezası ile tahsil edileceği” şeklindeki açıklamaların acilen kaldırılması gerekir.

Yemek kartlarının marketlerde tüm ürün gruplarında kullanıldığı şeklindeki yaklaşımlar da doğru değil, çünkü yemek kartları marketlerde sadece “tüketime hazır sıcak veya soğuk gıda”, yani “yemek” için kullanılabilir. Aksi durumlar amacı dışında kullanımlar olup, bundan bu eylemi denetlemesi ve engellemesi mümkün olmayan işverenleri sorumlu tutmak hukuken mümkün olamaz!

Nakit ödenen yemek paraları için bu anlamda bir takip yapılmazken, yemek kartlarına gösterilen bu hassasiyeti anlamadığımı bir kez daha belirtmek isterim.

Son olarak, vergi istisnası ile sigorta istisnasının farklı tutarlarda uygulanmasının sorunlara yol açtığını düşünüyorum. Bu iki uygulamaya da aynı tutarların esas alınması isabetli olacaktır.


[1] Bu değişikliğin geç yapıldığını düşünüyorum. Bugün bu gecikmenin sonuçlarına girmiyorum, ancak hukukçuların bu konuyu enine boyuna tartışması gerekiyor.

                                                                  /././

Tek kutupluluktan “düzensiz” çok kutupluluğa: Soğuk Savaş’ın resmen sona ermesinden 35 yıl sonra bugün dünya nasıl bir eşikte?-Buse Söğütlü-

Soğuk Savaş sonrası kurulan uluslararası sistem ve bu sistemin çok kutupluluğa doğru dağılması, barış ve güvenlik üretme kapasitesinin yetersizliğini mi belirgin hale getirdi?

“Dünya bir çağdan çıkıp başka bir çağa giriyor. Kalıcı ve barışçıl bir döneme giden uzun bir yolun başındayız. Güç tehdidi, güvensizlik, psikolojik ve ideolojik mücadele geçmişte kalmalıdır"

Sovyetler Birliği lideri Mihail Gorbaçov, Soğuk Savaş’ın sona erdiğinin resmen ilan edildiği Malta Konferansı’nda ABD Başkanı George H.W. Bush’a bunları söylemiş, Bush da “Kalıcı bir barışı gerçekleştirebilir ve Doğu-Batı ilişkisini kalıcı iş birliğine dönüştürebiliriz. Başkan Gorbaçov ve benim burada başlattığımız gelecek işte budur” diye karşılık vermişti.  
 
35 yıl önce bugün, 2-3 Aralık 1989’da Gorbaçov ile Bush, Malta açıklarındaki Maksim Gorki yolcu gemisinde Soğuk Savaş’ın resmen sona erdiğini ilan etmek üzere bir araya geldi. Malta Konferansı olarak bilinen bu görüşmenin üzerinden 35 yıl sonra bugün, dünya hâlâ gerilimlerle dolu. Yeni ittifakların şekillendiği ve güç dengelerinin yeniden yazıldığı bu dönemde dünya, bir kez daha kırılgan bir eşiğin kenarında duruyor. Bölgesel çatışmalar devam ederken küresel savaş riskinden ve nükleer silahların caydırıcı rolünün yerini giderek bir tehdit unsuru olmaya bıraktığından söz ediliyor.
 

Gorbaçov ve Bush, Malta Konferansı'nda

Peki, Soğuk Savaş’ın bitişi resmen ilan edilirken sarf edilen “umutlu” cümleler 35 yıl sonra bugün nasıl tınlıyor? Soğuk Savaş sonrası kurulan uluslararası sistem ve bu sistemin tek kutupluluktan çok kutupluluğa doğru dağılması, barış ve güvenlik üretme kapasitesinin yetersizliğini mi belirgin hale getirdi? Kimileri yaşananlara “2. Soğuk Savaş”, kimileri “3. Dünya Savaşı” derken dünya nasıl bir eşikte?

T24’e konuşan uzmanlar, Soğuk Savaş sonrası uluslararası sistemin, ABD’nin başını çektiği tek kutuplu yapıdan çok kutuplu ve “düzensiz” bir düzene doğru evrildiğinin altını çiziyor. Rusya-Ukrayna Savaşı ve Gazze çatışması gibi olaylar, bu dönüşümün güvenlik ve barış üretmedeki yetersizliklerini ortaya koyduğunu ifade eden uzmanlar, Türkiye gibi orta ölçekli ülkeler bu yeni düzende özerklik arayışına girdiklerini vurguluyor. Öte yandan uzmanlara göre nükleer tehditler büyük güçler arasında dengelenmeye çalışılsa da küresel savaş riski gibi söylemlerin ne amaçla artırıldığına dikkatle bakmak gerekiyor.

Batı dünyası, zirvenin sonuçlarını coşkuyla karşılamıştı.
The Guardian ve The New York Times, “Yeni bir Avrupa” müjdeliyor,
“ABD-Sovyet bağları için yeni dönem”i ilan ediyordu.
Time dergisi, “Yeni bir dünya inşa etmek” başlıklı bir manşetle çıkmıştı.

“Soğuk Savaş sonrasında ortaya çıkan globalleşme büyük darbe yedi”

Türkiye'nin eski NATO Daimi Temsilcisi (E) Büyükelçi Mehmet Fatih Ceylan, dünyanın içinden geçtiği süreci, “Gerçekten çatışmalı ve birçok meselenin iç içe geçtiği, grift ve kuralların ortadan kalktığı bir düzensizlikten bahsediyoruz” diyerek tanımlıyor. Hem iki kutuplu düzende gerekse Soğuk Savaş ertesi dönemde ülkelerin bir şekilde uyum gösterdikleri düzenin ortada olmadığının altını çizen Ceylan, “Yeni bir düzene doğru gidildiği ve bunun bir geçiş dönemi olduğu kesin” diyor.

Fakat insanların zihinlerindeki “dünya savaşı” kavramının farklılaştığına dikkat çeken Ceylan, şunları ifade ediyor:

“Nasıl bir dünya savaşından söz ediyoruz? Şu anda Ukrayna'da olsun, Orta Doğu'da olsun fiilî çalışmalar var. Bir taraftan bunları çözümleme yönünde gayretler de var, yok değil, inkâr edemeyiz. Soğuk savaş sonrasında dönemde çerçevesi ortaya çıkan ve giderek genişleyen, tüm dünyaya yayılan globalleşme büyük bir darbe yedi. Ancak tümüyle de ortadan kalkmadı. Yani karşılıklı bağımlılık o kadar belirgin hale geldik ki şu mevcut çatışmalı ortamda bile bir şekilde her bileşen itibarıyla olmasa da küreselleşmenin rol oynadığını görüyoruz”

“Klasik anlamda bir 3. Dünya Savaşı’nın çıkmasını beklemek yanıltıcı”

Uluslararası ortamı daha fazla sarsacak gelişmeler olmadığı takdirde klasik anlamda bir 3. Dünya Savaşı’nın çıkmasını beklemenin yanıltıcı olacağını söyleyen Büyükelçi Ceylan, “Çünkü dönemin büyük güçleri, belki Ukrayna’da yaptıkları itibarıyla Rusya'yı bir tarafa koymak lazım, bütün ülkeleri veya kıtaları içine çekecek bir savaşın çıkmasından bence medet ummuyorlar. Yani bunda çıkarları yok. Dolayısıyla olabildiğince mevcut çatışmaları da lokalize etmeye çalışıyorlar. Bu çatışmaların yayılmasını, daha fazla ülke sirayet etmesini önlemeye çalışıyorlar” diyor.

“Küresel rakiplerin gelişimi ABD’nin hegemonik rolünün sorgulanmasına yol açtı”

Uluslararası sistemde derin bir dönüşüm yaşandığını ifade eden Dr. Öğr. Üyesi Erhan Keleşoğlu“90'lı yılların başlarında Soğuk Savaş ortadan kalktıktan sonra uluslararası sistem ABD'nin başını çektiği tek kutuplu bir hegemonik hal almıştı. Özellikle askeri ve siyasi açıdan ABD diğer rakiplerine oranla oldukça iri kıyım bir uluslararası küresel aktördü ve işler, tek kutuplu bir zeminde yürüyordu. Ancak zaman geçtikçe ABD'nin bu askeri siyasi önderliği ciddi bir yıpranma sürecine girdi. Özellikle iktisadi açıdan başta Çin olmak üzere küresel rakiplerin gelişimi ABD'nin bu önder ve hegemonik olma rolünün sorgulanmasına yol açtı” değerlendirmesinde bulunuyor.

“ABD’nin bir numara olma isteği”

Siyaset bilimci, tarihçi, akademisyen Prof. Dr. Hasan Köni ise yaşananları ABD’nin “bir numara olma hırsı” diye nitelendiriyor ve şöyle ekliyor:

“Buna ek olarak doların rezerv para olarak kalmasını sağlama isteği ve de nükleer silah anlaşmasından çekilme boyutu ileriye doğru bir tehlike olduğunu gösteriyor. Ama bunlar dikkat ederseniz büyük devletlerin hırsları sonucu ortaya çıkan durumlar. Orta boylar sistemin bir yerine tutunarak ilerlemeye çalışıyorlar. Orta boy bir ülkeyseniz birtakım ittifakların içinde olmanız gerekiyor. Teknoloji transferi, yatırım lazım. O yüzyılın kültürü neyse o kültürün içinde kalmanız lazım”

“ABD-Çin çekişmesinin Türkiye’ye etkilerini Rusya, Çin ya da Afrika ile kapatamazsınız”

Ancak “Küresel etkiler doğuran bu çatışmaların lokalize edilmesi küresel anlamdaki jeopolitik ve jeostratejik rekabetin son bulduğu anlamına gelmiyor” uyarısında bulunan Büyükelçi Ceylan, ABD-Çin rekabetine işaret ediyor:

“Trump'ın ocak ayında artık fiilen göreve başlamasının ertesi gününde ABD-Çin çekişmesinin daha da ileri boyutlara varmasını beklemek mümkün. Daha ileri boyutlar kazanmasına bağlı olarak bu çekişmenin Avrupa'yı ve diğer birçok ülkeyi veya kıtayı etkilemeye aday olduğu da söylenebilir”

Bunun Türkiye’ye de etkilerinin olacağı uyarısında bulunan Ceylan, “Herhangi bir yerde özellikle ticarî trafiğimizin çok büyük olduğu Avrupa’daki bir ekonomik daralmanın Türkiye’ye yansımalarını olmayacağını iddia etmek gerçeklerden uzaklaşmak anlamına gelir. Peki, bu pazar kaybını Rusya, Çin ya da Afrika ile kapatabilir misiniz? Kısa dönemde asla kapatamazsınız ve ekonomi daha da büyük bir darbe yiyebilir. Buna en azından zihinsel olarak hazırlıklı olmak lazım” diyor.

Dr. Öğr. Üyesi Keleşoğlu, Türkiye’yi yönetenlerin de ABD’nin kademeli olarak güç kaybedişini bir fırsat olarak gördüğünü aktarıyor.

Keleşoğlu’na göre özellikle ABD’nin Orta Doğu’dan Asya Pasifik’e doğru güç kaydırması, Orta Doğu’da oluşacak boşluğu bölgesel güçlerin doldurabileceği algısını güçlendirdi; Türkiye de özellikle 2011 Arap Baharı sonrasında böyle bir role soyundu.

"Türkiye'nin 'özerkliğinin' sınırları var"

Prof. Dr. Cangül Örnek de Türkiye'nin çatışan kutuplar olduğunda ayağını bir kutupta tutup diğer kutupla da teması sürdürdüğü analizini yapıyor. Ancak Örnek'e göre bu tutumun sürdürülebilmesi, ABD'nin de "olur" vermesiyle mümkün. Türkiye'nin ilkesel bir politika olarak farklı kutuplarla mesafeyi önemsediğini söylemenin zor olduğunu ifade eden Örnek, "Türkiye’nin artan uluslararası gerilimler karşısındaki 'özerkliği'nin sınırları olduğunu görmek önemli. Dünyadaki gerilim artıkça ve Türkiye’nin hareket alanı daraldıkça, dış siyasetin ABD-NATO yönüne doğru yattığını görmemiz büyük olasılık. Ekonomik ve askeri bağımlılık yokmuş gibi sadece siyasete bakarak analiz yapmak doğru değil" diyor. 

Trump sonrası dönem

Prof. Dr. Köni, Donald Trump’ın ikinci döneminin başlayacağını hatırlatarak “Bizim Çin’le yakın ilişkilere girmemiz, Şanghay’da gözlemci olmamız, BRICS’te ortak üye olmamız buna şimdiki yapı izin verecek mi?” diye soruyor ve şöyle devam ediyor:

“Bunu İkinci Dünya Savaşı’nda da Türkiye kullandı. Yani bir yandan Sovyetlerin istekleri gelinceye kadar 45'lere kadar onlarla iyi geçindik, öbür taraftan batılı ülkelerle de iyi geçindik. Hatta savaşa sokulmak istendi, ona da direndi. Ama Almanya'ya tonlarca krom sattık, biliyorsunuz. Yeni gelişen bu yapı içinde çoklu bir yapının devam etmeyeceğini gösterdiğini tahmin ediyorum”

“Nükleer caydırıcılık veya dehşet dengesi bir ölçüde hayatiyetini koruyor”

Rusya-Ukrayna savaşında Batı silahlarının Rus topraklarının derinliklerinde kullanılma izninin verilmesini ve Rusya’nın nükleer doktrinini güncellemesini değerlendiren Büyükelçi Ceylan, “Rusya’nın Ukrayna’ya karşı konvansiyonel üstünlüğü olduğu kesin. Ancak Rusya’nın Şubat 2022’den bu yana çok sık şekilde nükleer kartını oynaması, bir yerde acziyet göstergesi. Her ne kadar soğuk savaş dönemindeki gibi olmasa da nükleer silahlara dayalı nükleer caydırıcılık veya dehşet dengesi bir ölçüde hayatiyetini koruyor” diyor.

"Nükleer doktrin güncellenmesi konusunda Çin'den ses geldi"

Bu konuda bir başka faktörün de Çin’in tutumu olduğuna dikkat çeken Ceylan, “Çin bu çatışmada, bırakın askerî nükleer kabiliyetleri herhangi bir sivil nükleer reaktöre karşı saldırı bile kabul etmeyeceğini net olarak söyledi. En son Putin, nükleer doktrinini güncelleme kararı imzaladığında Çin’den ses geldi” şeklinde değerlendiriyor.

Bir nükleer savaşa bağlı olarak Üçüncü Dünya Savaşı’nın patlak verebileceğini düşünmeyen Ceylan, yine de temkinli:

“Tabii tarihte sadece rasyonel kişiler veya akımlar her zaman üstün gelmiyor ama bu nükleer konusu başka bir şey. Fakat bu tehdidi ne kadar çok kullanırsanız nükleer caydırıcılığın etkisini de azaltmış olursunuz”

-------------

Rusya’nın nükleer doktrinini güncellemesi

Türkiye’nin eski NATO Daimi Temsilcisi Büyükelçi Ceylan, Rusya’nın nükleer doktrinini güncellemesi hamlesini şöyle değerlendiriyor:

“Rusya’nın yenilenen nükleer doktrininin eskisinden çok da farklı olmadığını düşünüyorum. Mevcut doktrin zaten Rusya Devlet Başkanı’na gerekli gördüğünde stratejik amaçlar için nükleer silah kullanma yetkisini veriyor. Savaştığı muasırını destekleyen güçler varsa Rusya’nın nükleer silahlara başvurma yetkisini zaten veriyor. Bu esnekliği mevcut nükleer doktrine yedirmiş durumlar. Fakat şimdi oradan bazı şeyler süzüldü ve nükleer doktrininin yenilendiği söylendi. Bu hamlenin tamamen konjonktürel olduğunu düşünüyorum. Ama nükleer kuvvet kullanma tehdidinin bu denli sık kullanılması hafife alınamaz. Dolayısıyla gelişmelerin çok yakından takip edilmesi lazım. Buna karşı çok taraflı çerçevelerde hareket etmek gerekir. Yani Rusya ile bu konuyu ikili düzeyde görüşecek olan bence şu anda iki ülke var: ABD ve Çin"

----------------

Küresel savaş riski söylemi iç politika için mi kullanılıyor?

Dışişleri Bakanı Hakan Fidan, 24 Kasım’da Ankara’daki medya temsilcileriyle bir araya gelmiş ve kritik bir açıklamada bulunmuştu. Fidan, “Adam şunu söylüyor, 'Siz benim topraklarımın içerisinde benim tolere edebileceğimden daha fazla füze ve saldırı yaparsanız, benim bunu durdurmamın yolu, elimdeki araçlarla olmuyorsa, diğer bir üst aracı kullanırım'. Bunu açıktan söylüyor. Bu bir şaka değil. Karşı taraf ise 'Senin elinde nükleer silah var, sen beni nükleerle tehdit ediyorsun diye istediğin yeri işgal etmene de ben izin vermem' diyor. Oldukça sıkıntılı bir konu" demişti.

Öte yandan İsveç’te de Soğuk Savaş döneminden kalma acil durum planının güncellenerek yeniden dağıtıldığı öğrenilmişti. Türkiye de dahil olmak üzere başkentler sık sık küresel ve nükleer bir savaş riskinden söz ediyor.

Büyükelçi Ceylan’a göre bu riske karşı önlem almakla bunun iç siyaset için kullanılması arasında fark var. Ceylan, “Avrupa’da bazı ülkeler bu tehdidi gerçekten hissediyor; Polonya, İsveç, Finlandiya… Yoksa yıllardır sürdürdükleri tarafsızlığı bırakıp NATO’ya niye üye olsunlar. Bunu hisseden ülkelerin kendilerine göre tedbirler alması doğal” diyor ancak şöyle ekliyor:

“Rusya’nın tahrip gücü daha yüksek konvansiyonel silahlar ve belki de nükleer silah kullanması durumunda ne yapacağız, diye düşünen ülkeler yok değil. Nükleer risklerden bahseden değerlendirmeler de okuyoruz. Ama bunu resmî söylem olarak bizdeki kadar kullanan ben görmedim. O zaman neden bu konunun bu kadar sık dile getirildiği sorusu akla geliyor. Fakat bu bir şaka değil. Bir şekilde, taktik de olsa bir nükleer silah kullanılması çok büyük bir eşiğin aşılması anlamına geliyor ve bunun Türkiye'ye doğrudan yansımaları olur”

----------

Türk dış politikası Soğuk Savaş’ta nasıl şekillendi?

NATO’ya üye olduktan sonra Türkiye’nin hem iç politikasının hem de başta güvenlik aygıtı olmak üzere iç siyaset kültürünün Batı etkisiyle şekillendiğini ifade eden Dr. Öğr. Üyesi Keleşoğlu, Türk dış politikası açısından Soğuk Savaş sürecini şöyle değerlendiriyor:

“Soğuk Savaş içerisindeki gerilimin azalması ve artmasıyla orantılı olarak kutup liderinin yani Amerika Birleşik Devletleri'nin izlemiş olduğu politikaya gerginliğin arttığı dönemlerde yakınlaşma, gerginliğin azaldığı dönemlerde göreli olarak uzaklaşma; göreli olarak özerk hareket edebilme imkanını görüyordu. Detant öncesinde, örneğin 1960’ların başlarından önce Demokrat Parti döneminde tamamıyla Amerikan politikasını Türkiye'nin dış politika çıkarları ile özdeşleştirme şeklinde bir tavır görmüştük. Detant sonrasında da göreli olarak özerkleşme görmüştük. 1970’lerin sonu, 80’lerin başında Soğuk Savaş’ın tekrar gergin bir atmosfere bürünmesiyle beraber Amerikan politikalarına yine daha yakın izlek olduğunu aynı zamanda 12 Eylül darbesinin de ABD’nin onayıyla ve desteklemesiyle yapıldığını biliyoruz. Soğuk Savaş’ın ardındansa Türkiye, NATO’nun içerisinde kaldı ve NATO’yla paralel, NATO’nun dönüşümü içerisinde dış politika çizgisi izleyegeldi”

Türkiye'nin "dengeleme"yi Soğuk Savaş'ta tercih etmesi gerektiğini ancak uzun yıllar boyunca ve önemli konularda tercih etmediğini söyleyen Örnek de "Bunun en büyük istisnası Sovyetler Birliği ile 1960’ların ortasından itibaren kurulan ve esas olarak sanayi yatırımlarını merkeze alan ekonomik işbirliği. O süreçten Türkiye büyük kazançla çıkmıştır. Ancak onun dışında Türkiye keskin bir anti-Sovyetik tavır takınmış ve aslında pek çok alanda bağımsız bir birikim elde etme şansını kaybetmiştir" diyor. 

----------

“Otoriter ve özerk davranabilen orta ölçekli devletlerin önünü açan bir eşik söz konusu”

Türkiye’nin uluslararası sistemde dönüşüm yaşanırken ve göreli özerklik imkanları ortaya çıkmışken NATO'dan kopmadan bir güvence aradığını söyleyen Keleşoğlu, “Türkiye NATO'nun nükleer şemsiyesine ihtiyacı olduğunu düşünüyor. Çünkü Rusya ile nispeten iyi ilişkiler olsa da yani dengeli bir politika izlense de sonuçta Rusya ile bölgesel açıdan çok ciddi anlaşmazlıklar da söz konusu. Bunu Libya’da, Suriye’de, Karadeniz’de, Ukrayna Savaşı’nda gördük” diyor.

Keleşoğlu, uluslararası sistem açısından daha otoriter ve daha özerk davranabilen orta ölçekli devletlerin önünü açan bir eşiğin söz konusu olduğunu düşünüyor.

Prof. Dr. Örnek, Türkiye’nin dünyadaki olaylar karşısında konum alırken tutumunu kestirmenin artık daha az mümkün olduğunu vurgulayarak "Daha atak ve her bakımdan ülkenin geleceğini daha fazla riske atan bir siyasetten bahsediyoruz. Soğuk Savaş’ın tek yanlılığı artık eskisi kadar geçerli değil" diyor ve  "Ancak bu Türkiye’nin hem komşu ülke halkları için hem de Türkiye’de yaşayan insanlar için daha güvenli olduğu anlamına gelmiyor" uyarısında bulunuyor.

                                                    /././ 

Kara Harp Okulu’nda İzmir Marşı süreci ve Beşiktaş’ta “turuncu devrim”in önlenemeyen tükenişi -Tolga Şardan-

MSÜ yönetimi görüntü kaydında İzmir Marşı’nın yasaklanmadığı göstermeyi amaçlasa da okulun bir önceki komutanı Gültekin Yaralı’nın imzasını taşıyan talimat / emir Büyüteç’in yayımlandığı güne kadar “talimat panosu”nda asılıydı. “Okunacak marşlar ve yürüyüş kararları” başlıklı listede; Harp Okulu Marşı, Vatan Marşı ve piyade, istihkâm, topçu sınıf marşları olmasına karşın “İzmir Marşı” yok!

Kara Harp Okulu’ndaki (KHO) “kılıçlı yemin töreni” ve “Mustafa Kemal’in askerleriyiz” sloganıyla patlak veren teğmenler krizinin ardından yine KHO’da bu kez İzmir Marşı yasağının Büyüteç’te gündeme gelmesi, Milli Savunma Üniversitesi (MSÜ) yönetimini harekete geçirdi.

Üniversite yönetimi, üniformalı bir grup askeri öğrencinin yürüyüş kolunda İzmir Marşı’nı seslendirdiği kısa görüntüyü sosyal medya üzerinden yayımladı.

Kurumun “resmi açıklama” niteliğindeki söz konusu paylaşımı, Büyüteç’in konusuna yönelikti. Böylesi bir yöntemin uygulanması üniversite yönetimi açısından anlaşılabilir durum elbette.

Ancak MSÜ’nün görüntülü açıklamasına yanıt olarak eldeki bilgileri aktarmakta fayda var, sanırım.

Görüntülü açıklamaya kaynak olan ve durumu kurtarmak amacıyla gereken kaydın yapılması için üniversite yönetimince aynı gün “özel emir” verildiği ortaya çıktı!

Her ne kadar MSÜ yönetimi görüntü kaydında İzmir Marşı’nın yasaklanmadığı göstermeyi amaçlasa da son Yüksek Askeri Şur’a kararıyla korgeneralliğe terfi ederek Diyarbakır 7. Kolordu Komutanlığı’na atanan okulun bir önceki komutanı Gültekin Yaralı’nın imzasını taşıyan talimat / emir Büyüteç’in yayımlandığı güne kadar “talimat panosu”nda asılıydı.

Hem de herkesin görebileceği şekilde, kısımlar koridorunda bölük faaliyetlerini ilgilendiren talimat / emirlerin asılı olduğu “güncel emirler levhası”nın en sağında alt köşesinde.

Başlığı ise, “Okunacak marşlar ve yürüyüş kararları.” Bu listede; Harp Okulu Marşı, Vatan Marşı ve piyade, istihkâm, topçu sınıf marşları olmasına karşın “İzmir Marşı” yok!

Tabii şimdi bu talimat / emir yazısı panodan apar topar kaldırıldı. Zaten, kaldırmaktan başka yapacak başkaca işlem yoktu!

Ayrıca, Türk Silahlı Kuvvetleri’ndeki görev prensibinin, “bir emir ya da talimatın yeni emir veya talimatla kaldırılacağı” olduğunu hatırlatayım. Yani, “okunacak marşlar ve yürüyüş kararları” listesinde düzenleme yapılmayı sağlayan yeni talimat ya da emir yazısı henüz yok.

Kaldı ki, İzmir Marşı konusuna KHO’nun işleyişinden sorumlu Milli Savunma Bakanlığı ve Genelkurmay Başkanlığı’ndan bir açıklama yapılmaması da dikkat çekici.

Yeri gelmişken, askeri camiada son günlerde açıktan seslendirilen bir bilgiyi paylaşayım.

Kulislerdeki bilgiye göre; önceki Milli Savunma Bakanı Hulusi Akar, bir süre önce Cumhurbaşkanı Erdoğan ile “bire bir” görüştü. Akar, içinde bulunduğu mevcut durumdan yani siyasi pozisyonundan memnun olmadığını dile getirdi.

Net biçimde söylemese de Akar’ın yeniden Milli Savunma Bakanı olmak istediğini Erdoğan’a “hissettirdiği” iddiaları kulislerde konuşuluyor, hissettirdiğini söylemek daha doğru olacak kanımca.

Bu tabloya bakıldığında; Akar ile mevcut Milli Savunma Bakanı Yaşar Güler arasında görüş ayrılığı ya da çalışma yöntemi farklılığı bulunduğunu dile getirmek yanlış olmayacak.

Milli Savunma Bakanı Yşaar Güler ve TBMM Millî Savunma Komisyonu Başkanı ve AKP Kayseri Milletvekili Hulusi Akar

KHO’daki teğmenler kriziyle ilgili olarak Güler’in yakın çevresine rahatsızlıklarını anlattığı da söyleniyor. Buna paralel olarak Akar ve MSÜ Rektörü Prof. Dr. Erhan Afyoncu’nun, Erdoğan ve ekibine teğmenler süreciyle ilgili negatif bilgilendirme yaptığı iddiası kulislere düştü

Hatırlayacaksınız; Büyüteç’te geçen eylülde KHO’daki teğmen krizi hakkında Güler’in süreçten rahatsız olduğunu ve görevden affını istemeyi düşündüğünü aktardım.

O günden bugüne bu bilgiye dönük aksi bir açıklama gelmedi. Bu çerçevede, özellikle KHO’daki teğmenler sürecinde askeri yönetim ile üniversitenin sivil yönetimi arasında az önce okuduklarınız çerçevesinde “soğukluk” yaşandığını vurgulayayım.

* * *

Beşiktaş’ındaki “turuncu devrim” rüyasının acı sonu

Tam da gününe rastladı; Beşiktaş camiasında yaşananlar.

Beşiktaş’ın 35. Başkanı Hasan Arat’ın “turuncu oy”la başkan seçilmesinin üzerinden yarın bir yıl geçmiş olacak.

Arat ve yönetiminin iş başına geldiği son kongrede yaşananları “Beşiktaş’ta turuncu devrim” başlığıyla konu ettim Büyüteç’e.

Büyük umutlarla yönetimi devralan Arat’la ilgili rüya çok çabuk sona erdi. Başkan Arat, sağlık ve özel sebeplerle önce Beşiktaş Futbol AŞ’den, iki gün sonra da Beşiktaş Başkanlığı’ndan istifa etti. Arkasında yerine getiremediği onca vaadi bıraktı.

Bu arada yaşadığı sağlık sorunu nedeniyle geçmiş olsun dileklerimi ileteyim.

Ancak, Başkan’ın son dönemdeki yönetim yaklaşımının oluşturduğu kötü tablo, kişisel sağlık sorununu rağmen hakkında ağır eleştirilerin ortaya konulmasına zemin hazırladı maalesef.

“Testi kırıldıktan sonra akıl veren çok olur” misali, şimdi ortaya fazlasıyla can sıkıcı bilgiler saçıldı geçen hafta. Bu bilgiler geçen haftayla sınırlı da kalmayacak anlaşılan.

Mayıs’taki genel kurula kadar camia çalkantının içinde boğuşacak.

Kendini bildi bileli siyah beyazlı renklere gönül vermiş bir kişi olan bu satırların yazarının da bazı tespitleri var kuşkusuz.

Çok içinde yer almamayı tercih etmeme karşın gerek mesleki bağlantılar gerekse camia içinden edindiğim bilgiler, Beşiktaş’ta yaşananların geceden sabaha gerçekleşen süreçler olmadığını ortaya koyuyor.

Sanki ilmek ilmek işlenen süreçler var. Kulübü bu noktaya getiren gelişmelerin planlı ve programlı yürütüldüğünü görmek üzücü.

Kulüpte “profesyonel” görevinde çalışan Samet Aybaba’nın anlattıkları akıllara durgunluk verici cinsten.

Aybaba’nın tüyleri ürperten sözleri, kulüp için milattır!

İmza taklidi yapılarak hazırlanan sahte teklif yazısı, transferlerden alınan komisyon iddiaları, yapılması istenilen transferler için “sus payı” komisyon verildiği bilgileri, kimi yöneticilerin mal varlığındaki artış iddiaları, hatır – gönülle yürütülen çalışmalar, yurt dışından getirtilen A Takım Teknik Direktörü’ne kimi futbolcular için telkinde bulunulması, mobbingler…

Samet Aybaba, “kral çıplak” dedi. Diğer değişle duvardan tuğlayı çekti ve duvar yıkıldı!

Şimdi Aybaba’ya düşen, sahte imza konusuyla ilgili savcılığa gidip şikayetçi olmaktır.

Sosyal medya üzerinde oluşturdukları trol hesaplarla seçim yarışına girip kazanan Arat ve yönetiminin gerek seçim öncesi çalışma yöntemleri gerekse iş başına geldikten sonraki yaklaşımları, affedilir gibi değil.

Belki biraz ileri yorum olacak ancak, Aybaba’nın anlatımları ve diğer vahim bilgiler; birilerinin Beşiktaş’ın başarısından çok bireysel menfaatlerini gerçekleştirmek amacıyla bu kurguyu oluşturdukları izlenimini veriyor. 

Elbette, mevcut yönetim, yaşananlardan tek sorumlu tutulamaz. Tablonun sorumluluğunu, yönetim dışındaki unsurlara paylaştırmak lazım.  

Şöyle ki; önceki başkan Ahmet Nur Çebi’nin görevi bırakmasının ardından başlayan seçim ortamında, Arat’ın adaylığını açıklamasıyla beraber Serdal Adalı, Arat karşıtlarının hamlesi olarak adaylığa ikna edildi.

Kendisini bir anda seçim ortamında bulan Adalı, kendisine destek sözü verenlerin son anda saf değiştirmesiyle sandık yenilgisiyle tanıştı.

Madalyonun ikinci yüzünde ise; yakın çevresince “iyi insan” olarak bilinen Çebi’nin yönetimlerine aldığı üyelerin bazılarının “farklı yaklaşımlar” içinde bulunmasıyla başarısız yönetim sergilemesi ve sonunda görevi bırakması var. Bu da, Arat’ın önünü açan nedenlerden birisi. Arat’ı, “Beşiktaş’ın tarihinde gördüğü en başarısız başkan” olarak tanımlayan Çebi, “iyi başkanlık ve yöneticilik yapsaydı” Arat’ın önü açılır mıydı?

Diğeri, camiada “akil adam” olarak tanımlanan mevcut Divan Kurulu Başkanı Tevfik Yamantürk’ün “başkanlık” istemesine karşı elini taşın altına koymaması. Çöpsüz üzüm misali bir ortam isteyen Yamantürk, başta aday olacağını söylemesine karşın Arat’ın karşısına aday çıkamadı. Yamantürk, Çebi’den kalan enkazı kaldırmak için göreve talip olsaydı Arat, başkan seçilebilir miydi?

Çebi ve önceki yönetimlerin “destekliyoruz” dediği eski başkanlar ve yöneticiler, son dakikada Adalı’yı terk etmeme cesaretini gösterseydi, bugüne gelinir miydi?

Şimdi Beşiktaş’a başkan olacak isim aranıyor.

Geçmişte kıymetleri kendilerinden menkul isimler, “adaylığı düşünüyoruz / aday olabilirim” tarzında ses veriyorlar. Sanki Beşiktaş’ın bugün geldiği noktada payları yokmuş gibi.

“Başkan olacağım, kulübü düzlüğe çıkaracağım” deme cesaretini göstermekten de acizler maalesef.

Efsane kaptan Aybaba’nın verdiği bilgiler kıymetli.

Ancak şunu eklemeden geçemeyeceğim; eski Başkan Arat’ın şoförü Sezgin Gülnar’ın, Galatasaray maçının sonrasında gerçekleştirdiği yumruklu saldırı sebebiyle tutuklanmasının hemen ardından soluğu Ankara’da MHP Genel Merkezi’nde alması da en az anlattıkları kadar dikkati çekici.

Sadece Beşiktaş’ın değil, Türk sporunun bugün geldiği noktadaki etkenlerden birisi spora siyasetin karıştırılagelmesidir.

O günlerde adamını kurtarmaya çalıştığı başkan için bugün açıklamalar yapması dikkat çekici. Bu fotoğraf Aybaba gibi bir profesyonele uygun bir davranış mı?

Sergen Yalçın konusuna gelince; Beşiktaş’a üç kupa kazandıran Yalçın’ın yaşam şekli belli. Beşiktaş’ı yakından takip eden gazeteciler Yalçın’ın Ümraniye’ye nasıl ve hangi koşullarda geldiğini gayet iyi bilir.

Üstelik, üç kupada şampiyon olan takımı, “Başkan’la görüşemedim” diyerek bırakıp giden de bugün ayaklarının altına kırmızı halı serilip Beşiktaş’a davet edilen aynı Sergen Yalçın.

Bugün menajer oyunları üzerinden yönetimi eleştirenle, nepotizm örneğiyle ağabeyini kulübe yerleştiren aynı Sergen Yalçın değil mi?

Beşiktaş’ın teknik direktörüyken, para için reklam filminde oynayan aynı Sergen Yalçın değil mi?

Beşiktaş’ın sıradan isimlerle günü birlik başarılara değil, adına layık olduğu yönetim sistemine ihtiyacı var, nokta!

Yazının sonuna gelirken, 35. Beşiktaş Başkanı Hasan Arat’a iki sorum olacak.

1- Aybaba’nın iddiaları sonrasında Arat, kendisiyle ilgili tüm bilgileri Denetleme Kurulu’na teslim etti. Kendisinin İngiltere’de ev aldığı iddiasını “iftira” olarak tanımladı. O zaman; oğlunuz Ali Arat, İngiltere’de evi ne zaman ve hangi finansal şartlarda satın aldı? Genel sekreter Kaan Şakul ile yardımcınız Sezgin Gülnar, hangi tarihte ve koşullarda gayri menkul sahibi oldular?

2- Borsacı Mehmet Akdere, geçen nisanda İstanbul’da silahlı saldırıya uğradı. Akdere, silahlı saldırı olduğu gün ve saatte kiminle buluşacaktı?

Beşiktaş yönetimine talip olanlar; son Göztepe yenilgisinin ardından sosyal medyaya düşen bir video kaydı var, izlemeyen varsa mutlaka bulup izlesin.

Eskişehir’den maç için çocuklarıyla birlikte stada gelen ve 20 bin lira harcayıp takımın halini gören bir babanın yaşadığı hüsran vardı görüntüde.

Bu ve bunun gibi görüntüleri sonlandıracaksanız, gelecek kuşaklara Beşiktaş bırakmak istiyorsanız göreve talip olun.

Aksi takdirde kişisel menfaat ve reklam için göreve talipseniz boşuna uğraşmayın. Hasan Arat’ın durumunu mumla ararsınız.

Öte yandan, Beşiktaş’ın borcu yaklaşık 14 milyar lira. Borç çok büyük. Gelecek yönetimler tarafından söz konusu borcun ödenmesi nasıl olacak şimdilik bilinmiyor.

Bu noktada, İnönü Stadı’nın konumu da ortada. Büyük borcun yapılanması çerçevesinde yakın gelecekte İnönü Stadı’nın arazinin değerlendirilerek borcun kapatılması yoluna gidilmesi gerektiğini söyleyenler bile olacaktır!

Yazının sonunda unutmadan hatırlatayım; “tribünle gelen, tribünle gider…”

Bir de mümkünse, reklamlarınızda “Süleyman Seba” adını kullanmayın!

                                                               /././

Diyarbakır’da kayyım ‘mirası’: İhale şartnamesine uygun alınmayan itfaiye kıyafetleri ve yanan itfaiye erleri, fazladan çevrilen aile mezarlıkları…-Candan Yıldız-

Kayyım aynı zamanda bir imtiyazlandırma rejimi… Birileri daha fazla eşit, daha fazla vatandaş!

Kürt meselesinin simgesel mekanlarından 12 Eylül karanlığının en ağır uygulandığı Diyarbakır Cezaevi’nin olduğu, iktidarların özel ilgili alanına giren, güvenlikçi politikaların merkezi haline dönüştürülen, “Avrupa Birliği’nin yolu Diyarbakır’dan geçer” sözünün edildiği Diyarbakır’daydım…

2016 ve 2019 yerel seçimleri sonrası kayyım atanan, 31 Mart seçimleri sonrası DEM Parti’nin yüzde 64’le yeniden kazandığı Diyarbakır Büyükşehir Belediye Başkanlığı’nın davet ettiği gazeteciler olarak şehri dinlemek, kayyım siyasetinin kentteki sonuçlarını anlamak önemliydi.

Farklı kurumlardan gazeteciler Diyarbakır Büyükşehir Belediye eş başkanları ile buluştu

Zira kayyım sadece siyasi bir müdahale ya da seçmen iradesinin yok sayılması anlamına gelmiyor sadece. O kenti var eden halkın devletle ilişkisini de anlatıyor. Aynı zamanda kent hakkından o kentin bütün sınıfsal kesimlerinin nasıl yararlandığını da belirliyor.

Belediye Eş Başkanları Serra Bucak ve Doğan Hatun’un gazetecilerle paylaştığı bilgiler sekiz yıllık kayyım sürecinde ‘ganimet’ yaklaşımının olduğunu gösteriyor.

Adli mercilere verilmek üzere hazırlanan dosyalardan, göreve geldikleri günden itibaren müfettişler tarafından sürekli denetlenen, ancak kayyım dönemine ilişkin hazırladıkları dosyaların incelenmesi için İçişleri Bakanlığı’na yaptıkları ‘Müfettiş görevlendirilsin’ çağrısının karşılık bulmadığından söz eden eş başkanlar, çok örnek verdi kayyım sürecinin tahribatına dair. Ama ben bazıları için sıradan görünen ama vatandaş-kayyım ilişkisini açığa çıkaran iki örnekten söz edeceğim…

İlk örnek; 31 Mart seçimlerinin ertesi günü Diyarbakır’ın Kayapınar ilçesindeki bir apartmanın çatısında yangın çıkıyor. Yangına müdahale eden itfaiye erlerinden ikisi yaralanıyor. Birisinin vücudunda yanıklar oluşuyor, diğeri de itfaiye hortumunun yardımıyla kendisini aşağıya bırakıyor. İki itfaiye erinin tedavisi sürüyormuş.

Konuyu önce mahkemeye taşımaktan korkuyorlar ama belediyenin teşvikiyle olay yargıya taşınıyor.

İtfaiye erlerine üçüncü kalite kıyafet giydirilmiş!

Peki itfaiyecilerin yaralanmasıyla kayyım arasında nasıl bir ilişki var?

Doğan Hatun’dan dinleyelim:

“İhalede yer alan birinci sınıf kıyafet yerine üçüncü sınıf kıyafet sipariş edilmiş. Malzeme üçüncü kalite… Bu üçüncü kalite kıyafeti giren giyen itfaiye eri maalesef aylardır tedavi görüyor. Dava açmak istemediler korktukları için. Biz teşvik ettik. Bir itfaiye erinin kıyafeti üzerinden nasıl bir pazarlık yapılır!”

Diğer örnek ise mezarlıklarla ilgili.

Belediye Sağlık İşleri Daire Başkanlığı’na bağlı Mezarlıklar ve Cenaze Şube Müdürlüğü’nün, kayyım döneminde aile mezarlıkları satışıyla ilgili usulsüzlüklere gelelim…

Sekiz mezarlık alanı satın alan ilgili müdür Mehmet Kadri Yıldız, boş mezar kazıyarak kendisine tahsis edilen alanı 18 mezarlık alanına çeviriyor.

Konu 28.08.2024 tarihinde Belediyenin Teftiş Kurulu Başkanlığı’na iletiliyor. Buna göre “Yeniköy Mezarlığı’nda yapılan kontroller sonucu satışı yapılan sekiz kişilik aile mezarlığında herhangi bir cenaze olmaksızın 18 adet mezar yerinin hazırlandığı” tespit ediliyor.

Sekiz kişilik aile mezarlığı yeri, mezar varmış gibi 18 kişilik mezar yeri olarak genişletiliyor.

Yine kayyım olarak atanan Diyarbakır Valisi Münir Karaoğlu döneminde Kırsal Hizmetler Daire Başkanlığı’na atanan Nihat Nurbaki de 07.12.2020 tarihinde aile mezarlığı satın alıyor. Satın aldığı alan 36 metrekare. Ama ölçüm yapılan alan 46 metrekare. 10 metrekarelik fazla alan çevrilmiş yapılan incelemede.
Yeniköy Mezarlığı’nda Belediyede Kırsal Kalkınma Daire Başkanı’nın satın aldığı aile mezarlık alanı 46 metrekareye çıkarılmış

Semavi dinlerdeki ortak inanca göre herkesin eşitlendiği mezarlıklar bile ‘imtiyaz’ alanları olarak istismar edilebiliyor. Daha fazla imtiyazı kendinde görme hakkı…

Kayyım bu nedenle aynı zamanda bir imtiyazlandırma rejimi… Birileri daha fazla eşit, daha fazla vatandaş!


Yarın: Kayyımlara Diyarbakır halkı ne diyor, Bahçeli’nin Öcalan çıkışını nasıl yorumluyor ve kayyım ihtimaline ilişkin neler konuşuluyor?

                                                                             /././

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder