AYM, İmar Kanunu'ndaki "Yapının depreme dayanıklılığı hususu malikin sorumluluğundadır" düzenlemesini iptal etti: Kamu kurumları da sorumlu olacak
AYM tarafından yapılan incelemede; "Yapının depreme dayanıklılığı hususu malikin sorumluluğundadır" düzenlemesinin Anayasa'ya aykırı olduğuna karar verildi ve iptal edildi. İlgili karar Resmi Gazete'nin bugünkü sayısında yayımlandı. Kararda, idarenin denetim ve gözetim sorumluluğunun devam ettiği bir konuda idare aleyhine tazminat davası açılamamasının Anayasa'ya aykırı olduğu vurgulandı. İptal kararı sonrası yapı kayıt belgesi alan ve yasal statüye kavuşan binalarda deprem gibi etkenlerle yaşanabilecek olaylardan kamu kurumları da sorumlu olacak. Vatandaşlar ilgili kamu kurumları aleyhine tazminat davası açabilecek.(https://t24.com.tr/haber/aym-imar-kanunu-ndaki-yapinin-depreme-dayanikliligi-hususu-malikin-sorumlulugundadir-duzenlemesini-iptal-etti-kamu-kurumlari-da-sorumlu-olacak,1200469)
***
Gıda patronları için Türkiye’de her gün “Şahane Cuma!”-Mustafa Durmuş-
“Kara Cuma” dünyada şirketlerin satışlarını patlatarak kậrlarını artırdıkları bir kapitalist oyunun adı. Aynı zamanda halk açısından bir aldatmaca zira halk daha öncesinde şişirilmiş fiyatlardan büyük çapta yapılan indirimlere kanarak daha fazla tüketmeye yönlendiriliyor.
Kara Cuma (Black Friday), ABD'de Şükran Günü’nden (28 Kasım) sonra gelen ilk cuma gününe verilen ad. Bu gün 1952’den bu yana Noel alışveriş sezonunun başlangıcı kabul ediliyor.
Bu günde perakende mağazaları çok erken saatte açılıyor, geç kapanıyor ve yüksek indirimli satışlar yapılıyor. Alışverişten dolayı oluşan yoğun trafik ve zorluklar nedeniyle güne bu adın verildiği düşünülüyor. Nitekim son yıllarda mağazalarda bu günde aşırı kalabalıktan dolayı kaza oranı artış gösteriyor. (1)
Türkiye’de “Muhteşem Cuma” aldatmacası
Kara Cuma indirimleri, “Muhteşem Cuma”, “Şahane Cuma”, “Efsane Kasım” gibi farklı isimlerle son yıllarda Türkiye'deki mağazalarda da gündeme getiriliyor. Cep telefonlarından, bilgisayara, gıda ve yeme-içmeden mefruşata, konfeksiyondan tekstile ve elektroniğe kadar hemen her üründe indirimli satışlar yapılıyor. O gün indirimli satışlardan faydalanmak isteyenler erken saatlerde mağazalara yöneliyorlar. Ayrıca, “Hepsi Burada”, “Trendyol” gibi internet/e-ticaret alışveriş sitelerini de kullanıyorlar.
Diğer yandan, TESK Genel Başkanı Bendevi Palandöken, bu durumun aslında ‘Efsane Kasım' değil, efsane bir pazarlama taktiği” olduğunun, fiyatların indirim zamanı şişirilip şişirilmediğine bakılması, ilgili meslek odalarının izni olmadan yapılan indirimlere itibar edilmemesi gerektiğinin altını çiziyor:
“Böylesine yüksek kậr marjları gerçekçi değil. Yüzde 80-100 gibi indirim oranları sürdürülebilir bir kazanç modeli olamaz. Bu nedenle bu kampanyaların Bakanlık tarafından denetlenmesi gerekiyor. Aynı şekilde, güvenilir olmayan sitelerden alışveriş yapılmasının sakıncalarına da dikkat edilmeli. 3D güvenlik doğrulaması olmayan yerlerden alışveriş yapan vatandaşlar mağduriyetlerini sıkça dile getiriyor. İnsanlar, dokunup görmedikleri ürünleri cazip fiyatlarla sipariş ederken sonunda hayal kırıklığı yaşayabiliyorlar. Fiyatlardaki anormalliklerin oturması, istikrar sağlanması ve vatandaşların bütçelerine uygun alışveriş yapmaları için bu tür aldatıcı kampanyaların önüne geçilmesi şart. İnsan sağlığına zarar veren veya kalitesiz ürünlerin satışını engellemek tüketicinin korunması adına önemli bir adım olacaktır.” (2)
TESK Başkanının, büyük firmalar karşısında haksız rekabete uğrayarak zarar eden bu yüzden de işlerine son veren küçük esnafın sözcüsü olarak, bunları söylemesi son derece normal. Ancak Türkiye ekonomisinin özellikle de son yıllarda özel tüketim harcamalarıyla büyüdüğü de bir gerçek. Bu harcamalara konu olan ürünlerin önemli bir kısmının da ithalat yoluyla sağlandığı, yatırım malları ve ara malları ithalatının azalırken tüketim malları ithalatının artmaya devam ettiği de bir gerçek.
Tüketime dayalı ekonomik büyüme modeline devam
Nitekim, IMF tarafından hazırlanan bir rapora göre de Türkiye ekonomisi son iki yılda net bir biçimde özel tüketim harcamalarındaki artışla büyüdü. Sektörel olaraksa ekonominin esasta hizmetler sektöründeki genişlemeyle büyüdüğü aşağıdaki grafikten görülebiliyor. Bu iki büyüme dinamiği birbiriyle uyumlu zira özel tüketim harcamaları hizmetler sektörünün temel sürükleyicisi konumunda.
Diğer taraftan, özellikle de lüks tüketim harcamalarından kaynaklanan bu özel tüketim artışı sürdürülebilir olmadığı gibi, enflasyonun düşürülmesinin de önünde engel oluşturuyor. (3)
Bu yılın üçüncü çeyreğine ilişkin ekonomik büyüme verileri ise bir yandan bu çeyrekte GSYH’nin bir önceki çeyreğe göre yüzde 0,2 azaldığını, ikinci çeyrekte de benzer bir küçülme yaşandığından bunun ülke ekonomisinin teknik olarak resesyona girdiğini gösterirken, diğer yandan da yıllık olarak sağlanan yüzde 2,1’lik büyümenin sürükleyicilerinin inşaat-emlak, finans ve sigorta sektörleri olduğunu, sanayi sektörünün ise yüzde 2,2 küçüldüğünü (4) ortaya koyuyor.
Tüketimi kimler yapıyor, enflasyonun bedelini kimler ödüyor?
Bu noktada yanıtlanması gereken soru, halkın yoksulluğu ve borçluluğu dikkate alınarak “bu tüketimi hangi sınıfların yapmakta” olduğudur. Bunun için bölüşüm verilerine bakmak yeterli.
TÜİK verilerine göre, Türkiye’de en zengin yüzde 20 milli gelirin yüzde 49,8’ini alıyor. En zengin yüzde10 en yoksul yüzde 10’dan ortalama 15 kat daha fazla gelir elde ediyor. Gini katsayısı sosyal yardımlar hariç 0,52. En zengin yüzde 10 toplam servetin yüzde 68’ine sahip. Servet Gini katsayısı 0,84 olarak hesaplanıyor. (5)
Gelir ve servet dağılımı adaletsizliğinin her geçen gün daha da artıyor olması, böyle bir talep artışının, dolayısıyla da eğer ülkede bir talep enflasyonundan söz edilecekse bunun asıl sorumlusunun yüksek gelirliler, sermaye sahibi zenginler olduğunu gösteriyor.
Yani eğer gerçekten enflasyonla mücadele edilmek isteniyorsa, maliyetin yüksek enflasyondan fayda sağlayan sermaye kesimine ve zenginlere yüklenmesi gerekiyor ki bu hem etkin hem de adil bir çözüm olacaktır.
Tam tersine iktidar bloku, sermayeyi ve zenginleri vergilendirerek bu talebi kontrol altına almak yerine, milli gelirden aldıkları payın üçte birin altına düştüğü emekçilere kemer sıktırıyor. Böylece toplumun neredeyse yüzde 85’ini oluşturan bu kesimin daha da yoksullaşmasına neden oluyor.
Kapitalist büyüme ve yoksulluk el ele gidiyor
Ancak kapitalizm altında yoksulluğun ekonomik büyümenin diyalektik bir eşlikçisi olduğu unutulmamalı. Yani sorun, bazı ünlü iktisatçıların yaptığı gibi, “iyi ve içermeci” kurumlara sahip olmak yerine, “kötü ve dışlayıcı” kurumlara sahip olmaya ve kötü yönetilmeye indirgenmemeli. Ortada sistemik sorunlar var.
Kısaca, emekçilerin yoksullaşmasının nedeni büyük zenginlerdir, büyük servetlerin sahipleri sermaye sınıfıdır. Özellikle de neo liberal döneminde kapitalist büyüme sermayenin, servetin büyümesidir ve kaçınılmaz olarak yoksulluk üretir.
“Kapitalist büyümeye zorunlu olarak ilkel sermaye birikimi süreci eşlik eder, bu da bir yığın küçük üreticinin mülksüzleştirilmesini ve dolayısıyla yoksullaşmasını gerektirir. Ancak kapitalist sektörde çalışan, doğrudan işçi olarak asimile ettiği kişilerin sayısı yoksullaşanların sadece bir kısmını oluşturur. Sermaye birikimi ilerledikçe “sistemin dışında” kalan ilkel sermaye birikiminin kurbanlarının mutlak sayıları artmaya devam eder ya da mutlak sayıları artmayıp sabit kalırsa veya azalırsa, o zaman yoksulluğun boyutları da artar. Bu olgu, “bir kutuptaki zenginlik birikimine neden aynı anda başka bir kutupta yoksulluğun artmasının eşlik ettiğini” açıklar. Ancak bu olgunun algılanması, birikim sürecinin bütününe dair kapsamlı bir vizyonun yokluğu nedeniyle karartılır.” (6)
Gıdada fiyat artışları tam gaz sürüyor
Türkiye gıda enflasyonu açısından OECD ülkeleri arasında ilk sırada yer alıyor. Üstelik gıda fiyatları her geçen gün artmaya da devam ediyor. Yakın gelecekte bu fiyatların düşmesi de beklenmiyor. Öyle ki TCMB’nin gıda enflasyonu tahmini; 2024 yılı sonu için yüzde 41,8 ve 2025 için yüzde 22,5. Ancak bu tahminlerin de çok iyimser olduğunu, gerçekleşecek rakamların daha yüksek çıkma ihtimalinin oldukça yüksek olduğunu belirtelim.
Nitekim T. Ziraat Odaları Birliği’nin açıkladığı Kasım ayı market fiyatlarına göre; bazı kış ürünlerindeki son bir yıldaki fiyat artışları şöyle: Karnabahar yüzde 255, mandalina yüzde 143, marul yüzde 111 ve pırasa yüzde 86. (7)
Bunların yaz sebzesi değil, içinde bulunduğumuz kış dönemi sebzeleri olduğu unutulmamalı. Yani domates ve salatalıktaki fiyat artışları “mevsimi olmadığı” gerekçesiyle belki mazur görülebilir ancak kış sebzelerindeki fiyat artışları için aynı değerlendirmeyi yapmak doğru olmaz. Burada gıdada fiyatların yüksek kalmasına neden olan yapısal faktörleri de ele almak gerekir.
Gıdanın gramajını azaltma ve kalitesini düşürme
Kaldı ki gıda sektörü patronları sadece fahiş fiyat artışlarıyla kậrlarını artırmıyorlar. Aynı zamanda bu ürünlerin gramajları azaltılıyor ve kaliteleri de düşürülüyor. Üstelik bu aynı anda fiyatlar artırılarak da yapılabiliyor. Dahası, bu durum “merdiven altı” diye tabir edilen yerlerle de sınırlı değil. Büyük marketlerde de görülebiliyor.
Örneğin satın aldığınız ekmeğin, bisküvinin, gofretin, sütün, cipsin, bakliyatın net gramajı düşürülürken, sosis ya da salamın içeriği baş etinden, tırnağa kadar kötü malzeme ile değiştirilebiliyor. Dana kıyması olarak satın aldığınız kıymaya baş eti, sakatat ya da kırmızı bibere kiremit tozu katılabiliyor. Tereyağı artık saf tereyağı değil, patates gibi sebzelerin katılımıyla ucuz ve sağlıksız bir yağa dönüşebiliyor. (8)
Bir yandan kậr güdüsü ve denetimsizlik, diğer yandan giderek yoksullaşan halkın gramaj ve kaliteyi fark etmeden ya da önemsemeden tüketmek zorunda olması böyle davranışların önünü açıyor.
Shrinkflasyon ve skimpflasyon
Kısaca gıda enflasyonuna, yukarıda anlatıldığı bir küçültme (shrinkflasyon) ve kalitesizleştirme (skimpflasyon) enflasyonunu da katmak gerekiyor. Bu durum kuşkusuz gıda piyasasını kontrol eden büyük sermaye şirketlerinin, market zincirlerinin kậrlarını daha da artırıyor. Aksi halde geçen yılın kậr şampiyonunun gıda sektörü olması başka türlü nasıl izah edilebilir?
Sonuç olarak
“Kara Cuma” dünyada şirketlerin satışlarını patlatarak kậrlarını artırdıkları bir kapitalist oyunun adı. Aynı zamanda halk açısından bir aldatmaca zira halk daha öncesinde şişirilmiş fiyatlardan büyük çapta yapılan indirimlere kanarak daha fazla tüketmeye yönlendiriliyor. Diğer yandan bu durum şirketlerin satışlarını ve kậrlarını daha da artırmaya hizmet ediyor.
Ancak Türkiye’de, Şahane Cuma ya da Şahane Kasım adları altında yürütülüyor olsa da, özellikle de gıda sektöründeki büyük üreticiler ve zincir marketler için Kara Cuma gibi uygulamalara pek de ihtiyaç duyulmuyor. Gıda ürünlerine neredeyse her gün yapılan zamlar dikkate alındığında, Türkiye’de gıda sanayinin patronları için her gün Kara Cuma'dır.
Dip notlar:
- https://tr.wikipedia.org/wiki/Black Friday (1 Aralık 2024).
- https://finans.mynet.com/haber/detay/ekonomi/efsane-kasim-degil-efsane-pazarlama-taktigi-diyerek-sitem-etti-alisveris-tutkunlarina-tesk-baskani-ndan-uyari-sizi-mutlu-edecekken-uzebilir (16 Kasım 2024).
- G20 Report on strong, sustainable, balanced and inclusive growth 2024, s. 9-10).TÜİK, Dönemsel Gayrisafi Yurt İçi Hasıla, III. Çeyrek: Temmuz-Eylül, 2024 (29 Kasım 2024).TÜİK, Gelir Dağılımı İstatistikleri, 2023, https://data.tuik.gov.tr (29 Ocak 2024).
- https://mronline.org/2024/10/26/the-dialectics-of-wealth-and-poverty (26 October 2024).
- https://www.tzob.org.tr/basin-odasi/haberler/kasim-ayi-uretici-market-fiyatlari-ve-aylik-yillik-girdi-fiyat-degisimleri (1 Aralık 2024).
- https://www.haberturk.com/yazarlar/esen-y-evran/1929963-etiketi-birak-gramaja-bak (22 Nisan 2018);
- https://www.ekmeginsesi.com/gundem/firmalarin-gramaj-hilesi-urun-miktarini-azaltip-fiyatini-artiriyorlar (29 Eylül 2020).
Yemek kartları ile ilgili yanlışta yargı kararına rağmen ısrar ediliyor!-Erdoğan Sağlam-
Yemek kartı/çeki/kuponu gibi araçlarla sadece yemek hizmeti alınabilir. Bunların market ve benzeri yerlerde amaç dışında kullanılması halinde işverenlere yaptırım uygulanması hukuka aykırı olacaktır.
Değerli okurlar, 2022 yılında çok tartıştığımız bir konu bu yıl yeniden gündeme geldi. Son olarak dün Resmi Gazete’de yayımlanan “Sosyal Sigorta İşlemleri Yönetmeliğinde Değişiklik Yapılmasına Dair Yönetmelik” ile tartışmada başa döndük.
2022 yılında yapılan düzenleme neydi?
Öncelikle genel kuralı belirtelim. 5510 sayılı Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası Kanununa göre, ayni yardımlar ile Sosyal Güvenlik Kurumu Başkanlığınca (Kurumca) tutarları yıllar itibarıyla belirlenen yemek, çocuk ve aile zamları prime esas kazançların hesaplanmasında dikkate alınmaz, yani bunlar üzerinden sigorta primi hesaplanmaz.
Bu hüküm gereğince nakit ödenen yemek bedellerinin, Kurumca belirlenen kısmını aşan tutarları sigorta primine tabi tutulmakta iken, bu sınırın altında kalan tutarlar ile ayni yemek yardımları prime tabi tutulmamaktaydı.
Ancak 2022 yılında Sosyal Sigorta İşlemleri Yönetmeliğinin 97’nci maddesinin yedinci fıkrasının (a) bendi değiştirilerek, işverenlerce işyerinde veya müştemilatında yemek verilmemesi şartıyla yemek bedeli adı altında sigortalılara veya sigortalılar için üçüncü kişilere yapılan her türlü ödemelerin, günlük asgari ücretin Kurum Yönetim Kurulunca belirlenen oranının fiilen çalışılan gün sayısı ile çarpılması sonucunda bulunacak tutarın prime esas kazançların hesaplanmasında dikkate alınmayacağı hükmüne yer verildi.
Bu Yönetmelik değişikliğine dayanılarak çıkarılan 02/12/2022 tarihli ve 2022/2 sayılı Genelge işle yemek parasına ilişkin kurallar aşağıdaki gibi belirlendi:
* İşverenlerce işyerinde veya müştemilatında kendi imkanlarıyla yemek verilmesi amacıyla işverenler tarafından ödenen yemek bedelleri sigorta primine esas kazanca dahil edilmeyecektir. (Madde 2.1.1.)
* İşverenlerce sigortalılar için işyeri veya müştemilatı dışında kalan yerlerde üçüncü kişilere yemek bedeli adı altında fatura karşılığı nakden ödeme yapılması halinde günlük brüt asgari ücretin yüzde 23,65’inin fiilen çalışılan gün sayısı ile çarpılması sonucunda bulunacak tutar, prime esas kazanca dahil edilmeyecektir. (Madde 2.1.2.)
* İşverenlerce işyerinde veya müştemilatında yemek verilmemesi şartıyla, sigortalılara yemek bedeli adı altında nakden yapılan ödemelerin günlük asgari ücretin yüzde 23,65’inin fiilen çalışılan gün sayısı ile çarpılması sonucunda bulunacak tutarı prime esas kazanca dahil edilmeyecektir. (Madde 2.1.3.)
* Sigortalılara ay içinde yemek bedeli olarak nakit ödeme yapılmaksızın, üçüncü kişilere yemek kuponu, yemek kartı, yemek çeki vb. araçlarla fatura karşılığı yemek bedeli ödenmesi halinde günlük brüt asgari ücretin yüzde 23,65’ inin fiilen çalışılan gün sayısı ile çarpılması sonucunda bulunacak tutar, prime esas kazanca dahil edilmeyecektir. (Madde 2.1.4.)
Genelgede ayrıca yemek kartlarına/çeklerine/kuponlarına yüklenen yemek bedellerinin sigorta priminden istisna tutulabilmesi için söz konusu kartların/çeklerin/kuponların yalnızca yemek yenilmesi amacıyla kullanılması gerektiği, yemek bedeli adı altında sigortalılara veya sigortalılar için üçüncü kişilere yapılan her türlü ödemelere ilişkin muvazaalı durumların tespit edilmesi halinde kurumun prim kaybının işverenlerden gecikme zammı ve cezası ile tahsil edileceği şeklinde çok tartışmalı açıklamalara da yer verilmişti.
Yönetmelik ve Genelgenin Danıştay’da iptali istemiyle açılan davada Danıştay Onuncu Dairesi 08/05/2024 tarihli ve E.:2023/170; K.:2024/1853 sayılı Kararı ile Sosyal Sigorta İşlemleri Yönetmeliğinde Değişiklik Yapılmasına Dair Yönetmeliğin 1. maddesi ile değiştirilen 97. maddesinin 7. fıkrasının (a) bendinin ve bu Yönetmeliğe dayanılarak Sosyal Güvenlik Kurumu Sigorta Primleri Genel Müdürlüğü tarafından yayımlanan 02/12/2022 tarihli, 2022/22 sayılı, "Yemek Bedeli" konulu Genelge’nin 2.1.2 ve 2.1.4. maddelerinin İPTALİNE oy çokluğuyla karar verdi.
İptal gerekçesi, işyerinde yemek verilmeyen durumlarda, sigortalılar dışında üçüncü kişilere yemek bedeli adı altında fatura karşılığı yapılan ödemelerle, yine üçüncü kişilere yemek kuponu, yemek kartı, yemek çeki vb. araçlarla fatura karşılığı yapılan ödemelerin esasen ayni yardım kapsamında ele alınması gerektiği, bunların nakdi ödeme olarak kabul edilemeyeceği anlayışına dayanmaktadır.
Dün yayımlanan Sosyal Sigorta İşlemleri Yönetmeliğinde Değişiklik Yapılmasına Dair Yönetmelik ile Danıştay Onuncu Dairesince iptal edilen Sosyal Sigorta İşlemleri Yönetmeliğinin 97’nci maddesinin yedinci fıkrasının (a) bendi aşağıdaki şekilde yeniden düzenlendi[1]:
“a) İşyerinde veya müştemilatında yemek verilmeyen durumlarda, sigortalıya yemek verilmek suretiyle sağlanan menfaatlerin nakit olarak ya da yemek hizmetinin alınması dışında kullanılabilecek yemek kartı/çeki/kuponu gibi araçlarla sağlanması halinde, fiilen çalışılan günlere ait bir günlük yemek bedelinin Kurum Yönetim Kurulunca belirlenen tutarının fiilen çalışılan gün sayısı ile çarpılması sonucunda bulunulacak tutarını aşmayan kısmı,”
Bu düzenlemeye göre, personele yemek verilmek suretiyle sağlanan menfaat, nakit verilmek yerine yemek kartı/çeki/kuponu gibi araçlarla sağlansa da kurumca belirlenen sınıra bağlı olarak sigorta primine tabi tutulacaktır.
Yönetmelik yayımı tarihini izleyen ayın başında (yani 1 Ocak 2025 tarihinde) yürürlüğe girecektir.
Bu değişikliği nasıl okumak gerekir?
Yönetmelik değişikliğini okuduğumda, Danıştay’ın iptal gerekçesinin dikkate alınmamış olduğunu düşündüm. Başka bir ifade ile Sosyal Güvenlik Kurumunun yemek kartı/çeki/kuponu gibi araçlarla sağlanan yemek menfaatlerini de nakdi yemek yardımı kapsamında değerlendirmeye devam ettiği anlaşılıyor.
Oysa Danıştay’ın iptal kararından sonra, yemek kartları ile sağlanan menfaatlerin ayni yardım kapsamında hiç sigorta primine tabi tutulmaması gerekir.
Yapılan değişikliğin de iptal istemine konu edilmesi halinde aynı gerekçelerle iptal edileceğini düşünüyorum.
Ayrıca yemek kartı/çeki/kuponu gibi araçlarla sadece yemek hizmeti alınabilir. Bunların market ve benzeri yerlerde amaç dışında kullanılması halinde işverenlere yaptırım uygulanması hukuka aykırı olacaktır.
Bu nedenle, Genelgede yer alan, “yemek bedeli adı altında sigortalılara veya sigortalılar için üçüncü kişilere yapılan ödemelere ilişkin muvazaalı durumların tespit edilmesi halinde Kurumun prim kaybının işverenlerden gecikme zammı ve cezası ile tahsil edileceği” şeklindeki açıklamaların acilen kaldırılması gerekir.
Yemek kartlarının marketlerde tüm ürün gruplarında kullanıldığı şeklindeki yaklaşımlar da doğru değil, çünkü yemek kartları marketlerde sadece “tüketime hazır sıcak veya soğuk gıda”, yani “yemek” için kullanılabilir. Aksi durumlar amacı dışında kullanımlar olup, bundan bu eylemi denetlemesi ve engellemesi mümkün olmayan işverenleri sorumlu tutmak hukuken mümkün olamaz!
Nakit ödenen yemek paraları için bu anlamda bir takip yapılmazken, yemek kartlarına gösterilen bu hassasiyeti anlamadığımı bir kez daha belirtmek isterim.
Son olarak, vergi istisnası ile sigorta istisnasının farklı tutarlarda uygulanmasının sorunlara yol açtığını düşünüyorum. Bu iki uygulamaya da aynı tutarların esas alınması isabetli olacaktır.
[1] Bu değişikliğin geç yapıldığını düşünüyorum. Bugün bu gecikmenin sonuçlarına girmiyorum, ancak hukukçuların bu konuyu enine boyuna tartışması gerekiyor.
/././
Tek kutupluluktan “düzensiz” çok kutupluluğa: Soğuk Savaş’ın resmen sona ermesinden 35 yıl sonra bugün dünya nasıl bir eşikte?-Buse Söğütlü-
Soğuk Savaş sonrası kurulan uluslararası sistem ve bu sistemin çok kutupluluğa doğru dağılması, barış ve güvenlik üretme kapasitesinin yetersizliğini mi belirgin hale getirdi?
“Dünya bir çağdan çıkıp başka bir çağa giriyor. Kalıcı ve barışçıl bir döneme giden uzun bir yolun başındayız. Güç tehdidi, güvensizlik, psikolojik ve ideolojik mücadele geçmişte kalmalıdır"
Sovyetler Birliği lideri Mihail Gorbaçov, Soğuk Savaş’ın sona erdiğinin resmen ilan edildiği Malta Konferansı’nda ABD Başkanı George H.W. Bush’a bunları söylemiş, Bush da “Kalıcı bir barışı gerçekleştirebilir ve Doğu-Batı ilişkisini kalıcı iş birliğine dönüştürebiliriz. Başkan Gorbaçov ve benim burada başlattığımız gelecek işte budur” diye karşılık vermişti.
35 yıl önce bugün, 2-3 Aralık 1989’da Gorbaçov ile Bush, Malta açıklarındaki Maksim Gorki yolcu gemisinde Soğuk Savaş’ın resmen sona erdiğini ilan etmek üzere bir araya geldi. Malta Konferansı olarak bilinen bu görüşmenin üzerinden 35 yıl sonra bugün, dünya hâlâ gerilimlerle dolu. Yeni ittifakların şekillendiği ve güç dengelerinin yeniden yazıldığı bu dönemde dünya, bir kez daha kırılgan bir eşiğin kenarında duruyor. Bölgesel çatışmalar devam ederken küresel savaş riskinden ve nükleer silahların caydırıcı rolünün yerini giderek bir tehdit unsuru olmaya bıraktığından söz ediliyor.
Gorbaçov ve Bush, Malta Konferansı'nda
Peki, Soğuk Savaş’ın bitişi resmen ilan edilirken sarf edilen “umutlu” cümleler 35 yıl sonra bugün nasıl tınlıyor? Soğuk Savaş sonrası kurulan uluslararası sistem ve bu sistemin tek kutupluluktan çok kutupluluğa doğru dağılması, barış ve güvenlik üretme kapasitesinin yetersizliğini mi belirgin hale getirdi? Kimileri yaşananlara “2. Soğuk Savaş”, kimileri “3. Dünya Savaşı” derken dünya nasıl bir eşikte?
T24’e konuşan uzmanlar, Soğuk Savaş sonrası uluslararası sistemin, ABD’nin başını çektiği tek kutuplu yapıdan çok kutuplu ve “düzensiz” bir düzene doğru evrildiğinin altını çiziyor. Rusya-Ukrayna Savaşı ve Gazze çatışması gibi olaylar, bu dönüşümün güvenlik ve barış üretmedeki yetersizliklerini ortaya koyduğunu ifade eden uzmanlar, Türkiye gibi orta ölçekli ülkeler bu yeni düzende özerklik arayışına girdiklerini vurguluyor. Öte yandan uzmanlara göre nükleer tehditler büyük güçler arasında dengelenmeye çalışılsa da küresel savaş riski gibi söylemlerin ne amaçla artırıldığına dikkatle bakmak gerekiyor.
Batı dünyası, zirvenin sonuçlarını coşkuyla karşılamıştı.
The Guardian ve The New York Times, “Yeni bir Avrupa” müjdeliyor,
“ABD-Sovyet bağları için yeni dönem”i ilan ediyordu.
Time dergisi, “Yeni bir dünya inşa etmek” başlıklı bir manşetle çıkmıştı.
“Soğuk Savaş sonrasında ortaya çıkan globalleşme büyük darbe yedi”
Türkiye'nin eski NATO Daimi Temsilcisi (E) Büyükelçi Mehmet Fatih Ceylan, dünyanın içinden geçtiği süreci, “Gerçekten çatışmalı ve birçok meselenin iç içe geçtiği, grift ve kuralların ortadan kalktığı bir düzensizlikten bahsediyoruz” diyerek tanımlıyor. Hem iki kutuplu düzende gerekse Soğuk Savaş ertesi dönemde ülkelerin bir şekilde uyum gösterdikleri düzenin ortada olmadığının altını çizen Ceylan, “Yeni bir düzene doğru gidildiği ve bunun bir geçiş dönemi olduğu kesin” diyor.
Fakat insanların zihinlerindeki “dünya savaşı” kavramının farklılaştığına dikkat çeken Ceylan, şunları ifade ediyor:
“Nasıl bir dünya savaşından söz ediyoruz? Şu anda Ukrayna'da olsun, Orta Doğu'da olsun fiilî çalışmalar var. Bir taraftan bunları çözümleme yönünde gayretler de var, yok değil, inkâr edemeyiz. Soğuk savaş sonrasında dönemde çerçevesi ortaya çıkan ve giderek genişleyen, tüm dünyaya yayılan globalleşme büyük bir darbe yedi. Ancak tümüyle de ortadan kalkmadı. Yani karşılıklı bağımlılık o kadar belirgin hale geldik ki şu mevcut çatışmalı ortamda bile bir şekilde her bileşen itibarıyla olmasa da küreselleşmenin rol oynadığını görüyoruz”
“Klasik anlamda bir 3. Dünya Savaşı’nın çıkmasını beklemek yanıltıcı”
Uluslararası ortamı daha fazla sarsacak gelişmeler olmadığı takdirde klasik anlamda bir 3. Dünya Savaşı’nın çıkmasını beklemenin yanıltıcı olacağını söyleyen Büyükelçi Ceylan, “Çünkü dönemin büyük güçleri, belki Ukrayna’da yaptıkları itibarıyla Rusya'yı bir tarafa koymak lazım, bütün ülkeleri veya kıtaları içine çekecek bir savaşın çıkmasından bence medet ummuyorlar. Yani bunda çıkarları yok. Dolayısıyla olabildiğince mevcut çatışmaları da lokalize etmeye çalışıyorlar. Bu çatışmaların yayılmasını, daha fazla ülke sirayet etmesini önlemeye çalışıyorlar” diyor.
“Küresel rakiplerin gelişimi ABD’nin hegemonik rolünün sorgulanmasına yol açtı”
Uluslararası sistemde derin bir dönüşüm yaşandığını ifade eden Dr. Öğr. Üyesi Erhan Keleşoğlu, “90'lı yılların başlarında Soğuk Savaş ortadan kalktıktan sonra uluslararası sistem ABD'nin başını çektiği tek kutuplu bir hegemonik hal almıştı. Özellikle askeri ve siyasi açıdan ABD diğer rakiplerine oranla oldukça iri kıyım bir uluslararası küresel aktördü ve işler, tek kutuplu bir zeminde yürüyordu. Ancak zaman geçtikçe ABD'nin bu askeri siyasi önderliği ciddi bir yıpranma sürecine girdi. Özellikle iktisadi açıdan başta Çin olmak üzere küresel rakiplerin gelişimi ABD'nin bu önder ve hegemonik olma rolünün sorgulanmasına yol açtı” değerlendirmesinde bulunuyor.
“ABD’nin bir numara olma isteği”
Siyaset bilimci, tarihçi, akademisyen Prof. Dr. Hasan Köni ise yaşananları ABD’nin “bir numara olma hırsı” diye nitelendiriyor ve şöyle ekliyor:
“Buna ek olarak doların rezerv para olarak kalmasını sağlama isteği ve de nükleer silah anlaşmasından çekilme boyutu ileriye doğru bir tehlike olduğunu gösteriyor. Ama bunlar dikkat ederseniz büyük devletlerin hırsları sonucu ortaya çıkan durumlar. Orta boylar sistemin bir yerine tutunarak ilerlemeye çalışıyorlar. Orta boy bir ülkeyseniz birtakım ittifakların içinde olmanız gerekiyor. Teknoloji transferi, yatırım lazım. O yüzyılın kültürü neyse o kültürün içinde kalmanız lazım”
“ABD-Çin çekişmesinin Türkiye’ye etkilerini Rusya, Çin ya da Afrika ile kapatamazsınız”
Ancak “Küresel etkiler doğuran bu çatışmaların lokalize edilmesi küresel anlamdaki jeopolitik ve jeostratejik rekabetin son bulduğu anlamına gelmiyor” uyarısında bulunan Büyükelçi Ceylan, ABD-Çin rekabetine işaret ediyor:
“Trump'ın ocak ayında artık fiilen göreve başlamasının ertesi gününde ABD-Çin çekişmesinin daha da ileri boyutlara varmasını beklemek mümkün. Daha ileri boyutlar kazanmasına bağlı olarak bu çekişmenin Avrupa'yı ve diğer birçok ülkeyi veya kıtayı etkilemeye aday olduğu da söylenebilir”
Bunun Türkiye’ye de etkilerinin olacağı uyarısında bulunan Ceylan, “Herhangi bir yerde özellikle ticarî trafiğimizin çok büyük olduğu Avrupa’daki bir ekonomik daralmanın Türkiye’ye yansımalarını olmayacağını iddia etmek gerçeklerden uzaklaşmak anlamına gelir. Peki, bu pazar kaybını Rusya, Çin ya da Afrika ile kapatabilir misiniz? Kısa dönemde asla kapatamazsınız ve ekonomi daha da büyük bir darbe yiyebilir. Buna en azından zihinsel olarak hazırlıklı olmak lazım” diyor.
Dr. Öğr. Üyesi Keleşoğlu, Türkiye’yi yönetenlerin de ABD’nin kademeli olarak güç kaybedişini bir fırsat olarak gördüğünü aktarıyor.
Keleşoğlu’na göre özellikle ABD’nin Orta Doğu’dan Asya Pasifik’e doğru güç kaydırması, Orta Doğu’da oluşacak boşluğu bölgesel güçlerin doldurabileceği algısını güçlendirdi; Türkiye de özellikle 2011 Arap Baharı sonrasında böyle bir role soyundu.
"Türkiye'nin 'özerkliğinin' sınırları var"
Prof. Dr. Cangül Örnek de Türkiye'nin çatışan kutuplar olduğunda ayağını bir kutupta tutup diğer kutupla da teması sürdürdüğü analizini yapıyor. Ancak Örnek'e göre bu tutumun sürdürülebilmesi, ABD'nin de "olur" vermesiyle mümkün. Türkiye'nin ilkesel bir politika olarak farklı kutuplarla mesafeyi önemsediğini söylemenin zor olduğunu ifade eden Örnek, "Türkiye’nin artan uluslararası gerilimler karşısındaki 'özerkliği'nin sınırları olduğunu görmek önemli. Dünyadaki gerilim artıkça ve Türkiye’nin hareket alanı daraldıkça, dış siyasetin ABD-NATO yönüne doğru yattığını görmemiz büyük olasılık. Ekonomik ve askeri bağımlılık yokmuş gibi sadece siyasete bakarak analiz yapmak doğru değil" diyor.
Trump sonrası dönem
Prof. Dr. Köni, Donald Trump’ın ikinci döneminin başlayacağını hatırlatarak “Bizim Çin’le yakın ilişkilere girmemiz, Şanghay’da gözlemci olmamız, BRICS’te ortak üye olmamız buna şimdiki yapı izin verecek mi?” diye soruyor ve şöyle devam ediyor:
“Bunu İkinci Dünya Savaşı’nda da Türkiye kullandı. Yani bir yandan Sovyetlerin istekleri gelinceye kadar 45'lere kadar onlarla iyi geçindik, öbür taraftan batılı ülkelerle de iyi geçindik. Hatta savaşa sokulmak istendi, ona da direndi. Ama Almanya'ya tonlarca krom sattık, biliyorsunuz. Yeni gelişen bu yapı içinde çoklu bir yapının devam etmeyeceğini gösterdiğini tahmin ediyorum”
“Nükleer caydırıcılık veya dehşet dengesi bir ölçüde hayatiyetini koruyor”
Rusya-Ukrayna savaşında Batı silahlarının Rus topraklarının derinliklerinde kullanılma izninin verilmesini ve Rusya’nın nükleer doktrinini güncellemesini değerlendiren Büyükelçi Ceylan, “Rusya’nın Ukrayna’ya karşı konvansiyonel üstünlüğü olduğu kesin. Ancak Rusya’nın Şubat 2022’den bu yana çok sık şekilde nükleer kartını oynaması, bir yerde acziyet göstergesi. Her ne kadar soğuk savaş dönemindeki gibi olmasa da nükleer silahlara dayalı nükleer caydırıcılık veya dehşet dengesi bir ölçüde hayatiyetini koruyor” diyor.
"Nükleer doktrin güncellenmesi konusunda Çin'den ses geldi"
Bu konuda bir başka faktörün de Çin’in tutumu olduğuna dikkat çeken Ceylan, “Çin bu çatışmada, bırakın askerî nükleer kabiliyetleri herhangi bir sivil nükleer reaktöre karşı saldırı bile kabul etmeyeceğini net olarak söyledi. En son Putin, nükleer doktrinini güncelleme kararı imzaladığında Çin’den ses geldi” şeklinde değerlendiriyor.
Bir nükleer savaşa bağlı olarak Üçüncü Dünya Savaşı’nın patlak verebileceğini düşünmeyen Ceylan, yine de temkinli:
“Tabii tarihte sadece rasyonel kişiler veya akımlar her zaman üstün gelmiyor ama bu nükleer konusu başka bir şey. Fakat bu tehdidi ne kadar çok kullanırsanız nükleer caydırıcılığın etkisini de azaltmış olursunuz”
-------------
Rusya’nın nükleer doktrinini güncellemesi
Türkiye’nin eski NATO Daimi Temsilcisi Büyükelçi Ceylan, Rusya’nın nükleer doktrinini güncellemesi hamlesini şöyle değerlendiriyor:
“Rusya’nın yenilenen nükleer doktrininin eskisinden çok da farklı olmadığını düşünüyorum. Mevcut doktrin zaten Rusya Devlet Başkanı’na gerekli gördüğünde stratejik amaçlar için nükleer silah kullanma yetkisini veriyor. Savaştığı muasırını destekleyen güçler varsa Rusya’nın nükleer silahlara başvurma yetkisini zaten veriyor. Bu esnekliği mevcut nükleer doktrine yedirmiş durumlar. Fakat şimdi oradan bazı şeyler süzüldü ve nükleer doktrininin yenilendiği söylendi. Bu hamlenin tamamen konjonktürel olduğunu düşünüyorum. Ama nükleer kuvvet kullanma tehdidinin bu denli sık kullanılması hafife alınamaz. Dolayısıyla gelişmelerin çok yakından takip edilmesi lazım. Buna karşı çok taraflı çerçevelerde hareket etmek gerekir. Yani Rusya ile bu konuyu ikili düzeyde görüşecek olan bence şu anda iki ülke var: ABD ve Çin"
----------------
Küresel savaş riski söylemi iç politika için mi kullanılıyor?
Dışişleri Bakanı Hakan Fidan, 24 Kasım’da Ankara’daki medya temsilcileriyle bir araya gelmiş ve kritik bir açıklamada bulunmuştu. Fidan, “Adam şunu söylüyor, 'Siz benim topraklarımın içerisinde benim tolere edebileceğimden daha fazla füze ve saldırı yaparsanız, benim bunu durdurmamın yolu, elimdeki araçlarla olmuyorsa, diğer bir üst aracı kullanırım'. Bunu açıktan söylüyor. Bu bir şaka değil. Karşı taraf ise 'Senin elinde nükleer silah var, sen beni nükleerle tehdit ediyorsun diye istediğin yeri işgal etmene de ben izin vermem' diyor. Oldukça sıkıntılı bir konu" demişti.
Öte yandan İsveç’te de Soğuk Savaş döneminden kalma acil durum planının güncellenerek yeniden dağıtıldığı öğrenilmişti. Türkiye de dahil olmak üzere başkentler sık sık küresel ve nükleer bir savaş riskinden söz ediyor.
Büyükelçi Ceylan’a göre bu riske karşı önlem almakla bunun iç siyaset için kullanılması arasında fark var. Ceylan, “Avrupa’da bazı ülkeler bu tehdidi gerçekten hissediyor; Polonya, İsveç, Finlandiya… Yoksa yıllardır sürdürdükleri tarafsızlığı bırakıp NATO’ya niye üye olsunlar. Bunu hisseden ülkelerin kendilerine göre tedbirler alması doğal” diyor ancak şöyle ekliyor:
“Rusya’nın tahrip gücü daha yüksek konvansiyonel silahlar ve belki de nükleer silah kullanması durumunda ne yapacağız, diye düşünen ülkeler yok değil. Nükleer risklerden bahseden değerlendirmeler de okuyoruz. Ama bunu resmî söylem olarak bizdeki kadar kullanan ben görmedim. O zaman neden bu konunun bu kadar sık dile getirildiği sorusu akla geliyor. Fakat bu bir şaka değil. Bir şekilde, taktik de olsa bir nükleer silah kullanılması çok büyük bir eşiğin aşılması anlamına geliyor ve bunun Türkiye'ye doğrudan yansımaları olur”
----------
Türk dış politikası Soğuk Savaş’ta nasıl şekillendi?
NATO’ya üye olduktan sonra Türkiye’nin hem iç politikasının hem de başta güvenlik aygıtı olmak üzere iç siyaset kültürünün Batı etkisiyle şekillendiğini ifade eden Dr. Öğr. Üyesi Keleşoğlu, Türk dış politikası açısından Soğuk Savaş sürecini şöyle değerlendiriyor:
“Soğuk Savaş içerisindeki gerilimin azalması ve artmasıyla orantılı olarak kutup liderinin yani Amerika Birleşik Devletleri'nin izlemiş olduğu politikaya gerginliğin arttığı dönemlerde yakınlaşma, gerginliğin azaldığı dönemlerde göreli olarak uzaklaşma; göreli olarak özerk hareket edebilme imkanını görüyordu. Detant öncesinde, örneğin 1960’ların başlarından önce Demokrat Parti döneminde tamamıyla Amerikan politikasını Türkiye'nin dış politika çıkarları ile özdeşleştirme şeklinde bir tavır görmüştük. Detant sonrasında da göreli olarak özerkleşme görmüştük. 1970’lerin sonu, 80’lerin başında Soğuk Savaş’ın tekrar gergin bir atmosfere bürünmesiyle beraber Amerikan politikalarına yine daha yakın izlek olduğunu aynı zamanda 12 Eylül darbesinin de ABD’nin onayıyla ve desteklemesiyle yapıldığını biliyoruz. Soğuk Savaş’ın ardındansa Türkiye, NATO’nun içerisinde kaldı ve NATO’yla paralel, NATO’nun dönüşümü içerisinde dış politika çizgisi izleyegeldi”
Türkiye'nin "dengeleme"yi Soğuk Savaş'ta tercih etmesi gerektiğini ancak uzun yıllar boyunca ve önemli konularda tercih etmediğini söyleyen Örnek de "Bunun en büyük istisnası Sovyetler Birliği ile 1960’ların ortasından itibaren kurulan ve esas olarak sanayi yatırımlarını merkeze alan ekonomik işbirliği. O süreçten Türkiye büyük kazançla çıkmıştır. Ancak onun dışında Türkiye keskin bir anti-Sovyetik tavır takınmış ve aslında pek çok alanda bağımsız bir birikim elde etme şansını kaybetmiştir" diyor.
----------
“Otoriter ve özerk davranabilen orta ölçekli devletlerin önünü açan bir eşik söz konusu”
Türkiye’nin uluslararası sistemde dönüşüm yaşanırken ve göreli özerklik imkanları ortaya çıkmışken NATO'dan kopmadan bir güvence aradığını söyleyen Keleşoğlu, “Türkiye NATO'nun nükleer şemsiyesine ihtiyacı olduğunu düşünüyor. Çünkü Rusya ile nispeten iyi ilişkiler olsa da yani dengeli bir politika izlense de sonuçta Rusya ile bölgesel açıdan çok ciddi anlaşmazlıklar da söz konusu. Bunu Libya’da, Suriye’de, Karadeniz’de, Ukrayna Savaşı’nda gördük” diyor.
Keleşoğlu, uluslararası sistem açısından daha otoriter ve daha özerk davranabilen orta ölçekli devletlerin önünü açan bir eşiğin söz konusu olduğunu düşünüyor.
Prof. Dr. Örnek, Türkiye’nin dünyadaki olaylar karşısında konum alırken tutumunu kestirmenin artık daha az mümkün olduğunu vurgulayarak "Daha atak ve her bakımdan ülkenin geleceğini daha fazla riske atan bir siyasetten bahsediyoruz. Soğuk Savaş’ın tek yanlılığı artık eskisi kadar geçerli değil" diyor ve "Ancak bu Türkiye’nin hem komşu ülke halkları için hem de Türkiye’de yaşayan insanlar için daha güvenli olduğu anlamına gelmiyor" uyarısında bulunuyor.
/././
Kara Harp Okulu’nda İzmir Marşı süreci ve Beşiktaş’ta “turuncu devrim”in önlenemeyen tükenişi -Tolga Şardan-
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder